You are on page 1of 10

Gönülden bir yakarış, ilahi bir lütuf, hakikatli bir ders, ibret dolu kutlu hayatlar, ibret alan

insanlar

Hz.Adem(as) yaratılmadan önce Allah-ü Teala yeryüzünün halifesi olma vazifesini dağlara teklif
etmişti de yüce dağlar onu yüklenmekten kaçınmış ve un-ufak olarak dağılıp kum haline gelivermişti.
İlahi bir hikmet tecellisi olarak Hz.Adem(as) Allah’ın kendisine aziz isim ve sıfatlarını öğretmesiyle bu
vazifeyi yüklenebilmişti. Dağların bile yüklenmekten çekindiği bu ağır sorumluluk altında
ademoğlunun ezilmemesi için dağlardan büyük derdini Rabbine arz ederek o reddolunmayan dua
vakitlerini kovalaması şarttı, çünkü her arayan bulamayabilirdi ancak bulanlar sadece arayanlardı,
aramayı kovalaması lazımdı ki yakalayabilsin, el açıp kapayıncaya kadar geçen o zamanı yakalamak
içinse gayret lazımdı, bunun içinse Sera’dan Süreyya’ya kadar istisnasız her şeyin O’nun bilgisi ve
takdiriyle meydana geldiği elmas hakikatini gönlün en derinliklerinde hissederek yalnız O’nunla
meşgul olmak lazımdı, Sürekli Allah ile meşgul olmak için Hz.Meryem gibi konuştuğu vakit inciler
saçan bir ağza sahip olmak gerekirdi, böyle bir ağza sahip olmak için Hz.Meryem’in annesi Hanne binti
Fâkud’un bir ağacın altında yavrularını beslerken gördüğü kuşa gıpta ederek, şu yaşlılık çağında bir
çocuğu olması halinde onu Beytü-l Makdis’in hizmetine vakfedeceğini nezr ederek Rabbim benden
olan bu adağı kabul et! Ben sana bana verebileceğin en kıymetli varlığımı adıyorum. Şüphesiz
niyazımı hakkıyla işiten, niyetimi kemaliyle bilen sensin duasına(Al-i İmran Süresi 35.Ayet: İmran'ın
karısı: "Rabbim, karnımdakini tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur, şüphesiz sen
işitensin, bilensin." demişti).Bu olay şöyle ceyran edecekti: Bir gün Hanne kocası İmran’a sokularak o
İmran’ki Hz.Harun’un soyundandı ve Kudus’teki Beytül Mukaddesin baş rehberiydi. Burada çocuklara
Tevrat öğretilir ve yazdırılır ve okutturulurdu. Onun çok sevdiği yaşlı gezgin bir bilge vardı. Bu bilge
zaman zaman Kudüs’e gelir ve İmran’ın ailesine misafir olurdu; çünkü yerleşik bir hayatı yoktu. En son
gelişinde, 8 yaşlarında ufak bir kız çocukla yanlarına çıkageldiğinde Hanne çok sevinecekti, çünkü yıllar
var ki bir çocuk hasretiyle yanıp tutuşuyordu. Bu ufaklığı, yolda birkaç gün üst üste gördüğü rüyaların
tesiriyle bulacaktı. Çünkü aslında yolu farklı bir güzergahtayken o yolunu değiştirecek şehir merkezine
doğru hareket edecekti, çünkü rüyasında Gendora’ya gitmesi ve infazı durdurması söyleniyordu
defaetle kendisine. Yılın o vakitleri şehirde yetimhanedeki çocuklar güzel kıyafetler içinde meydana
çıkarılır on gün içinde alıcı bulunamayan çocuklar ise ileride topluma zararlı olur gerekçesiyle
öldürülürdü. Bunun adına da ‘Yetimler infazı’ diyorlardı. Bu çocuklar Gendora’ya yakın bir köyden
getirilmişti. Bu köyün adı Vecize Köyüydü. Buradaki insanlar okuma yazma bilen akıllı insanlardı
bunun için Romanın zoraki ve haksız olarak aldığı yüksek vergiler vermeyi reddetmişlerdi. Bu olaydan
kısa bir süre sonra zalim Roma ordusundan bir askeri müfreze köye saldırmış ve hayatta kimseyi
bırakmayacak şekilde köyü yağmalayıp herkesi kılıçtan geçirmişlerdi. İşte bu çocuklar o köyden
getirilen çocuklardı. Bu baskın sırasında henüz 8 yaşlarındaki ufak kız çocuğu olan Merzanguş’a kimse
sahip çıkmamıştı. Eğer o gün yaşlı bilge Zahter yetişip infazı durdurmamış ve kızı her yaşına bir altın
vererek satın almasaydı büyük bir kalabalığın önünde ufacık kız infaz edilecekti, ne vahşice ne
hunharca bir hareketti ki bu gök alemini ihtizaza getirecek, Allah sevdiği kullarından birini bu işi
önlemekle vazifelendirecekti.

