Professional Documents
Culture Documents
Mehmet Saffet
Ankara
1933
MEHMET SAFFET
ANKARA - 1933
Ön Söz
Felsefe, hayat ve kâinat hakkında insanda geniş bir görüş ufkunu temin etmesi
itibarile memleketimizde gittikçe artan bir alâkaya mazhar olmasını büyük bir
memnuniyetle karşılamak lâzımdır. Muazzam inkılâplar yaptığımız ve yeni bir
hayata kavuştuğumuz bu devirde çetin bir yükseliş mücadelesile karşılaşıyoruz.
Bu mücadelede zaferin en büyük şartı fikir inkılâbının genişletilmesi, yeni ve
muasır zihniyete göre faaliyetlerimizin tanzimidir. Felsefî kültür bunu en çok
temine yarayan bir şeydir.
Avrupa felsefesi tarihi hakkında umumî bir fikir edinmek istiyenler için Kanta
kadar olan malûmat Darülfünun edebiyat fakültesi neşriyatı arasında
bulunmaktadır. Bu küçük eserimizle de Kant'tan zamanımıza kadar gelen
feylesoflar hakkında bir fikir verebilmeği istihdaf ediyoruz.
İçindekiler Sayı
Ön Söz
Bibliyografi
İmmanuel Kant
Umumî vaziyeti — hayatı — felsefesinin çerçevesi — nazarı aklın
tenkidi — hassasiyetin tenkidi — anlayışın tenkidi —
transendental diyalektik — amelî aklın tenkidi — muhakemenin
tenkidi — teleoloji — nazarî aklın hudutları dahilinde din —
siyasiyat hakkında.
Johann Gottlieb Fichte 34
Hayatı — mutlak vazife mefhuma — ego nazariyesi — irade ve
hürriyet — mücadele prensipi — cemiyet ideali.
Vilhelm Joseph Schelling 41
Hayatı — menfi felsefe — tabiat felsefesi — zihin felsefesi —
müspet felsefe — hulâsa.
Wilhelm Friedrich Hegel 48
Hayatı — felsefesinin ana hatları — lojik — asıl ve görünüş —
nosyon — tabiat felsefesi — kimyeviyet — uzviyet âlemi — zihin
felsefesi — objektif zihin — mutlak zihin — san'at — sübjektif
san'at — san'atin nevileri — din — felsefe.
Johann F. Herbart 69
Ontoloji — ruhiyat
Arthur Schopenhauer 72
Hayatı — irade nazariyesi — âkılâne hayat — deha — san'at —
din — kadın.
Auguste Comte 86
Beşerî zihnin inkişaf merhaleleri — ilimlerin tasnifi — içtimaî
fikirleri — içtimaî felsefesinin tafsili — dinî devir — metafizik
devir — pozitivizmin inkişafı — içtimaî pozitivizim — insaniyet
dini — içtimaî sistem: aile — devlet — din — san'atin rolü.
Charles Darwin 100
Hayatı — tekâmül nazariyesi.
Herbert Spencer 105
Hayatı — ilk prensipler — biyoloji: hayatın tekâmülü — psikoloji:
Sayı
İMMANUEL KANT
1724 — 1804
Uumumî vaziyet:
Kant'ın ondokuzuncu asır tefekkürüne hâkim oluşu kadar hiçbir felsefî sistem
hiçbir devre hâkim olmamıştır. Königsburg'un asude bir köşesinde takriben
altmış senelik felsefî mesaisile 1781 de intişar eden meşhur “Aklı mahz
tenkidi„ unvanlı eserile, intikadî felsefe, ta zamanımıza kadar Avrupa
tefekkürüne hâkim olmuştur. Schopenhauer'ın felsefesi 1848 de kurulan
romantik dalga üzerinde biraz yükseldi; Tekâmül nazariyesi 1859 dan sonra
önünde herşeyi sürükledi; ve ondokuzuncu asrın sonuna doğru Nıetzsche'nin
felsefesi bir aralık merkezi siklet oldu. Fakat bütün bunlar temel üzerindeki
inkişaflardan ibaretti. Bunların altında kuvvetli ve daimî bir cereyan halinde
Kant'ın fikirleri akıyordu. Schopenhauer Kant'ı anlıyamıyanı, çocukluktan
kurtulamamış addediyordu.
Böyle bir muayeneye yolu hazırlıyan evvelâ Locke, Berkley ve Hume olmuştu.
Fakat banların muayeneleri de netice itibarile az çok dinin aleyhinde çıkıyordu.
(Berkley müstesna). İlk defa olarak Locke aklı bizzat kendisi üzerine
döndürmüş, onu- muayeneye teşebbüs etmişti. Hume Avrupa felsefesinin bir
şaheseri olan kitabile Hıristiyanlığı altüst etmişti. Locke Hıristiyanlığı sadece
makul olarak kabul etmişti, lüzum ve zaruretini söylemiş, fakat doğruluğunu
diğer fikirlerile bir dereceye kadar sakatlaştırmış bir maddî felsefe sistemi
kurmuştu. Hume ise bunu büsbütün inkâr etmiş aklın tecrübe ve itiyat haricinde
hiçbir hakikate vâsıl olamiyacağını, fikirlerimizin intihalarımızdan başka bir şey
olamıyaeağım söyledi. Zihin ve akıl denilen şeyin bizatihi mevcudiyetini inkâr
etti. Kant Hume'un eserini 1775 te okuduğu zaman uykudan uyandığını ve
bunun hayatında bir dönüm noktası olduğunu söyliyor.
Bu suretle on sekizinci asrın büyük akılcılık cereyanı ile romantik hissî cereyan
yanyana yürüdü. Böyle bir cereyan tabiatile dini yalnız kurtarmakla kalmad
ayni zamanda onu takviye etmiş oldu.
Kant “Emile„i okumağa başladığı zaman onu süratle bitirmek için cazibesine
kapılarak mutat olan gündelik gezintilerini terketmişti. Bu da hayatında başka
bir hâdise olmuştu. Hume'un karşısında işte başka bir deha ki ateizmin
karanlığından kendisini kurtarmağa muvaffak olmuş, birçok akliyecileri,
tenevvürcüleri şaşırtmıştı.
Hayatı:
Kant 1724 te Königsburg'ta doğmuştur. Civar bir köye mürebbilik için gitti
kısa bir müddet müstesna
olmak üzere ana şehrinden hiç çıkmamıştır. O, doğumundan takriben yüz sene
evvel Skoçya'yı terkederek burada yerleşen fakir bir ailenin çocuğudur. Anas
zühdü takva sahibi bir kadındı. Bir taraftan bu tesirin aksülâmelile kâbil
hayatında hiç kiliseye gitmemiş, fakat diğer taraftan içine sinmiş olan dinî hissi
gerek kendisi gerekse bütün dünya için koruyacak bir tefekkür sistemi meydana
getirmiş, daha doğrusu sistemini bununla itmam etmişti.
[1] İrade ve fikir olarak dünya -Schopenhauer. İngilizce- 1885, Cilt II S. 133
Kant hayatını gayet muntazam yaşardı, her işinin muayyen zamanı vard
Bastonunu alıp mutat akşam gezintisine çıktığı zaman bugün “filozof gezintisi
ismini taşıyan ağaçlı caddeye giderken komşular saatlerini üç buçuk üzerine
ayar ederlerdi. Vücudunun gayet zayıf ve çelimsiz olmasına rağmen bu hayat
intizamı sayesinde seksen sene yaşamıştı. Yetmiş yaşında iken zihin kuvvetile
hastalığa galip gelineceğine dair bir küçük eser de yazmıştı. Gezerken yaln
burunla teneffüs ettiğinden bu esnada kimsenin kendisile konuşmasına müsaade
etmezdi. Yapacağı her hareketten evvel daima dikkatle düşünürdü. İhtimal ki
Nietzsche gibi izdivacın namuskârane hakikat taharrisine engel olacağı
düşünerek evlenmemişti. Daha yirmi iki yaşında iken “hayatımda ne
yapacağıma dair kararımı verdim, bundan hiçbir şey beni döndüremez„ demişti.
İşte Kant böyle sakin, fakir ve mütevazı bir hayet içinde çalışarak 1781 de 57
yaşında iken devir yaratan büyük eserini meydana getirdi.
**
Felsefesinin çerçevesi :
Kant'ın asrı tenkit asrıdır. Kant “critique„ kelimesile tasdikten evvel tartan ve
bilgiden evvel bilginin
şartlarını araştıran bir felsefeyi murat eder. Kant'ın felsefesi hususî manada
fikirler nazariyesinin bir tenkididir. O, ne Leibnitz gibi rasyonalist ne de Locke
gibi empriktir. İhsasların mevzuu ile aklı mahzın tav'î faaliyetinin mahsulünü
ayırıyor. Fikirlerimizin maddesi ihsarlar vasıtasile alınır, fakat onlara şekil
vermek aklımızın mahsulüdür. Bunu akıl kendi kanunlarile yapar. Kant
intikadî felsefesi ne sansasyonalist ne de entellektüalisttir; bu her ikisinin
fevkinde transandental bir felsefedir. Bunların her ikisinden daha yüksek bir
noktai nazarla doğruyu ve iğriyi takdir eder. Bu bir sistem olmaktan ziyade bir
usuldür, felsefeye bir mukaddemedir. Bir sistem meydana getirmezden evvel
akıl bunu yapabilmek için haiz olduğu membaları taharri etmelidir.
1) Nazarî akıl
2) Amelî akıl
Herşeyden evvel şu sual sorulur: Bilgi nedir? Kendi kendine alınan (insan, arz,
hararet... gibi) fi-
kirler bilgi değildir. Bilgi olmak için bir fikrin diğer fikirle birleşmesi lâzımd
Bir mevzu ve onun üzerinde verilmiş hüküm olmalıdır. Meselâ “İnsan mes'ul bir
varlıktır„ “arz, bir seyyaredir„ “Hararet cisimleri genişletir„. Şu halde her bilgi
bir hükümdür.
Hükümler iki kısmıdır: 1) Analitik (tahlilî) 2) Sentetik (terkibî). Birincisi bir fikri
sadece tahlil eder, ona hiçbir şey ilâve etmez. Meselâ, cisimler mütehayyizdirler,
ibaresinde mütehayyizdir kelimesi, cisimler kelimesine zaten kendisinde
olmıyan benim bilmediğim yeni bir şey ilâve etmiyor. Halbuki “Arz bir
seyyaredir.„ dediğimiz zaman sentetik bir hüküm yapmış oluruz. Zira arz
hakkındaki fikrime yeni b r şey ilâve edilmiş oluyor. Arzın seyyare oluş
Arzdan ayrılmıyan bir mefhum değildir. İnsanlar birçok asırlar sonra Arz
seyyare olduğunu öğrenmişlerdir. Ohalde sentetik hükümler bilgimizi tezyit
eden hükümlerdir.
Fakat her sentetik hüküm, ilmî bir bilgi değildir. Hakikî ilmî bilgi, hükmü
biribirine rapteden fikirlerin her zaman biribirine merbut olmasile mümkündür.
Bu irtibat arızî değil zarurî olmalıdır. “Hava sıcaktır„ hükmü de sentetik bir
hükümdür. Fakat ârızîdir, yarın sovuk olalabilir Binaenaleyh ilmî bir bilgi
değildir. Halbuki “Hararet cisimleri ittisa ettirir„ dediğimiz zaman bu hakikat
her zaman için hakikattir, ve zarurîdir.
O halde bilgi nedir? Sualine Kant şu tarifle cevap veriyor: Bilgi, a priori sentetik
bir hükümdür.
A priori, sentetik hükümleri nasıl teşkil edebiliriz? Yani hangi şerait tahtında
bilgi mümkündür?
Yine yukardaki misali alalım: hararet cisimleri ittisa ettirir. Bu hükümde iki
farklı eleman vardır:
2) Akıldan gelen eleman: hararetle cisimlerin ittisaı arasında tesis edilen illiyet
münasebeti. Cümle bu münasebeti tesis ediyor. Birinciyi inkâr eden idealistler
yahut rasyonalistler bir âmânın renk ve ziya hakkında bilgisi olmadığı hakikatini
ihmal ediyorlar. İkinciyi yani mekânı ve a priori elemanı inkâr eden
sansasyonalistler en ince ihsaslara malik olan bir aptalın ilmî hükümler
vermekten mahrum olduğunu unutuyorlar. Kritik felsefe bu iki ifratın ortası
buluyor
Hassasiyetin tenkidi
Hassasiyet anlayış için dimağda lâzım olan maddeyi ihzar eder. demiştik. Fakat
yeni bir şekle sokacağımız bu madde bir muayyen biçimi haiz olarak
dimağımıza geliyor. Tam bir mevaddı iptidaiye olarak değ 1. Zira bizim
hassasiyetimiz tam manasile münfail ve bitaraf değildir. Maddeye kendisinden
bir şey ilâve etmeden anlayışa vermez. Kendi mühürünü, ve kendi şekillerini
onun üzerine basıverir. Hariçten esrarengiz bir madde alır ve ondan anlayış
verilmek üzere bir entüvisyon (intuition) yapar.
Şu halde her entüvisyonda yani anlayış melekesine verilen maddede iki eleman
vardır: 1) a priori elaman, 2) a posteriori eleman. Biri hariçten gelen esrarengiz
şey, diğeri hassasiyetin ona verdiği şekil.
İşte Kant'ın lâyemut keşfi, ve intikadî felsefenin esas itibarile öğrettiği şeylerden
biri budur.
3) Diğer delil riyaziyeden alınır. Hesap bir imtidat ilmidir. Hendese bir mekân
ilmidir. Hesabî ve hendesî hakikatler mutlak bir zarureti ihtiva ederler, ve
tecrübeden müstakil alarak bilinirler. Hiçbir tecrübe riyaziye düsturları kadar
katiyeti haiz olamaz. Zira bunlar akıldan çıkıyor. Aklın kendisidir. Halbuki
bunlar zaman ve mekân hakikatlerinden başka bir şey değillerdir. Binaenaleyh
zaman ve mekân tecrübeden vareste a priori entüvisyonlardır.
Bu netice neyi ifade ediyor? Zaman ve mekân akıldan müstakil olarak mevcut
olmayınca ve eşya da ancak bunlar sayesinde idrak edilince, bunlar olmadığ
takdirde eşya da bizim için yoktur demektir. Keza zaman ve mekân eşyayı bize
bizatihi olduğu gibi değil kendi renkli gözlüklerinden geçirerek ve tağyir ederek
gösterir. Binaenaleyh biz gözlüğe göre ancak zavahiri anlıyabiliyoruz. Eşyan
hakikatini bilmek bizim için imkânsızdır. Madem ki aklın anlayış melekesi de
kendisine lâzım olan maddei iptidaiyeyi bu kanalla almak mecburiyetindedir o
halde biz ancak kâinatta fenomenayı anlıya-
Anlayış tenkidi
Yahut
Transcendental mantık
Dimağın ikinci kısmı olan anlayış melekesi tekrar' iki kısma ayrılır: Muhakeme
ve tertip melekesi. Kant bunları ayrı ayrı tetkik ediyor. Ve birincisine
(transcendental analitik) ikincisine (transcendental dialetik) diyor.
Transcendental Analitik.
Kant Hume'u takiben en yüksek kategori olarak “kosalite„ yi yani illiyet fikrini
alıyor. Kant bunun tecrübeden gelen bir bilgi olmadığını kabul ediyor. (Hume
aksini kabul etmişti). Bu ve bunun gibi bütün kategoriler anlayışın “a priori
uf'uleleridir; bilgi mevzuları değil, bilgi vasıtalarıdır. Zaman ve mekân ihsas
mevzuları olmayıp ihsas vasıtaları olduğu gibi.
Bu hükümlerden ilk üçü kemmîdir. Diğer üçü keyfiyet irae eder. Daha sonraki
üçü münasebet ifade eder. Son üçü de imkân, (Modalité) veya zaruret gösterir.
Bu dört esas kategoriden dört kaide ve prensip çıkar ki bunlar da “a priori„ dir:
Bunlardan ilk ikisi temadî (kontinüite) kanununu son ikisi illiyet (kosalite)
kanununu teşkil eder.
KANT 17
Bütün bu muhtelif elemanlara rağmen bilgi melekemiz bir vahdet irae eder.
Faaliyetinin tehalüfüne rağmen aklın bu vahdeti (ego) nefisten ibarettir. Bunu
hissedişimiz bütün fikrî hâdiselerle müterafıktır. Ve onların müşterek bağı
teşkil eder.
Kant bilgi makinesinin cüzülerini ayrı ayrı tetkik ettikten sonra onun heyeti
umumiyesinin nasıl işlediğini de tetkik eder. Bunun için de ayrıca hudut,
mütekabiliyet, ve şeniyet kategorileri tahayyül eder. Bunların nasıl bir mantı
silsile ile doğru olduklarını bilâhare Hegel'den öğreniyoruz.
Şu hade zaman fikri hem hassasiyet hem anlayış melekelerinde müşterek olunca
aklın çatısını teşkil etmiş olur. Bu çatının taşlarını hassasiyet, çimentosunu
anlayış temin eder.
2. Transcendental diyalektik
Tertip faaliyeti bir takım fikirler altında meydana gelir ve taakkul hayatımızın en
yüksek bir tezahürüdür. Kelimenin dar manasile akıldır; eski filozofların “NUS
dedikleri şeydir.
KANT 19
Doğmatikler mutlakı bileceklerini iddia etmekle yanılırlar. Onlar sema ile arz
birleşir gibi göründüğü ufku görüp te o istikamette gitmekle oraya vas
olacaklarını zanneden çocuklara benzerler. Bilgi izafîdir. Mutlakı bilmek ona bir
izafiyet atfetmek demektir ki bu da bir tezattır.
hakeme edilemez. Zira hem muhakeme eden ben hem» muhakeme edilen ben
mümkün olmaz.
1 — Kemmiyet antinomisi.
Bir taraftan dimağımız bir namütenahilik görüyor„ diğer taraftan cüzü cüzü
düşününce bir hudut olduğuna vasıl oluyor. Zira zaman ve mekân mefhumlar
evvelce izah edildiği veçhile tefekkürün haricî mevzuları olamaz;
[1] Leibnitz hâdiselerle onlara tekabül eden fikirler arasında ezelden bir ahenk kabul etmişti»
KANT 21
3. — İzafiyet antinomisi.
Bunun aksini yani zarureti kabul edenler de kâinatta sebepsiz bir şey olduğunu
kabul etmeyi haklı olarak akla mugayir bulurlar.
4 .— Modalite antinomisi.
Kâinatın ilk sebebi mutlak bir varlıktır; veya böyle mutlak ve zarurî bir varl
mevcut değildir. Bunların her ikisi de yukarıdaki şekilde ispat edilebilir. Bir şey
için hem zaruret hem imkân olması tezattır.
Zaruret ya evvelden mevcuttur; veya her hâdise vukua gelirken ona terafuk eder.
Başlangıç onun öncesi olmayan bir saniyeyi kabul etmek olur. Halbuki böyle bir
şey akıl için kabul edilemez. Zaman Mefhumunun hududu olmaz. Binaenaleyh
evvelden mevcut bir varlık kabul edilemez. Spinozanın dediği gibi Allah
varlıkların heyeti umumiyesi de olamaz. Zira nakıs ve natamam varlıklar
yekûnu da nakıs ve natamamdır. Halbuki Allah mefhumu mükemmeliyetle
tev'emdir. Keza kâinatın haricinde de böyle bir zarurî varlık olamaz. Zira
kâinatın haricinde, zaman ve mekânın haricinde demektir. Bu ise kabili tasavvur
değildir. Binaenaleyh Allah ve ezelî ahenk yoktur. Her hâdise vukua gelirken
zaruret ona terafuk eder[1] dersek bu intizamı temin eden kablî varlığı kabul
etmek lâzım gelir. Hasılı evvelcede dediğimiz gibi aklın bir hududu vardır; onun
haricinde kalanları düşünmeğe kalkarsa daima tezatlarla karşılaşır.
Bir şeyin fikrine malik olmak onun mevcudiyetini kabul etmek demek değildir.
Cebimde yüz liranın olduğu fikrini düşünmek yüz liranın mevcudiyetini istilzam
etmez. Onun için Descartes'ın meknî fikirlerden ülûhiyeti kabul etmesi de
yanlıştır.
Hasılı Kant Aklı mahzın tenkidinde Allahı, ruhu, kâinatı, ve bütün ahlâkî ve
manevî şeyleri ne kabul ve ne de inkâr ediyor. Nazarî bir akılla bunlar üzerinde
doğru hüküm vermenin imkânsızlığını ispat ediyor.
KANT 23
Nazarî aklın kritiği bizi mutlak bir skeptisizme sevkeder. Fakat diğer eserlerini
ve sisteminin heyeti umumiyesini nazarı itibare aldığımız zanan Kantı bir
skeptik olarak telakki edemeyiz. Netice itibarile Kantın manevî itikatlar
aleyhinde değil lehinde olduğu anlaşılmaktadır. Şüphesiz Kant'ın maksad
Tertullian'ın ve Pascal'ın yaptığı gibi aklı tezlil etmek değildir; ancak ona lây
olduğu mevkii vermek, karışık ruhanî hayatımızda hakikî rolünü tayin etmektir.
Kant'a göre bu rol, bu mevki tali derecede kalıyor. Aklın üf'ulesi tanzim ve
tağyirden ibarettir; teşkil edici, yaratıcı değildir. Akıl değil irade,
hareketlerimizin ve bütün eşyanın esasını teşkil eder. İşte Kant'ın esas felsefesi
budur. Akıl bizi birtakım tevekki edilemeyen tezatlara ve şüphelere düşürdüğ
halde, irade manevî ve dinî itikatların müttefiki, onun tabiî muhafızıdır.
Kant hiçbir zaman bizatihi eşyanın, mutlak varlığın mevcudiyetini inkâr etmi
değildir. Allahın ve ruhun mevcudiyetini akıl ile ispat etmenin imkânsızlığı
söylemiş, aklımızın mahdut bir saha içinde kaldığını anlatmıştır. Evet ruhanî
dogmatizme bir darbe vuruyor, fakat ayni darbe materyalizmi de yıkıyor. Akl
ortaya attığı theist ve atheist doğmalara karşı hücum ediyor, aklın bir sulta
olmayacağını ispat ediyor. Nazarî akıl iradeden ayrı olarak bu nevi metafizik
meselelerde hiçbir kabiliyete malik olmadığı halde, irade yani amelî akıl böyle
bir kabiliyete maliktir.
dır. Fizikî kanun mukavemet edilmez cebredici bir kanundur. Manevî kanun ise
cebir etmez, celbeder, bağlar . Binaenaleyh bunda bir hürriyet mündemiçtir.
Hernekadar nazarî akıl ile hürriyetin varlığı ispat edilemediği yukarıda görülmü
ise de, bu, iradenin asla şek ve şüphe etmediği bir şeydir. Hürriyet amelî akl
bir umdesi, manevî vicdanın inkâr edilemeyen bir vakıasıdır.
Spinoza böyle bir telâkki ile hürriyeti inkâr etmiş ve amorfati [1] yi kabul
etmişti. Halbuki zaman ve mekân evvelce görüldüğü gibi haricî mevzular değ
transcendental estetiğin şekillerinden, apriori vasıllarından ibarettir.
[1] Spinoza “amorfati„ ile olağanı sevmek lâzım geldiğini zira her şeyin bir zaruret mahsulü
olduğunu söyleyordu.
KANT 25
Kant ayni esaslar üzerinde ferdî ruhun bakasını ve ahlâkî nizamın en yüksek
kefaleti olmak üzere Allahın mevcudiyetini ve iyiliğin nihaî zaferini kabul ediyor.
Yalnız Kant'ın theolojisini ahlâkın bir mütemmimi olarak kabul etmek lâzımd
Yoksa bu. orta-çağ theolojisi gibi her işe müdahale eden bir doğmatizmi ihtiva
etmez. Kantın Allahı «iyi irade » hüsnü niyet mefkuresine hizmet eden müteal
bir mutlak hürriyettir.
Onun içindir ki amelî akıl nazarî akla mukaddem ve ondan yüksektir. Nazarî
akıl Allah, ruh ve hürriyeti objektif mevcudiyetleri olmıyan mutlak mefkûreler
halinde telâkki ettiği halde, amelî akıl bütün bunların reel mevcudiyetlerini
kabul ediyor. Hakikî hayat ta amelî aklın hakimiyeti altında olduğundan onun
emirlerine ve telkinlerine inkiyat etmek mecburiyetindedir. Vicdanın (kategorik
emperatif) denilen bu emirleri bize ilham verir ve kendisine hürmet telkin ettirir.
Ahlâkımız yüksek ve asil bir mefkûreye doğru yükselir.
— “Bir iyi hareket, iyi neticeler vereceği için iyidir değil; apriori bir surette
manevî vicdan onu iyi olarak hissettiği için iyidir.„
— “Dünyada en iyi şey kâr veya ziyanını, fayda veya mazarratını düşünmeden
“iyi irade„ hüsnü niyet takip etmek, ona tabi olmaktır. Her insan hiç kimseden
öğrenmeden bu “iyi irade„ ne olduğunu kendi içinden hisseder.„
— “Her fert kendisinin sezmediği bir yaratıcı kuvvetin merkezidir; onu sezdi
gün değişir; başka bir insan olur, yükselir.. Bu kuvveti seziş en yüksek faziletle
mümkündür. Bu en yüksek fazilet yolunu herkes içinden hisseder.„
— “Başımın üstünde parlak yıldızlı mavi sema, kalbimde ahlâkın yüce kanunu
karşısında ebedî bir hürmet ve takdir hissi taşırım.„
**
Muhakemenin tenkidi
Kant nazarî aklın tenkidi ile ruhu, Allahı, kâinatı yok etmiş, dinî itikatlar
sarsmıştı. Fakat amelî aklın
KANT 27
Bediî (estetik) duygu anlayışla irade arasında mutavassıt bir melekedir. Anlay
hakikat iç n çalışır; tabiat ve tabiî kuvvetlerle alâkadardır
Bediî duygu doğru ile iyi arasında bulunur; tabiatle hürriyetin mütavassıtıd
Mevzuu bu iki şey arasında bulunan şey güzeldir.
yışla muhayyilenin tam bir mutabakatile bizde sulhu sükûn ve ahenk tesis eder.
Ulvî ise bizi tahrik eder; sükûnumuzu galeyana getirir. Güzellik şekildedir;
ulviyet ise şekil ile muhtevanın uygun olmamasında; muhtevanın şekle faik
oluşundadır. Yıldızlı semaların, fırtınaların, coşkun denizlerin içimizde tevlit
ettiği heyecan ve ulviyet hissi bu hâdiseleri ölçen biçen, tahlil eden akıl ile ona
yetişemiyen muhayyile arasındaki cidaldan neş'et eder.
İnsan bir azamet hissine maliktir; çünkü kendisi akıl sayesinde azametli bir
şeydir.
Güzel, tenazur ve vahdet irae eden herşeydir, ve gûya zekâ tarafından plânlı imi
gibi görülür. Böyle tenazurlu şeyleri seyretmek bize menfaattan âri bir zevk
verir. Tabiatın güzelliklerinde böyle bir alâka duymak iyi kalpli iğin bir
nişanesidir.
Teleoloji
İki nevi haz vardır: Biri bilâvasıta güzelliğin verdiği haz, diğeri bilvası
uygunluğun veya faydanın verdiği haz. Birincisinde aklın dahli yoktur.
İkincisinde akıl vasıta oluyor. Bir çiçek, sanatkâr gözüne güzeldir; tabiatç
gözüne faydalı olan bir kıymettir. Güzel hükmü anî ve tav'î bir hükümdür.
Halbuki faideli hükmü tecrübeye müstenittir.
Teleolojik telâkki (gaye aramak) akıl ile irade arasına giriyor. Sebep ve netice
münasebetlerinde methaldar oluyor. Herşeyin her hâdisenin bir maksat için
olduğunu tevakki edilemez bir hisle duyarız. Bilhassa teşrih, fiziyoloji
bahislerinde bu his bariz bir surette kendisini gösteriyor. Göz, kulak, mide v.s..
nin hep birer maksatla meydana geldiğini duymaktan içtinap edemeyiz.