Merzanguş elinden tutan bu sevimli ihtiyara nereye gidiyoruz dede diye soracaktı. Gezgin derviş onun
bu tatlı sorusuna gülümseyip ilahi takdirin götürdüğü yere diyecekti. Aslında Merzanguş kendisi gibi
hayatta yetim kalacak olan kendinden 10 yaş küçük olan Meryem’e ablalık yapmak üzere bir
yolculuğa çıkıyordu. Fakat henüz o bunu anlayamayacak kadar küçüktü. Çünkü kainatta gaybın
dışında meçhul diye bir şey yoktu arif olan kullara. Ve uzun bir çöl serüveninin içinde bulacaktı
kendini bu ufak kız. Yaşlı dedesi ona sahip çıkıyor ve ona hayat tecrübelerinden bahsediyordu bu
yolculuklar esnasında. Yıldızları, dağları ve çölü sordu Merzanguş. Dedesi yavrucuğum bunlar Allah’ın
bize verdiği nimetlerdir, onlarla yollarımızı buluruz dedi. Bu cevap karşısında gözleri parlayan
Merzanguş: Dedeciğim, benim hem yıldızım, hem nehirim, hem de dağım sensin. Sen olmasan ben bu
çöllerde çoktan yitirirdim yollarımı… Ah çöl diye iç geçirdi Zahter: ‘Çöl, çoğu insandan daha iyidir. Öyle
şehirler gördüm ki küçük kızım, öyle halklar, öyle insan toplulukları ki… Çölden daha kuru, daha
kavurucu, çölden daha ıssız ve susuz… Zaman bozuldu Merzanguş, insanlar bozuldu bir kalp para gibi.
İnsanlar değerlerini yitirdiler, ahidlerini çiğnediler, sözlerinde durmadılar, emanete hıyanet sindi,
gözleri toprak sevdası ve hırs bürüdü, mal yığıp, servet biriktirir oldular, hürmetler çiğnendi, yetimin,
komşunun, yolcunun ve misafirin hatırı kalktı. Biz işte belki de bu yüzden çöldeyiz. Çölleşmiş,
kurumuş, nehrini yitirmiş insanlığa Rab’den gelecek bir müjdenin izini sürmek adına yoldayız. Biliyor
musun bunu Merzanguş?’

Bir gün yolda gökteki hareketleri takip ederek gelecekte olacakları önceden tahmin etmeye çalışan üç
tane gençle karşılaştılar. Bu gençler ; İran topraklarından geliyor ve gökte yeni ortaya çıkan yıldızın
Kudüs’e doğru kaydığını ve oradan yeni bir peygamberin doğacağını beklediklerini açıkladılar. Gençler
akıllı çocuklara benziyorlardı fakat nasıl olurda ateşe taptıklarını iddia edebilirlerdi. Zahter hemen bu
gençlerin çevrelerinde gördüklerini taklit ettiklerini, akıllarını kullanmaktan imtina ettiklerini
anlamıştı. Bu yüzden onlara bir ders vermek istedi. Bunun için öncelikle onlara yedi kat gök ve yedi
kat yerin çizili olduğu bir haritayı ısrarla uzatarak, bu haritadaki işaretli yerleri teker teker açıklamayı
uygun bulmuştu zeki oldukları her hallerinden anlaşılan bu gençlere. Gece ve gündüzü, çocukluk ve
ihtiyarlığı, gücü ve güçsüzlüğü birbiri içinde dinlendiren, birbirinden çıkaran ve onları birer kardeş gibi
haklarına riayet eder şekilde terbiye etmiş olan Allah’a hamd edelim dedi. Gençler hep bir ağızdan
hiçbir şey anlamadık dediler. O ise güldü ve açıklamaya devam etti. O harita size gökleri ve yerleri
mükemmel bir nizamla yaratan Allah’tan bahsetti. Ve sizlere sunduğu o karmaşık şey, aslında kendi
hayatınızın haritasıdır. Nice yol yürüdükten, nice yıldızı doğumundan batımına gözleyip, nice burçlar
haritasını çizdikten sonra, hayatı çocukluğunun kıyılarına varmıştır onun. İhtiyarlık denizi, çocukluk
deniziyle bitiştiğinde insanlara uzattığımız her harita, aslında veda mektubumuzdan başkası değildir.
En ufak bir yolculukta dahi haritasız yola çıkmazken, ölümden sonra bizleri bekleyen sonsuz yol için
hangi haritayı saklıyorsunuz cebinizde? Diyerek cevaplanması çok zor bir sordu gençlere gözleri
yaşararak. Biz dedi gençler, ateşperestler ölümden sonra yol olduğuna inanmayız! Öyleyse bu
telaşınız niye dedi Zahter. Niçin yıldızlardan haber sorup, sürekli gelecek hakkında bilgi toplamaya
çalışırsınız? Sizi nice belalı yollar üzerinden meşakkatli çöle, envai çeşit canavar ve nice gözü dönmüş
eşkıyalarla dolu bu serüvenlere çıkaran şey nedir? Ya bunca maceradan sonra sizi Kudüs’e koşturan
macera göklerdeki yeni doğan yıldızın parlamasının doğacak olan peygambere işaret etmesi değil mi?