KANT 29
Görülüyor ki her meselenin ve her tezadın halline giren zaman ve mekân Kant'
iki orijinal ve lâyemut keşfidir. Ne kadar derin ve ne kadar karışık olursa olsun
her mesele bunların ziyası altında halledilir.
Conte'un sistemi hariç olmak üzere Kant'ın felsefesi hiç şüphesiz yeni zaman
tefekkürünün en yüksek ve en semereli bir mahsulüdür.
1786 da büyük Frederik'in vefatını müteakip Prusya kiralı olan ikinci Frederik
Vilhelm, Kant'ın bu fikirlerinden kuşkulanarak koyu Protestanlığın muhafazas
için sıkı tedbirler almıştı. Bir gün Kant'a hükûmetten bir emirname gelerek
kozmopoliten bir dincilikten vaz geçip devletin dinine hürmet etmesi, aksi
takdirde nahoş birtakım akibetlere maruz kalacağı bildirilmişti. Kant'ta verdi
cevapta herkesin dinî meseleler üzerinde müstakil hükümler vermek hakkına
malik olduğunu bildirmekle beraber memleketin otoritesine ve kanuna itaati bir
vazife bildiğini de ilâve etmişti.
KANT 31
Siyasiyat hakkında
“Siyasî nizamın tabiî prensipleri„ unvanlı 1784 de intişar eden kısa bir eseriyle
tabiatta fertler arasındaki mücadelenin gizli kuvvetleri inkişaf ettiren bir usul
olduğunu ve terakkinin ayırt edilmez lâzimesi olduğunu kabul ediyor. Rekabet
insanların beka ve inkişafına hadim olduğu gibi cemiyetlerin de terakkisini
meydana getirir. Mücadele fena olmamakla beraber bunun tahdit edilmesi lâzı
olduğunu da insanlar tedricen öğrenmişlerdir. Usuller, adetler ve kanunlar
vazetmişlerdir. Medenî cemiyetin inkişafı bu sayede meydana gelmiştir.
Fertlerden bu suretle medenî ve millî cemiyetler meydana geldiği gibi milletler
arasında da umumî ve müşterek kanunlar vazedilerek umumî ahenk ve vahdet
temin edilmelidir. Tarihin bütün seyri milletler arasındaki şiddet ve vahş
siyasetinin gittikçe azalmakta olduğunu gösteriyor. Bu azalma bir gün umumî
ahenk ve vifakı meydana getirecektir.
Kant “Ebedî sulh„ adlı küçük bir diğer eserile emperyalizim siyasetine şiddetle
hücum etti ve böyle bir siyasetin oligarşik bir devlet teşkilâtından ileri geldiğini
söyliyerek eserde en kuvvetli bahsi demokratik cemiyet teşkiline hasretmiştir.
“Her devletin teşkilâtı
esasiyesi cümhurî olmalı ve butun vatandaşların rızası olmadan hiçbir harp ilân
edilmemelidir.„
Kant, Faransız inkılâbının ateşleri Avrupayı sarmıya başladığı bir sırada art
hayatının son günlerini yaşıyordu. 1804 tarihinde 79 yaşında Königsberg'
sakin bir köşesinde hayata veda etti. İntikadî felsefe Avrupa tefekkürü trihinde
lâyemut bir ehemmiyeti haizdir. Bu sayede akıl kendi ışığını kendi üzerine
çevirerek onu tahlil etmiştir. Kant'ın amelî aklı Helvetius, Holbach'ın en yüksek
şekilde temsil ettiği Hedonizm ve egoizme karşı müthiş bir aksülâmel olmu
vazife mefhumunun en yüksek derecelere çıkmasını esas olarak kabul etmiştir.
Fenomena âleminin arkasındaki Numena âlemile bizçe meçhul olan hakikî
egomuzun mümkün olduğunu göstererek Fichte'nin felsefesine esas kurmu
oluyordu. Nazarî aklın tenkidinden çıkan hakikî netice numenal egolar
monizmi yahut mutlak bir idealizimdir. Onun ulviyet, teleoloji ve bilhassa
zekânın eşyayı hatsî bir tarzda anlayış kabiliyeti şu neticeleri veriyor: Birinci
insanı Allah yapıyor. İkincisi hilkat ve tekevvün mefhumu yerine tekâmül
mefhumunu ikame ediyor, üçüncü de dogmatik bir rasyonalizme gidiyor.
Kant'ın dinî itikatları yükseltmiş olması hakkında şöyle bir hikâye naklederler:
Kant nazarî aklın tenkidini ikmal ettiği zaman bir yağmurlu günde pek sadık ve
vefakâr hizmetçisi Lampe ile mutat akşam gezintisine çıkmıştı. Henüz bitirdi
büyük eserile dinin tahrip edildiğini söylediği zaman ihtiyar hizmetçinin gözleri
dolmuş ağlamıya başlamış. Kant bu biricik hayat arkadaşının teessür ve ıstırab
karşısında müteezzi olmuş ve ihtiyar Lampe'nin bir Allahı olmadıkça onun
mesut olamıyacağını amelî aklı kendisine ihtar etmiş, ve o sıradaki ilhamın
Allahın mevcudiyetine bir kefalet olduğunu hissetmiş.
KANT 33
Daha küçük yaşta iken çocuk dikkate şayan bir zihnî kuvvet ve ahlâkî istiklâl
sahibi olduğunu gösteriyordu. Ailesi fakir olduğundan komşularından zengin bir
zat tarafından âlî tahsili temin edilmişti. 1784 te Yena Darülfünununu bitirmiş
Bir zamanlar hususî muallimlik yapmış ve mütenevvi tahrir işlerile meşgul
olmuştu. 1788de İsviçrede Zurih şehrine gitmiş ve orada iki sene kalmış
Bilâhare Leibzig'de yerleşerek felsefî tetkiklere başlamış, Spinozanın ve Kant
felsefesini mütalea etmiş ve fatalizm ile mücadele etmişti. Kantın insanda meknî
manevî bir kıymetin mevcudiyetini kabul edişi onun bütün benliğini cezbetmi
ve bunun tamimine hayatını vakfetmiştir. Fichte ancak bu sayede Alman
milletinin kurtulacağına ve yükseleceğine inanmıştı.
Liberal havalı Berlin gidilecek yegâne bir şehirdi. 1799 dan 1806 ya kadar orada
kaldı. Orada, meşhur olan “İnsanın meşgalesi„ ile “Asrımızın karakteri
namındaki eserleri neşretti. Bu eserlerile beşerî vicdanın tabiî tekâmülünde
tefekkürün rolünü ve kusurlarını göstererek terakkinin ancak kâinatın mutlak ve
manevî nizamile, küllî irade ve akıl ile mümkün olacağını anlatmıştı. “Mes'ut bir
hayat yolu„ adlı eserinde mahdut akıl ile oamahdut hürriyeti esrarengiz bir
surette mezcetti. Mefkûrevî aşkı anlıyabilmek hayatın en büyük gayesi ve
saadetidir. 1808 felâketi üzerine Fichte ikinci defa Königsberg ve sonra da
Kopenhaga gitti. Fakat ertesi
sene tekrar Berline avdet etti. 1807 — 1808 senelerinde Berlinde her türlü
tehlikeler içinde Alman milletine asil hitabelerini irat etti.
Kant ile birlikte ahlâkî ideali tekit ederken Spinoza ile birlikte iki âlemin
vahdetini kabul eder. Binaenaleyh bu felsefe yeni zamanın yekta sentetik bir
felsefesidir. Asla uyuşamıyacak gibi görünen vahdaniyet ile hürriyet telif
edilmiş oluyor. Böylece felsefesinin en esaslı noktası ahlâkî prensiple metafizik
prensibin ayniyetini ortaya atmış oluyor.
Fichte'ye göre hakikî realite “eyi„dir. Bu, faal akıl, saf irade, ahlâkî nefisle bir ve
ayni şeydir. Alelâde insan akıllarının hakikat diye telâkki ettiklkri şey bir
fenomenadan, görünüşten başka bir şey değildir. Bir hayal ve bir karikatürdür.
Bütün varlığın nihaî ve en yüksek prensibi hepimizin içinden çıktığı ve yine
hepi'
mizin ona vâsıl olmağa çalıştığı şey“var olmak„ değildir. “Vazifedar„ olmakt
Bu, mevcut olmıyan fakat olması icap eden bir idealdir. Alelıtlak varlığın hiçbir
kıymeti yoktur. Daha doğrusu böyle bir şey mefkuttur. Madde denilen şey bir
görünüşten ibarettir. Herşeyde bir hareket, arzu ve irade vardır. Kâinat as
iradenin bir tezahürüdür. Manevî fikrin bir senbolüdür. İşte bunlar bizatihi
mevcut olan ve hakikî mutlak olan şeylerdir. Felsefe yapmak varlığın bir “hiç„
vazifenin ise “herşey„ olduğunu anlamak; böyle bir kanaate vâsıl olmakt
Fenomena âleminin ancak idrak edilebilen ruhuna nüfuz etmektir.
Ego nazariyesi
Objektif âlem, bizim amelî aklımıza yabancı olan bir takım sebeplerle meydana
gelmiş değil, egomuzun mahsulüdür. Müşahhas egomuzdur. Binaenaleyh nefis
ilminden, şuur ilminden başka hiçbir ilim yoktur. Bilgi ne tamamen ne de
kısmen ihsasların mahsulüdür. [1] Bilgi doğrudan doğruya nefsin yarattığ
şeydir. İdealimizden başka felsefe olamaz. Apriori usulden başka bir usul de icat
edilemez. Felsefe zaten mevcut olan hakikatleri keşfetmez. Bilmek hakikatleri
yaratmaktır. Egonun yaratıcı enerjisinin tav'î bir hareke tile meydana gelir. Bu
bilgilerden yapılan terkipler muntazam zihin faaliyetlerinin tevalisile olur.
O halde Fichte, Numena âleminin yani bizatihi eşyanın tefekkürden başka bir
şey olmadığını kabul ediyor. Bizatihi âlem vardır, fakat bu ruhî, şuurlu bir
âlemdir. Bizdeki tefekkür elemanı gibi bizatihi bir tefekkürdür. Düşünen zihin
ile düşünülen haricî âlem arasındaki bu. ikilik ancak nazarî aklın verdiği tevekki
edilemeyen bir zühulden ibarettir.
irade ve Hürriyet:
Binaenaleyh böyle bir zühulden nazarî aklı bertaraf edip irade ve hareketi hâkim
kılmakla kurtulabiliriz. Böylece hürriyetimizi de kazanmış oluruz. Amelî
faaliyet amelî aklın yani iradenin zaferi demektir. Nazarî aklın bizi esir etti
fenomena âleminin determinizminden ve hattâ fataliziminden tamamen
kurtulmak mümkün değildir. Bu esaretten kurtulmak, mutlak bir muhtariyet ve
hürriyet kazanmak egonun takip ettiği fakat asla iktisap edemediği bir idealdir.
İşte bu ideal için mütemadiyen uğraşmak ve mücadele etmek sayesindedir ki
terakki mümkün oluyor. Tarihin tahrik eden, terakki ettiren prensibi budur.
Görülüyor ki Fichte, Kant'ın amelî aklının hâkimiyetini teyit ediyor. İlâveten ş
doktrini
de tabiî bir netice olarak sistemine ithal sdiyor: Hürriyet en yüksek bir
prensiptir, eşyanın ruhudur, bütün hakikatlerin fevkinde en yüksek bir hakikattir.
Yalnız mücerret bir şey değil, ulvî bir realitedir. Fakat bu realite hürriyetin
kendisi olduğundan diğer realiteler gibi amprik bir vakıa olamaz. Çünkü böyle
olduğu takdirde hürriyet olmaması icap eder. Hakikî hürriyet kendi kendisini
yaratan, kendi kendisini tahakkuk ettiren şeydir. Kendi kendini tahakkuk
ettirmek ise birtakım inkişaf safhalarından geçmek, imtidat ve zaman şartına tabi
olmak demektir. Zaman ise nazarî aklın, apriori bir (intuisiyon) udur.
Anlayışımız bu sayede meydana gelir. Mademki ş,mdi zikrettiğimiz gibi
hürriyetin de zarurî bir elemanıdır; o halde anlayış, nazarî akıl, EGOYU
düşünen ve düşünülen diye iki kısma ayıran bu meleke, amelî aklın, iradenin
yani hürriyetin bir yardımcısıdır, bir hâdimidir.
Demek Kant'ın düşündüğü gibi nazarî akıl, amelî aklın hasmı ve onun yabancı
değil bilâkis tabiî ve zarurî olarak onun hâdimidir. Akıl. iradenin emirberidir.
Binaenaleyh ahlâkî ve manevî mefkûrelerin hizmetine tam bir tevazula dahildir.
Görülüyor ki aklın Kant tarafından tespit edilen ikiliği ortadan kalkıyor, anlay
yahut nazarî akıl hürriyetin inkişafından sadece bir merhaleden ibaret kalıyor.
Mücadele prensibi:
Bilgi talî bir şeydir, varlığın nihaî hedefi, ilk prensibi harekettir. Egonun
haricinde olan şeyler Aristo'nun lisanına göre, bir maddedir ki “Suret„
tahakkukuna vasıta olur. Ego kendi kendini tahdit ederek bu maddeyi meydana
getirir. Bundan maksat ona karşı mücadele ile zafer temin etmek, esas ruhu olan
hürriyeti tahakkuk ettirmek. Kendi kendini tahakkuk ettirme bir
mücadele ile olur. Her mücadele bir muhasım ister. İşte fenomena âlemi böyle
bir muhasımdir. Fakat evvelce de dediğimiz gibi bu muhasım hürriyeti temin
etmek için şuursuz yaratılmış bir muhasımdır. Fenomena âleminin içinde bittabi
bütün hisler ve ihtiraslar da dahildir. İnsanlar bunlarla mücadele ettikçe
hürriyetini, manevî ve ahlâkî istiklâlini kazanır, tekemmül ve inkişaf eder.
Derunî cidal manevî inkişafın zarurî âmilidir.
Cemiyet ideali:
Fichte buraya kadar hürriyeti izah ettikten sonra cemiyetin kudret ve azametini
göstermeğe teveccüh ediyor. Egonun gayri olan haricî âlem birçok egolardan ve
şahsiyetlerden mürekkeptir. Binaenaleyh hürriyet kendi kendini birçok
fertlerden mürekkep beşerî cemiyet içinde tahakkuk ettirebilir. İdeal ego kendi
kendini birtakım tarihî egolara ayırır ve bunlar arasında tesis edilen
münasebetlerle kendi tahakkukunu temin eder. Bu münasebetler tabiî, siyasî ve
medenî hakların membaı ve menşeidir. Bu fertler olmaksızın mutlak ve ideal
olan ego mücerret bir şeyden ibaret kalır. Realite haline gelemez. Bu mutlak ve
ideal olan ego insanda tecelli eden Allah,tır. İnsan cemiyet içinde cemiyete
hizmet, merbutiyet ve alâkası derecesinde ideal benliğine yani ülûhiyete doğ
yükselir.
Fichte Allah'ı insandan ve cemiyetten müstakil, ayrı bir varlık telâkki eden
bütün dinî mefhumları tahrip etmiştir. Hakikî din ülûhiyetin cemiyette ve mutlak
ideal “ego„ da tecelli ettiğine inanmaktır. Allah âlemin manevî nizamıdır. Bu
âlem içinde kendisini tedricen tahakkuk ettiren hürriyettir.
Menfi Felsefe
Mutlak telâkkisi:
Fichte egonun gayri olan âlemin ego tarafından gayri şuurî yaratıldığı
söylemişti: diğer tabirle bu âlem şuursuz egonun mahsulü idi. Schelling şuursuz
egonun hakikî ego olmadığını, içinde egonun gayri olan şeyler de dahil
bulunduğunu ve yahutta bunun aksi olarak şuursuz olan Egoda hiçbir şey
olmadığını söyliyor.
Egonun gayri olmadan ego mevcut olmıyacağına göre birinin diğerini yarattığ
söylenemez. Bunlar biribirlerini yaratıyorlar. Evvelce Berkley'in dediği gibi süje
olmadan obje olamaz. Bu manada Fichte'nin iddiası doğrudur. Ego, âlemi
yaratır, fakat objesiz de süje olmaz. Fichte panteist itikadile bunu tanıyarak
amprik ego ile mutlak egoyu biribirinden tefrik etmişti. Fakat süje obje ile tahdit
edilmiş olunca bu nasıl mutlak olabilir? Mahdut olan, bir şarta tâbi olan şey
mutlak değildir demektir.
Ego mutlak olmayınca acaba egonun gayri olan âlem mutlak mıdır? O da mutlak
değildir. Zira egonun mevcudiyetile meşruttur.
ise —ki olmaması imkânsızdır— o halde onun bütün enfüsî ve afakî (Sübjektif
ve objektif) varlıkların, bütün mevcudiyet şartlarının haricinde; ve bütün
varlıkların membaı olması icap eder.
Tabiat felsefesi
Felsefe mutlakın iki cepheli ilmidir: Tabiat ve zihin. Binaenaleyh iki nevi felsefe
vardır. Tabiat felsefesi ve zihin felsefesi. Tabiat felsefesini zihin felsefesine ilâve
etmekle Sehelling, Fichte'nin felsefesini itmam etmiş oluyor.
Schelling düşünen insanın haricinde bir âlemin zaten mevcut olduğunu kabul
ediyor. Düşünmek halketmek demek değildir. Belki mevcut olanı tahattur
etmektir. Binaenaleyh Schelling tecrübe ve müşahedeyi kısmen kabul ediyor.
Yani kısmen amprik oluyor.
Tefekkür tecrübe ile başlar. Fakat bütün tecrübeler apriori tefekküre tamamen
mutabıktır. Zira her ikisi de ayni Şeyden, mutlaktan, çıkmıştır. Onun müşterek
kanunlarına
[1] Spinoza'nın felsefî sisteminde herşeyin esası Cevher'dir. Bunun tefekkür ve tahayyüz olmak
üzere iki vasfı vardır.
tabidir. Biribirlerine tezat olamazlar. Tabiat mevcut olan akıl, zihin düşünen
akıldır.
Zihin felsefesi
Zihin felsefesi' yahut transcendantal felsefe, egonun menşei olan fizikî hayat
tekâmülüne istinat eder, ve fizikî nizam ile manevî ve ahlâkî nizam arasındaki
müvaziliği gösterir.
[1] Leibnitz'in monatları idrak vasfını haiz olduklarından herşey müdriktir. Bazı yunan filösoflar
ile Schopenhauer'da da bu fikri buluruz.
Tam mücerret düşünce, zihnin kendisini düşünüleni şeyden tefrik eder. Böyle bir
vaziyette anlayış irade halinde intikal eder. Nazarî akıl amelî akıl olur
Binaenaley zekâ ve irade ayni şeyin muhtelif dereceleridir.
Zekâ fariki olmadan yaratır, şuursuzdur. İrade kendi kendisinin yarattığı şeyin
farikidir, şuurludur. Onun içindir ki hakikî irade hürriyetle müterafıkt
Biyolojik hayat, iki zıt kuvvetin müsademe ve mücadelesi mahsulü olduğu gibi
zihnî hayat ta zekâ ile iradenin mücadelesi ve nihayet ikincinin faikıyetidir. Bu
iki kuvvet tabiatta asıl olan iki kuvvetin daha mütekâmil safhalarından başka bir
şey değildir. Bütün beşeriyet tarihi bu iki kuvvetin muhasamasından meydana
gelir.
(2) En ziyade Roma halkının temsil ettiği ve el'an devam eden faal ve iradeli
devirdir.
Zihnî bir hads bize nefis ve haricî âlemin fevkinde bir mutlak olduğunu ve oraya
doğru yükseldiğimizi gösterir. Dünyevî olan şahsiyetimizden gittikçe ayrılırı
Menşeimize doğru irtika ederiz. (neo-Platonizm).
II
Müspet Felsefe
Dinî akideleri:
Allah ta dahil olmak üzre bütün varlıklardan evvel var olmanın arzusu vard
Bu arzu veya gayri şuurî irade bütün şuurlu iradelere tekaddüm eder. Allahın da
kendi kendisini müşahhaslaştırmak için geçirdiği tekâmül safhaları vard
İnsaniyetin dinî inkişafı Allahın geçirdiği inkişaf ve tekâmül safhalarıdır. Şerrin
menşei müşahhas Allah değil fakat Müşahhas olmadan evvelki Allaht
Müşahhas Allah şerrin değil aşkın membaıdır; bizatihi aşktır. Binaenaleyh ş
aşkın ve hayrin bir merhalesidir, bir kademesidir. Allah gibi insanlar da hakikî
tekâmüllerinde bundan başlayıp ötekine geçerler.
Hulâsa
2 — Mutlakın bir küllî irade olduğunu kabul. Bu suretle enfüsî ve âfakî şeyler
tefekkür ve
Hegel 27 ağustos 1770 te Stuttgart'ta doğmuştur. Babası bir maliye memuru idi.
18 yaşına kadar doğduğu şehirde ilk ve orta tahsilini yapmıştı. Bu müddet
zarfında dikkati celbetmiş değildi. Yalnız not defterine her hâdiseyi kaydetmek
âdetinde idi. Büyük klâsik eserlerden daima iktibaslar yapar ve muhafaza ederdi,
Klasik Yunan medeniyet ve eserlerine karşı büyük bir aşk ve merbutiyeti vard
Bu aşk hayatının sonuna kadar kuvvetini asla kaybetmemiş. “Her Alman eski
Yunan âleminde kendisini evinde imiş gibi hisseder„ diyordu. 1788 de Tübingen
Darülfünununa felsefe ve ilâhiyat tahsiline gitti. Buradaki hayatı da pek parlak
değildi. Solgun ve natuvan çehresile arkadaşları kendisine “ihtiyar adam
derlerdi. Maamafih talebe hayat ve cemiyetlerine iştirakten çekinmezdi.
Schelling'le birlikte kilise an'anelerine hücum ediyorlar, ve inkılâpçı prensipleri
müdafaa ediyorlardı.
gibi beşeriyetin “tediyei zünubu„ için ölmüş değil ruhundaki sükûn ile Mâhiyete
kavuşmak için insanlar arasından ayrılmıştır.
1796 da Frankfort'ta başka bir aile nezdine yine mürebbi olarak gitmiş
Frankfort'un bu zamandaki vaziyeti dolayısile Hegel iktisat ve siyaset
meselelerile meşgul olmıya başladı. İngilterede bu zamanlarda çıkan fukara
kanunlarını tetkik edip Almanyanın vaziyetini tenkit ediyordu.
Hegel beşerî hayatın bütün safhalarını külliyetile tetkik ettiği için meselâ san'at
dine, dini ahlâka, ahlâkı kanunlara raptederek bir tarih felsefesi çıkarmıştı. İ
defa Alman ittihadı plânını çizen de odur. Bilâhara Bismark “kan ve demir
siyaseti„ ile bu plânı tahakkuk ettirmişti.
Hegele göre din tabiîdir. İnsanların tabi oldukları hayat şartları ve tekâmülle
değişir. İptidaları dini felsefenin fevkinde tuttuğu halde sonradan mutlak
anlamakta felsefenin dine de faik olduğunu kabul etmiştir.
bir para bırakmıştı. Bu para ile daha fazla mütalea ve tetkike vakit bularak 1801
tarihinde Jena'ya gelmişti. Bu zemanda Jena edebî ve felsefî bir romantizmin
merkezi idi. Schelling, Fichteye karşı kendisine yardımcı olarak Hegeli
çağırmıştı. 1802 ve 1803 de“İntika-dî felsefe mecmuası„ unvanlı mecmuada
Fichte yi müştereken tenkit ediyorlardı. Schelling ile Hegel san'at telâkkisinde
farklı idiler. Schelling için san'at modeli beşerî olmalıdır. San'atkârın devir ile,
millet ile hususî bir rabıtası olmayacaktır. Halbuki Hegel'in modeli millî idi.
Onun için san'at içtimaî hayatın bir safhası, san'atkâr cemiyetin güzellik, kuvvet
ve ihtirasını şahsında toplayan bir fert idi. Dahiler milletin umumî temayüllerini
şu veya bu istikamette temsil etmek liyakatine malık
olanlardır. Hegel yeni bir devrin başlamakta olduğunu görüyor, ve bunu kâinat
ruhunun maddî âlemden istihlâsı ve kendi kendisini mutlak hir aklı kül olarak
anlaması ile tavsif ediyordu.
Din felsefesinde akılcılar ile hissiyatçılar arasında mütevassıt bir nokta işgal
ediyor; “itikat, dinî hissin aklî inkişafıdır„ diyordu Binaenaleyh felsefe dinin
fevkindedir ve onu tefsir eder. Hegel'in sistemi tedricen o
1831 de Avrupayı kolera istilâ ettiğinde Hegel sayfiyeden şehre avdetinde bir
gün dersini vermiş, bir gün sonra ölüm haberi alınmıştı.
Fichte için mutlak olan şey ego idi. Tabiat egonun kendi kedisini tahakkuk
ettirmek için şuursuzca yarattığı âlemdi. Schelling için mutlak olan şey ego ile
tabiatin fevkinde mahiyeti anlaşılmıyan bir varlıktı. Ego ile tabiat bunun iki
muhtelif cephesi idi.
Hegel mutlakı ego ile tabiatin fevkinde müteal bir varlık olarak değil bu iki
âlemin müşterek bir realitesi olarak kabul ediyor. Mutlak bu iki âlemin
kendisidir. Bunların arkasında lâkayt ve cansız bir mutlak yoktur. Mutlak
hareketsiz değil faaldir. Tabiatin ve zihnin prensipi değil bizzat kendisidir.
Evvelâ tabiat ve sonra zihin halinde tecelli etmiştir. Bu temadi, bu vetire, bu olu
mutlakın kendisidir.
Schellinge göre herşey mutlaktan çıkar. Hegele göre herşey mutlaktır. Hayat ve
faaliyet mutlaktır.
Eğer Allah beşerî aklı tecavüz eden bir varlıksa Hegel feylesoflar arasında en
büyük bir ateisttir. Zira
mutlakı beşerin zekâ kabiliyetini tecavüz edemiyein bir şey olarak kabul eder ve
bilinen bir şey olduğuna kanidir.
Mutlak bir hareket olduğuna göre onun bir kanunu ve bir gayesi vardır. Bunlar
hariçten gelmiş değildir. Kendisinde mündemiçtir. Bu kanun mutlak
kendisidir. Tefekkürü ve tabiati idrâk eden akıldır. Gaye de yine şuurlu bir ak
olmalıdır. Binaenaleyh mutlak ile akıl yekdiğerinin müteradifidir. Mutlak
cemadat, nebatat ve hayvanat merhalelerini geçtikten sonra insanda tecelli eden
akıldır.
Akıl Kant'ın telâkkisi gibi eşyayı düşünme şekillerinden ibaret olan ruhun bir
melekesi değildir. O mevcudatın yarattığı ve inkişaf ettirdiği kanundur.
Binaenaleyh hem sübjektif meleke, hem de objektif realitedir. Bende tefekkür
eşyada kanun. Şu halde akıl Kant'ta olduğu gibi yalnız eşyayı düşünme değ
ayni zamanda eşyanın var oldukları şekillerdir. Bu şekil yalnız haricî değ
cevherin kendisidir. Bu “suret„ kendi kendine şeklini ve muhtevasını verir.
(Aristo) tohumlar gibi kendi yaratıcı hareketlerine ve hamlelerine maliktirler.
Aklın haiz olduğu kategorileri tamamen anlamak için bütün kablî hükümlerden
tevekki ederek onu kendi haline bırakmak ve tavî faaliyetlerini takip etmekten
ibarettir. Hegel buna diyalektik unvanını vermiş ve hakikî felsefî usul olarak
kabul etmiştir [1] Bununla meşgul olan ilim mantıktır. Yahut “asıl mefhumlar
jeneolojisidir [2]. Mademki mantığın mevzuu olan akıl “aklı kül„ hem eşyay
düşündüren prensiptir; ve hem de eşyayı meydana getiren objektif sebeptir,
yahut eşyanın bizatihi kendisidir; o halde mantık hem tefekkürün hem de
kâinatın ilmi demektir.
[1] Diyalektik eski Yunan felsefesinde mühim bir usul mevzuu idi. [2] Teşekkül suretine ait ilim.
dahil bulunuyor. Bunun için asıl mantıkla ontolojiyi ihtiva eden mantığa Hegel
“spekülativ mantık„ demiştir.
Aklı kül yalnız idrak değil yaratma kabiliyetine de malik olunca herşey onun
içinde demektir. Mihaniki, kimyevî, uzvî vetireler, ahlâk, ruhiyat.. v. s.. Bunun
içindir ki Hegel'in mantığına “panlojism„ unvanı verilmiştir, ve bütün ilimleri
ihtiva etmektedir.
Lojik
Oluş halinde bu iki tezat uzlaşmış bulunuyor. Fakat bu sentezden yeni bir tezat
çıkıyor. Onlar da uzlaşıyor ve ilâh.. Bu vetire içinde bütün inkişaf ve tekâmüller
devam ediyor. Bütün bu tezatlar en son ve nihaî bir vahdete müncer olur:
mutlak.
Fakat tabiatle tefekkürün ayrı ayrı şeyler olmayıp tefekkürün şuurlaşan bir tabiat
olduğunu kabul edince bu tezat anlayışın engeli değil onun ayırt edilmez lâzım
oluyor.
Varlık fikrindeki tezat onu sayruret haline getiriyor. Bu suretle kendi kendisini
tayin, tahkik ve tavsif etmiş oluyor. Fakat mahdut olmak namahdut olmakla
tevemdir. Çünkü sayruret halindeki bir varlığa nasıl hudut çizebilirsiniz? Tahdit
etmek onun oluşunu durdurmakla mümkündür. Bu da varit olmıyacağından
mahdut ile namahdudun uzlaşması sayruretin devamını temin eder. İşte burada
ferdiyet fikrine müncer olan yeni bir tezat. Fert mahdut ile namahdudun
tevhididir. Tavsif edilen herşey mahduttur. Namahdutluk ta hudutsuzlukla tavsif
ediliyor; binaenaleyh mahduttur. Namahdut, mahdudun özüdür;
2. Asıl ve görünüş
Asıl. kendisini çiftler içinde gösteren varlıktır: madde ve suret; sebep ve netice;
tesir ve aksi tesir gibi. Aslın böyle kendi kendisini çiftler içinde tezahür ettirmesi
fenomenayı meydana getirir. Binaenaleyh fenomena aslın kendisidir. Hayat
kendisini gösteren hâdiselerdir. Prensip, tevlit ettiği neticelerdir.
Asıl ârızinin zıddıdır. Fakat asılı göstermek için zarurî olduğundan onun
layenfek bir kısmı addedilebilir. Görülüyor ki hiçbir şey muakisi olan çiftten
müstakil olamaz. Çünkü ancak onunla karşı karşıya oldukça kendi
mevcudiyetini gösterebilir. Fenomenanın eşyaya nispetine eşyanın havas
tesmiye edilir. Asıl fenomenasız olamıyacağı gibi eşya da havassız olamaz.
Herşey haiz olduğu vasıfların heyeti mecmuasıdır. Eşyayı vasıflarından tecrit
ediniz, hiçbir şey kalmaz.
hal, bu umumî hareket ve oluş tabiat tesmiye edilen şeydir. Kucağında hazineler
taşıyan bu tabiat bütün istihsalâtını bu sayruret içinde mütemadi alış veriş, açıl
kapanma ile yapar.
bir hürriyetin kabulü icap eder. Binaenaleyh Spinoza nın sisteminde olduğu gibi
“amorfati„ mukadder yoktur. Sebep ve netice münasebetlerinin ne başlangıcında
ne ortasında ve ne de sonunda başlı başına müstakil ve mutlak bir sebep yoktur..
Her sebep kısmen mutlaktır. Fakat hiçbir sebep tamamen mutlak değildir.
Görülüyor ki sebep ve netice münasebetleri biribirile birleşmiş ve asıl ile
fenomena vahdetine müncer olmuştur.
3. Nosyon
Külliyet içinde olmıyan hiçbir fikir realiteye malik değildir. Her fikir bütün
diğer fikirlerle münasebettardır. Tabiatta da hiçbir şey tecerrütte değildir. Bu
mantıkî külliyete Nosyon denir. Nosyon sübjektif ve objektif olmak üzre iki
kısımdır. Fikrin esasî unsurları olan asıl, fenomen, ve mütekabiliyet, sübjektif
nosyonda tekrar kendisini üniverselite, partikülarite ve endividüalite halinde
gösterir.
Muhakeme esnasında bunlar ayrı imişler gibi görünür. Halbuki haddi zatında
muhakeme bunların ayniyetini tetkikten başka bir şey değildir. İnsan fanidir
veya Sokrat fanidir, dediğimiz zaman bütün yaratılmış şeylere Şamil olan fanilik
vasfını partiküler bir varlığa yani insana yahut individüel bir varlığa yani
Sokrata izafe ediyorum. Ve bilmukabele Sokrat fani olmakla âlemşümul
mahlûkattan farksızdır. Muhakeme üniversalite ve endüvidüalite, umumiyet ve
hususiyet ayniyetini tekit ettikçe tezat içinde imiş gibi görünür.
Sübjektif nosyon maddesiz bir şekildir; realite olarak yoktur. Kendi kendisini
objektif yapma temayülü vardır. Bu temayül hayat ve terakkinin âmilidir.
Tefekkür bir şey için olduğu gibi eşya yani âlem de tefekkür içindir.
Binaenaleyh sübjektif ve objektif nosyonlar biribirinden ayrılamazlar.
Aralarındaki tezat mutlak bir fikirde birleşir. Bu fikir nazarî sahada hakikat fikri,
amelî sahada iyi fikridir. Varlığın inkişafında bu en yüksek katagoridir.
II
Tabiat felsefesi
kân ve madde ile... Uzun bir inkişaf hattını takip ettikten sonra en müşahhas ve
en mükemmel bir şeyle nihayet bulur: Beşerî uzviyet.
Mantıktaki varlığın tezatları gibi burada da mekân hem var hem yoktur. Madde
hem bir şeydir hem değildir. Bu tezatlar fizikî tekâmülün esas prensipidir.
“Hareket„ te uzlaşırlar. Hareket maddeyi taksim eder ve felekiyat sistemi
meydana gelir. Tabiatta büyük bir arzu halinde mündemiç olan teferrüt temayülü
“cazibe„ ile tezahür eder. Âlemşümul cazibe kanunu herşeyi kendisinden
çıkaran ve yine kendisine çeken ideal bir vahdeti temsil eder.
Bu kanun içinde, eşya kendi kendisini tekit eder, teferrüt eder; ve yine vahdete
doğru cezbeder. Bu kanun kâinatın çimentosudur. Onu yaşıyan bir kül haline
getirmiştir.
Felekî âlemin müşterek menbaı olan iptidaî, şekilsiz madde mantıktaki gayri
muayyen varlığa tekabül eder. Bu maddenin tevezzüü ve âlemi meydana
getirmesi, mantıkta kemmiyet katagorisine tekabül eder. Cazibe de nispet fikrini
tahakkuk ettirir. Astronomik kosmos, beşeriyetin mübeşşiri olan bir başlang
cemiyettir. Fakat bu cemiyeti idare eden kanunlar mihanikidir, ve cazibe
kanununda toplanır. Binaenaleyh astronomi bu âlemin haricî münasebetlerile
meşgul olur. Keyfiyetini; terkibini ve fiziyolojisini tetkik etmez.
2. Kimyeviyet.
leri bunlardan bahseder. Bu vetire ecsamın özü ile alâkadardır. Şuurlu imiş gibi
şuurlaşmaya doğru hareket ettiklerini görürüz. Tabiat bu vetire ile nihayet
uzvileşir. Yaşıyan şeyleri meydana getirir. Tıpkı mantıktaki tefekkürün kendi
kendisine dönerek şuurlaşması gibi.
3. Uzviyet âlemi
III
Zihin felsefesi
1. Sübjektif
yahut Fert
İnsan esas itibarile zihindir; yani şuur ve hürriyettir. Fakat tabiattan çıktığı için
yalnız prensip itibarile, esas itibarile böyledir. Tabiat gibi zihin de inkiş
kanunlarına tabidir. Şuur ve hürriyet ferdin zuhurunda yahut beşerî hayat
başlangıcında yoktur. Bunlar tarih demlen tekâmülün mahsulüdürler.
Fert tabiî halde kör bir insiyakla, vahşi ihtiraslarla ve hayvan hayatı
karekterize eden bir egoism ile idare edilir. Fakat aklı inkişaf ettikçe
başkalarının da kendisi gibi olduğunu tanır; ve anlar ki akıl, hürriyet ve
ruhaniyet [*] yalnız kendi malı değil herkesin müşterek malıdır. Başkaların
hürriyeti kendi hürriyetini tahdit eder. Kendisinin fevkinde olan bu kuvvete
teslim olmakla sübjektif zihin yerini objektif zihne terkeder.
2. Objektif zihin
yahut Cemiyet
Tenasül ve intikam gibi önce kör kuvvetler halinde tezahür eden insiyaklar
bilâhare şekillerini değiştirerek devam ederler. Bu değişmiş şekil de izdivaç ve
mücazat mahiyetini alır.
[*] Akıl, hürriyet ve ruhaniyet Hegel'e göre biribirlerinin müteradifi olan kelimelerdir.
Ferdî arzu umumî iradeye muhalif olduğu zaman hak mefhumu kendisini
gösterir. Bu ayni zamanda haksızlık mefhumu ile beraberdir. Hak, haksızlığ
karşı mücazatla zafer kazanır. Umumî iradenin yani kûlî aklın ferdî arzuya faik
olduğu ispat edilir. Adalet tecelli eder. Mücazat bir ıslah vasıtası değ
muvazenenin tesisi için bizatihi bir gayedir. İdam cezası da ona tekabül eden
adaletsizlik mevcut oldukça devam edecektir.
Sübjektif zihin (fert) objektif zihne (cemiyete) sadece zahiren uygun görünür de
hakikatte ona muhalif olursa o fert maneviyatını kaybeder. Onun için hukukıyet
maneviyetle, vazife imanla müteradif olmalıdır; yahut objektif zihin süjede
tecelli etmelidir.
Ahlâk kalbin kanuna uygun olması yahut kanunun ferdî irade ile ayniyetidir.
Ahlâkî sahada kanun vicdandır; iyi fikirdir. Hukukî sahada “hak„ ahlakî sahada
“iyi„ye tekabül eder. Ahlak yalnız harekete değil, niyete ve ruha da bakar İyiyi
faydalıya tercih eder. Maneviyat ferdî iradeleri tevhit etmek istiyen birçok
müesseselerde tecelli eder. En esaslı maneviyat müessesesi izdivaç, ailedir. Bu
müessese üzerine medenî cemiyet ve devlet kurulur. Binaenaleyh esas itibarile
izdivaç, vazife şuuruna ve akla istinat etmelidir. Bu, devlet ve cemiyet noktai
nazarından ahlâkî b<r vazifedir. Kanuna, hakikate tevafuk etmiyen talâk ahlâkan
merduttur.
Aile üzerine müesses olan sivil cemiyet , devletten farklıdır, ferdin menfaatlerini
sıyanet eder; devlet ise yalnız ferdin iyiliğini düşünmez bir idealin tehakkukunu
istihdaf eder ki bu ideal namına ferdî men-
faatleri fedada tereddüt etmez. Devlet objektif zihnin hâkimiyetini temsil eder.
Aile ve sivil cemiyet bunun vasıtalarıdır.
Hegel'e göre cumhuriyet en iyi devlet şekli değildir. Çünkü: Cemiyet içinde
ferdin rolünü izam eder. Monarşi normal bir siyasî şekildir.
Medeniyetin böylece bir halktan bir diğer halka intikali tarihin diyalektiğini
teşkil eder. Lojik ferdî tefekkürde aklın tekâmülüdür. Tarihin diyalektiği ayni
aklın dünya sahnesinde inkişafıdır. İnkişafın ayni kanunu, her ikisinde de
hâkimdir.
Ferdî lojikte mücerret ideler, tabiat lojikinde müşahhas ideler, tarih lojikinde
maşerî ideler kendi kendilerini tahakkuk ettirmeğe çalışırlar Birinciler en ziyade
fılosofun ruhî görüşlerinde, ikinciler mütezayiden mükemroelleşen mevcutlarda,
üçüncüler de tarihî milletlerde ve medeniyetlerde tecelli eder. Sathî görüş
müverrihin Sözlerinde imparatorluklar doğar, batar; ordular mücadele eder;
halbuki bu milletlerin ve orduların arkasında prensipler, ideler vardır. As
harbeden bunlardır. Tarihin bütün tezahürleri aklın ve idenin tezahürleridir.
temsil eder. Fakat resim de ancak hayatın bir anını ifade eder. Bunların her üçü
de maddeden yapılan sembollerdir. Bunlara objektif sanat denir.
Sübjektif sanat.
Musiki: Bunları takiben sübjektif san'attan musiki meydana gelir. Bu ruhanî bir
san'attır; ruhun derinliklerindeki incelikleri, hissin namahdut gölgelerini ifade
eder.
Şiir: Fakat şiir bütün san'atlerin san'atidir. Bütün tezatların ahenkli bir surette
ittihadıdır. Musiki lisansız bir ahenk, şiir lisanlı bir ahenktir. Musikiden muhtelif
tefsirler çıkarılabilir; şiir kendi manasını beraberinde taşır.
Güzel san'atler içinde mimarî ve musiki daha ziyade dinin hadimi olabilirler.
Heykel ve şiir pagandır.
Şiirin nevileri: Şiirde epope veya dastan objektif san'atlardaki mimarî gibi ilk
merhaledir. Şiirin ehramıdır; çocukluk devridir, harikalarla doludur. Tabiatı ve
tarihi tasvir eder.
En medenî milletlerde inkişaf eden dram ise tabiatla, tarihle insan ruhunun bütün
heyecanlarını ve ihtiraslarını mezceder.
Sanatin nevileri.
Asiyaî san'at: Sanat, tekâmül tarihi üzerinde üç devreye maliktir; Şark san'ati
esas itibarile semboliktir; mübaleğah, şekilsiz ve teferrüatsızdır; birçok tefsirlere
müsaittir.
atte beşerî bir güzellikten ziyade müteal bir güzellik tasvir edilir.
2. Din.
İnsan ilhamlı anlarında kendisini Allahla bir zanneder; fakat idealine san'atin
maddî şeklini verdiği zaman ehemmiyetsiz olduğunu anlar. Böylece din
san'atten çıkmıştır. Putlar din ile san'at arasında rabıtadır. Din şuurlu bir hale
geldiği zaman kendisini putlardan kurtarır; çünkü idenin maddî şekil ile tasvir
edilemeyeceğini anlar. Antropomorfizim, [1] dinin san'atten doğan iptidaî
şeklidir. Güzellikte ve san'at mefhumunda birleşen mahdut ve namahdut, insan
ve Allah dinde tekrar ayrılır.
Asiyaî: Şark dinlerinde namahdut olan Allah herşey, insan hiçbir şeydir.
Brahmanisim Asyaî panteismin en mükemmel ifadesidir. Musevî monoteismi de
bu nevi karakteri göstermektedir. Şark dinlerinde hükümdar Allahı temsil eder;
tebeasını istediği gibi kullanır. Mademki her şey Allahtan geliyor insan için ona
teslim olmak tan, hayattan istifa ile (Nirnava)ya karışmaktan başka yapılacak bir
şey yoktur. Onun için aç ve sefil olmak, hayatı istihkar etmek lâzımdır.
Yunanî: Şekil, tabiat ve beşerî hayat aşıkı olan Yunanlılara gelince, burada
insanla Allah, san'atle din birleşiyor. Beşerî bir mahiyet alıyor. Fakat Yunan
ilâhlarının fevkinde de onların hayatlarına hakim bir kuvvet tasavvur ediliyordu.
Bu, Asya dinlerinin namahdutuna benziyen bir mefhumdur.
Umumî tekâmülde insan zihni en yüksek merhale işgal ettiğinden nihayet akl
kül kendisini zihnin en yüksek faaliyet sahası olan felsefede izhar etmiştir.
3. Felsefe
Hegel'in felsefesi şimdiye kadar beşerî zekânın asla teşebbüs etmediği en umumî
ve tamam bir sentezdir. Bu itibarla felsefenin umumî tarifine göre Hegel felsefe
idealine en çok yaklaşmış bir filozoftur. Kant'tan sonra da hiçbir filozof
tefekküre bu kadar kuvvetli bir hamle vermedi, fikir âlemine bu kadar kuvvetle
hâkim olmadı.
Johann F. Herbart.
1776 - 1841
Ontoloji
Herbart, Hegel ile Locke arasında bir mevki işgal eder. Hegel'in prensiplerine,
usulüne ve neticelerine muhaliftir. Cisimler yalnız fikirden ibaret değildir. Onlar
realite olarak mevcutturlar, ve onları düşünen akıldan müstakil olarak
mevcutturlar. Müşahede tefekkürün esasını teşkil etmelidir. Eşyanın hakikî
mevcudiyeti hakkında şüphe mümkündür. Fakat onların görünen
mevcudiyetlerinden Şüphe edilemez. Tezatların karışmasından mahdut ve nisbî
şeylerin vücuda geldiği fikrini Herbart reddediyor. Varlık ne tezat kabul eder, ne
de hudut.
70
biliriz. Yalnız şu fark ile ki, monatlar bir takım vasıflara malik idiler, ve kendi
kendilerini inkişaf ettiriyorlardı. Halbuki Herbart'ın realiteleri tamamen basittir
ve tehavvül etmezler. O halde ihsaslarımızın bize gösterdiği şey hakikî şey
değildir. Zira hakikinin bizce idrak edilemeyen daha birçok vasıfları vard
Binaenaleyh bu vasıflar kadar realitelerden müteşekkildir. Onların yan yana
gelmiş ve karışmış şekilleridir. Cisimlerde gördüğümüz tehavvül onlar
asıllarındaki tehavvül değildir. Tehavvül ancak münasebetlerde vaki olabilir.
Ruhiyat
Egonun muhtelif melekeleri yoktur. Onun ancak kül halinde bir uf'ulesi vard
Bu uf'ule muhitin tesiri altında tehavvül eder . Bu tehavvüller onu muhtelif
melekelere malikmiş gibi gösterir. Bu tehavvüllerin mücadelesi ayni zamanda
tefekkürü meydana getirir. Şuur bu tehavvüllerin yekdiğeri ile münasebetinden
başka bir şey değildir. Eğer ruhumuz bütün münasebetlerden azade olsayd
düşünmek, hissetmek ve iradî hareketler yapmak mümkün olmıyacaktı.
His, bir tefekkürün başka bir tefekkür tarafından tevkif edilmesidir. Tevkiften
kurtulduğu zaman tekrar tefekkür olur. İrade de tefekkürden başka bir şey
değildir.
Herbart'a göre üç nevi mefhum vardı: Birincisi tezatsız, vazıh ve mümtaz olmak
istidadında olan mefhumlar; mantık bunlarla meşgul olur. İkincisi, vazıh ve
mümtaz oldukça daha ziyade tezatları artan mefhumlardır; bunları anlaşılır bir
hale getirmeğe çalışan metafiziktir. Üçüncüsü de bediî mefhumlardır ki
bunlardan estetik bahseder.
JOHAN F. HERBART 71
Arthur Schopenhauer.
1788 — 1860
Hayatı.
1805 de babası cinnet getirerek kendisini denize atmak suretile intihar etmiş
Bunun üzerine annesi kendisini Hamburg'da bırakarak kızile beraber Weimar'a
gitti. Arthur hususî bir muallimden yunanca ve lâtinceyi öğrendi. 1809 da
darülfünuna girdi. Felsefe tahsil etti. Bedbinliği ve evhamı gittikçe artıyordu.
Daima yatağının yanında silâh bulundururdu. İki sene sonra Berlin'e gitti. Orada
Fichte'nin konferanslarını dinlemiş, ve önce takdir etmişse de sonra muhalif
olmuştu. Hastahaneleri gezerek hastalık zamanındaki ruhî vaziyetleri tetkik
ediyordu. Napoleon'a karşı kuvvetli bir milliyetperverlik hissi taşırken, sonra
onu yüksek bir beşerî tip olarak görmeğe başlamıştı. Berlinden sonra Weimar'a
giderek orada doktorasını yazmış ve Yena darülfünunundan diploması
almıştır. Orada bir aralık annesile birlikte yaşadı. Fakat
ARTHUR SCHOPENHAUER 73
Weimardaki temaslarında Hint, Acem, Brahma felsefesine ait bir alâka duydu.
Göethe'nin tesiri onun fikrî faaliyetini en yüksek dereceye çıkarmıştı.
1819 da İtalya'ya gitti. Sonra Berlin'e dönerek profösör oldu. Fakat Hegel ile
geçinemediğinden tekrar İtalyaya ve oradan Münih'e gitti. Fakat orada bir
kulağını kaybederek tekrar Berline döndü. Berlinde kaldığı altı sene zarfında
meşhur “İrade ve fikir olarak dünya„ unvanlı eserini neşretti. Nihayet Frankforta
gelerek yerleşti. 1860 a kadar burada yaşamış ve şöhret kazanmıştı. Kalp
hastalığına musap olduğundan bir sabah kahvaltı ederken vefat etti.
İrade Nazariyesi
Fenomenal âlemle numenal âlem iki ayrı âlemdir. Birini biz yaratırız, diğeri
bizatihi mevcuttur. Ben kendimin de diğer objeler arasında düşünen bir obje
olduğunun farikiyim. Bütün objeler, bizatihi mevcut olan âlem benim objem
gibidir. Kendimi anlarsam âlemi de anlarım. Zira âlemdeki tehavvül ve tehalüf
zahirîdir. Benim izafe ettiğim kategorilerden ileri gelir, sübjektiftir.
ARTHUR SCHOPENHAUER 75
rak zekâyı yaratır. Zekâ kuvvetli bir silâhtır. Zira irademi zahirî şekiller altında
saklar. Halbuki hayvanlarda arzu daima kendi kendisini gösterir. Nebatatta da
irade ayni rolü ifa eder. Burada da her faaliyet şuursuz bir arzu ve iştihadır. Ziya
almak istiyen ağaçların tepeleri ziya istikametine teveccüh eder. Bir tohumu
kökü yukarı gelecek surette ekseniz yine kökü aşağıya ve filizi yukarı doğ
gider. Ziyaya kavuşmak için duvarları ve taşları delecek kadar kuvvetli irade
gösteren nebatlar vardır. Tırmanan nebatlar kendileri için hazırlanan değneğ
sarılmayı bilirler.
Teharrüş, saik ve irade ayni şeylerdir. Derunî ıstırap irade kuvvetini gösterir.
Teharrüş ve ıstırap iradî faaliyete sevk ederler. Daha doğrusu kendisi faal irade
olur.
Cemadatta da, meselâ mıknatıs ibresi daima şimali gösterir; cisimler umumî
olarak düşerler ve bir cazibe kanununa tabidirler diyoruz. Hararet diyoruz
cisimleri ittisa ettirir. Hasılı bütün fizik ve kimya hâdiselerinde mütemadi bir
iradenin, sempati ve antipatinin kendisini gösterdiğini görürüz. [1]
[l] Burada Schopenhauer'ın bir antropomorfizim yaptığı söylenecek; fakat aksini de alsak tabiat
insanı meydana getirmekle yine kendisini temsil etmiş olmuyor mu? Bu, bütün lisanlarda hayvanat,
nebatat ve cemadata irade izafe eden kelimeler bulunduğunu söylemekle de ispat edilebilir: Ağaç su
ister; şeker eriyecek.... gibi
Her fenomena kendi varlığını temin için temasta bulunduğu diğer fenomenalarla
mücadele halindedir. Bu mücadele için sarfettiği kuvvet kendisile asıl temsil
ettiği “ide„ tıp arasındaki farkı meydana getirir. Etrafındaki kuvvetlere
faikiyetini nekadar az kuvvetle temin ederse o kadar mükemmel ve güzel olur.
Şer. — İrade bütün hayatın membaı olduğu için şerrin de menşeidir. Âlemde
ıstırap miktarı zevkin miktarından kat kat fazladır.
ARTHUR SCHOPENHAUER 77
İktibaslar:
Meş'ur zekânın daha altında gayri meş'ur bir irade hâkimdir. Didinen, İsrar eden,
hayatî, tav'î bir kuvvet.
— İrade omuzunda akıl denilen topal çocuğu taşıyan kuvvetli kör bir adama
benzetilebilir.
— Bir şeyi istediğimiz için ona iyi sebepler buluruz; iyi sebeplerini
bulduğumuz için istemeyiz: İnsan metafizikçi bir hayvandır. Arzularımı
örtmek için felsefe ve nazariyeler kurarız.
— İnsan ekseriya kendi lehinde hata yapar; bu gayri meş'ur hata gayri meş'
iradenin tezahürüdür.
— Zekâ tehlike ve ihtiyaçlar içinde inkişaf eder. Fakat daima arzuya tabidir.
Yalnız düşüncesile hareket eden insandan daha çok hata yapan yoktur.
ARTHUR SCHOPENHAUER
79
— Heyecan ile vücuttaki fizyolojik tehavvüller irade ile vücudun aynı şey
olduğunu gösterir. Bunlar arasında sebep ve netice münasebeti yoktur. Meselâ
dişler ve hazım cihazı müşahhas açlıktır.
— İnsan vücudu insan iradesine tekabül ettiği gibi ferdî vücutlar da ferdî
iradelere yani seciyelere tekabül eder. Vücut tipi ile seci e arasında bir
münasebet vardır.
Tenasül iradesi:
Yaşama iradesi, tenasül ile ölümün bile önüne geçmiştir. Tenasül her uzviyetin
nihaî gayesidir, en kuvvetli bir insiyakıdır. Çünkü irade ancak bu suretle ölüme
galip gelir. Tenasül uzuvları dimağın muakis kutbudur, bütün iradelerin merkezi
sıkletidir. [1]
Eski Yunanlıların aşk mabudesi olan “Eros„ herşeyin haliki idi. Cinsî münasebet
her türlü örtülere rağmen bütün faaliyetlerin saikidir. Bu sahada baba anaya,
ebeveyn çocuğa, fert cemiyete feda edilir.
Zaman ve mekân içinde fertler fanidir hakikatte ebedî olan yalnız cemiyettir.
Nevilerin kül halinde bakası vardır. Bu hakikati anlamak felsefenin ve bütün
bilgilerin ruhudur. Hakikî felsefe kâinatın bütün değişiklikleri içinde değişmiyen
umumî prensibi, umumî vahdeti görebilmektir. Kâinatta bir tekâmül kabul
etmek ayni hatadır. Bir daire üzerindeyiz ki dönüp dönüp ayni yere gelmekteyiz.
Dünyayı bulduğumuz kadar fena ve nakıs bırakıp gideceğiz. Âlemde hürriyet
yoktur Herşey umumî irade tarafından tayin edilmiştir. İnsan nazarî olarak
büyük plânlar kurar, ve tatbik edip değişeceğini zanneder. Fakat amelî olarak
daima neyse odur. Kendisinin bile beğenmediği karakteri daima taşıyacaktır.
Arzu sadakaya benzer. Dilenci onu ertesi günkü sefaletini idame için al
Tatmin edilen her arzunun yerine yeni arzular kaim olur. İnsanın tabiati için
lâzım
ARTHUR SCHOPENHAUER 81
olan ıstırap miktarı bir defaya mahsus olmak üzere tayin edilir, bir daha
değişmez.