İçlerinden en genç olanı kendi cebinden bir harita çıkardı ve dedi ki benim haritam bir aşığın krokisini
andırıyor, deyince hepsi bez parçasından yapılmış haritanın üzerine eğildiler. Haritacının torunlarının
anlattığına bakılırsa, yıllar önce aşığın biri kendi kanıyla tam kırk günde bu haritayı çizmiş. Harita bir
garipti. Üzerindeki her şey ve her yön, haritacının umutsuz bir aşkla sevdiği kız ölümcül hastalığa
tutulmuş olan nişanlısının adıyla kayıtlıydı. Onun mahallesi, Onun çeşmesi, Onun sokağı, Onun
bahçesi, Onun gittiği kütüphane, Onun takıldığı kampus köşeleri, Onun ninesinin kabri, Onun
kokladığı gül, Onun oturduğu minder, Onun su içtiği çeşme gibi haritadaki tüm koordinatlar onunla
irtibatlandırılarak veya ona ithaf edilerek çizilmişti…

Aşk dedi Zahter. Aşk bilinmekliği ister, görünmekliği diler ama canı azdır aşkın. Kırılgan, titrek, elde
tutulmayacak bir şeydir sevda. Kuş kanadı gibi. Avucunu açma ki o kuş uçamasın dedi Merzanguş.
Kapı kapanırken esen hava gibi, kabak çekirdeğinin tüyü gibi, seher vaktinde değen güneş ışığı gibi,
utangaç ve mahçuptur aşk. Kendisini sevdası uğruna iptal etmeyen göz, boşa aşığım deyip durmasın.
Sevda perdedir. Körlük sanırsın oysa görüştür. Görüş açıklığı için, diğer şeylere körlük gerektirir aşkın
yolu. Kemikleri çoktan toprak olmuş bu aşık haritacı için sevgilisinden başka hiçbir şey yoktu
görecek… Her şeye kördü onun nefsi. Benim sana Aşkın gözü kördür deyişim gibi. Neye baksa o. Neyi
görse o. Her yer ve yön sevgilisinin gölgesinde…

Zahter son tavsiyelerini verirken şöyle diyecekti: Allah kimseyi sahip olduklarının kulu kölesi
eylemesin…

Ortanca genç: Dede dedi. Bizim kaderimizi senin yoluna bağlayan kimdir?

“Mirza ismini takmış olduğunuz o yıldız olsa, derim ki ay dolunay olduğunda, Mirza onun yanında
küçük kalır… Dolunay yazmış kaderimizi desem, onun da vakti dolar, vakte bağlıdır parlaklığı, batar
eninde sonunda… Dolunaydan büyük güneş var göklerde. Sizin yolunuzun kaderini çizen güneştir
desem, o da yorulur gece üzerine düştüğünde ve o da batıcılardandır. Öyleyse hiç batmayan daha
büyük, en büyük bir şey olmalıdır kaderlerimizi birbirimize bağlayan. Kimdir o? Ben bu kocamış
yaşımda ben bir yetimi emin ellere teslim edebilmek üzere yola çıktım. Siz ise başka bir yetimin
doğumuna (beklenen peygamber Hz.İsa as) tanıklık etmek üzere, gökte yeni parlayan bir yıldızdan
aldığınız işaret üzerine yola düştünüz. Yolları yollara bağlayan, yeryüzünün alın yazısını yazan,
sebepleri sebeplerle bitiştiren Rabbimize selam olsun. Kendisinden başka Tanrı olmayan bir ve tek
olan Rabbe hamd olsun.

Gençler dedi Zahter bilgece bir edayla şunu asla aklınızdan çıkarmayın. ‘ Nasıl yaşarsak öyle öleceğiz
ve yeniden dirilme gününde nasıl öldüysek öyle kalkacağız ayağa. Şu anda ölülerinin ve harabelerinin
üzerine basarak konuştuğumuz köy, sözü her şeyden aziz bilir, saygı duyardı sözün gücüne. Neden
mi? Zira yaradan’ın ilk varettiği şeydir söz. Ol! Dedi Allah-ü Teala ve tüm kainat onun emriyle altı
günde oldu ve olagelmekte. Bir gün hepimiz Merzanguş’un Vecize Köyü gibi, ecelimiz gelip vakit
tamam olduğunda, hiç olmamışa döneceğiz. Nice saraylar, krallar, atlarının evlatlarının sayısının
hesabını bilmeyen hanedanlar, toprak olmuştur. Hatta dünya üzerinde yalancı cennetler kurmuş,
göğe yükselen kuleler diktirmiş nice melik ayaklarımızın altındaki uysal toprak tarafından
yutulmuştur.’

İmran ‘a sokulan Hanne şunları fısıldayacaktı utanaran kocasına. Diyorum ki… Sen Rabbinin hoşnut
olacağı işler yapan hayırlı bir kul, alçakgönüllü bir mü’min, yardımsever bir kişisin, karıncayı bile
incitmezsin. Diyorum ki; Rabbimizden istesek de bize nur topu gibi bir evlat verse! İmran, hanımının
yüzündeki o çocuksu masumiyeti gördü ve çocuklara has ısrarcı, pes etmeyen bir tavrı seyretti bir
müddet. Ama o yine de itidalli olanı hayırlısını istemesini hanımına tavsiye edecekti. Şunları
söyleyerek: Rabbimize hamdolsun. Verdiği nimetlere binlerce kere teşekkür ederiz. Ama
büyüklerimizden işittiğimize göre, yüce Tanrı’dan nefsimiz için bir şey talep etmekten kaçınmalıyız.
Sen imanlı, vefalı, iffetli ve yardımseverliği ile anılan hayırlı bir kadınsın. Ne var ki; zaman zaman
insanların dedikoduları seni yaralıyor ve nefsin için bir evlat istemekten alıkoyamıyorsun kendini. Seni
kınamıyorum. Hayırlı bir eş, hayırlı bir evlat, hayırlı bir kardeşsin, elbette herkes gibi çoluk-çocuğa
kavuşmayı istemek, senin de hakkın. Ama neyin hayırlı ve neyin hayırsız olduğunu bizler bilemeyiz.
Bunu unutma. Demem o ki; olanda hayır vardır, bize zor ve sıkıcı gelse de, bizi ağırlığıyla yoruyor olsa
da, olanda hayır vardır. Yine demem odur ki, istemenin imtihanına tabi tutulmayalım. Rabbimiz
nefsani istemelerden korusun bizi. İstemenin kölesi olanlardan eylemesin.
Bu sözlere itiraz mümkün müydü adeta bu isteği hususunda kainatın içinde yapayalnız kalakalmıştı
Hanne fakat o akıllı bir kadındı pes edemezdi bunun için de Hanne suskundu. Suskundu ama bu
suskunluğu kalbinin de sustuğu anlamına gelmiyordu. Yüreği daha sonraları kocasının kendisini ikaz
edeceği gibi doğacak çocuğun kız mı erkek mi olacağını bilmiyor olsa da, çocuğuna kavuştuğu takdirde
onu Beytül Makdis’e adamaya kararlıydı. O Hz.Meryem’e kavuşabilmek için o kadar fırtınalı ve coşkun
bir şekilde çağlıyordu ki Hz.Davud’un neyinin diliyle akıyordu su yatağını bulmak ve kavli duanın fiili
duaya inkılab ederek ortaya çıkması için.

“Ey Allah’ım, ben senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini nasip etmeni diliyorum. Ey Allah’ım,
bana bahşettiğin ve sevdiğim nimetlerini, senin sevdiğin şeyin sevgisine vesile kıl. Benim isteyip de
bana nasip etmediğini, senin sevdiğin şey uğruna terk ettiklerimden eyle. Ey Rabbim! Sevgini bana;
ehlimden, malımdan ve susuzluk halinde içilen soğuk sudan daha sevimli kıl. Ey Rabbim! Beni
kendine, melaikelerine, nebilerine, resullerine ve Salih kullarına hizmetkâr kıl, beni sevdiklerine
sevdir. Ve kullarını seven kimselerden eyle. Ey Rabbim! Benim kalbimi sevginle ihya et! Ve beni senin
dilediğin şekilde iyi bir kul eyle. Ey Rabbim! Tüm sevgimi ve gayretimi zatına yönelt. Tüm çabamı
senin rızan yolunda seferber et!” Sabaha kadar gözyaşları içinde dualar okudu.

Ertesi gün Hanne zeytin ağaçlarının bulunduğu bahçeye girdi – aynen senin elma ağaçlarıyla dolu olan
bir bahçeye girişin gibi değil mi?- Bir müddet burada zeytin ağaçlarıyla sohbet etti, çünkü onların da
canlı olduklarını biliyor ve kendisini duyduklarını hissediyordu. Bir aralık gözüne mor bir güvercin
takıldı, ufacık tefecik bir şeydi ancak altına aldığı yavrularını tehlikelere karşı korurken bir aslandan
farksızmış gibi kabarıyor ve ötüyordu. Onları ürkütmeden ağaçların arasından onların hareketlerini
seyre daldı. Anaç kuş, yavruları doyurmak için telaşı ve tedirginliği bir arada yaşıyordu. Seyrine doyum
olmayacak bir manzaraydı. Minik kuş küçücük ayaklarını kuvvetle bastığı yuvayı her türlü mütecaviz
saldırıdan korumak için adeta cüssesinin minikliğine inat bir kartal kesiliyordu. Kanatlarını gayretle
açarak, kendini şişiriyor, kalbinin telaşlı atışı neredeyse Hanne’nin kulaklarına kadar yetişiyordu. Bir
kale nöbetçisi gibiydi anne kuş. Hem de ne nöbetçi hem anne hem asker. Yavrularını tek tek
doyurduktan sonra kısa bir müddet kontrol etti ve sonra, hızla uçup gitti anne kuş. Ağzında toplayıp
bir araya getirdiği küçük dal parçalarıyla geri dönmüştü, büyük bir titizlikle yuvasını onardı, sonra
gene uçtu gene yem taşıdı yavrularının hiç kapanmayan ağızlarına. Sonra kanatlarının altında topladı
her birisini. Hanne bu manzara karşısında kendinden geçerek sığındığı zeytin ağacıyla neredeyse
bütünleşmişti. Seyrettiği bu manzara ona, anne olmanın değerini hatırlatıyordu ona, çok derin bir
hüzün sızısı kaplamıştı içini, sanki bir kurt kemiriyordu içini, sebebi belli olmayan bir durumdu bu. Bu
pişmanlık ve özlem içinde şu inciler dökülecekti dudaklarından kim bilir kaç melek koşmuştu gökten
onun ağzından dökülen inciler yere düşmesin diye. O incileri alıp, Rablerinin bildiğini yine Rablerine ilk
bildiren kutlu melek olabilmek gayesiyle, birbirleriyle yarışırcasına şimşekten daha hızlı esra gibi akın
etmişlerdi semanın yedi kat üzerinde ki sadece temiz ve arınmış kulların buyur edildiği ve gizli sırların
onlarla paylaşıldığı bir yerden gök kapılarından geçerek yetişmişlerdi bu ana ebediyen şahitlik
edenlerden olabilme fırsatını kaçırmamak için… Neydi o kutlu kadının ağzından dökülen dua hükmüne
geçen inciden daha kıymetli olan bu kelimeler? İşte onlar: “Rabbim! Ağaçlara ve kuşlara bile analığı
öğreten Rabbim, no’lur bana da analığı tattır… “ Ne kutluydu bu istek. İstemenin esrarını fark etmişti
Hanne ve istiyordu kocası İmran’ın tüm olumsuz tavır ve davranışlarına rağmen. Kim kalbten,
yürekten, ihlasla, aşkla ister de vermez ki Rabbimiz… O (cc)’nun hazinelerine hesap koymaya çalışan
dünyanın determinist akılları anlayamazdı tabiî ki ve anlayamayacaklardı ömürlerince, çünkü bu
yüksek sırrı ve hakikati Rablerinden istemeyi gururlarına hiçbir zaman yediremedikleri için ona el