Âkil adam zevk aramaz. Istıraptan kurtulmağı arar. Hürriyet arar. Hayatta as
olan saadet değil ıstıraptır. Onun için bir şeyi kaybedip ıstıraba düştüğümüz
zaman kıymetini anlarız. Ona malikken, ve mes'ut iken onun verdiği saadetin
fariki değiliz. Zevk daima ıstırapla müterafiktir. Birisini istemezseniz ötekini
aramayınız. Daha iyiyi arama; daima kâfiye razı ol.
Âkilâne hayat
Âkıl insan hayatının nihaî gayesini ve ona göre yaşamak san'atini bilen insand
Hayatın nihaî gayesi nev'in bakasıdır. Maddî kazanç manevî kazanca nisbetle
kıymetsizdir. İnsan saadetini neye malik olduğu ile değil ne olduğu ile ölçebilir.
Etrafınızı arzu mevzuları olarak değil anlayış mevzuları olarak görmek hürriyete
yükselmektir.
Deha
San'at
ARTHUR SCHOPENHAUER 83
Din
San'at telâkkisi Schopenhauer için nihayet bir din “telâkkisi mahiyetini alıyor.
Gençliğinde dine hürmetkâr değildi. Dini halk tabakaları için telâkki ederdi.
Fakat hayatının kemale erdiği devirlerde onun bazı safhalarındaki derin
ehemmiyeti görmeğe başladı. Dinin mecazî Mahiyetini anlamadıkça bu
ehemmiyeti idrak mümkün değildir. Meselâ hıristiyanlık büyük bir bedbinlik
felsefesidir. Günah yani iradeye tabi olmak ve halâs yani iradeyi nehyetmek
hıristiyanlığın iki mühim elemanıdır.
Sanscrit edebiyatının tesiri belki bir gün Yunan edebiyatının tesirinden daha
büyük bir kuvvetle nüfuz ederek bütün bilgi ve tefekkürümüzü derin bir surette
değiştirecektir. [2]
[1] Göethe de hayatın gayesini araştırırken Faust'ta ayni felsefî kanaata vasıl olmuştur.
[2] Son yapılan tetkiklerin vermekte olduğu neticelere göre Hint ve Summer müşterek
medeniyetlerinin Orta Asyadan gelen Türk medeniyetleri olduğu ilmî bir surette anlaşılmaktadır. T.
T. T. C. nin eserleri bu ilmî hakikatleri göstermektedir.
ARTHUR SCHOPENHAUER 85
Kadın
Poligami tabiîdir. Çünkü bir erkek bir kadına tekabül etmez. Şark bizden daha
dürüsttür. Onlar olan bir şeyi kabul ettiklerini söylerler. Biz onu riyakârane bir
surette örtmeğe çalışırız. Avrupanın her tarafında geniş manasile poligami
vardır. Kadın siyasî ve mülkî haklara da malik olmamalıdır. Çünkü onu lüks için
istimal edecektir. Erkekleri genç ve güzel çağlarında avlıyarak hayatın bütün
ıstıraplarını doğuran onlardır. Zavallı doğan çocuk! Onun bütün ağlamaları, ve
bütün hayatında çekeceği ıstıraplar hep ebeveyninin işlediği büyük günahtan,
aklı velevki biran için olsun sıfıra indirerek şehvet iradesini şaşaalandırdığından
ileri gelmiştir.
[1] Schopenhauer bu sözlerile asabî bir buhran içinde hususî hayatının acılıklarını gösteriyor.
Auguste Comte
1798 — 1857
AUGUSTE COMTE 87
İkinci merhale olan metafizik devirde kâinatı idare eden bazı mücerret prensipler
kabul edilir. Ruh, kuvvet, akıl, madde, suret ve derunî temayüller gibi herşey bir
gaye ile izah edilir.
Üçüncü devir ilmin inkişafı ile yeni dahil olduğumuz müspet devirdir. Bu
devirde müspet hakikat ve vakıalar üzerine istinat ederek hükümler veririz.
Dimağımızın tefekkürde meçhul, hayalî veya çıkmaz yollara sapmasına
müsaade etmeyiz. İnsanlar bu devirde sübjektif olmaktan kurtularak objektif
olurlar. Uzun uzun ıstırap veya sevinçlere düşmezler.
İlimlerin tasnifi
3 — Mihanik
4 — Astronomi (cazibe kanunları)
5 — Fizik (Arzın ve semanın hareketinden
müteessir olduğu için astronomiye istinat eder).
6 — Kimya.
7 — Biyoloji.
8 — Sosyoloji.
Müşahhas ilimler mücerret ilimlere nazaran daha ağır ilerler. Meselâ riyaziye en
eski zamandanberi müspet bir ilim halindedir, ve kimse üç kerre üçün on etmesi
için Allaha yalvarmamıştır? Astronomi Newton'a kadar
Siyasî ve içtimaî fikirler de bir takım kanunlara tabidir. Bunlar keşfedilip tatbik
edildiği zaman tarihin gidişini tayin mümkün olacaktır. İstatistikler bize bu
hakikati göstermektedirler. Cemiyetin inkişafında fevkat-tabiî müdahaleler
yoktur. Positiv felsefe beşerî bilgilerin bir sistematik tanziminden ibarettir, ve
ilimlerin usulünü kullanır. Pozitivizm, ilimleri felsefî ve felsefeyi de ilmî
yapmaktır. Bütün ilimler arasındaki vahdeti temindir. Metafizik asla hakikî bir
ilim olmamıştır. Birçok nazariyeler kurmuş fakat hiçbirisinde sebat
görülmemiştir. Yaptığı tabiî iş dini devirmek olmuştur. Bu suretle müspet ilme
yol açmıştır.
içtimaî fikirleri
Comte hayatının sonuna doğru hissi, aklın fevkine çıkarmış, bir insaniyet dini
kurmuştur. Bu dinin Allahı insaniyettir. Bu dinin büyük mürşitleri insaniyetin
terakkisine hâdim olan büyük kahramanlardır.
AUGUSTE COMTE 89
İngilterede Comte'ın en büyük mümessili J.S. Mill olmuştur. Mill Comte'u yeni
zamanın en büyük mütefekkiri olarak tanımıştır.
Comte'un
Dinî devir
esas gaye içtimaî Ucalarla ferdin, zekâî hareketlerini telif etmektir. Birinciye
sosyalizim hareketi, ikinciye ilim hareketi tekabül ediyordu. Binaenaleyh ilmin
rehberliğine tabi bir büyük insaniyet aşkı bütün felsefenin esasını teşkil eder. İ
insanlar kuvvetli egoist temayüllerle hareket ederlerdi. Fakat bilâhare
mevcudiyetlerinin emniyeti namına içtimaî rabıtaların takviyesine lüzum
gördüler. İşte bu içtimaî sempatinin zaferi medeniyetin ilk zaruretidir. İlk insan
cemiyetlerinin liderleri bu emniyetin süratle temini için, zekâ ve malûmatları da
geniş olmadığından, muhayyelelerine gelen ilk şeyle hayat ye kâinatı izah
etmeğe kalkmışlardı. Onun için ancak bir antropomorfizim yapabildiler. Bu
suretle teolojik devir başlamış oluyordu. Temelin çürüklüğü, üzerine kurulan
binaya uzun zaman fena tesir yapmamıştır. İnsanları bağlıyan bağ bir peri
hikâyesinden başka bir şey olmadığı halde hakikaten onları sıkı sıkıya
bağlamıştır.
Fakat zamanla elde edilen tecrübeler hayat ve kâinatta birtakım sabit kanunlar
mevcudiyetini gösterdikçe bu sabit kanunların taallûk ettiği her saha için bir
gizli ilâh kabul edildi. Fetişizim politeizme müncer oldu. Sonra da bir umumî
kuvvet olduğu anlaşılarak monoteizm meydana gelmişti. Bu inkiş
merhalelerinde din mütemadiyen kuvvetlenmekte ve merkezîleşmekte idi.
Metafizik devir
Monoteizimden sonra hakikaten böyle yüksek ve. umumî iradenin mevcut olup
olmıyacağında şüphe
AUGUSTE COMTE 91
Aklın iptidaları böyle menfi oluşundan idi ki asırlarca kabile mücadelesi devam
etti. Eğer yıktığının yerine yeni bir şey koysaydı mücadele bitecekti. Nasıl ki
positiv devir bu suretle başlamıştır. Akıl içtimaî nizamı daha emin bir esasa
rapta muvaffak olmuştur.
Tabiî haklar mefhumu. — Nihayet bunun adına tabiat denildi. Tabiat kanunu
insanın kalbinde yazılı olan bir kanundu. Fakat hareketlerinde zarurî olarak
tahakkuk etmesi icap etmezdi. Bu telâkki teoloji üzerine kuru-
lan içtimaî nizamın birçok müesseselerini yıkıyordu. Her şeyden evvel umumî
muhakeme yerine hususî ve ferdî muhakemeyi ikame ediyordu: Hürriyet.
Pozitivizmin inkişafı
Müspet ilim fikri terakkinin hakikî âmilidir. Bütün devirlerde müspet ilmin baz
unsurları mevcut idi. Olmasa terakki olmazdı. Pozitivizm, eşyanın hakikî
münasebetlerine ait müspet bilgidir, diye tarif edilir. Metafizik
AUGUSTE COMTE 93
ruh müspet telâkkinin inkişafına yol açtığı için bu ikisi arasında uzun zaman bir
ittifak vardı. İlim, uzvî âlemi ve bilhassa beşerî cemiyeti müspet bir surette
tetkik ve izah devresine gelinceye kadar metafizikten aşağıda olup ona yüz
çevirecek mevkide bulunmamıştır. Yunanlıların büyük metafizik hareketleri,
arkalarında hendese ve astronomiden başka müsbet bir ilim bırakmadığı için
ruhiyat ve içtimaiyat sahasındaki ilk tefekkürler kurunu vusta kilisesi tarafından
tazyik ve imha edilmişti. Kilise dünyanın zekâsını monoteistik bir fikir etrafında
toplayıp dinî bir teazzi üfulesine tahsis etmek istiyordu.
İçtimaî pozitivizim
[*] Comte'un zamanında böyle idi. Şimdi bu ilimler tamamen birer müspet ilim haline gelmişlerdir.
Bütün hâdiselere ait bütün kanunlarda bir ayniyet ve temadi verdir. Onun içindir
ki, nihayet bunları bulup meydana çıkarmak mümkündür. Bulunca onları tadil
ve tahvil etmek onlara hâkim olmak imkânını da elde ederiz. Saadete ve
terakkiye giden yolu tutarız.
İnsaniyet dini
O halde bu pozitivizim bir din yaratabilir; manevî, fikrî ve maddî sahaya şamil
olan bir din. Mademki din bir vahdet, bir sevgi ve bir gayeye istinat eder,
pozitivaizim bir din olmak şeraitini haizdir. Dünya, cemiyet ve kendi kendisile
ahenkli olan bir insan en yüksek mükemmmliyete ve saadete nail olur.
Bu dinî prensip ferdin haricinde olmalıdır. Her ferdin sevebileceği yüksek bir
kuvvet bir varlık olmalıdır: İnsaniyet!
Tabiiyet ve aşk dinin zarurî iki unsurdur. Tabi olmak ve sevmek için hizmet
etmek lâzımdır.
Tabiatın tesiri fert üzerine insaniyet kanalile geçer; ve tadile uğrayarak vahşetini
kaybeder. Hayat ile beraber terakki başlar; çünkü hayat yalnız kendisini muhite
uydurmaz. Ayni zamanda muhiti de kendisine uydurur.
AUGUSTE COMTE 95
Kadın büyük bir sempati ile insaniyetin yani üluhiyetin hakikî timsalidir.
İnsaniyet, insanla âlem arasında bir mutavassıt olduğu gibi, kadın da insaniyet
ile erkek arasında bir mutavassıttır; erkeği insaniyete götürür.
İçtimaî sistem.
Şimdi böyle bir din üzerine nasıl bir içtimaî sistem kurulacaktır?
Cemiyet içindeki kuvvetler üçtür: maddî, zekâî, ahlâkî. Bunların son ikisi
içtimaî mahsullerdir. Fetişizimde aile, politeizimde din, monoteizimde devlet
içtimaî otorite idi.. Metafizik devir bunları yıktı. Pozitiv devir üçünü ahenkli bir
surette birleştirmiştir.
Hükûmet ya bir ferdin pilanile veya bir buhranın neticesi olarak meydana gelir.
İkinci prensibe göre de hükümet veya bir lider fertlerin ihtiyaçlarına tabi olarak,
uyarak onlara hâkim olacaktır. Fikrî ve ahlâkî kuvveti haiz olan fertler hareket
ve kumanda mevkiinden ayrı kalmadıkça cemiyette müessir olamazlar. Onlar
kumanda mevkiinde bulunana yol gösterirler, delâlet ve tenvirde bulunurlar.
Hükûmet her şeyden evvel maddî kuvvetlere tekabül eden maddî ihtiyaçlar
temin ile mükelleftir. Bu, maddî cihetin fikrî ve ahlâkî cihetlere faikiyeti demek
değildir. Fakat her şeyin istinat ettiği bir takım zaruretlerdir. Fikrî ve ahlâkî
tesirler daha sonra gelerek hayatın kaba taraflarını düzeltir.
Aile:
AUGUSTE COMTE 97
Ailede erkek hâkimdir. Fakat kadın bu hâkim özerindeki şefkatli tesirile aile
cemiyetinin ruhunu tayin eder. Bilhassa ilk ailelerde ihtiyarların nasihatlari da
diğer bir ruhî kuvvet teşkil ederdi.
Devlet:
İlk cemiyetlerde askerî olan devlet müspet devirde sınaî olmuştur. İlk devrin
devleti müşterek bir tehlikeye karşı meydana gelmişti; hâkim sınıf askerî sın
idi;-sanayi işleri siyasî kuvvetten mahrum esirlere gördürülürdü. Devlet
kolaylıkla vahdetini temin ediyordu. Sınaî devlette ise vahdet ve itaat gittikçe
gevşemeğe, içtimaî tesanüt azalmağa başladı. Cemiyet şekli değiştiği için eski
teoloji yerine ilme müstenit yeni bir içtimaî ahlâka lüzum vardır. Çünkü böyle
bir rabıta kuvveti olmadan cemiyet intihara doğru gider; kendi kendisini imha
eder.
Devletin en eski şekli site devletidir. Orada en iyi bir içtimaî vahdet ve salâbet
teşkil edilir. Hâkimiyet halkta değil, yetişkin münevverlerde olmalıdır. Halk
tarafından seçilerek değil daha eski münevverler tarafından seçilerek temin
edilmelidir.
Din:
Vazifeleri, herkesin her nevi meselesinin içtimaî bir üf'ule olduğunu anlatmakt
Hayatlarındaki her şeyin uzun bir insaniyet sâyinin mahsulü olduğunu bildirmek
ve yeni bir şey ilâve ederek onu haleflerine devretmek lâzım geldiğini
söylemektir. Bu halde yeni dinin vâızları kadınların tabiî müttefikleridirler.
Çünkü yaptıkları iş kadının ailede yaptığı işin daha geniş ve şümullü safhasıd
İptidaları ilmin kuru tesirile kalpten ayrılan zekâ tekrar ona kavuşacak ve
üniversalitesini kespedecektir.
Devletin içtimaî nizamı aile tipine göre yeniden şefkat ve insaniyet mefkûreleri
üzerine kurulacaktır.
Sanatın rolü:
İnsaniyet yahut onun mümessili olan kadın perestişinde, sanat lâzım olan
kuvvetin büyük bir membaı olacaktır. Sanatta esasen bir feragat ve gayrendişlik
hissi bütün kuvvetile hükümrandır. Bu sayede derinleşen sübjektif hayat bize
insaniyetin bütün mazisini içimizde yaşatacak ve büyük insaniyetin bir cüz'ü
olduğumuzu idrak etmek seviyesini verecektir. Hiç ölmiyeceğimizi ve daima
başkaları için de yaşıyacağımızı derinden hissettirecektir. İşte insanî terbiye
böyle her insanın başka bir insan için yaşadığını öğretmektir. Ebediyetin,
lâyemutiyetin içtimaî doktrini budur[l] .
Bundan başka sanat ve bilhassa hakikî şiir her şeyin yaşamakta olduğu hissini
verir ve insanî arzu ve sevgilerle
[1] Büyük Goethe'nin Almanya ve bütün Avrupada hâkim olan içtimaî felsefesi de budur. Faust
beşerî hayatın manasını, gayesini ve saadetini böyle bir hayatta buluyor. Budizim de ayni içtimaî
felsefeye dayanan kuvvetli bir dindir. Böyle bir telâkki cemiyetleri behemehal yükseltir.
AUGUSTE COMTE 99
hareket ettiğimize dair insaniyetin ilk devrelerindeki fetişist itikat gibi bir şey
uyandırır. Kendimizi tabiatın ağuşunda onun çocuğu olarak hissederiz;
ruhumuzda umumî bir ahenk ve vahdet peyda olur, ve bizi yükseltir. Demek
insaniyet yolile büyük tabiata kavuşmuş oluruz. En yüksek iyiliği bu telâkkide
buluruz. Eflâtunun iyilik idesine vasıl oluruz. Comte son bahiste insaniyet
perestişine mekân ve arz (tabiat) perestişini de katıyor. Bunlardan birincisi
“grand être„, ikincisi “grand milieu„, üçüncüsü de “grand fetiche„dir.
Charles Darwin
1809 — 1882
Hayatı
Kardeşi san'at ve edebiyata meraklı idî. İki kardeş arasındaki geniş ayrıl
dolayısile “Francis Galton„un fikirlerine taraftar olarak terbiye ve muhitin insan
dimağı üzerinde çok az tesiri olduğundan vasıflarımızın çoğunun vehbî
olduğuna inandığını„ söylemiştir. [1]
Darwin muvaffakiyetini, ilim aşkı, bir mevzu üzerinde uzun uzun düşünmek için
tükenmez bir tahammül, hakikatleri toplamak ve müşahede etmekteki gayreti,
biraz ihtira ve aklı selim gibi vasıflara medyun olduğunu söylüyordu.
Hakikatlerle tahalüf eden en sevgili bir
nazariyeyi bile daima terke âmâde bir vaziyette oluşunun da mühim olduğunu
ilâve ediyordu.
Babası kendisini 1825te Edinburga tıp tahsiline 1828 de Kembriçte hiç tabiatına
uymıyan ilahiyat tahsiline göndermişti. Maksadı onu papaz yapmaktı. 1831 de
mezun oldu ve diplomasını aldı. Fakat büyük tabiiyatçı zamanın kendisini
beklediği bir devirde yetişerek yüksek dehasile başka bir sahada beşeriyete yeni
ve sönmez bir hakikat ışığı verdi.
Tekâmül nazariyesi
yet te buna âmil olabilir. Meselâ deniz ortasında bir kayada yaşıyan kara kanatl
sinekler rüzgâr vasıtasile uçurularak denizde mahvoldukları halde diğerleri
kalarak baka bulurlar. Bu bir gerilemedir. Fakat tekâmül ileriye doğru olduğ
gibi geriye doğru da olabilir.
1859 da “tabiî istifa yolile nevilerin menşei, yahut hayat mücadelesinde müsait
ırkların bekası„ unvanlı meşhur eserini neşretti. 1250 sayıdan ibaret olan ilk tab'
basıldığı gün tükenmişti.
Kitabın ilk dört bahsi insan tarafından yapılan sun'i ıstıfa ameliyesile hayat
mücadelesi neticesi olan tabiî istifadan bahseder. Beşinci fasıl tenevvü
kanunlarile tabiî istifadan başka olan sebeplerden bahseder. Bunu takip eden 5
bahis tekâmüle ve tabiî istifaya inanmak hususundaki müşkülâtı gösterir. Geriye
kalan üç bahis te tekâmülün delillerini gösterir. Bunun tenevvü (variation)
tefavüt (differentiation) ve beka (survival) vetireleri içinde olduğunu izah
ediyor.
Herbert Spencer
1820 - 1903
Hayatı
Spencer 1820 de Derbey şehrinde doğdu. Babası dinsiz tanınmış bir hususî
mektep muallimi idi. Spencer böyle bir ailede ferdiyetçi ve fikrî hürriyet sahibi
olarak yetişmişti. Bir aralık amcasının yanında bulunmuş ve ondan üç sene
kadar ders almıştı.
Bir mühendis olan Spencer tarlalarda tesadüf ettiği fosilleri, haşarat ve nebatat
tetkik merakına düşmüştü. Otuz yaşına kadar felsefeye ait hiçbir fikri yoktu.
Kitap ilminden ziyade müşahedelerine istinat ediyor, ve maişetini temin için
çalışmak mecburiyetinde kalıyordu. Biraz inat ve hissiyatına hiç tabi olmıyan bir
şahsiyetti. Fikirlerini gayet sistematik ve vazıh olarak ifade ederdi. Arkada
Huxley'in dediğine göre Spen-cer'in faciaya ait fikri bir hakikat karşısında bir
nazariyenin üfulünü görmekten ibaretti. 22 yaşında iken bazı makaleler yazmağ
başlamış altı sene sonra mühendisliği bırakarak iktisatçı olmuştu. Malthus
nazariyesine mukabil “nüfus nazariyesi„ unvanlı bir risale neşretti. Nüfusa esas
olarak tekâmül fikrini ilk defa zikretti.
1. İlk prensipler
I. Bilinemiyen.
İnsan ruhuna mütemadiyen muhtelif iman şekilleri altında nüfuz ve tesir icra
eden hakikat nedir? Spencer iptida dinî fikirlerin muayenesine başlar. Vâs
olduğu netice, kâinatın menşei hakkında her nazariyenin bizi idrak edilemiyen
sahalara sevkettiğidir.
Bu muammaların esas sebebi, bilgi denilen şeyin izafi oluşudur. Hiçbir tefekkür
münasebetlerden başka bir şey ifade edemez. Zekâ esasen hâdiselerle tekevvün
ettiği için onun haricinde bir şeyle meşgul olmıya sevkedilince manasızlığa ve
tezatlara düşer.
2. Tekâmül:
Her şeyde bir hareket ahengi görüyoruz. Kalbin darabanından deniz dalgalarına;
yıldızların devir devir hareketlerinden, hararet ziya ve mıknatısiyetin
mevcelerine, cinsiyet arzusunun devir devir tezahürüne kadar; gecelerile,
gündüzlerile mevsimlerile kâinat bir umumî ahenge tabidir. Fizikî âlemden
“kuvvetin devamını„ umumî bir kanun olarak alabiliriz. Fakat bu kanunun statik
bir mahiyeti vardır. Realitenin dinamik prensibi nedir? Hayatın büyümesi ve
çürümesi nasıl izah edilebilir? Umumî bir tekâmül ve tahallül kanunu olmalıd
Ve bu yukarıdaki kuvvet kanunundan daha umumî, âlemşümul ve dinamik bir
mahiyeti haiz olmalıdır. Bu kanun umumî tekâmül kanunudur. Takip etti
vetire iki cephelidir: Biri madde elemanlarının tamamiyetine ve toplanmasına
doğrudur. Diğeri bozulmasına ve dağılmasına doğrudur. Küllün tamamiyeti
cüzülerin hareketini azaltır. Çünkü cüzüler biribirlerine yaklaştıkça ferdî
hürriyetleri de o nisbette azalmış olur. Fakat hareket ve hürriyetin azalmas
nisbetinde cüzüler arasındaki tesanüt ve mütekabil ihtiyaç artar. Maddenin kül
halinde şekil ve ufulesi taayyün eder. Nebülüz şekilsiz ilk maddedir; bundan
muntazam hareketlerile yıldızlar meydana geliyor. Dağlar taşlar; uzviyetin
muayyen şekil ve hareketleri; fizyolojik ve siyasî bünyelerdeki iş bölümü ve
ufuleler hep bu kanunu gösterir.
Basitten mürekkebe.
Ayniyetten tefavüte.
İnsiyaklar ve zihnî kabiliyetler ırkın tecrübe ile iktisap ettiği bir takı
kabiliyetlerin nesilden nesle intikalidir. Burada da tekâmül nazariyesine göre
bütün zihnî hasletler ve şuur maddenin, hüceyrelerin hareketine irca
2. Küllün hayatı fertlerin hayatından meydana gelir, fakat ferdî hayatın ayni
değildir. Ferdî hayatta uzuvlar mevziî ve biribirile cismen temas halindedir.
Cem'i hayatta uzuvlar müteharrik ve temas vasıtası lisandır. Fertte şuur muayyen
bir uzuvda temerküz etmiştir; cemiyette
4. Fertte mudafaa vasıtası olan asap ve adele nasıl muhit ile mücadele
neticesinde inkişaf ederse cemiyette hükûmet ve askerî teşkilât ayni suretle
işkişaf eder.
Din telâkkisi
Bazı ruhların hayrına mazhar olmak, diğer bazılarının şerrinden kurtulmak için
birtakım ayin ve ibadetler icat edilmişti. Ecdada perestiş te ruhların yaşadıklar
itikadından ileri gelmiştir.
İlk cemiyetlerin ikinci farikası dinî kuvveti şahsında cemeden askerî bir başbuğ
tabi olması ve onu mutlak
bir hâkim tanımasıdır. Sonra bu şekil gittikçe harpten işe doğru ilerliyerek
sınaîleşir. Sınaî cemiyet mütekâmil bir cemiyettir. Mütekabil mukaveleye
anlaşmıya ve iş bölümüne istinat eder. Cemiyetleri monarşi, aristokrasi diye
taksim etmek doğru değildir; askerî ve sınaî deye ikiye taksim etmelidir.
[l] Fichte ve Hegel de idealist bir felsefî sistemle Alman milletini dünyanın en büyük milleti
yapmışlardı.
Spencer dinî ananelere merbut olan bir ahlâk yerine yeni ve tabiî bir ahlâk ikame
etmeğe çalışmıştır. Bu yeni ahlâk biyolojiye istinat etmelidir. Uzvî tekâmül
umdesinin kabulü peşinen bazı ahlâkî mefhumları tayin eder. Spencerin muas
ve arkadaşı olan Huxley biyolojinin ahlâkıyata esas olamıyacağını, çünkü
tabiatın diş ve pençeleri kızıl olduğunu, aşk ve adalet yerine vahşeti ve hileyi
teşvik ettiğini ileri sürmüştür. Fakat Spencer hayat mücadelesine ve tabiî seçime
istinat etmiyen bir ahlâkın esasından çürük olduğunu iddia etmiştir. Ahlâk
hayatın gayesine iyi intibak veya fena intibak olduğuna göre, iyi veya fena
telâkki edilmelidir.
«Bir fert veya bir grup mütefavit gayeler arasında herbirine lâyık olduğ
enerjiyi vererek bir tamamiyet arzederse o fert veya grup ahlâkî hattı harekete
malik olmuş olur.» Ahlâk ta sanat gibi tenevvü içinde bir vahdettir. En çok
tenevvü ve mürekkebiyeti şahsiyetinde müessir bir surette tevhit edebilen insan
en mükemmel bir insan tipidir.
Hayat şeraiti ve ona intibak zaman ve mekân içinde daima mütehavvil olduğ
için âlemşümul bir ahlâk ta bulunmaz; herkes için müsavi derecede iyi ve fena
olan şeyler yoktur. Normal bir surette haz ve elem biyolojik bir ahlâk miyarıdır.
Bu telâkki meknî bir ahlâkî duygunun mevcudiyetini inkâr ediyor. Fakat haz ve
elemin de meknî olduğu kabul edilirse bu ifadenin tamamen doğru olmamas
icap eder. Halbuki Spencer haz ve elemin de ırkın müktesep huylarının irsen
intikalinden başka bir şey olmadığını kabul eder. Bu itibarla hassecilerle
ütilitariyanlar bir dereceye kadar birleştirilmiş oluyor.
Askerî (militaire) bir cemiyetin faziletleri şecaat, kuvvet ve itaattir. Sınaî bir
cemiyet ise fazileti fizikî kuvvet ve şecaatta değil, namuslu teşriki mesaide ve
114
karşılıklı yardımda bulur. Cebir ile değil telkin ve ikna ile hareket eder.