açmayı zul addedenler ne talihsiz ne bahtsız ne akılsız kimselerdi ki sınırsız olanı sınırlamak için gayret
sarfediyor ve ilahi kuvveti inkara cür’et edebiliyorlardı. Ama Hanne onlardan farklıydı, o Hz.Harun’un
soyundan, İmran’ın karısı, Meryem’in annesi, Meryem ise Hz.İsa(as)’ nın nurunun taşıyıcısı ve
sahibesiydi. Ne şerefli ve ne kutsal vazifeydi Ruhu’l Kudüs’ün ilahi nefhasına mazhar olarak Rabbinden
bir nimete ve lütfa erişmek İsa’ya anne olmak. O nasıl çocuktu öyle sanki gökten inmiş, yerde gezen
bir ay parçasıydı o sarışın kıvırcık saçları, deniz mavisi gözleri, ne tatlı bir çocuktu o. Hele çocukluk ve
gençlik yıllarında hiç ama hiç üzmemişti annesini, onun diktiği beyaz rimleyi giyer ve Celile
taraflarında küçük bir kulübede yaşarlardı. Dünyalık adına sadece arpa ekmeği yer ve bir eşeğe
binerdi, gecelerini Rabbi’nin huzurunda ibadetle geçirirdi. Yaşarken insanların sıkıntı ve üzüntüsünü
giderir ve onlara, onlardan biri olarak muallimlik yapar, hastaları iyi eder, ölüleri Allah’ın izniyle
diriltirdi. Asla insanları hor ve hakir görmez, yaptıkları zulümler karşısında onlardan sözünü esirgemez
ve yanındaki havarilerle birlikte hep doğruyu ve Hakkı savunurdu. Çünkü onun çok mübarek ve
korunmuş bir annesi vardı. O Meryem ki daha doğmadan Beytül Makdis’e adanmış bir çocuktu. Fakat
7 yaşını doldurmadan oraya çocuklar alınmıyordu. Hz.Meryem 7 yaşına kadar teyzesinin yanında
kalacaktı. Beytül Makdis’in rehber hahamları buna karşı çıkmışlardı ancak İmran buranın baş rehberi
ve toplumun önemli bir şahsiyetiydi. Zekeriyya Meryem’in teyzesinin kocasıyla evliydi ve onun
aracılığıyla getirilmişti Beytül Makdis’e. Buranın anahtarı kendisindeydi ve her sabah bu ibadet yerini
açar, eğitim gören çocukların maddi-manevi ihtiyaçlarıyla meşgul olurdu. Oradaki tüm rehberler
Meryem’e öğretmen olmak istediyse de bu iş en layık olan eniştesi Zekeriyya(as) da kalacaktı. Bu da
Tevrat’ı yazan 17 kalemin Nil nehrine atılmasıyla olacak, bütün kalemler suya batıp kaybolduğu halde,
Zekeriyya’nın kalemi görevli bir balık tarafından suyun üzerine itilecekti. Bu Meryem’e öğretmen
olarak onun seçildiği manasına geliyordu. Meryem 7 yaşından, 22 yaşına kadar burada Beytül
Makdis’in içinde Hz.Zekeriyya’nın yaptığı 7 kapılı mihrabın üstünde kalacaktı. Çünkü daha burada
kalmaya başladığı ilk günlerde, ona tahammül edemeyen rehberler canına kast edecek, onu
öldürmesi için bir aslan ve zehirli bir yılanı onun odasına bırakacaklardı. Ancak hesapları bozulacak
aslan ve yılan yeryüzündeki insanları Meryem’e şikayet ettikten sonra onunla birlikte bir uykuya
dalacak, sabah olduğunda ise bu manzara karşısında Zekeriyya çılgına dönecek Meryem’e böyle bir
korunak yapmayı uygun görecekti. Bu mihrapta kaldığı günlerin birinde kendisine bir melek gelerek,
onun da Beyt’ül Makdis’te secde edenlerle beraber secde etmesini söyleyecekti. Ancak o günün
şartlarında bu imkansızdı, çünkü Beytül Makdis’in avlusundaki Sahra denilen yere kadınların girmesi
yasaktı. Herkes secdeye gidince o da gizlice en arkaya safa durdu ve herkesle birlikte secdeye gitmişti
ama fark edilmekten kurtulamamıştı. Zaten ona tahammül edemeyerek diş bileyen Yahudi din
adamları onu oracıkta fena bir şekilde dövdüler. Onlardan kaçarak kendisini zor kurtarabildi. Ağzı
burnu kan içinde, vücudu morluklar ve çizikler ve acılar içinde kavrulurken, gözyaşları tuz biber
olurken, üzerine bir yorgunluk hali çökmüştü. Bir anlık uykuya dalıverdi, bu mazlum haldeyken o pak
ve temiz ruhu cennetleri gezmek üzerine kanatlandı ve gökyüzüne pervaz etti. Yıllar sonra rüyasını en
yakın arkadaşı ve yanında büyüdüğü Merzanguş’a şöyle anlatacaktı, son nefesini vermek üzere olan
ihtiyar bir adamın bir odalı dağınık evine misafir olduklarında;