Harp bir barbarlıktır; adalet fikri sulh ve ahenkli vifak içinde, bu ahenkli vifak ta
hürriyet içinde inkişaf eder. Binaenaleyh adalet te hürriyetin mahsulüdür.
Hürriyet ayni zamanda müsavi fırsatları tazammun eder. Hürriyet, adalet,
müsavat, ayni şeyin muhtelif ve lâyünfek cepheleridir.
Siyasiyat
Spencere göre en iyi bir siyasî şekil “laissez faire„ monarhidir. Çünkü herkese
rey hakkının verilmesi büyük ve cahil bir ekseriyetin yanlış hükümlerine tabi
olmak olur. Sınaî cemiyet ilerleyip insanlar tamamen adaleti müdrik olduklar
zaman bu şekil en iyi bir şekil olacaktır.
Friederich Nietzsche
1844 — 1900
Hayatı
1844 de Prusyanın Röken kasabasında doğmuştur. Babası bir papas idi, ecdad
da bu mesleğe mensup idi. Kıral ailesinin bazı efradının mürebbisi olmuştur.
Babası erken öldüğünden çocuk annesile yalnız kalmıştı. Mektep arkadaşlar
kendisine “küçük papas„ derlerdi, ve bazan da “küçük İsa„ diye çağırırlard
İncili büyük bir hassasiyetle okumayı sever ve ekseriya etrafındakileri ağlatırd
Avucunun içinde yanmış kibrit tutarak mucize göstermeğe çalışırdı. Bütün
hayatında ideal bir erkekliği temsil etmek isterdi. 18 yaşında Allaha karşı olan
imanını kaybetti ve felsefesile bunun yerine fevkalbeşeri ikame etti. İmanı
kaybedince hayat kendisine boş ve manasız göründü; bedbin oldu. Bir aral
hava ve hevesine düştü, içki ve kadınlarla vakit geçirdi. Fakat çok geçmeden
bunların hepsinden de nefret etti. İçki ve pipo içenlerin vazıh düşünmek
iktidarında olamıyacaklarını söylerdi. 1865 de Schopenhauer'ın meşhur eserini
okuduğunda çok büyük tesir altında kaldı. Bu kitabın adeta kendisi için
yazıldığını, kendi makesi olduğunu söyliyordu. Bir hakîmin huzuru kalbi ve
muvazeneli bir dimağı sükûnu onda yoktu. Bilâhare Spinoza ve Goethe'ye
meclup olmasına rağmen onların telkin ettiği nikbin hayat şeklini bir türlü
yaşayamamıştı. 23 yaşında askere gitmiş Sadova ve Sedan muharebelerine
iştirak etmişti. Dul bir ananın biricik oğlu ve kasirülbasar oluşu kendisini bu
davetten
116
Cepheye gitmek üzere Frankforttan geçerken bir süvari alayının resmi geçidini
görmüş ve işte orada bilâhare meydana getireceği büyük kuvvet felsefesinin
ilhamını almıştı. “İlk defa olarak burada hissettim ki yaşamak iradesi„ süflî bir
mevcudiyet mücadelesinin ifadesi değil, bu bir harp iradesi, fevkalbeşere doğ
bir yükseliş iradesidir.„ demişti.
1872 de meşhur bir eseri olan “Musiki ruhundan trajedinin doğumu„ nu neşretti.
Sanat
Bu eserde lirik bir üslup ile Yunan sanatının perestiş ettiği iki ilâhı tasvir etti:
Dianisos ve Apollo. Biri şarap ilâhı; kaynaşan yükselen bir hayatın, neşenin
ilhamın, nağme, musiki, dans ve dıramın ilâhı idi. Diğeri sulhü sükûn, bediî
heyecan, fikrî faaliyet, felsefî ulviyet, resim, heykeltıraşı ve destanlar ilâhı idi.
“Ey zamanın acınacak ırkı, tesadüf ve ıstırap çocukları! Niçin beni söylenmeden
kalması daha iyi olacak olan bir şeyi söylemeğe icbar «diyorsunuz. En iyi tâli
doğmamış olmak, bir hiç olmaktır. İkinci derecede iyi tâli mümkün mertebe
erken ölmektir.„ İşte Yunan sanatı bu hüzünlü hayata galebe çalıyordu.
Istıraplarından meydana getirdikleri sanat sayesinde Yunanlılar hayatı yaşamağ
değer bir hale getirmişlerdi. Hayat ve kâinat ancak bediî hâdiselerin sahnesi
olmak itibarile mevcudiyetlerine istihkak kesbediyorlardı. Aeschylüs
dramlarında canlandırılan bu haleti ruhiye ve Sokrata tekaddüm eden felsefî
devir (Sofistlerden evvel) yunanistanın harikulâde günleri idi.
İşte şimdi Diyonisos Almanyada tekrar çıkıyordu. Kant nazarî aklı imha
etmiştir. Schopenhauer bize insiyakın derinliğini ve tefekkürün faciası
öğretmiştin Wagner musikide Diyonisosun mitolojisini ve sembolik
kahramanlar dramını getirmişti. Alman ruhundan yeni bir hayat yeni bir kültür
doğuyordu. Atinanın Sofistlerden evvelki muhteşem karakteri Alman
ufuklarında tekrar yükseliyordu. Alman milleti uzun müddet Lâtinlerin münfail
Apollon sanatını aksettirmişti; fakat onun kendi ruhu bu dekadan kültürlerden
daha derin ve yüksek idi. Almanya dinde olduğu gibi sanat ve felsefede de
inkılâp yapmıştı. Alman milletinden Avrupada yeni bir kahramanlar devri
doğacaktır. Bismark hayat sahnesinde bu kahramanlardan birisi idi. Kan ve
demire inanmış, Sadova ve Sedan zaferlerile büyük Alman vahdetini meydana
getirmişti, Wagner ve Bismark yeni devrin iki büyük timsalidir.
Ahlâk
Tekâmül nazariyesine göre yeni bir ahlâk kurulmalıdır: Kuvvetin hak olduğ
ahlâkı. Cemiyetin üf'ulesi ekseriyetin iyiliğini düşünmek, kıymetsiz bir takı
fertlerin bakasım temine çalışmak değil, kahramanlar, dâhîler yetiştirmektir.
Bırakınız tabiatın umumî mücadele kanunu hükümran olsun; kuvvetli zaifi
mahvetsin; beşeriyet yükselsin. [1]
Zarathustra Türküsü.
1879 senelerinde Nietzche hasta olmuş, bedenen ve ruhan çok zaif düşmü
ölüm derecesine gelmişti. Fakat sonra sıhhatini kazandığında hayata daha büyük
bir merbutiyetle sarılmış, neşeli ve nikbin olmuştu. Spinozanın “Amorfati„ sini
kabul etmişti. “Gün doğumu„ ve “Neşeli akıllılık„ unvanlı eserlerinde bu yeni
duygularının inikâsını görüyoruz. Bu sırada mukabelesiz bir aşka düşerek Alp
dağlarında inzivaya çekilmişti. İşte en büyük eserinin ilhamını Alp dağlarnın bu
tenha ve asude şahikalarında aldı.
Burada Nietzsche ilham alıyor, yeni bir dinin kasidesini söyliyordu. Şair
olmuştu: «Ey büyük yıldız! etrafında kendileri için parladığın şeyler olmasayd
senin saadetin ne olabilirdi? Heyhat! Lüzumundan fazla bal toplıyan arılar gibi
ben de aklımdan bizarım, bana uzanacak ellere muhtacım.»
Otuz yaşında Zarathustra, eski İran Zerdüştü gibi bulunduğu dağdan aşağıya
halk arasına inerek onlara yeni bir din getiriyordu. Halk ip üzerinde yürüyen bir
cambazı seyrediyordu. Cambaz düştü ve öldü. Zarathustra onu kendi ellerile
gömdü ve halka dönerek “işte
120
“Kabiliyetinin fevkinde bir şey isteme. Çalış; sana saadet değil; çalışmak
nasiptir. Müstakbel fevkalbeşerin saadeti için çalışmak lâzımdır. Saadeti ancak o
anlıyacaktır.„ Nietzsche ruhun ebediyetine ve herşeyin tekrar avdet edeceğine
kani idi. Hayat ebedîdir.
Çincede bir darbı mesel vardır: “Büyük adam umumî bir betbahtlıktır," halk
ekseriya müstesna adamlardan korkar.
Şu halde iki nevi ahlâk vardır: biri hâkim zümrenin, diğeri alelâde kütlenin.
Klasik medeniyetlerin ahlâkı birinci nevidendir. Çinden ve bilhassa
yahudilerden — mahkûmiyetleri neticesi olarak ikinci nevi zillet ahlâkı geldi.
Mahkûmiyet zilleti, aciz gayrendişliği doğurur. Bu ikinci ahlâk tehlike ve kuvvet
yerine sükûn ve emniyet aşkını ikame eder. Kuvvet yerine hile, metanet yerine
acımak, aslîlik yerine taklit, şeref gururu yerine vicdan azabı koyar. “Dünya„ ve
“Et„ şerrin müteradifi oldu; fakirlik bir fazilet telâkki edildi. Terakki inhitat ve
tenezzülde arandı. Filî sempati meşrudur; Fakat sadece acımak ehliyetsizi,
arızalıyı, fenayı yaşatmak demektir.
Bütün bu ahlâkıyatın arkasında bir kuvvetli olmak iradesi gizlidir. Aşkta da bir
temellük arzusu vardır. Bu gizli arzular ve kuvvet iradesi bütün tefekkürümüzü
tayin eder. Fikrî faaliyetimizin büyük bir kısmı gayri şuurî devam eder. İnsiyaki
hareket en zekâî bir harekettir. Şuurlu tefekkür ehemmiyetsiz ve kıymetsizdir.
İhtimal ki bir gün büsbütün kalkarak yerini tam bir otomatizme terkedecektir.
Kuvvetli adam arzusunu aklile örtmek mecburiyetinde değildir, izhar eder.
Avrupanın bugünkü ahlâkiyatı kütleye faydalı olan kıymetlere istinat eder, içli
olmak bir fazilet sayılır.
Fevkalbeşer
yetiştirmek için fertler feda edilmelidir; onların saadeti matlup değildir. Cemiyet
ferdî şahsiyetleri inkişaf ettirmek içindir; yoksa bizatihi bir gaye değildir.
Asalet insanın fıtratında mündemiçtir. Yalnız zekâ insanı asil yapamaz. Asalet
için başka bir şeye ihtiyaç vardır: Kanın mahiyeti. Fevkalbeşeri yetiştirmek için
lâzım olan kan istifasından sonra şiddetli bir mektep hayatı gelir. Burada az
istirahat çok zahmet ve mesuliyet olacak; beden sükûn içinde ıstıraba
alıştırılacak; irade, itaat ederek emretmeği öğrenecektir.
fevkinde olur. Fena da olsa korkusuzluğu iyiliğe tercih «der. Zira en yüksek
iyilik şecaattir. Tehlikeler içine şecaatle girmek fevkalbeşere giden yoldur. Bu
yol üzerinde selâmet ve saadet aranmaz; bunları aramak vasat! insanın şiarıd
Harpler; inkılâp ve ihtilâller iyidir. Zira fevkalbeşere doğru uyuyan istidatlar
inkişaf ettirir. Günler hayatın yalnız senelerini yapar, asıl hayatı yapan ve onun
manasını öğreten gayeli tehlikeler ve cidallerdir. Böyle bir hayat insanı büyütür
ve yükseltir, içimizde ne varsa inkişaf ettirir. Fransız inkılâbı ve Rönesans
Avrupanın bir daha emsalini görmediği büyük adamlar yetiştirmedi mi? [1]
İhtiraslar seçilip büyük bir maksat etrafında vahdete irca edildikleri, müteferrik
arzular bir kalıba konduğu zaman şahsiyet kuvveti derhal kendisini gösterir.
Demokrasi ve Aristokrasi
Rönesans ne idi? Hıristiyan ahlâkına karşı bir kıyam idi. Asil ve tabiî
kıymetlerin zaferi idi.
Burjuvanın fevkinde aristokratın dununda asker vardır. Napoleon kasap değil bir
civanmert idi; insanlara iktisadî ölüm yerine askerî şerefle ölüm verdi. Harp
zaifliyen milletleri canlandırır. Kavga fertlerin zaif ruhunu kuvvetlendirir.
Tenkitler
Nietsche de bir taraftan ferdin egoizmi diğer taraftan fevkalbeşere karşı altrüizm
bir tezat gibi görünmektedir.
Aristokrat idarenin en iyi siyasî bir nizam olduğu telâkkisine gelince bu nevi
idarenin tarihte nasıl fena neticeler tevlit ettiğini, asil ve ideal bir aristokrat sın
idamesinin imkânsız olduğunu gördük. Binaenaleyh cemiyet içinde mümkün
olan en iyi siyasî idare ancak demokratik bir usul ile elde edilebilir. Bundan
başka birçok büyük adamların aristokrat sınıftan yetişmediğini görüyoruz. Gazi,
Sokrat, Voltaire, Shakespeare mutavassıt aile çocukları idiler. Büyük adamlar
büyük tahavvül devirleri yetiştirir.
**
“Kendisinin fevkinde bir şey yaratan ve sonra mahvolan insanı severim.„ diyen
Zarathustra kendi perestiş-
kârı olan Nietzsche'yi böyle bulmuştu. “Kahkahayı icat eden adam dünyanın en
muztarip adamı idi.„ diyen Nietzche hayatını acılıklar içinde geçirdi. Hayatın
sonuna doğru etraftan gelen manevî takdir ışıklarına mukabil kendi maddî
ışığını kaybetmiş, temamen a'ma olmuştu.
Henri Bergson
Umumî vaziyet
Şu halde İngiliz tefekkürünün temayülü olan ruhiyatı fizike irca etmek yerine,
fiziği, hayatiyatı, maddeyi ruhiyata irca etmeğe yaklaşmış bulunuyoruz. İptida
Schopenhauer, muasır felsefede hayat mefhumunu maddenin, mihanikiyetin
fevkine çıkarmıştı. Zamanımızda bu îşi yeni baştan ve daha büyük bir kuvvet ve
samimiyetle başaran Bergson olmuştur.
Hayatı
İkinci ve en güç kitabı olan “Madde ve hafıza„ nın intişarına kadar aradan sekiz
sene geçti. 1898 de Ecole normal de profesör oldu. 1900 de Kollej dö Frans a
nakletmiştir.
[1] İngilizce “Zaman ve Serbest İrade„ olarak tercüme edilmiştir. Bizde de müderris Halil
Nimetullah Bey tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
Bergson'un fikrini işgal eden üç münasebet vardı: madde ile hayat; bedenle
zihin; ve determinizmle serbest irade.
Zaman (dürasiyon)
Zaman bir teraküm olduğuna göre mazi hiçbir zaman istikbal olamaz. Çünkü
maziye her an yeni bir şey inzimam eder. Kartopu yuvarlandıkça mütemadiyen
büyür. Her an bu inzimam eden şeyin ne olacağını evvelden kestirmek te
mümkün değildir; tasavvurumuzun fevkinde cezrî bir tahavvül vard
Binaenaleyh biz hendeseciler her şeyi evvelden ölçüp biçmeğe ve hesabı
çıkarmağa kalktığımız için daima aldanırız.
Şuurlu bir mevcudiyet için mevcut olmak tahavvül etmek demektir, tahavvül
etmek büyümek demektir, büyümek te mütemadiyen inkişaf etmek demektir.
Hâfıza - Şuur
Şuur, muhayyile denilen tiyatro sahnesinde bir karar verilmezden evvel onun
provalarını yapar. Şu halde yaşıyan herşey gizli veya aşikâr bir hareket
merkezinden başka bir şey değildir. İnsan münfail bir surette intibak eden bir
makine değil, faal bir kuvvetin, “yaratıcı tekâmülün„ bir merkezidir.
“Hafızanın esas üfulesi, şimdiki idrak ile alâkadar olan bütün eski idarâklerimizi
canlandırmaktır. O eski vaziyetlerde ne gibi sebeplerden ne gibi neticeler
meydana geldiğini hatırlatmak ve bu suretle şimdiki vaziyetimizde en faydal
kararın ve hareketin ne olacağını telkin etmektir. Hafızanın yaptığı iş bu kadarla
kalmıyor; bir hats kuvvetile bütün imtidat (duration) anlarını kavramak imkânı
veriyor, onları biribiri arkasında zihnen takip etmek zahmetinden ve hattâ
imkânsızlığından bizi kurtarıyor; hatsimizle zaruretin nizam ve ahengi fevkine
çıkabiliyoruz. Hafızamız nekadar zengin ise ve önümüze bu eski tecrübelerden
nekadar fazla sererse şimdi içinde bulunduğumuz vaziyeti okadar iyi kavram
oluruz. Binaenaley insanın ve yaşıyan şeylerin hafıza kuvveti doğru ve isabetli
faaliyetin en mühim esasıdır.„ [1]
Eğer determinizim olsaydı Ucalarımız büyük bir kolaylıkla fiil sahasına intikal
edeceklerdi. Şu veya bu istikamette tereddüde mahal kalmıyacaktı. Halbuki
seçmek ağır ve cehit istiyen bir iştir; şahsiyetin itiyatlar fevkinde bir kuvvet
göstermesine, bir karar vermesine mütevakkıftır. Seçmek, yaratmak demektir. Ve
yaratmak bir cehittir. İnsiyak seçmez, onun için hayvanlarda daima bir sükûn ve
intizam vardır. Şüphesiz ırkî itiyatları genişletmek için ferdî hayvanın ona ilâve
ettiği yenilikler
134
vardır, fakat bu yenilikler bir an için bir otomatizimden diğer bir otomatizmi icat
etmekten başka bir şey değildir. Hayvan ihtiyarî hareket etmek istediği zaman
nihayet bağlı olduğu zinciri gerer. İnsan ise şuuru, vasıtasile bu zinciri kırmıştır.
Zihin - Dimağ
O halde zihin dimağla bir değildir. Gerçi şuur dimağa merbuttur ve onunla
beraber mahvolur; fakat bir çiviye asılı bir ceket te çivisile beraber düşer. Bu,
ceketin çividen ayrı olmadığını İspat etmez. Dimağ bir takım, numuneler ve
hayaller sistemidir; şuur onları tahattur etmek ve seçmektir.
Nehir yatağından ayrı olduğu halde nasıl yatağını takip ederse, şuur da harekete
getirdiği uzviyetten ve dimağdan ayrı olduğu halde onun tahavvüllerine tâbidir.
[1] “Yaratıcı tekâmül„ Sahife 264. Bergson iddialarını hep böyle müşabehetlerle ispata çalışır.
O halde niçin tefekkürle dimağı biribirine merbut imiş gibi düşünürüz? Çünkü
zekâmız haddi zatında materyalist bir teşekküle maliktir. Tekâmül vetiresi içinde
meydana gelmiştir; maddeyi, etrafımızdaki eşyayı tanımak ve onlarla
muamelede bulunmak üzere ve yine bu vasıta ile, muhit ile mütemadi münasebet
ve mücadelede inkişaf etmiştir. Binaenaley zekâmız bütün düşüncelerini
etrafındaki bu maddî âlemle ölçer, biçer; her şeyi ona irca etmeye temayül eder.
Bütün sayruret ve oluş halinde olan şeyleri olmuş bitmiş gibi yahut biribirini
takip eden safhalar, merhaleler halinde görür. Halbuki hakikatte böyle bir şey
yoktur. Mütemadi akış halinde bir dürasyion, bir temadi vardır. Maddeyi
görürüz, enerjiyi unuturuz; ve en küçük atomların enerjiden başka bir şey
olmadıklarını görünce şaşar kalırız. Riyaziyeye bile mekâna ilâveten zaman ve
hareket mefhumları girdikten sonra onun on dokuzuncu asırdaki harikulâde
inkişafını görüyoruz. Mach, Pearson, Henri Poincare gibi büyük âlimlerin de
tekitlerile muasır ilmin, hattâ riyaziye de dahil olduğu halde, katiyetlerini
kaybetmekte oldukları görülmektedir.
Fizikî mefhumları bir zühul eseri olarak hayat ve tefekkür sahasına teşmil edince
determinist ve materyalist olmamak mümkün değildir. Halbuki bir an içinde
zihin âlemine fizik mefhumlarını karıştırmanın yanlışlığı anlaşılabilir. Biz
biribiri arkasına birden bire bir mili, yarım mili ve hattâ arzın bütün muhitini
düşünebiliriz. Mekânın hiçbir rolü yoktur. Halbuki hayat bu katı mefhumlar
tanımaz; zira onda mekândan ziyade zaman esası vardır. O bir vaziyet değil; bir
tehavvüldür; hiç durmıyan ısrarlı bir yaratmadır.
“Bir kavis nasıl bir hattı müstakim olmadığı halde küçüldükçe ona benzerse,
hayat ta fizikî kimyevî elemanlardan ibaret değildir. Fakat onu mütemadi
akışından
Hats
İşte bu doğrudan doğruya idrak, bu bir şeye kül halinde basit ve mütemadî bak
“hats„tir. (intuition). Bu mistik bir vetire değil, beşerî zihin için mümkün olan en
doğru muayenedir. Hatsî bilgi Spinozanın dediği gibi, en yüksek bilgidir; ve
yalnız dimağımızla değil bütün hayat kuvvetlerimizle bir şeyi anlamak demektir.
Hats ile huzuru fikir içinde her şeyi anlarız. Empirisizim şeniyetlere en yak
bilgiyi ancak bu sayede elde edebilecektir. Bu sayede hayatın derinliklerini,
akışını, ruhun nabzını dinleriz.
meydana getiren müphem ve gayri muayyen nebülöz olmasaydı, pek haklı bir
itiraz olacaktı. Ruhiyat bize zekânın haricinde ona nisbet edilemiyecek derecede
vasi bir zihnî mıntakanın mevcudiyetini gösteriyor. “Gayri meş'ur„ hâdiseler
bundan başka bir şey değillerdir.
İdrak nazariyesi
İdrak hâdisesi, idrak edenle edilen şey arasında muhayyilede canlı bir irtibatt
Bu suretle elde etmek istediğimiz mükemmel bilgiye vasıl oluruz. İdrakten âciz
olduğumuz zaman taakkulde bulunuruz.[1] İdeal olan şey bütün taakkulleri
idrake irca edebilmektir. Hattâ felsefeyi bile bu ideal ile tarif edebiliriz. Felsefe,
realiteyi bütün zenginliği ile bir bakışta kavrıyabilecek derecede idrak
kuvvetimizi genişletmek gayretidir, diyebiliriz. Aşikâr dır ki böyle bir ideal
bizim için erişilmez bir şeydir. Buna benzer bir kuvvet bediî hatste kendini
göstermektedir. Bergson bunu “Kahkaha„ unvanlı eserinde takdire şayan bir
vuzuhla göstermiş ve felsefenin de buna benzer bir gaye takip ettiğini izah
etmiştir [2].
Bergson “idrak„ kelimesinin iki manasını tefrik ediyor. Birinci manasında basit,
anî anlayış demektir. Asıl idrak de budur. İkincisi taakkul manasına idraktir. Bu,
müşahhas tecrübenin muayenesinden çıkar.
[1] İdrak, bir şeyi doğrudan doğruya anlayıştır. Taakkul ise onun üzerinde düşünerek anlayıştır.
zihnî bir sempatiyi elde etmek için onun haricî tezahürlerile uzun müddet istinas
peyda etmiş olmalıyız. Bu, ona ait bazı vakıaları bilmiş olmaktan ibaret değildir.
Onları toplayıp bir kül halinde benliğimizde eritmeliyiz. Öyle ki sadece müşahit
olmakla gözden kaçacak en küçük şeyler bile bu külle karışmış, orada rollerini
yapmış olsunlar. Ancak bu sayede kaba maddecilik hakikî bilgiden ayrılm
olur. [1]
Biz itiyatlarımızla bize faydalı olan şeyleri idrak ederiz. Birçok ahvalde de
istidlâller yaparken idrak halinde olduğumuzu zannederiz. Hakikatleri bir
semboller perdesi örter. Böylece Hakikî eşyayı göremeyiz, onların ancak
yaftalarını okumakla iktifa ederiz. Bergsonun “Madde ve hafıza„ unvanl
eserinde izah edildiğine göre biz hayallerimiz arasında kuvvetlileri tekiden seçer
ve zaifleri bırakırız. Halbuki bunların ikisi de hakikî bilgimiz için lüzumludur.
Bilhassa bu seçmede temas intibalarını daha ziyade tercih ederiz. Çünkü temas,
amelî bakımdan bizim “hendeseci„ “ölçüp biçici„ varlığımıza en faydalıdır.
Binaenaleyh bilginin ve idrakin izafiyeti nihaî bir hakikat gibi telâkki edilemez.
İhtiyaçların bizi bu hale: getiren esaretinden kurtulduğumuz zaman, hatsin bütün
orijinal temizliğini yeniden tesis etmiş ve hakikatle karşı karşıya gelmi
bulunuruz. [1] Sezişle idrak edilen hakikat bilfiil olduğundan başka değil, ta
kendisidir. Kantın bizatihi varlık ve bilinen varlık diye yaptığı ikilik bu hatsî
idrak ile taakkulün ayrılığından ileri geliyor. Birincisi bizatihi varlığı bilir,
ikincisi görünen varlığı.
Yaratıcı tekâmül
Bu yeni ışık altında tekâmül Darwin ve Spencer in tasvir ettikleri gibi bir kuru
mihaniki mücadeleden ibaret: değildir. Tekâmülde bir dürasiyon (temadi), hayatî
kuvvetlerin bir birikmesi, bir hayatî ihtira vardır. Onun içindir ki Jennings ve
Maupas gibi biyoloji üzerinde meşgul olan büyük âlimler protozoalarda
mihaniki nazariyeyi reddetmişlerdir. Muasır nebatatçıların da en marufu olan
profösör Wilson “hücre„ hakkındaki kitabını şöyle bir ibare ile bitiriyor:
“hücrenin tetkiki bize uzvi-
İnsiyaklarda olduğu gibi muhite göre vakı olan bütün uzvî tegayyürlerde de
böyledir. Tabiî istifa hâdisesi nasıl meydana gelebiliyor? Meselâ göz gibi hayret
verici mükemmeliyete malik bir uzvun mihanikî tagayyürlerle meydana
gelebildiğini kabul etmek bir mucizeye inanmak kabilinden bir şey olur.
Muhtelif muhit ve şeraite tabi olan hayvanlarda nasıl oluyor da ayni nevi göz
teşekkülâtı meydana geliyor? [1]
Keza gözün adesesi çıkarılırsa “iris„ denilen kısımdan tekrar bir adese
yapıldığını görürüz. Halbuki esas iti-
[1] Görmek hâdisesi muhit ve şeraite az tabi olan bir hâdisedir, diyerek bu fikri yanlış tenkit edenler
vardır.
Hayat bir cehittir. Yukarı ve dışarı doğru yiten bir cehit. Tesadüfün aksi olarak
nemada kendi kendini takibe cebreden bir istikamet vardır. Onun aksine gitmek
zayıflemeyi ve nihayet mahvolmayı intaç eder. Hayat bu istikamette gitmeğ
mukavemet gösteren engellerle mücadele eder; mücadelesi kör körüne değildir.
Hareket etmek, aramak bir cehit sarfını ve yorgunluğu istilzam eder, fakat
zaferle müterafıktır.
Canlı bir şeyin madde gibi hareket etmesine ve yuvarlanmasına derhal güleriz.
İnsanın makine gibi hareket etmesi ayıp ve gülünçtür. Onları bu suretle tasvir
eden bir felsefe de gülünç olmalıdır.
Her ferdin ve her nev'in kendisi için bir tecrübe sahasından başka bir şey
olmadığı yaratıcı hayat, Allah dediğimiz varlıktır. Allah hayattır; harekettir;
hürriyettir; mütemadiyen kendi kendisini maddenin esaretinden kurtaran
şuurdur.
Hür olarak hareket ettiğimiz, faaliyetlerimizi şuurlu bir surette seçtiğimiz zaman,
bu namütenahi kuvveti-içimizde hissederiz.
bir hayatî hamledir; seyyaremizi nihayetsiz bir yaratma sahnesi yapan budur.
Bertrand Russell
Hayatı
1872 de doğdu. Üç yaşında öksüz kalarak ilk tahsilini hususî bir surette almış
Kembriç darülfünununda 1895de tahsilini ikmal etti. Bir aralık Almanya ve
Fransada bulundu ve bu sıralarda evlendi. Maruf bir riyaziyeci olarak da
tanınmıştır. “Riyazî felsefeye methal„ unvanlı eseri meşhurdur. 1910da Kembriç
kollejine profesör tayin edildi. Umumî harpte İngilterede muhalif vaziyette
bulunduğundan Amerikada Harvard darülfünununda teklif edilen kürsüyü kabul
etmişti, fakat pasaportunu alamadı. 1918de bir makaleden dolayı altı ay hapse
mahkûm edildi. 1920de Rusyayı kısa bir ziyaretten sonra “Bolşevikliğ
nazariyesi ve tatbikatı„ unvanlı eserini neşretti. Burada bolşeviklik tatbikatın
nazariyesinden çok ayrıldığını, Rusyadaki inkılâbın fransız inkılâbından başka
bir şey olmadığını söyledi. Daha sonra Çine gitti, orada fena bir bronşite
yakalandığın-
Mantık
Esas itibarile büyük bir riyaziyeci olan Russell oradan mantık ve felsefeye
geçmiştir. En meşhur eseri “mistisi-zim ve mantık„ tır. Bu eserde mistisizme
şiddetle hücum ederek ilmî usulü bütün şaşaasile yükseltmiştir. Eseri Bergsona
bir cevap teşkil etmiştir. Mantıkî düşünmenin faziletlerini riyaziyenin ulviyetini
anlatmıştır.
Bergsonun “hayatî hamle„ si, zaman ve dürasyonu onun üzerinde hiçbir tesir
yapmamıştır. Bunlar ona güzel bir şiirden başka bir şey görünmedi. O da
Spencer gibi en iyi bilginin ilmî bilgi olduğunu söylemiş, ve klâsikler aleyhinde
bulunmuştur. [1]
Riyaziye yalnız hakikati değil, en yükesek bir güzelliği de ihtiva eder. Bir
heykelin güzelliği gibi sakin soğuk ve temiz bir güzellik. Riyaziyenin terakkisi
on dokuzuncu asrın en güzel bir safhasıdır. “Riyazî namütenahi„ müşkülâtın
halli ihtimal ki on dokuzuncu asrın iftihar edeceği en büyük bir muvaffakiyettir.
Riyaziye kalesini
[1] Spencer “Hangi bilgi en çok öğrenilmeğe değer„ sualine, “müspet ilim„ cevabını vermişti.
10
iki bin senedenberi elinde tutan eski hendese bu asırda tamamen tahrip
edilmiştir.
Russell yeni bir Fisagor gibi âlemi riyaziyeye irca etmek istemiştir.
Mantıkî atomizm
Russellin diğer eserleri; “Felsefe meseleleri„, “Zihnin tahlili„ ve “Maddenin tahlili„ , İnsan niçin
harp eder? „ “Hürriyete yollar„ harpten sonraki popüler eserler “Leibnitz in felsefesi„ “Mistisizim
ve Lojik„ bu eser diğerlerine nispeten en vazıh ve kolaydır.
Zihin ve madde
Ahlâk
Eskilerden Sokrat, Eflâtun ve Aristo bu mesele üzerinde esaslı bir surette çok
meşgul olmuşlardı. Konfoçyos, Budda ahlâkî mefkûrecilik felsefesi üzerine din
kurmuşlardı. Bu sahada muasırlarımızın onlara yetişememiş olduklarını kabul
etmeliyiz.
Bu kaide insan nüfuzunun şamil olduğu her yerde tatbik edilebilir: Ailede,
şehirde, memlekette ve hattâ dünyada.
Bu gayenin istihsali için iki vasıta vardır: (1) Öyle içtimaî müesseseler kurmal
ki orada muhte
Hülâsa ahlâk şu tek cümle ile ifade edilebilir: «İyi bir hayat aşktan ilham alan ve
bilgi ile sevkedilen hayattır» [2]
Umumî metafizik, bilinen âlemi zihin ve madde olarak ve insanı da ruh ve beden
olarak ikiye ayırır. Materyalistler yalnız maddenin hakikî olduğunu, zihnin bir
zühul olduğunu söylerler. İdealistler ve zihinciler ise bunun aksini kuvvetle
müdafaa ederler. Zihin ve fikir hakikattir. Madde, mütehavvil bir zühuldür.
Russellin ileri sürdüğü iddiaya göre zihin ve maddenin her ikisi de daha basit bir
esasa irca edilebilir ki bu esas ne zihin ve ne de maddedir. Russell'in bu
telâkkisine “Bitaraf vahdetçilik„ unvanı verilir. Bu fikir William James'in
“Radikal empirizim„ adlı eserinde inkişaf ettirilerek John Dewey ve Perry
taraflarından müdafaa edilmiştir.
İnsan kendi bilgisinin bir aleti olması itibarile ihsaslarımızın âlem hakkında bize
vereceği şeylerin kıymetini takdir için insanı bir alet olarak tetkik etmek zarureti
vardır. Onun için “Behaviorist„ ruhiyatı ehemmiyetle
tetkike değer. Objektif bir surette herhangi bir bilgi sahasını tetkik bize derhal
insan aklının hudutlarını gösterir. Bilgimiz arttıkca aklımızın kudretsizliğini
daha yakından görürüz. Felsefî bilgi ise bu ilmî sahalardaki bilgiden fazla baz
hususî kıymetleri haizdir. Umumiyet vasfile, bize insan ihtiraslarının tam nisbet
dahilinde görünmesi ve birçok fertler, sınıflar ve milletler arasındaki
mücadelenin manasızlığını gösterir. Bizi sadece şahsî olan alâkalarımız
fevkine çıkarır. Tefekkürün maddî alâkalardan bir nevi tecerrüt hali vardır ki
hayatın yüksek bir kıymetini teşkil eder. Yaşama mücadelesi içinde hayvani bir
mevkide kaldıkça bu vasfımız azalır. Bilgi uğrunda çalışırken bütün diğer maddî
arzulardan mümkün mertebe tecerrüt edeceğiz.
İnsan ilk düşünmeğe başladığı zaman tabiat onu tazyik etmişti. Zelzeleler,
tuğyanlar, kahıt ve hastalıklar onu tedhiş etmişti. Fakat şimdi ilim sayesinde
beşeriyet bu ıstırapların birçoğundan kurtulabiliyor. İnsanın kâinat karşısındaki
bugünkü vaziyeti nefsine hürmeti olmalıdır. Alem insana ne dost ne de
düşmandır. Fakat onu ilim sayesinde dost yapmak mümkün olmuştur.
İnsaniyetin en büyük tehlikeleri yine kendisinden gelmektedir. Tabiatle
mücadeleden ilim sayesinde kurtardığı enerjisini
“Aşk, güzellik, bilgi ve hayat neşesi... Eğer felsefe bunların kıymetini bize daha
yüksek bir derecede bildirirse karanlık âleme ışık vermekteki beşeriyetin
müşterek gayretinde en yüksek olan vazifesini yapmış olacaktır.„ [2]
Islahatçı Russell
Russell tezatlarla dolu bir âlemi yaratan mütekâmil bir Allah olabileceğine
inanmamıştı. Böyle bir âlemi ancak mizahçı Mefisto yaratabilirdi. Spencerin
vasıl olduğu neticeyi kabul ederek nihayet her şeyin bir hiçe döneceğine
inanmıştı. “Protozoaden filesofa kadar büyük bir tekâmül olduğu söyleniyor.
Fakat maalesef bu teminat protozoodan değil filesoftan geliyor.„ [3] “Hür adam
kendisinin ve her şeyin mahvolacağını bilmesine rağmen hayat için şecaatini
kaybetmez. Mücadele eder, kazanmasa bile yaptığı harbin zevkini tatar.
Mağlûbiyetini evvelden görmesile kör kuvvetlerin kendisini tahrip etmesine
müsaade etmez. İnsan hariçteki değil kendi içindeki kuvvetlere peresti
etmelidir. Bu derunî kuvvet medeniyetler meydana getirir. Mağlûbiyetleri
karşısında mücadeleye devamını bilir. Parthenon harabelerini ihya eder. „
[1] Büyük Gazi Balkan ittihadı kongresi azalarına iki sene evvel Ankarada irat ettiği tarihî nutukta:
“Artık insaniyetin vicdanı bu kadar mücadelelerden sonra yıkanmış, temizlenmiş olmalıd
Gayemiz sulhu sükûn ve teşarükle insanlığın yükselmesine çalışmaktır.„ sözlerini söylemişlerdi.
boşanmış alev gibi insaniyetin müdafaasına koştu. Harbe giren devlet ricali
aleyhinde şiddetle hücumlara başladı. Kendisini Kembriç darülfünunundaki
kürsüsünden mahrum ettikleri halde bile hücumlarına devam etti. Harbin sebebi
iktisadî ihtiraslar olduğunu ve bu yüzden kanlar döküldüğünü söyledi. Devletin
buna âlet olduğunu ve kendisine olan emniyetin ihlâl edildiğini artık müstahsil
sendikaları ve kooperatiflerile idare olunmanın daha iyi olacağını ileri sürdü.
Hürriyet en ulvî bir şeydir. Onsuz hayat yaşanmağa değmez. Nefret ve harp
doğmatik fikir ve itikatlardan meydana gelir. Terbiye demek ilmî zihniyet
itiyatlarını inkişaf ettirmek demektir. Zeki ve terbiyeli olmıyan bir adamın en
bariz hususiyeti fikirlerinde acelecilik ve mutlakıyettir. İlmî zihniyet ve fikrî
vicdanımız yanlışlıklar karşısında eski fikirlerimizden vazgeçmeyi, teslim
olmayı emreder. Terbiye ile temellük ihtirasının önüne geçmek; insaniyetin
büyük sanat ve fikir ibdalarma hürmet etmeği onları sevmeği öğretmek
mümkündür. Çocuklarımıza iki büyük prensibi öğretmeliyiz: Fikirlere hürmet ve
tesamüh. Bu iki prensip terakkinin tabiî ahlâkiyatıdır. Beynelmilel vahşet ve
ihtilâllerin önüne ancak yeni bir insaniyet karakteri yapacak olan terbiye ile
geçebiliriz. İnsan her şeyden evvel kendi kendisini kontrol etmeği öğrenmelidir.
Liberal bir felsefenin umdesi olan demokrasinin sos-yalisim ile telif edilmemesi
onu nevmit etmişti. Bu sırada gazetelerden hakikat öğrenmenin imkâns
olduğunu, hepsinin birer propaganda vasıtası olduğunu iddia ediyor, Arazinin
millîleştirilmesinin tekrar hususî mülkiyete ric'at ettiğini görüyordu.
Rusya yeni ve büyük bir Fransa olmağa, köylü mülk sahiplerinden ibaret olmağ
doğru gittiğini söyledi.
Bir sene için Çinde ders vermeğe gittiği zaman bu vasi insaniyet ummanı içinde
yeni yeni fikirler sahibi olmuştu. Çini birçok hususlarda Avrupanın fevkinde
bulmuştu. Kültürleri şüphesiz ki eski ve yüksek bir kültür idi. Bu kadar aç
fikirliliği ve realizimi başka hiçbir medeniyette bulmadığını söylüyordu.
Russell gayet sevimli, ve samimî olduğu için vüzuhla konuşan hürriyet aşık
insaniyet muhibbi bir şahsiyettir. Soğuk riyazî hakikatlerle derinden derine ülfeti
kalbindeki şefkati, ruhundaki insaniyet vecdini kurutmamıştı.
William James
1842 — 1910
Umumî bir görüş
İki nevi Amerika vardır: Birisi Avrupalı Amerika, diğeri asıl Amerikad
Avrupalı Amerika, Amerikanın şark hükûmetleridir. Burada eski puritan
Avrupalıların nesilleri yaşar, ve Avrupa aristokrasisine hürmetle bakarlar. Daha
sonraki muhacirler ise geride bıraktıkları asıl memleketlerini unutmuşlard
Bunların cevval yeni ruhları eskilerin vakur, ağırbaşlı Anglo - Sakson
karakterile mücadele vaziyetindedir. Şarkta[1] İngiliz kültürünün hâkimiyeti
vardır. Bu yeni İngiltere Waşingtonu, Emersonu, Poyu, San-tiyanay
yetiştirmiştir.
[1] Amerika birleşik hükûmetlerinde şark kısma sadece “şark„ garp kısma da sadece “garp„ derler.
William James 1842 de Newyorkta doğmuştur. Babası mistik bir adam idi.
En meşhur eseri 1890 da intişar eden “Ruhiyat prensipleri„ unvanlı iki büyük
ciltlik eseridir. Bu ruhiyat temamen introspektif, fakat fizyoloji esaslarına istinat
eden son derece cazip, derin ruhî nazariyeleri ve hakikatları ihtiva eder.
Hume'dan sonra bu kadar derin bir tahlil ile introspektif ruhiyat yazılmamıştır.
Bu tahliller yoluyla James ruhiyattan felsefeye geçmişti. Jamese göre felsefe “en
anlayışlı bir şekilde her şey hakkında düşünmektir.„ 1900 den sonraki eserleri
felsefe sahasındadır. “İnanmak iradesi„ “Dinî tecrübelerin tenevular
“prağmatisim„ “puluralist kâinat„ “hakikatin manası„ “bazı felsefî meseleler
“radikal empirizim„ dir.
Şuur
1 — Muhtelif şekilleri.
2 — Uyandırdıkları hisler ve heyecanlar.
3 — Meydana getirdikleri hareketler.
a — Maddî benliğimiz.
b — İçtimaî benliğimiz.
c — Ruhanî benliğimiz.
Şimdi bütün bu benlikleri toplayan bir de külli benliğimiz vardır. Bu, bütün
şuurumuzun fail unsurudur. İçimizde tarif edilemiyen ruhanî birşey vardır ki
bize her şeyi tanıtmağa ve bildirmeğe vasıta olur. İçimizde adeta taşan bir
mahiyeti haizdir. Eğer fiziyolojik varlığımızı birtakım mütenevvi intibaklar
şeklinde tasavvur edersek asıl şuurî benliğimiz bu intibakların heyeti
umumiyesidir.
ifratı cinneti meydana getirir. Birinciler nekadar atak ve korkunç ise ikinciler de
en küçük kusurları affedilemez günah telâkki eder ve ebediyyen mahvolduğunu
düşünerek mazlum ve acındıracak bir vaziyette bulunur.
“ Sana söyliyorum, tahta kafa, bütün bu ıstıraplar senin boş gururundan ileri
geliyor. Tahayyül ettiğin şeyler sana bahtiyarlık vereceğini zannedersin.
Halbuki ölmeğe bile lâyık bir insan olduğunu düşünürsen âlem senin için saadet
olur. Fakat ister yalnış ister doğru tahayyül ettiğin şeye, irişememek senin için
betbahtlıktır. Ey insan! düşün ki, sen bir hiç idin ve yine hiç olacaksın, bo
gururunu terket.» [2]
İnsanın iyi bir kanaatle birçok şeylerde hiçliğini kabul etmesi büyük kalp
hafifliği temin eder. Evangelik teoloji tarihinin, yeisten ve nevmidîden
kurtulmak için yaptığı tavsiye de bundan başka birşey değildir. Sevgilisinin tam
ve kat'î reddile karşılaşan bir âşık, kalbî istirahat içinde onu unutur. Eğ
musikiden mahzuz olmak fikrini kafamızdan atsak, öyle bir telkin bize yapılsa
musikiyi manasız birşey telâkki ederdik. Yaşı geçmiş bir insanın artık genç
görünmek sevdasından vazgeçmesi, genç görünmek gayretlerini bir tarafa
bırakması ne büyük bir tatlılık ve istirahatle müterafiktir.
İrade nazariyesi:
Wundt'a göre iradî hareket esnasında dimağdan adalelere doğru bir enerji intiş
eder. Bu enerjinin derecesi ve keyfiyeti hareket tarzını meydana getirir ve biz
bunun farikı oluruz. Buna “Enervasiyon„ hissi deriz.
olmak, iradî hareketin zuhurunda âmil olmaz. Bilâkis neticeyi değil tenbih
fikrini hatırlamış olmak hareketi tevlit edebilir. Nitekim ağlama veya terleme
tenbihini hatırhyan bir kimsenin birçok hususlarda ağlaması ve terlemesi
mümkün oluyor.
İradî hareketler iki nevidir. Biri onu düşünmekle meydana gelen fakat şuursuz
olan hareket, meselâ konuşurken ceketimizin tozlu olduğunu yahut yerde bir
kalem olduğunu görünce ceketi silkmeği veya kalemi kaldırmağı sadece
düşünmüş olmak bu hareketleri yapmak için kâfi geldiği gibi. Bu hareketlerin
derakap meydana gelmesi dimağda bunların aksine bir fikrin mevcut
olmamasındandır. Bu nevi hareketlere hipnotik hareketler de denir, çünkü
hipnotizmadaki hareketler de böyledir.
“Soğuk bir kış gününde, ateşsiz bir odada sabahleyin yataktan kalkma
düşününüz. Kalkmak istersiniz kalkamazsınız, günün sizi bekliyen işine mukabil
yatağın ılık kucağı fikirleri biribirle mücadele vaziyetindedir. Bu mücadele, bir
an için unutulmakla veya birinin galebesini temin edecek yeni bir fikrin
inzimamile biter ve kalkarsınız. „
11
Karar nevileri:
İnsan beş nevi karar verebilir. Her karar bunlardan birisine aittir.
(2) İkinci nevi kararda kendimizi haricî cereyana terkederiz ve hangisi olursa
deyip hareket ederiz. Bu ehemmiyetsiz işlerde olabilir.
(3) Üçüncü nevi karar ezkaza verilir. Bazı şerait içinde birdenbire karar vermi
ve işi de yapmış bulunursunuz. Çok heyecanlı ve ihtiraslı insanlar ekseriya bu
tarzda karar verirler.
hamlenin tesirile meydana gelir. Burada ötekilerde olmıyan bir ruh ve enerji
hâkimdir. [1]
İnsiyaki kuvvetlerin normal bir nisbeti haiz oluşu sıhhatli bir iradeye delâlet
eder. Coşkun iradelerle ihtiyatlı ve soğuk kanlı iradeler biribirine tezat teşkil
ederler. Lâtin ırklar birinciden, Anglosakson ırklar ikincidendir. Birinciler
ikincilere yılan, ikinciler de birincilere maymun gibi görünür.
Pragmatizim.
Tefekkür fiziki realitenin, haricî âlemin, eşyanın bir inikâsıdır. Zihin bu inikâsla
yalnız eşyayı değil onlar arasındaki münasebetleri de düşünür; ve bu idrak bir
renk ve koku idraki gibi ani olur.
Tefekkür zincirleme bir silsile takip etmez, tefekkür bir akıştır, idrak ve
tehassüslerin bir temadisidir. Tefekkür akışında lisanın intikal elemanları (evvel,
ahir, leh, aley.. Vs.) zihnî hayatımızın muhtelif hallerini ve bağlarını teşkil eder.
Şuur zaten bir varlık değil, bir münasebetler sistemidir. Ruh denilen şey de zihnî
hayatımızın bütünlüğüdür.
Alman metafizikine karşı kurulan prağmatizimin esası işte böyle aktüel ve reel
bir mahiyeti haizdir.
Bir fikrin mana ve kıymetini anlamak onun hakikî hayatta tevlit ettiği neticeye
bakmakla mümkündür. Hakikat beşerî muhakemenin ve beşerî ihtiyaçların bir
münasebetidir. Tahakkuk eden tatbik edilen bir fikir hakikattir. Pragmatizim
fikirlerin nereden çıktıkları ile değil, neticelerile meşguldür. Arkaya değil öne
maziye değil istikbale, nazariyeye değil ameliyeye müteveccihtir. [1]
Pluralizim.
Eğer hakikat eski skolastiklerin iddiası gibi bir şeyi tayin eden bir varlıksa
demek ki insanın kadere tevekkülden başka yapacak bir işi yoktur. Mihaniki
determinizim felsefesi de ayni neticeye müncer olur.
“Felsefe tarihi en yüksek beşerî mizaçların bir mücadelesidir. Her filesof kendi
mizaç ve şeraitine göre felsefe kurmuştur. Bu felsefeler sert zihinli ve yumuşak
zihinli filesoflara nazaran iki kısma ayrılır. Birinciler dinîdir, idealisttir,
monisttir, optimisttir, rasyonalisttir. İkinciler materyalist, empirik, skeptik,
pesimist, determinist,.. Bu ikisi arasında mutediller hakikata en çok
yakındırlar.„ [3]
Monizim ikmal edilmiş bir kâinattır. Orada ferdin kendi ihtiyarile yapacak rolü
yoktur. Pluralist felsefe bitmemiş, işlenmeğe muhtaç bir kâinat sistemi kabul
eder. Orada ferdin kendi ihtiyarile yapacak rolü vardır. Böyle bir âlemde
“Mukadderat„ yerine “Serbestî„ hâkimdir.
Böyle bir serbest iradenin nazarî olarak delilleri bulunamaz. Hattâ amelî sahada
bile bazı insanlar determinist olmakla muvaffak olurlar. Diğer birçokları da
serbest iradelerile muzaffer olurlar. Hangisi bize uyarsa ona inanmalıyız. Amelî
hayat ve tecrübeler bizim için bunlardan hangisinin daha uygun olduğunu
gösterir.
James her fertte bir “ihtiyat enerjisi„ olduğunu ve onu herhangi bir suretle deş
faaliyete getirmekle yükselmek mümkün olduğunu söylüyor. Harbin şiddetle
aleyhindedir. Demokratik bir cemiyetin tabiata karşı mücadele fakat birbirlerine
karşı sulh içinde yükselen insanlardan olmasını temenni eder. Devlet fert içindir.
Ferdi yükseltmelidir. Bu yükselen fertler tabiata karşı kazanılması beklenen
zaferleri kazanacaklardır.
“Bu sahilde metfun kazazede bir gemici, Size yelken açmanızı emrediyor. Biz
kaybolurken birçok kahraman kaburgalar fırtınayı dindirmişti.„ [2]
John Dewey
1859 —
Terbiye.
[1] Eserleri: “Mektep ve cemiyet„ 1900. “Mantık nazariyesinin tetkikleri„ 1903. “Ahlâkiyat„ (Tuft
la birlikte) 1908. “Nasıl düşünürüz?„ 1909. “Felsefede Darwin'in nüfuzu„ 1910. “Demokrasi ve
terbiye» (en ehemmiyetli) 1913. “Yarının mektepleri„ 1915. (Kızile birlikte.) “Tecrübî mant
makaleleri„ 1920. “Beşerî tabiat ve ahlâk„ 1922... “Tecrübe ve tabiat„ 1922
Felsefenin vazifesi.
Ruhiyat.
Tefekkür bir müşkilât karşısında başlar. Bir takım neticelere vasıl olur, ve
kurduğu nazariyeyi tekrar müşahede ve tecrübe ile tekit eder. Bundan başka
tefekkür içtimaîdir. Bir vasat içinde içtimaî münasebetlerle meydana gelir.
Cemiyet fertlerin mahsulü ise, fert te cemiyetin mahsulüdür. Bunlar birbirinin
ayırt edilmez safhaları, ayni şeyin iki cephesidir. Ferdî bir irsiyet olduğu gibi
içtimaî bir irsiyet te vardır. “Kant'ın kategorileri ve hattâ Spencerin irsî olarak
kabul ettiği tefekkür tarzları biyolojik bir miras değil doğduktan sonra ferde
intikal eden içtimaî bir mirastır. Yalnız fert bunu kendi bünyesine göre alır.„ [1].
Pragmatizim.
Hayat bir harekettir, gayesi yine harekettir. Her hareket başka bir hareketin
vasıtasıdır. Mütemadiyen yeni yeni tecrübelerle teceddüt ve inkişaf eden hareket
vardır. Şu halde faaliyetlerimizde muvaffak olup olmamak ehemmiyeti haiz
değildir. Ehemmiyetli olan faaliyette bulunmaktır. Bu günkü muvaffakiyetsizlik
yarınki muvaffakiyete bir merhaledir, bir tecrübedir.
Ahlâk.
Cehalet yalnız betbahthk değil, en koyu bir esarettir. Binaenaleyh irade hürriyeti
ancak bilgi ile elde edilebilir. İnsiyaklarımızın esaretinden kurtulmak ancak
aklımızın bilgilerile mümkündür.
Siyaset.
İçtimaî nizamın en iyi şekli demokrasidir. Siyasî nizamın gayesi, ferdin tam
manasile inkişafına hâdim olmaktır. Böyle bir siyasî teşekkül her ferdin kendi
kabiliyetine göre ona iştirakile mümkündür. Aristokrasi ve monar
demokrasiden daha liyakatli olabilir, fakat daha tehlikeli olduğu da şüphesizdir.
olduğu gibi tecrübî usullerin tatbiki ile mümkün olacaktır. Tecrübî usulde
umumî nazariyeler yoktur. Her meselenin kendisine göre bir hal tarzı vard
Onu yakından tetkik edip bulmalıdır. Nizam - hürriyet, indüvidüalizim
sosyalizim, kültür - intifa, tavilik -teemmül, aktüalite - anane, gibi umumî z
nazariyeleri ve prensipleri bir tarafa bırakarak münferit meselelerin halli ile
meşgul olmalıyız. “Niçin?„ i bırakalım, o çıkmaz yoldur„ “nasıl?„ a başlıyalım,
o müspet yoldur.
Felsefe amelî hayat eserlerile meşgul olmalıdır. Filesof amelî hayat adamı, amelî
hayat adamı da filesof olmalıdır. Nihayet Deweyde Eflâtunun filesof
hükümdarını tekrar buluyoruz.
Bilgi nazariyesi.
Fakat tecrübenin yani doğrudan doğruya şuurun bildikleri enfüsî değil midir?
Bundan asıl objektif ve küllî bir bilgiye nasıl çıkılabilir.? “Amerikal
mütefekkire göre tecrübe temamen enfüsî değildir.„ “Her ruhî hâdisenin iki
cephesi vardır. Bir cephesi hususî, nev'i zatına mahsus bir ihsas, bir hayal, gibi
bir vakıadır. Diğer cephesi
[1] Demokrasi ve terbiye, methal: Deweyin felsefesi M. Emin B. M. T. T. H. azası Avnî Bey
tarafından türkçeye tercüme edilmiştir.
kendisinden hariç bir varlığa tekabül ettiğine işaret eyliyen bir manadır.„ [1].
Dewey ruhiyatında da aynı esasa göre şuur halini haricî âlemin şeraitinden ayr
olarak addetmiyor, ferdî ve enfüsî bir ruhiyat değil cem'î ve objektif bir ruhiyat
kabul ediyor.
Herhangi bir hâdise ile, şeniyet arasındaki rabıta fikri ve bilgisi, yeni bir amele
saik oluyor. Meselâ bir ağrı hissediyorsunuz. Bu ağrı dişinizin çürüklüğünden
ileri geliyor. Bu ikisi arasında bir sebep ve netice münasebeti vardır. Fakat bu
münasebeti sizin bilmiş olmakhğınız, acının dişinizden geldiği fikri, nihayet
onun tedavisile acısının dinmesine saik olur. Ve acının dinmesi fikrin
doğruluğunu tekit eder. Bu tekit eşyanın bizim tecrübelerimizde nasıl tezahür
ederse öyle olduğunu göstermekten başka bir şey değildir.
reddüde düşmek doğru değildir. Eğer bir şeyi şimdi bir türlü sonra başka türlü
görürseniz, her iki halde de şeniyet gördüğünüz gibidir. “Meselâ bir gürültü
duyuyorum, korkuyorum. Sonra bu gürültünün rüzgârın tesirile perdenin
hareketinden tevellüt eylediğini ve binaenaleyh tehlikesiz olduğunu anlıyor,
korktuğumdan utanıyorum. Bu halde evvelce mevcut olmayan bir şey yerini
hakikaten mevcut bir şeye bıraktığını zannetmemeliyiz. İlk evvel hakikaten bizi
korkutan bir gürültü vardı, sonra bu geçti, yerine başka bir şey kaim oldu. Niçin?