Meryem Ana: Allah bizi Orta Alem için yaratmıştır. Mülk alemi ile Melekut aleminin arasında. Bunu,
insanoğluna verdiği kıymeti bildirmek için böyle kılmıştır Rab! Şimdi insan, bu Orta Alem’in bir cevheri
olarak yaratıldığına bakmaz, kainatların sedeflerinin kendisinde dürülü olduğunu görmez de
Yaratıcısına hamdetmez! Bu gaflet değildir de nedir? Dedi ve yine sözü cennetlere getirdi. O oraları
anlatırken

Merzanguş : Meryem Ana sanki oraları daha önce gezmiş ve elinle koymuş gibi teker teker ne güzel
anlatıyorsun diye söze karıştı.
Meryem: Merzanguş, ben aslında orda tanışacağım cennet hanımlarını çok merak ediyorum biliyor
musun? Dedi. Cennet hanımları mıİ? Daha önce bundan hiç bahsetmemiştin?

Meryem Ana: Demek ki burada anlatmak kaderimmiş… Hatırlarsın Zekeriyya amcamın yaptığı 7 kapısı
ve 7 kilidi bulunan mihrapta yaşardım anne olacağım güne kadar. İşte henüz oğlum İsa, bahtıma
düşmemişken, bir gün Melek bana: ‘ Secde edenlerle secde et’ emrini getirmişti… Bunun üzerine
hemen emre itaat etmek için Mescid’i Aksa’nın sahra adı verilen mukaddes kubbesinin altında namaz
için saf tutmuş rehberlerin arkasına koşmuştum. Onlarla birlikte ben de namaza durmuştum. Ne var
ki Sahra’ya kadınların girmesi kesinlikle yasaktı, asla içeri hiç kimse sokulmazdı. Beni görünce çileden
çıkan Hahamlar üzerime yürümüş ve beni öldüresiye dövmüşlerdi. Mihrabıma geri dönüp,
vücudumdaki yara ve bereleri sardıktan sonra, ağlayarak uyuyakalmıştım, rüyamda cennette üç
hanımı takdim ediyordu melekler…

Merzanguş: Aman Allah’ım demek sizi dövdüler ha bunca yıldır yanınızdayım bunu ilk kez duyuyorum.

Meryem Ana: Dövmüş olmaları değil önemli olan, onu çoktan unuttum, asıl ondan sonra bana ikram
edilmiş kutlu düştür bugün bahsedeceğim…İşte bu rüyada bana meleklerin övgüyle takdim ettiği
kadınlar şunlardı: Birisi Hz.Musa(as)’yı Firavun’un Saray’ında merhametle büyüten Müzahim kızı
Hz.Asiyye’dir ki Allah’ın selamı onun üzerine olsun.

Merzanguş: Firavun ona işkence etmişti değil mi?

Meryem Ana: Hz.Musa’ya inandığını öğrenince ayaklarından ve kollarından dört ayrı kazığa
bağlanmış, göğsüne de büyük bir kaya yerleştirilerek güneşin altına getirilmişti Hz.Asiye… Bana
katından cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan ve onun kötü işlerinden koru. Beni bu zalimden kurtar,
diye yakarmıştı son nefesinde. Allah ona Cennette ki mertebesini göstermişti. Son nefesinde
gülümsüyordu.

Cennet tüm mazlumların azığı ve umudu. Evet rüyamda beni gelinlerin giyindiği güzel kıyafetler içinde
karşılamıştı. Gözlerimin içine bakarak billur gibi gülümsemişti. Sanki hiç acı çekmemiş gibi. Ve
melekler o geçerken tekbirler getiriyor; Cennet hatunu Asiye geçiyor diye nida ediyorlardı. Sonra
ikinci aydınlık menzile getirdiler beni.

Meranguş: Orada kim karşıladı sizi Meryem Ana?

Hüveylid Kızı Haticetül Kübra ismindeki sonraki zamanların hamiyet sahibi bir hatunuydu gelen. İsa
Efendimiz’in kendinden sonraki ahir zaman peygamberi ve son müjdeci olarak geleceğini duyurduğu
‘Ahmet’ ismindeki (Hz.Muhammed sav’in gökteki ismi) peygamberin eşiydi bu hanım.

Ölüm döşeğindeki ihtiyar: Ne diyorsun İsa Mesih son elçi değil midir?

Hz.İsa söze girdi: Gözleri doldu. Benden sonra gelecek o son elçiye selam olsun ki, senin nasıl son
duan beni tanıyabilmek idiyse, benim de son duam onun dinine tabi olmaktır, ismi Ahmed olan bu
son elçiyi hiç tanımadan sevdim ve iman ettim.

Hz.Meryem devam etti konuşmasına; İşte mihrabtaki rüyamda gördüğüm cennetlik kadınların
efendilerinden olan melek yüzlü dilber kişi, bu peygamberin eşi Haticetül Kübaraydı.
Allah’ın selamı ve rahmeti henüz doğmamış olan o peygamberin ve ehlinin üzerine olsun. Ben
ömrümde bu kadar güzel bir hatun daha görmemiştim. Melekler o yürüken kendilerinden geçiyordu.
Bana Allah’ın kelimesini taşıyan Ruhul Kudüs(Cebrail) dahi onun geçişinde hazır bulunuyordu. Onu o
kadar sevdim, ona o kadar bağlandım ki, yüzünü hiç hatırlayamadığım annemin kokusu geldi
burnuma, kendisine elimde olmadan anne diyesim geldi…

Hz.Meryem anlatmaya devem etti. Sonra yüksekten bir ses işittim meleklere hitap eden: ‘ Ey Melekler
gözlerinizi sakının Muhammed Mustafa’nın kızı Fatımatül Zehra geçiyor. Ortalık o kadar nurlanmış,
her yan o kadar aydınlanmıştı ki, melekler secdelere kapanmış Rabbi tesbih ediyor, bense neye
uğradığımı bilemeden nurun içinde gözlerim kamaşmış bir halde bekliyordum. Birden bir aynaya
bakarken buldum sanki kendimi. Karşımda tıpkı bana benzeyen bir genç kız, gülümseyerek ellerini
uzatıyordu bana. İki karşılıklı yankı, karşılıklı iki simetri gibiydik. O da benim gibi utangaç biriydi, beni
görünce yanakları kızarmıştı, ben de heyecandan titriyordum. Başıyla selam verirken, eteklerinden
başlarını uzatıp içeri kaçan iki küçük sevimli yüz gördüm. İkisinin de boynunda ‘güzel’ yazılı altından
künyeler sarkıyordu. Cennete asılı iki küpe gibiydiler: “Hasaneyn.” Bu muzip ve sevimli çocuklar kimdi
halâ bilmiyorum, ama o iki güzeller, annelerinin eteklerinden bir gözüküp bir kayboluyorlardı.
Melekler çiçeklerden bir halı serdiler ayaklarımızın altına, altından bir tepsi içinde soğuk kar
tanelerinin yüzdüğü billur bir kadehte çok enfes bir içecek sundular bize. Nedir diye sorduğumda, “
Cennetteki Ebrar’a has Selsebil pınarlarındandır diye cevap verdiler. Karşımdaki hatun Fatıma Zehra,
Ebrar’dandı, yani hakiki iyilik mertebesine erenlerden. Biriktirdiğinden ve fazlalığından değil,
sevdiğinden ve verenlerden… Kendisi aç kalması bahasına fakire, yetime, köleye, güçsüze
yedirenlerden, bunun neticesinde kimseden teşekkür beklemeden, yönünü Allah’a çevirmişlerdendi
Fatıma, onunla tanıştığım için bahtiyarım. Sonra da melekler ikimize bir örnek ipekli fistanlar
getirdiler.” Bu nedir” diye sorduğumdaysa,”Bu giysiler, cennetteki Tahir ehline hediye edilen temizlik
giysilerindendir, siz ikiniz de arınmışlardan olduğunuz için, Tahir libaslar giyeceksiniz dediler.
Fatıma’nın eteklerine dolanmış çocukların sırtındaysa biri yeşil diğeri kızıl mintanlar vardı. Onlar
Fatıma’nın etrafında koşarken kızıl giysili olanın ayağı takılıp düşünce, tuttum hemen ayağa kaldırdım.
Yukarılardan bir ses, ‘Allah da senin evladını tutup kaldırsın’ derken uyanmışım… İşte rüyamda
yaptığım Cennet yolculuğu ve tanıştığım Cennet kadınları.

Merzanguş: Allah’ın selamı Fatıma’nın ve diğerlerinin üzerine olsun dedi.

Orada bulunan ihtiyar ise Cennet kadınlarının şefaatini dileyerek son nefesini verdi.

Meryem Ana: Bugün uzun konuştum ne hikmetse, kusurumdan dolayı tövbe ederim Ya Rab! Dedikten
sonra ertesi güne kadar hiç konuşmadan sustu.