Çünkü: İkinci defa yeni bir bilgi inzimam etti, “bilgi ise mevcut şeniyetin
tadilini ihtiva eder.„ Burada tefekkürle mavekaın birleşmesi “tefekkür şeniyeti
meydana getirir„ esasını kabul eden idealizimle birleşmiyor mu? Hayır, zira
Dewey'e göre fikirden evvel ve sonra şeniyet yine mevcuttur. Halbuki idealizme
göre şeniyet sadece fikrimizin mahsulüdür.
İnsanın zihni tabiaten mümkün olduğu kadar az sây ile düşünmek ister. Onun
için sabit ve lâyetegayyer mebdeler kabul eder. Bu nevi sabit mebdeleri bertaraf
edip yerine tekâmül fikrinin geniş bir telâkkisini kabul etmek lâzımdır. Bu
cihetle Dewey, Spencerden de ileri gitmiş oluyor. Çünkü, Spencer nihayet
bilinemiyen bir varlık kabul etmişti. Ve bütün kâinatı şekil, menşe ve gaye
itibarile sabit olmıyan mütemadi bir vetire olarak telâkki etmişti. Herşeye
dinamik bir karakter vermişti.
zam eden demokrasi muhite müessir olacak fikir ve bilgilerin husulüne hâdim
olur. Muhitte bunlar da yeni yeni tadiller meydana getirir, terakki ve inkiş
olur.
Asırlardanberi betaet içinde skolastik bir zihniyetle uyuşmuş olan ruhlara yeni
bir hayat aşılamak memleketimizde ancak böyle bir felsefenin kabulü ve neş
tamimi ile mümkün olacaktır. Esaslarını bizzat hayat ve faaliyetten alan bir
felsefe sistemi yeni bir hayat ve faaliyet devresine giren bir memleketin en
uygun felsefesi olacağı şüphesizdir. Felsefe içtimaî hayattan çıkar. Fakat içtimaî
hayat ta felsefe ile yeni istikametler alır, ileriler.
İKİNCİ KISIM
Muasır Avrupada Felsefî-içtimaî
Cereyanlar
Utilitarianism (Intifaî Felsefe)
Utilitarianism halkın en çok adette en çok saadetini temin eden hareketleri iyi
telâkki eden bir esas üzerinde kurulmuş ahlâk! bir doktrin şeklidir. Bu kelime
Bentham tarafından vazedilmişti. Akidenin inkişafı ingiliz mütefekkirlerinin
felsefeye yaptıkları mühim ve karakteristik bir hizmet olmuştur. İngiliz felsefesi
metafizik cepheden hafif olmasına mukabil umumî ahlâk meseleleri üzerinde
pek yüksek bir mevki kazanmıştır. Bu, şüphesiz kısmen millî karakterden ileri
geliyor. Fakat kısmen de dinî ve siyasî hürriyetle melûf olan İngilterede
meselelerin serbestçe münakaşasından olacaktır.
ÜTİLİTARİANİSM 175
[1] Bentham 1748de Londrada doğmuştur. Bir davavekilinin oğlu idi. Tahsil
çağına pek küçük yaşta girmiştir. 1763de Oxford'tan mezun olmuştu. Hukuk,
felsefe, ve kimyaya çok meraklı idi. “Hükûmete dair yazılar,„ “Aklî mücazat ve
mükâfat„ “Ahlâkî ve teşriî prensipler„ unvanlı eserlerini neşretmiştir. 1785de
Türkiye, İtalya ve Rusyada seyahat etti. 1792 de Fransız hemşehriliğine intihap
edildi. Avrupa ve Amerikada daima fikirleri istimzaç ediliyordu. 1798de
İngilterede meşhur fıkara kanunlarını tetkik etti ve 1834 de hemen aynen
parlâmento tarafından kabul edildi. 1823de Westminster Review adlı mecmuay
neşrederek felsefî radikalizm prensiplerini tamime başladı. 1832de vefat etti.
Vasiyetine göre vücudu parçalanarak iskeleti Londra darülfünununa verilmiştir.
ÜTİLİTARİANİSM 177
[1] Mill, 1806da Londrada doğmuştur. Babası tarafından büyük bir dissiplinle terbiye edildir. Sekiz
yaşında iken yunanca eserleri aslında okumıya başlamıştı. 1820de Fransada bulundu. Bir sene sonra
fransızca öğrenmiş olduğu halde avdet etti. Bir taraftan hususî şirketlerde çalışıp diğer taraftan
mütemadiyen okumalarına devam etti. Nihayet babasının delâletile topladığı geniş malûmat ile
tahrir hayatına girdi. Representative Government, On Liberty, Utilitarianism, Principles Of Political
Economy, Logic, gibi kıymetli eserler neşretti. 1856da parlementoya aza intihap edildi. Mill
hayatının sonunu zevcesinin vefatından sonra Avignon'da geçirdi ve orada 1873 te vefat etti. Son
derecede basit ve mütevazi bir zat idi. Hatırası namına Thames nehri kenarında bir heykeli
dikilmiştir.
12
178
ÜTİLİTARİANİSM 179
Utilitarianism'in bu tarihî safhalarını gördükten sonra şimdi onu biraz daha tafsil
edebiliriz.
“Her fert şahsî menfaatile hareket edecektir„ denildiği zaman hakikî ve geni
manadaki şahsî menfaatin içtimaî menfaatle tezat teşkil etmediği şöyle dursun
onu azamî derecede temine hâdim olduğu anlaşılmalıdır. Çünkü her fert şahsî
menfaatile azamî derecede müstahsil olur. Eğer bütün manialar kaldırılırsa insan
kendi istidadına en uygun olan mesleği kendisi bulur. Binaenaleyh hem kendisi
ve hem de cemiyet bundan azamî derecede müstefit olur. Bir tüccar malını en
yüksek fiatle satabileceği yere götürürse bu, ihtiyacın en çok olduğu yerde
eşyasını satması demek olmakla en içtimaî bir hareket demektir. Şu halde şahsî
menfaat prensipine
180
“En çok kimsenin en çok saadeti„ prensipine gelince bu prensipe göre meselâ bir
kimse fikirlerini serbestçe ifade etmek hakkına malik midir? Bu fikirlerin intişar
en çok kimseyi en çok miktarda mes'ut edecekse haktır, doğrudur; değilse
yanlıştır. Böyle bir karar umumî mahkeme veya tecrübe neticesile verilir. Keza,
ferdî mülkiyet hak mıdır, değil midir? Bazı nevi ferdî mülkiyet umumî saadeti
temin ediyor diğer bazıları —meselâ nakliyat vasıtaları, büyük fabrikalar—
etmiyor. Edenler hak, etmiyenler değildir.
Bentham saadeti “Hazzın varlığı ve elemin yokluğu,„ diye tarif ediyor. Şu halde
utilitarianism'de şu dört esas vardır:
(4) Hürriyet bir gaye değil, saadet için bir vasıtadır. Millî hakimiyet te böyledir.
Ferdin hükûmete iştirakte meknî bir hakkı yoktur, ancak saadetin tevziinde
kendi hissesini aramak itibarile
ÜTİLİTARİANİSM 181
hakkı vardır. Eğer bir fert veya zümre cemiyetin en çok adedinin en çok
saadetini temin edecekse böyle bir fert veya zümrenin hükûmet mevkiine
geçmesi meşrudur.
Bu umde şöyle bir misal ile izah edilebilir. İngiliz halkının büyük bir ekseriyeti
çay içer, nisbeten azı şarap içer. Bunlardan birisi üzerine vergi konmak icap
ederse hangisine konacaktır? Prensipe göre ilk bakımda şarap akla gelir, fakat
tetkik edelim. Çay içenler daha çok olmasına mukabil istihlâk edilen miktar
nisbeti ile verilen neşe ve saadet derecesi de göz önüne getirilmelidir. Çünkü
yalnız en çok adet değil en çok saadet te matluptur. Saniyen şarap daha az
içildiği için devletin talep ettiği vergiyi yalnız şaraptan çıkarmak şaraba fazla
miktarda vergi koymak demektir. Halbuki ayni meblâğ, çayın fazla istihlâki
olduğu için çaya daha az vergi koymakla elde edilebilir. Bu sayede şarap için
ekalliyetin çok mutazarrır olması yerine çay için ekseriyetin az mutazarr
olması daha iyi ve doğrudur.
menfaat ve saadetinin nerede olduğunu tayinde tana bir isabete malik midir?
İnsan ne bu derece zeki ne de bu kadar hodgâmdır. Heyecan ve insiyakların
zebunudur, ruhunda tecazüp ve aşk denilen içtimaî kuvvetler de vardır.
*
**
Marx büyük klâsik mezheplere isyan etmez. Onun daha tam bir tahlilini ve
anlayışını yaptığını iddia eder. Marx'ın tarihî materyalizm felsefesinden başka
iki
[*] St. Simoncular da Marxtan evvel Komünizmi kabul etmişlerdi; fakat bunlar tarihî materyalizm
ve sınıf mücadelesi esası üzerinde değil, tesanüt üzerinde yürümüşlerdi.
esaslı iktisadî telâkkisi vardır: biri fazla iş ve zait kıymet nazariyesi, diğeri
temerküzle mülkiyetin kendi kendini mahvedeceği kanunudur. Birincisi yeni bir
kıymet telâkkisi, ikincisi iktisadî inkılâp telâkkisidir. Biri statik, diğeri
dinamiktir.
I Tarihî materyalizm
Esas itibarile Marxın iddiası her cemiyette bazı maddî “İstihsal kuvvetleri
olduğu ve insanın bunu bir dereceye kadar kullanmak bilgisine malik olduğudur.
Bu kuvvetler ve bilgiler istihsal şartlarıdır. Bundan istifade için cemiyet
kuvvetlerini tertip etmek lâzımdır. Meselâ bir cemiyetin inkişafında muayyen bir
merhalede “istihsal kuvvetlerinin„ tamamen istismarı lazımsa hususî mülkiyetin
bazı şekilleri tanınmalı ve temin edilmelidir. Fakat cemiyet içinde her şeye
hâkim bir merkezî otorite ve diktatör bulunması lâzımdır. Bu kuvvet ve
diktatörlük devlettedir. Bunun şekli iktisadî müesseselerin karakterinden
meydana gelir. Binaenaleyh siyasî ve içtimaî
Maamafih bu istihsal şartları elâstikîdir. Çünkü hem insan iradesine tâbi olan
istihsal kuvvetleri değişiyor hem de onları kullanmıya ait bilgimiz değişiyor.
Binaenaleyh Süperstrüktür de “istihsal şeraitinin„ değişmesine göre değişecektir.
[1]
Fakat bir defa kurulmuş olan müesseseler değişmeğe karşı çok mukavemet
gösterirler. Şu halde cemiyetin sınıf bünyesi ve siyasî - içtimaî müesseseleri
iktisadî tahavvül hareketinin arkasında kalırlar; ta ki biriken ahenksizlik inkılâp
yolile yeniden cezrî intibaklar meydana getirmiş olsun. O zaman bütün
Süperstrüktür yıkılır ve yeni iktisadî nizamla ahenkli olarak yeni sınıflar tertibi
ve yeni müesseseler meydana gelir.
Mücadele prensipi :
[1] Süperstrüktür, mevcut içtimaî nizamı idame eden siyasî müesseseler ve içtimaî sınıflar
tertibidir.
Marx kıymeti doğrudan doğruya işin meydana getirdiğini kabul eder. İş miktar
mübadele olunan eşyada müşterek olan ve mübadeleyi mümkün kılan elemand
Faide ise sadece istimal kıymetini meydana getirir. Sermayedar ameleye
gündeliğini verir, fakat sâyinin bu gündelikten çok fazla olan mahsulünü kendisi
alır. İşte istismar buradadır deniyor.
İşin kıymeti nasıl taayyün eder? İşçiye yaşamak için lâzım olan zarurî
ihtiyaçların kıymeti ile.
[1] Marx'ın, tarihin iktisadî tefsiri hakkında verdiği umumî malûmat “Critic of Political Economy
unvanlı eserinin mukaddemesindedir. Kapital'in birinci cildinin tarihî bahislerinde de kapitalist.
sistemin menşe' ve inkişafını gösterir. Engels'in «Tarihî materyalizm» unvanlı eseri bu fikri daha
sistematik bir şekilde ifade eder.
İşte istihsal kıymeti ile istihlâk kıymeti arasındaki bu fazlalık zait kıymettir, ve
sermayedarın cebine gider.
Marx sermayedarın ameleden mübadele kaidesine göre bir şey çalmadığını zira
çalıştığı saatlere tekabül eden ve o enerjiyi istihsale vasıta olan zarurî ihtiyaçlar
bedelini ödediğini kabul ediyor. Kapitalist rejiminde bunun zaten başka türlü
olmasına da imkân yoktur. “İş kuvveti„nin kendi haiz olduğu kıymetten, yani
onu meydana getiren zarurî ihtiyaçlar kıymetinden fazla ve Marx'ın kabul
ettiğine göre iki misli bir kıymeti vücuda getirmek gibi sihirli bir hassaya malik
olması amele tarafından öğrenildiği zaman onları şaşırtmıştır. Sermayedar bunu
daha evvelden bildiriyordu. Amele ise bilmiyerek gebe bir inek satar gibi kendi
sâyini satıyordu.
Sermaye
(2) Sabit sermaye, makine ve inşaat gibi işe yardım eden sermayedir. Bu
sermaye insan emeği tarafından istihlâk edilmediğinden zait kıymeti doğurmaz.
Fakat kullanıldıkça ve zaman geçtikçe kendi kıymetini kaybeder. Sabit sermaye
herhangi bir mahsul gibi malolduğu iş saatinin miktarile taayyün eder. Bu
hizmet nihaî mahsulün hizmetinde mündemiç olmak lâzımdır. Ve adına
“Amortisman„ (itfa) kıymeti denir.
Bir misal:
Bir çömlekçi günde on saat elle çalışarak bir kap yapıyor; sonra bir çark
kullanmağa başlıyor. Bu çarkı yapmak için 100 saat sarfediyor. Bu çark 1000
kap yapacak derecede dayanıyor. Eğer çömlekçi ayni derecede çalışarak yine
günde bir kap yaparsa bu defa bu kabın kıymeti şu olacak:
Herbiri 1000 liralık sermaye kullanan iki müteşebbis farzetsek, bunlardan biri
900ü mütehavvil 100ü sabit, diğeri 100 ü mütehavvil 900ü sabit sermaye
kullansa, zait kıymet evvelce söylendiğine göre 100% olduğundan birinci
müteşebbis 900 liralık zait kıymet vücuda getirdiği halde ikinci müteşebbis
ancak 100 liralık zait kıymet elde eder.
Marx'ın bir zayıf noktası da sabit sermayeyi bu kadar aşağı gösterdiği halde bu
nevi sermayenin mütezayit bir surette büyük sanayinin bir bariz vasfı oluşudur.
Bir fırıncı ile bir iplikçiyi düşünürseniz iplikçinin sabit sermaye kullandığı için
daha fazla kazandığını görürsünüz.
Gerek bu tenakuz ve gerekse kârın arz ve talep kanununa tâbi olduğunu itiraf
etmesi ve sermaye ile idarenin kıymette bir rolü oluşu Marx'ın azametli iktisadî
abidesinin bilâhare çatlak vermesine sebebiyet vermiştir.
Her şeyden evvel şunu söylemek lâzımdır ki Marx'ın iddiasına göre kendi
nazariyesi hiçbir vakit bir dava
Karl Marx bu hususta kehaneti olmadığını ve bunun nasıl bir ameliye ile
meydana geleceğini bilmediğini, sermayedarlık rejimini meydana getiren tabiî
kanunların ayni rejimin mahvini de intaç edeceğini söylüyor. Bunun sebebi
şunlardır.
[1] Halbuki “Komünist beyannamesi„nin başında şu satırlar vardır: “Bütün dünya işçileri
birleşiniz; zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yoktur.„
Kâr şahsî çalışma haricinde elde edilen bir temettü haline geliyor. Ferdî
teşebbüsteki patronların şahsî çalışmaları da ortadan kalkıyor. Anonim şirketler
en yüksek tröstlere intikal ediyor. Bir gün bu hisse senetleri iktisadî
mekanizmada bir değişiklik bile hissedilmeden devlete ve millete intikal
edecektir. Hususî mülkiyet bu suretle kendiliğinden kalkmış olacakt
Gündelikçinin işinin mahsulü üzerinden patronun hakkı kalkacaktır. İnsan
hususî bir surette kendi elinin mahsulü olan bir şey ise mukabilinde bir kıymet
hakkına malik olmak üzere elinden alınacaktır. Çünkü bu rejimde hiçbir suretle
ferdî mülkiyete müsade edilmiyecektir. Mahsul içtimaî olacak ve bu mahsülden
herkes hissesine düşeni alacaktır.
Marx'çı mektep
Tıpkı St. Simon, St. Simonculardan olmadığı gibi Marx'ta Marksçı mektepten
olmadığını ilân ederdi.
Tarihî maddiyetçilik asıl Marx'a göre bir mide felsefesi değil, her ne şekilde
olursa olsun cehit ve gayret felsefesidir. Bir pragmatizmdir.
4 — Cebir ve şiddetle.
İşte bütün bunlar karşısında neo - Marksitler küçük mülkiyeti kabul ettiler ve
sınıf mücadelesini de ölüme ve ihtilâle müncer olmıyan bir karışıklığa irca
ettiler. Kavgalar yüksek sınıflar arasında olduğu gibi amele sınıfları arasında da
mevcuttur. Mahir işçiler - acemi işçiler kavgası gibi. Bazan İngilterede olduğ
gibi kavga, amele ile sanayicilerin ziraatçiler aleyhine birleşmesi veya aksi
kombinezonlar şeklinde de tezahür etmektedir. O halde yeni Marx'çılıkta as
Marxizmden ne kalmıştır? Bernstein buna cevap veriyor:
“Sosyalizm zaten hareketten başka bir şey değildir. Hareket her şeydir,
muvaffakiyet hiçbir şeydir.„ [1]
13
Muasır cemiyet yekta bir medeniyetin eşsiz bir mahsulüdür. Fakat bu mahsul
henüz oluş halindedir; cereyan etmekte olan vetirenin bir kısmı içtimaî nizam
yeni ve eski prensiplerinin mücadelesidir. Yeniyi anlamak için eskiye bir göz
gezdirmek faydalı olacaktır. Gittikçe yeni medenî devlete yerini terketmekte
olan eski içtimaî bünyenin ne olduğunu anlamak lâzımdır.
Sonra klasik medeniyette başka bir şekil meydana geldi. Eski Yunanistandaki
site devletleri yeni bir içtimaî taazzi idi. Bu teşekkülde birçok klanlar ve köyler
itilâf ediyorlar, mütenevvi ve mürekkep bir hayat yaşıyorlar; ferdin daha çok
serbestisi ve inkişafı temin ediliyor, gittikçe klan bölümleri yerine coğrafî
bölümler geliyor; kan bağları yerine medenî haklar esası kabul ediliyor. Art
kanunlar bir hükümdarın emri değil, bütün vatandaşların iradesi oluyor. Bu
manada site devleti hür insanlar cemiyetidir, kendi kendilerini idare ederler. Her
ferdin kendi vazifesini yapması ile devlet hayatını idame eder ve buna kar
devlet te vatandaşları düşünmekle muvazzaf olur. Böyle bir içtimaî teşekkülün
gayesi terakkiyi ve iyi yaşamayı temin etmekten ibarettir. Muasır hayat ta
Yunanlıların güttükleri ayni gayeye dönmekten başka bir şey değildir. Fakat site
sisteminin bazı mühim mahzurları nihayet onun sukutuna sebebiyet vermiş
Haklar ve mes'uliyetler orada yaşayanların hepsine değil, yalnız hür
vatandaşlara aitti; ve bu hür olanlar da esir addedilenlere nisbetle pek az idiler.
Bundan başka site devletleri arasında müthiş bir rekabet ve cidal vardı.
Roma dehası ise siyasî hayatı başka bir usule raptetmişti. Roma vatandaşlığ
bütün İtalyaya, hattâ bütün Akdeniz havzasına teşmil edilmişti. Fakat bu kadar
genişliyen vatandaşlık kıymetini kaybetmiş ve nihayet Roma İmparatorluğ
askerî kuvvetin emrine tâbi olan bürokratik bir teşekkül olmuştu. Uzak
diyarlarda bu nüfuzun azlığı Ortazamanda Avrupanın içtimaî sistemi olarak
tanılan mevzii kuvvetlerin zuhûrunu, Feodalite devrini meydana getirmiştir.
Feodalizm sisteminde her fert kendisinin fevkinde bir âmirin vasatidir. Onun
*
**
Muhalif fikirlerin neşrine yer verirseniz şu iki halden birisi meydana gelir; ya bu
muhalif fikrin inkişaf ve tavazzuhile içinden bir hakikat tezahür eder, beşerî
fikirler mecmuuna yeni bir şey ilâve edilir, yanlışlığın kökü nerede olduğ
anlaşılır, (çünkü hata doğrunun ekseriya yanlış anlaşılmasıdır) veyahut diğ
ciheti düşünürsek bu yeni ideolojide hiçbir yeni hakikat yoksa gittikçe hata
olduğu münakaşalarla daha bariz bir surette tecelli eder ve kendi kendisini
büyüdükçe mahveden bir şey olur.
Demokrasi, cemiyetin kendi kendini idare eden bir şahsiyet kuvveti üzerine
emniyetle kurulacağı kanaatidir.
[1] Samimî demek, yanlışlığı anlaşılan bir fikir üzerinde ısrar etmemek demektir.
Ancak bu esas üzerinde içtimaî bünye sağlam ve azamî derecede inkişafa müsait
olur. Şu halde hürriyet yalnız ferdin hakkı değil, ayni zamanda cemiyetin bir
zaruretidir. Hür olmak cemiyetten ayrılmak demek değildir, bilâkis cemiyetin
kayıtlarına tâbi olup onun ahengini temin etmek demektir. Cemiyet içindeki
fertlere akıl sahibi insanlar nazarile muamele etmek demektir. Mücrimi,
kusurluyu, cahili, muhalifi kendi halinde bırakmak veya ona menfi muamele
yapmak değil, hak ve adalete müstait bir kimse olarak onu kurtarıp yükseltmeğ
ona hakikati göstermeğe çalışmak demokrasinin vazifesidir.
Uzvî bir şey öyle parçalardan müteşekkildir ki, külden ayrıldıkları zaman yaln
başlarına yaşamak kudretinde olmamakla beraber biribirinden ayrıdırlar ve
küllün yaşamasına hâdimdirler.
Bu mülâhazalar ferdi cemiyete feda eder gibi görünürse de, bu ancak bir tarafl
görüştür. Hakikatte cemiyet fertlerden müteşekkil olduğundan cemiyetin bütün
menfaatleri mütesaviyen ferdî menfaatlerden başka bir şey değildir.
Hürriyet Ne Demektir?
İçtimaî felsefelerde, hürriyetin ifade ettiği umumî manayı anlamak için muhtelif
hayat safhalarında ifade ettiği manaları tetkik edelim.
1 — Hukukî hürriyet :
Orta ve yeni zamanlarda kıratların ilâhi haklara istinat eden hâkimiyetine kar
yapılacak ilk iş kanununun hâkimiyetini temin etmeğe çalışmaktı. Bir cemiyet
hükümdarın emrine tâbi kaldıkça onun esiridir. On yedinci asırda ilk defa olarak
İngiliz parlâmentosu böyle bir arbitrer idareye karşı teessüs etmişti. Kiral
salâhiyeti tahdit edilmiş ondan bazı haklar ve imtiyazlar alınmıştı.
Umumî bir hürriyetin ilk şartı umumî kayıtlara tâbi olmaktır. Böyle bir kay
olmadıkça bazılarının azamî hürriyetine mukabil diğer bazılarının hürriyetsizli
meydana gelir. Adalet mefhumu yerine kuvvet mefhumu hâkim olur. Serbest bir
idarede hükümdarların da tâbi olacağı umumî iradeyi temsil eden birtakı
kanunlar bulunacaktır. Binaenaleyh hürriyet ile kanun arasında asla bir tezat
yoktur. Bilâkis biri ötekinin ayırt edilmez bir lâzımıdır. Fakat şu noktaya dikkat
edilmek lâzımdır. Kanun bir cemiyet içinde muhtelif sınıflara göre yapılırsa asla
hürriyeti temin edemez. Onun için hakikî hürriyet mefhumu içinde müsavat
mefhumu da mündemiçtir. Demokrasi böyle bir kanun hâkimiyetini kasteder.
Mahkemeler herkesin kolaylıkla girebileceği yerler olacaktır. Hâkimlerden
başka müntehap jüri heyetleri bu müsavatın temini için meydana gelmiştir.
2 - Malî hürriyet :
son sebep ruhban ve asilzadeler sınıfının hisselerine isabet eden malî yükü yani
vergilerin müsavi bir surette tevzi şeklini reddetmiş olmalarıydı.
Fakat vergilerin müsavi bir surette tevzii meselelerinde bazı müşkülâta tesadüf
edilmektedir. Vergi kanunları umumî ihtiyaçlara göre herzaman değişen
kanunlardır ve bunların değişmesini istiyen de icraî kuvvettir. Onun için vergi
değişikliği yapılacağı sırada hükûmetin tam ihtiyaca göre hareket etmesi
lâzımdır.
3 - Şahsî hürriyet:
Şahsî hürriyet neden ibarettir? Şahsî hürriyet içinde her şeyden evvel bir
tefekkür hürriyeti vardır. Bir adamın kendi zihninde teşkil ettiği fikirler
araştırılmaktan„ tahkikten masundur. Her fert istediği gibi fikirler sahibi olmakta
hürdür. Filiyat sahasına geçmedikçe istediği gibi düşünür. Fakat sadece kendi
kendine düşünmüş olmanın hiçbir faydası olmadığından fikirlerin mübadelesi
hürriyeti de fikir hürriyetile tevem olarak gider. Zaten tefekkür içtimaî bir
mahsul olduğu için bizatihi tefekkürün meydana gelmesi müdavelenin
mevcudiyetini istilzam.
4 — Vicdan hürriyeti:
Din ve vicdan hürriyetinde de ayni mesele vardır. Muasır hiçbir devlet din
namına insan kurban edilmesine, zulüm yapılmasına müsaade edemez. Dinî
hürriyetin de bir derecesi vardır ki, o derece tecavüz edildi mi derhal kanun
müdahale eder. O halde vicdan hürriyeti demek başkalarının ayni dercedeki
serbestisini ihlâl etmemek üzere itikat ve ibadet serbestliği demekir. Tam
hürriyet daima tam müsavat ile tevemdir. Fakak birisinin bir din hakkındaki
va'zı adeta filî bir cebir derecesinde kuvvetli olur ve hürriyeti ihlâl ederse yine
kanun müdahale edecektir.
5 — İçtimaî hürriyet:
Vazife, meslek, terbiye gibi birtakım insanî haklar bir cemiyet içindeki sınıflara
ve mertebelere göre taksim edilmiş ise ve birinden diğerine geçmek mümkün
değilse böyle bir cemiyet içinde içtimaî hayat yok demektir. En ifrat şekilde bu
bir kasit sistemidir.
6 — iktisadî hürriyet:
Merkantalizm denilen iktisadî bir siyasetle yeni zamanın ilk kısmında mahallî
ticaret ve sanayiin himayesi için kanunlar yapılıyordu. İngilterede seyrisefer
kanunları ile, gümrük tarifeleri bunların en mühimleri idi. Bunun en mühim
mahzuru olarak bir sahada daha çok istifadesi olacak sermayenin daha az
istifadeli olacak diğer bir sahaya intikaline amil olması zannedilmiş ve böyle bir
müsavatsızlığa ve gayriiktısadî harekete karşı müfrit: liberalizm siyaseti
mücadele etmiş, ve bu sayede ilk defa İngilterede himayecilere karşı serbest
ticaret taraftarları muvaffakiyet kazanmışlardı. Fakat sonradan fabrika
sisteminin meydana getirdiği şerait umumî vicdanın teessürünü mucip olacak bir
vaziyet ihdas etti. Amele arasında müthiş bir fakrü sefalet alıp yürüdü. Bunun
üzerine liberalizm ve tam manasile serbest ticaret ve sanayi tahdit edilerek
amele hayatını tanzim edecek bir dereceye gelmişti. Sermayedar ile amele
arasındaki serbest münasebetin hudutları çizilmiş ve nihayet gümrüklerle
himaye usulü iade edilmiştir. Büyük rekabetsiz teşbbüsleri devlet deruhde
etmiştir. Bu, demokraside etatizm dediğimiz esas prensiplerimizdendir. Bu hal
serbest mukavele esasına bir müdahale olduğundan Ingilterede liberaller kuş-
Mukavele hürriyeti teşarük hürriyeti ile sıkı bir surette alâkadardır. Mukavele
yapmak demek başkalarını mutazarrır etmemek şartile çalışmak demektir. Fakat
fertlerin fıtrî kuvvet ve hususiyetleri biribirinden farklı olduğu için bir haksızlığ
mahal kalmamak üzere kanunen bu teşarükün tesbiti lâzımdır. Diğer cihetten
bazan şirketler okadar kuvvetli olurlar ki tam bir hürriyete malik olduklar
takdirde bir nevi devlet içinde devlet meydana gelmiş olur. Demokrasi birinin
hürriyetini diğerinin ziyanına olarak asla kabul edemez. Binaenaleyh
sermayedarlar karşısında amelenin de kendilerini müdafaa için cemiyetler teşkil
etmelerine uzun mücadelelerden sonra muvafakat edilmiştir. İngilterede 1824
ten itibaren başlıyan büyük “trades union„ işçi cemiyetleri hareketi bir
demokrasi hareketi telâkki edilebilir.
7 — Aile hürriyeti:
Devlet hududu içinde aile en umumî ve en esaslı bir cemiyettir. Sultalı devlette
sultalı aile şekli vardı; böyle bir ailede zevç mutlak amirdi. Karısının ve
çocuklarının malları, canları kendisinin idi. Demokrasi ailede kadını mes'ul bir
şahsiyet olarak tanıyor, kendi malına sahip olabilir, kendi hesabına ticaret
yapabilir; izdivaç dinî mahiyetten çıkarak bir mukavele esasına istinat eder;
çocukların yetişmesi hususunda ebeveyn tamamen mes'uldür. Terbiye
meselesine gelince devletin bir baş hami olması itibarile müstakbel
vatandaşların hürriyet ve müsavat namına haklarını düşünmesi demokrasi ile
tezat teşkil etmez. Görülüyor ki tam hürriyet burada da kayıtlarla müterafıktır.
8 — Millî hürriyet:
Saniyen bazı geri ırklar vardır ki bunlar kendi hallerine bırakıldıkları zaman
idareden âciz kalarak bir
anarşi içine düşebilirler; bir beşerî sefalet meydana getirirler; böyle vaziyetler
içinde istiklâl hakkını tahdit etmek demokrasi umdelerile tezat teşkil etmez.
9 — Beynelmilel hürriyet:
Buraya kadar hürriyet cereyanının esas safhalarının bir hulâsasını yapmış olduk.
Bu cereyanın fertle, aile ile.
*
**
14
Locke siyasî cemiyeti sun'î bir teşkilât farzetti, hükümdarla fertler arasında
yapılmış bir mukaveleye istinat ettiğini ileri sürdü. Eğer tarafeynden birisi
şartlara riayet etmezse mukavele bozulur. Rousseau bu mukavelenin halk
kendi arasında yapıldığım kabul etti. Bu suretle meydana gelen müşterek iradeyi
temsil eden bir hükûmet kuruldu. Fakat bu hükûmet halkın hâkimiyetine tâbidir.
Sadece bu hâkimiyetin mümessilidir. Tabiî haklarının bir kısminden feragatle
devleti meydana getiren fertler mukabilinde medenî haklara malik olmuşlard
Hakikî ve geniş manada şahsî hakların içtimaî menfaatle tezat teşkil etmedi
şöyle dursun onu azamî derecede temine hâdimdir. Herfert şahsî haklarile azamî
derecede müstakil olur, ve eğer manialar kaldırılırsa kendi istidadına en uygun
olan mesleği bulur; binaenaleyh her iki suretle cemiyet içinde en faideli olur.
II: — Her siyasî teşekkülün gayesi insanın maşerî ve ferdî olan hakların
muhafazasına matuftur. Bu haklar millî istiklâl, mülkiyet, emniyet ve tazyika
mukavemettir.
İnsan, fikrî hürriyetini kazanmak ve mes'ut bir hayata malik olabilmek için dört
şeyden azade olmak lâzımdır. İnsanları daima esaret altında bulundurmak istiyen
bu dört şeyden kurtulmak hayata yeni ve canlı bir ruh verir. Bu dört zincir
şunlardır:
I — Korku.
IV - Atalet.
Cemiyet ve fert
Herşeyden evvel cemiyetten ayrı bir fert, tecrübenin tanımadığı mücerret bir
mefhumdur. Fertlerden ayrı olan bir cemiyet mefhumu da ayni derecede
mücerettir. Hakikî olan şey insanî hayattır. Bunun ferdî veya içtimaî, hususî
veya umumî safhaları vardır. Fakat daima
buradaki cemiyet kelimesinden bir ferdin meydana getirdiği bir cereyan murat
ediliyur. Cemiyetin de ferdî şahsiyetten ayrı bir manası yoktur. Hâsılı nerede
hayatı cemiyet halinde bulursanız orada hayatı ferdî olarak ta bulacaksınız; ve
nerede ferdî olarak bulursanız orada içtimaî olarak ta bulacaksınız.. Devletin
vazifesi bu ikisini ahenkli bir şekilde inkişaf ettirecektir.
Birçok kimseler fert ile cemiyeti sadece biribirinin zıddı olarak değil, ayni
zamanda birinciyi kincinin esası olarak kabul ederler. Böylece fertlerin cemiyeti
meydana getirdiği kabul olunur. Bunun aksi olan iddia da garip görünmekle
beraber kuvvetli bir içtimaiyat mektebinin esaslarındandır. Birincinin sebebi
hayatın ferdî safhasını kolaylıkla ve tabiî olarak düşünebilmemizden ileri gelir.
Grupları, milletleri ve beşeriyeti mücerret düşünebilmek epeyce faal ve terbiye
görmüş bir muhayyileye ihtiyaç gösterir. Cemiyeti umumiyetle fizikî varlıklar
mecmuu gibi görürüz, onu canlı bir kül olarak gösterebilmek epeyce müşkül bir
iştir. Onun için birçokları cemiyeti esrarengiz bir şey telâkki eder ve bir şeniyet
olduğundan şüphelenmeğe mütemayil olur. Bazıları fert ile cemiyeti kar
karşıya mukayese ettikleri zaman ferdî fena cemiyeti iyi görürler. Tekâmülün
ferdiyetten içtimaîliğe doğru gittiği ileri sürülür. Binaenaleyh fert cemiyetten
evveldir ve tekâmül ettikçe cemiyet meydana gelir derler.
dedir. “ Millî hayat „ “ insanî hayat „ her ikisini toplıyan bir vahdettir, bir küldür
ki ferdî hayat içtimaî hayat diye tamamen müstakil bir tecezzi kabul etmez.
Meselâ Shakespeare ne tamamen müstakil bir ferttir ne de tamamen müstakil bir
cemiyet mahsulüdür. Her ikisinin birleşmesinden meydana gelmiş, tecezzi kabul
etmez bir vahdettir. Bazılarına göre insiyakları ferdî ve içtimaî diye iki kısma
ayırmak ta doğru değildir. Son ruhiyat telâkkileri insanı bir kül olarak kabul
eder. Fert ancak bütün insiyaklarının ahenkdar bir surette tevazün ve inkişafile
yükselir ve binaenaleyh ancak bu suretle içtimaî olur.
Devlet ve Vatandaş
Fakat bunu söylerken iki noktayı göz önünde bulundurmak lâzımdır: evvelâ
teşriki mesainin müspet ciheti yani mütekabil yardımı olduğu gibi menfi ciheti
de yani çarpışması ve geçimsizliği de vardır. Bunun telâfisi için “tolerans
denilen tesamühe malik olmak lâzımdır. Saniyen içtimaî hayat ile devlet
hayatını biribirinden tefrik etmeliyiz. Devletin alelâde içtimaî hayattan ayr
olarak iki mühim farikası vardır: biri devlet hayatının muayyen
müesseselerle tebellür etmiş olması, diğeri devletin mecburî bir teşarük şekli
oluşudur. Devlet, umumî meselelerle meşgul olarak umumî kanunlar vazeder.
Böylece ferdin tabiatindeki hususî temayüllere uygun olmayabilir. O, cemiyetin
kökü ile meşgul olduğundan tezyinatını düşünmez. Bundan başka devletin
kanunları arkasında bir kuvvet vardır ve hudutları içinde yaşıyan her fertten ister
istemez bir itaat bekler. Bu hususta ihtiyarî hareket yoktur. Halbuki içtimaî
hayatın alelâde teşarüklerinde böyle bir cebir mevcut değildir. Nihayet ondan
ayrılmak mümkündür.
Fakat devletin kanunu tam bir ihticacın mahsulü olmadıkça gayritabiî bir
mecraya girer ki ahlâkî ve manevî kıymetini kaybeder. Düşünmeli ki bir devletin
en birinci vazifesi ahlâkî ve manevî üf'ulesidir.
Kendi kendini idare eden müstakil bir halk kütlesinde yani demokratik bir
cümhuriyet şeklinde idare edenler ile idare edilenlerin teması kadar zarurî bir
ihtiyaç yoktur. Ancak o sayede bütün vatandaşlara mütesaviyen şamil olacak bir
hürriyet tesisine imkân hâsıl
218
olur. Aksi takdirde yani demokratik olmıyan mutlakıyetçi veya müfrit sosyalist
bir cemiyette bazılarını terbiye etmeğe tahsis edilen müesseseler, diğerlerini
ahlâksız ve gayriiçtimaî yapar. Saltanat devrinin sarayları, seramedanı bunun
bariz bir nümunesidir. Devlet halkın iradesinin tecellisi olmadıkça bu daima
böyle olmuştur.
İşte demokrasi vatandaşlar arasında veya vatandaş ile devlet arasında ahenkli bir
teşriki mesaidir, dediğimiz zaman bu tarif hak mefhumunun bu suretle doğ
olarak anlaşılmasının tabiî bir neticesidir. Hakikî demokratik rejimde bu tarif en
yüksek tecellisini bulmuştur. Türk milleti tarihte görülmedik fedakârlık ve
kahramanlığı ile kurduğu cümhuriyet rejiminde bu yüksek ülkünün tahakkukunu
istihdaf ediyor. Büyük asil Türk ırkının maşerî dehasını yüksek şahsiyetinde
temşil eden Büyük Gazi milletine bu hedefi kuvvetle göstermiştir. Üzerinde
yürüyeceğimiz ve yükseleceğimiz yol ancak bu yoldur.
ZEYİL
İzafiyet Nazariyesi Ve Felsefî Neticeleri
Einstein
Hayatı
etti. 1913 te Berlinde kurulan Kayser Fizik Enstitüsünün reisi oldu. Avrupa ve
Amerikanın birçok darülfünunlarından ve cemiyetlerinden şeref dereceleri
aldıktan sonra 1921 de de Nobel mükâfatını kazandı.
Atomun bünyesi
Madde nedir? Böyle bir şey var mıdır, yoksa haricî âlem başka bir şeyden mi
müteşekkildir? Varsa bunun mahiyeti ve tahavvülleri neden ibarettir?
Hattâ denilebilir ki bütün an'anevî felsefeleri bu ışık altında yeni baştan tetkik
etmek lâzımdır. Asrımız, hiçtir asırda yarılamadığı derecede, eşyanın mahiyetine
daha derinden nüfuz edebilmiştir.
Fakat bu yeni fikirlere geçmezden evvel daha basit olan eski atom nazariyesini
de anlamak lâzımdır. Bu nazariye Einstein tarafından ileri sürülen esaslar
üzerindeki doktrinleri bittabi hesaba katmıyor. Onun için izafiyet nazariyesini
anlamaktan çok daha kolaydır, ve onu anlamak için bilinmesi zaruridir. Çünkü
bu yeni nazariyelere bir merhale teşkil etmiştir.
[2] Heisenberg ve Schrodinger gibi iki Alman âlimi bu yeni hakikati meydana çıkarmışlardır.
[3] Demokrit, Epikür maruf atomcu filosoflar idiler. Birincisi tamamen determinist, ikincisi ise
atom hareketlerinde bir ihtiyarilik kabul ediyordu.
222
“Tabiatte sıçrayış, hamle yoktur„ diyenleri şiddetle tekzip eden hadiseler fizik
sahasında da kendisini göstermektedir. Tabiatte sıçrayış ve hamle vardır. Bu
zarurî sıçrayışları ilk olarak gösteren Alman âlimi Planck olmuştur.
Bir cisim muhitinden daha sıcak olduğu zaman nasıl etrafına hararet neşreder?
Hararet ihtizazlardan meydana gelir. Fakat bu ihtizazların saniyedeki adedi
fazlalaştıkça hararetin de ayni nispet dahilinde muntazaman fazlalaşaca
zannedilir. Halbuki hakikat böyle değildir. İhtizazlar muayyen bazı adetlere
vâsıl oldukça hararetin birdenbire sıçradığı görülür. Tabiatte temadi veya tedricî
tekâmül değil, atlayış ve hamle vardır.
İşte felsefeyi bilhassa alâkadar eden cihet burasıdır. Maddenin ortadan kalkarak
yerine kuvvet mefhumunun kaim olmasıdır.
İzafiyet nazariyesi
İzafiyet nazariyesinin talep ettiği yeni tabiat telâkkisi içinde cazibe hâdisesi,
muaddel şeklile yer bulabildiği halde elektro-magnetism hâdiseleri bu
nazariyeye kolaylıkla tevafuk edemiyordu. Son senelerde bu hâdiselerin de
umumî izafiyet nazariyesi içine ne suretle sokulabileceğine dair birçok
münakaşalar olmuştur ve hâlâ da devam etmektedir.
İlk prensip
İlim iki suretle yürür: (1) Hakikatlerin keşfi (2) bu hakikatlerin biribirile
ahenktar olacak umumî sistem ve mekanizmelerinin keşfi. İlmin terakkisinde
büyük dönüm noktaları ikinci nevi keşiflere istinat eder. Astronomide
seyyarelerin hareketlerini izah eden Koperniğin sistemi, Newton'un seyyarelerin
katınakıs şeklindeki mahreklerini izah eden umumî cazibe kanununa müstenit
mihaniki, Darwin'in bazı hayvan nevilerinin bakasını ve diğerlerinin mahvini
izah eden tabiî istifa ve tekâmül nazariyesi hep
15
Newton boşlukta bir “esir„ kabul etmişti. Sonraları ziya ve elektriğin intişarı da
bu vasıta ile izah edilmişti. Fazla olarak bu esirin hareketsiz olması icap
ediyordu. Şu halde arzın sürati bu hareketsiz esir içinde aldığı yoldu.
İşte Michelson bu vasıta ile bu farktan istifade ederek arzın süratini bulmağ
teşebbüs etti. Sonra Morley nin de iştirakile yapılan bütün tecrübeler hayret
verici »bir netice verdi. Herhangi istikamette yani gerek arzın hareketi
istikametinde gerekse aksi istikamette yapılan bu ziya tecrübelerinde en hassas
aletler bile en küçük bir sürat farkını göstermediler. Halbuki arzın esir içinde
hareket etmesine göre bu hareket istikametinde gönderilen ziya sürati ile aksi
istikamette gönderilen ziya sürati arasında mutlaka küçük bir fark bulunacakt
Aletler o kadar hassas idi ki hattâ arz esir içinde sani-
O halde esir içinde arzın hareketi nedir? Bu tecrübelere istinaden tabiaat “hiçtir
cevabını veriyor.
Sanki tabiat kendi kendisini bir muammalı perde ile örtüyordu. İşte 1905 te
Einstein nin neşrettiği fikir ve nazariye bu muammalı perdeyi kaldırmış ve
yerine bir yeni tabiat kanunu ikame etmiştir. Bu kanun “mutlak[l] hareketin
hiçbir tecrübe ile tayinine imkân olmadığı„ kanunudur. Diğer bir tabir ile bu
kanun şöyle ifade edilebir: “Hernekadar biribirlerine göre izafi olsa da ayni
süratle hareket eden iki müşahit karşısında tabiat hâdiseleri değişmez„. Bu
ifade fizikte izafiyet nazariyesinin en; kısa ifadesidir. Manası daha aşağıda
anlaşılacatır.
Şimdi, yukardaki kanunu daha iyi izah için boşlukta bir esir olduğunu ve bu esir
içinde etrafına ziya neşreden bir cisim olduğunu farzetsek, bu ziya kürevî
dalgalar halinde etrafına muayyen bir süratle intişar eder.
Eğer ziya merkezi olan bu cisim muayyen bir istikamette hareket etse,
neşretmekte olduğu ziyanın sürati 'hareket etmekte olduğu istikamet üzerinde
dahi diğer istikametlerdekinin aynidir, tabiat hâdiseleri muhtelif müşahitlere
göre hiç değişmez. Bu fikir, ilmin umumî mefhumlarına ve hattâ lisanın mantı
ifadesine bile uygun olmıyan bir fikirdir. Ve işte bu uygunsuzluk Einstein'in
ifade ettiği gibi bizim yanlış olarak mutlak -zaman ve mekân mefhumları kabul
edişimizden ileri geliyor.
Arz sabit bir esir içinde muayyen bir süratle ve bu iki rasathanenin arasındaki
hattı müstekim üzerinde hareket ediyorsa Parisin Grinviçe göndereceği telsizin
süratine arzın süratini de ilâve etmek mecburiyeti vardır. Yani arz hareketsiz
olsaydı bu telsiz daha uzun bir zamanda Grinviçe vâsıl olacaktı. Fakat arzın esir
içindeki süratini yukarda arzedildiği gibi kat'iyyen bilemediğimiz için bu saatleri
doğru olarak ayar etmek hususundaki imkânsızlık derhal kedisini gösteriyor.
Bununla beraber yine ayni nazariyeye göre tabiat: hâdiseleri arzın sürati herne
olursa olsun üzerinde bulunan müşahitlere göre değişmediği için saatleri ayar
etmek hususundaki bu imkânsızlığın bizim gündelik hayatımıza taallûku yoktur.
Biz onun farikı olamayız. Eğer farikı olabilseydik o anda arzın süratini tayin
etmek mümkün olacaktı. [1] Arz mahreki üzerinde hareket ederken muhtelif
yerlerde bulunduğuna göre sürati değişiyor. İlkbaharda başka sonbaharda başka
oluyor. Bu itibarla da saatlerin ayar edilişinde bir sıhhatsizlik vardır.
Şu halde biz arz üzerinde her şeyi, temeli çürük olan ayarsız saatlerimizin
gösterdiği zamana göre ölçüp biçiyoruz. Binaaeleyh bu sayede elde ettiğimiz
bütün kıymetler ancak izafî kıymetlerdir. Hakikî değildir. Kendi saatimize göre
bir cismin bir zamanda bir mekânda bulunduğunu söylerken kâinat içinde farik
olmadığımız hareketleri hiç hesaba katmıyoruz. Bir gemi içinde bulunan insan
geminin harekentinden habersiz olsa bir zaman sonra İstanbuldan çok uzaklara
gittiği halde kendisini hâlâ İstanbulda zannettiği gibi, arzımız üzerindeki bütün
hareketlerde de ayni zühul mevcuttur. Çünkü biz farikı olmadan arz
mütemadiyen kendi hareketile bize yerimizi değiştiriyor. Bizi hareket ettiriyor.
Binaanaleyh sağ ve sol mefhumu insan için nekadar izafî ise zaman, mekân ve
hareket mefhumu da okadar izafidir.
“Zaman-mekân„ prensibi:
Bir cismin mekân içinde kıymetini tetkik ederken dört ölçüsünü bilmek
lâzımdır. Üç tanesi malûm olan ölçülerdir. Dördüncüsü de izafiyet nazariyesile
ehemmiyeti meydana çıkan zaman ölçüsüdür. Meselâ bir fıçı şarabım
Ayrı ayrı zaman ve mekân yerine zaman - mekân mefhumunun geçmesi fizikî
âlemin bünyesi hakkındaki kanaatimizi tamamen değiştiriyor ve tabiatile
felsefeye de tesir ediyor.
Kâinatın bir zamanda bir variyette başka bir zamanda başka bir vaziyette
olduğunu tabiî olarak düşünürüz. İzafiyet nazariyesine göre böyle bir düşünce
yanlıştır. Mutlak bir zaman yoktur ki kâinatın bu zaman içindeki vaziyetini
düşünmüş olalım.
Hendesede de iki nokta arasındaki hattı müstekim mevhum bir fikirden ibaret
kalıyor. Çünkü hattı müstekimin kısımları mutlak mekân içinde bir yer işgal
ettiğine göre bu tarif yapılmıştır. Halbuki mutlak mekân olmayınca bittabi böyle
bir hendesî mefhum da tam bir hakikati ifade edemez. Bir müşahide göre hatt
müstekim olan diğer bir müşahide göre değildir.
Çocuklarımıza deriz ki: elmanın ağaçtan toprağa düşmesi arzın merkezindeki bir
cazibeden ileri geliyor. Fakat daha fazla fizik malûmatı olanlar bilirler ki,
elmanın düşmesi arzın merkezindeki cazibe kuvvetile kendi mihveri etrafındaki
hareketinden mütevellit “kuvei annil-merkeziye„ nin muhassalasından ileri
gelmektedir. Eğer arz mihveri etrafında şimdikinden 17 defa daha hızla
dönseydi, elma ağacından koptuğu zaman toprağa düşmiyecekti, ona muvazi
olarak olduğu yerde duracaktı. O zaman da hakikatte hiçbir değişiklik olmadığ
halde arzın merkezinde bir cazibe olmadığını söyliyecektik. Kuvvet, süratin
tezayüt nispetinden (acceleration) ibarettir. Cazibe kuvveti denilen bir şey
cisimlerde mevcut değildir.
Panamadan Seylâna en kısa yol üzerinden gitmek istiyen bir tayyareci kendi
hareketine nispeten arzın mihveri etrafındaki hareketini de göz önünde
bulundurarak doğru bir hat takip etmeyip şimalişarkiye doğru gidecek,
İngiltereden geçecek ve şimaligarbî istikametinden Seylâna vâsıl olacaktır.
234
Fizikî âlemde birçok hadiseler vardır ki onlar bizim idrak sahamız dahiline
girmiyor. Onların mahiyetlerinden tamamen bihaber bulunuyoruz. Ancak beşerî
ihsasların ve zihnin hudutları dahiline girebilen pek cüz'î hâdiselerden haberdar
oluyor ve onlarla meşgul oluyoruz. Kabiliyetimiz haricinde kalan hadiselerin
bizce bilinenler üzerinde yaptığı tesirler esrarengiz bir mahiyeti haiz gibi
görünüyorlar. Beşerî aczimiz bunları anlamaktan bizi menediyor. Bir yıldı
görmenin ne demek olduğunu biliriz. Fakat bize gelen ziya şuamın ne olduğunu
ve nasıl geldiğini anlayamıyoruz. Maamafih âlem bize malûm olduğu derecede
ve bize tesir ettiği derecede âlemdir. Bizim âlemimizdir. Fizikî âleme tatbik
ettiğimiz.
riyazi usulü maneviyat âlemine tatbik edemeyiz. İnsan saadet, sefalet, sevgi,
nefret, korkular, arzular gibi ölçülemiyen, hesabe gelmiyen duygulardan
müteşekkildir. Binaenaleyh zihnî itiyatlarımızı riyazî kanunlara, mihaniki
esaslara göre tesis eden içtimaî kuruluşlar hem kendimizi hem cemiyeti betbaht
ve muvaffakıyetsiz kılar [1].
İndeks
A Brownian, 220
Budisme, 84
Aklı mahzın tenkidi, 5 Burligton, 166
Amelî akıl, 10
Amorfati, 24, 57 C
Analitik, 11, 15
Anonim, 190 Condorcet, 5
Animizm, 111 Comte, 29, 86, 88, 89, 99
Ansiklopedistler, 5 Antithesese, 37 Carlyle, 159
Antinomi, 20, 21 Cobeden, 206
Antropoloji, 9 Cumberland, 75
Aposteriori, 11, 13
Apollo, 106 D
Apriori, 11, 16, 19, 21, 24,26, 37, 39,
43, 163 Dalton, 222
Aristo, 39, 52, 216 Darvinizim, 101
Aristofan, 117 Darwin, 100, 102, 103, 140, 143; 167,
Asrımızın karakteri, 35 178, 125
Astronomik kosmos, 59, 88 Demokratik, 195, 199, 218
Astronomi, 225, 227 Demokrasi, 197, 198, 199, 200, 201,
Ateist, 6, 7, 106 202, 203, 204, 205,206, 207, 208,
209, 212, 218
B Determinizm, 133, 140, 151
Descartes, 19, 22, 73, 131
Bacon, 5 Desitter, 234
Baomberg, 50
Bediî akıl, 10 Dewev, 166, 167, 168, 169, 170, 171,
Benoit, 190 172, 173
Bentham, 176, 177, 180, 182, 184 Diderot, 143
Bernstein 192 Dinamik, 107
Berkley, 6 Dinterminizim, 151
Bergson, 129, 130, 137, 140, 143, 145 Diyalektik, 15, 52
Bertrant Russell, 144 Diyonisos, 116, 117, 118
Biyoloji, 45, 88, 113, 158, 179 Dogmatik, 19, 24, 25, 167
Bismark, 49, 118
Bohr, 222, 223, 224 E
Bright, 206
Ego, 17, 32, 37, 39, 51, 70
Eflâtun, 36, 167, 170
Einstein, 219, 224, 225, 226, 227,
228, 234
H Kaos, 165
Kapitalizim, 189
Hats, 12, 14, 17, 19, 136 Kategori 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21,
Hegel, 17, 18, 33, 48, 49, 50, 63, 73, 25, 29, 52, 53, 73, 163, 167
148, 185 Kepler, 226
Heidelberge, 50 Kopernik, 225
Herbart, 69, 70, 71 Kolojik, 179
Helvetius, 6, 32 Kollektivizim, 189
Henri Poincare, 135 Kollektivist, 190
Herbert Spencer, 105 Kozalite, 15, 16
Kozmopoliten, 20
Kozmoloji, 20
R Statik, 131
Superstrüktür, 185, 186
Radyoactivite, 222
Rasyonel, 20 T
Rasyonalist, 5, 7, 10, 12, 164
Realite, 69. 70, 107, 137, 163 Teoloji, 25, 56, 86, 90, 91, 92. 97,
Realizim, 47, 93 167
Rousseau, 7, 210 Teleoloji, 25, 28, 29
Romantizim, 5, 7, 41, 49, 78, 118, Tekâmül nazariyesi, 5
127 Tenevvür, 5, 6, 7, 10
Rönesans, 214 (entellektüalizim)
Russell, 144, 146, 148, 149, 150, 151, Tenkit (critique), 9, 10, 12, 15
154 Theosof, 46
Rutherford, 22 Transcendental, 10, 12, 14, 16
Tübingen 48
S Tycho Brahe, 226