Lebbeyk sedasının göklerde yankılanması lazım, bu yankılanmanın bir neticesi olarak Meryem’i ve
zürriyetini de taşlanmış Şeytan’dan Sana sığınarak ısmarladım deyip, nezrinin bir gereği olarak O’nu
Beytü’l Makdis’e götürüp şu önünüzdeki çocuk bir adaktır deyip; O’nu özü ve sözü dosdoğru olan
ellere emanet etmesi lazım (Al-i İmran Süresi 36.Ayet: Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu
bilip dururken- şöyle dedi: "Rabbim, onu kız doğurdum; erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını
verdim. Onu ve soyunu koğulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum".), emanet olarak bırakılan
İmran’ın kızı olan Meryem’i gerektiği gibi yetiştirebilmek için O’nun teyzesinin ve Hz.Yahya(a.s)’ın
babası olan Hz.Zekeriyya(a.s)’ın yetiştirebilmesi lazım(Al-i İmran Süresi 42 ve 43.Ayetler: Hani
melekler:"Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz yarattı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı. Ey
Meryem! Rabbine divan dur ve secdeye kapan ve rüku' edenlerle beraber rüku' et" demişlerdi.),
Hz.Zekeriyya(as)’ın diğer bilginleri bu konuda ikna etmesi lazım, Hz.Zekeriyya(a.s)’ın diğer bilginleri
ikna edebilmesi işinin hallolabilmesi için çekilen kurayı kazanması lazım, kurayı kazanabilmesi içinse
Car (Ürdün) Irmağına atılan Tevrat yazarken kullanılan on dokuz kalemin arasından
Hz.Zekeriyya(a.s)’ın kaleminin bir melek tarafından su üzerine çıkarılması(Al-i İmran Süresi
44.Ayet:İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. (Yoksa) "Meryem'i kim himayesine alıp
koruyacak?" diye kalemlerini (kur'a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Bu hususta)
Tartışırlarken de yanlarında bulunmadın.) ve O’nun Rabbi katından rızıklandırılması lazım(Al-i İmran
Süresi 37.Ayet: Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir bitki gibi
yetiştirdi ve Zekeriyya'nın himayesine verdi. Zekeriyya ne zaman kızın bulunduğu mihraba girse, onun
yanında yeni bir yiyecek bulurdu. "Meryem! Bu sana nereden geldi?" deyince, o da: "Bu, Allah
katındandır." derdi. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.), böyle rızıklanabilmek içinse şüphe
yok ki bunun Allah katından geldiğini idrak ederek, şükrünü eda etmek için zamanının büyük kısmını
O’nu anarak geçirmek ve kötülüklerden korunarak yaratıldığı günkü kadar tertemiz olarak huzuruna
varmak lazım, böyle tertemiz olarak yetişip ta öbür alemde mümtaz kılınan kadına Ruh’ul Kudüs’ün
gelerek insanlara kudretimizin bir alameti ve tarafımızdan bir rahmet olarak kılınan bir nefhayı
Ruhullah’dan O’na üflemesi lazım(Al-i İmran Süresi 45 ve 46.Ayetler:Melekler şöyle demişti: "Ey
Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir; dünyada
da ahirette de itibarlı, aynı zamanda Allah'a çok yakınlardandır. Beşikte de, yetişkin çağında da
insanlarla konuşacak ve iyilerden olacaktır.), Hz.İsa(a.s)’ın Allah’ın katından bir lütuf olarak
gönderildiğini diğer insanlara anlatmak için(Saff Süresi 6.Ayet: Meryem oğlu İsa da: "Ey
İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim. benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve
benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak (geldim)."
demişti. Fakat onlara apaçık delillerle gelince "Bu, apaçık bir büyüdür." dediler.) bir mucize
lazım, bir mucize olarak doğar doğmaz konuşması ve “Ben Allah’ın kuluyum, O bana kitap verdi, beni
peygamber olarak görevlendirdi” demesi lazım(Al-i İmran Süresi 49/54.Ayetler: 49- Allah onu
İsrailoğullarına (şöyle diyecek) bir peygamber olarak gönderir: "Şüphesiz ki ben size Rabbinizden bir
âyet (mucize, belge) getirdim: Size, kuş biçiminde çamurdan birşey yaparım da içine üflerim, Allah'ın
izniyle o, kuş olur; anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim.
Evlerinizde ne yiyor ve neleri biriktiriyorsanız size haber veririm".50- "Önümdeki Tevrat'ı doğrulayıcı
olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak için (geldim) ve Rabbiniz tarafından size bir
mucize getirdim. Artık Allah'tan korkun da bana uyun".51- "Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de
Rabbinizdir. Onun için hep O'na kulluk edin! İşte bu, doğru yoldur".52- İsa onların inkârlarını
hissedince: "Allah yolunda yardımcılarım kim?" dedi. Havariler: "Allah yolunda yardımcılar biziz.
Allah'a iman ettik. Şahit ol ki, biz muhakkak müslümanlarız." dediler.53- Ey Rabbimiz, senin
indirdiğine iman ettik, o peygambere de uyduk. Artık bizi şahidlerle beraber yaz.54- Onlar hileye
başvurdular, Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır.)
Hz.Musa(as) ve Hz.İsa(as)

Kundakta bir bebek Nil’in içinde yüzen

Onu takip ettiriyor Rab ablası Meryem’e

Yalnız değil emin Ruhul Kudüs ile birlikte

Annesinin kalbi ilahi ilhamın tesirinde

Bir peygamber yetişir Firavun’un evinde

Ona sahip çıkan Asiye imana erer o değerle

Hacer’in yaptığı tercih gider Allah’ın evine

Cihat ederek onu arayan ruhlar sevine

Meryem’di Rabbe adanan ilk kız çocuk

Annesi Hanne’nin duası ise çok büyük

Harama hiç el sürmeyen bu kızdı Esra

Zikir ederdi Rabbini her dem odasında

Yüce kelimeler dökülüyor dilinden zikir

Kutlu bir emanetti ona Cebrail’in nefesi

Kucakta konuşacaktı şifa dağıtan kelimesi

Meryem oğlu İsa Ruhullah ünvanını alan

İlahi hikmetleri gökten yere dağıtan

Teyze oğlu Yahya(as) ile sırdaş olan

Hakkın emirlerini Yehuda’ya hatırlatan

Ona karşı duranlardı ayetleri satanlar


Seyyahtı ilahi kelimeleri alıp dağıtırken

On iki havari yardımla bahtiyarlığa eren

Yeryüzünde melek gibilerdi gezerken

İnsanlığını dünyalara bile değişmeyen

Musa(as) gibi Mısır’da o emniyete alınan

Kim ki teslim olmadan akıbeti için tasalanan

Nasıl rızıklandırıldığını sanıyor peki o insan

Sen mi dağıtıyorsun Rabbin elinden ihsan

You might also like