Professional Documents
Culture Documents
Herausgeber:
Mezopotamıen Verlag und Vertrieb GmbH
Stolbergerstr. 200
50933 Köln/Deutschland
11
‹Ç‹NDEK‹LER
YED‹NC‹ BÖLÜM
SEK‹Z‹NC‹ BÖLÜM
DOKUZUNCU BÖLÜM
APO KİMLİĞİ
KLANDAN HALK OLMAYA DOĞRU
ALTINCI BÖLÜM
9
Sümer Rahip Devletinden
10
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
G‹R‹fi
17
Sümer Rahip Devletinden
18
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
19
Sümer Rahip Devletinden
dilerine sorulsa, milyonlarcası belli bir coğrafyada yoğunlaştıklarını;
farklı lehçeleri olsa da, diğer insan toplumları gibi bir dili konuştuk-
larını; yüksek bir ulus toplumu ve devleti haline gelmemişlerse de,
binlerce yıldır en güçlü aşiret toplumları halinde yaşadıklarını, bir-
çok köy ve kente yerleştiklerini, direndiklerini, ezildiklerini ve yar-
gılandıklarını, halen varolmakta kararlı olduklarını ve hatta özgür
yaşamaktan asla umutlarını kesmediklerini söyleyeceklerdir. Herhal-
de tüm bu gerçekliklerden daha açık kanıtlar bulamayız. Aksi bir
yaklaşım, ortaçağlardaki engizisyon yöntemleriyle Galile’ye dünya-
nın dönmediğini zorla itiraf ettirmekten öteye bir anlam taşımaya-
caktır. O halde Kürt sorununu ele alırken temel koşulumuz, Kürtle-
rin de kendilerine özgü bir toplumsal gerçekliğe sahip olduklarıdır.
Devletsiz olmak, ulus olmaktan uzaklık, ileri düzeyde asimilasyona
uğramak, birlik olmaktan yoksun olmak bu gerçeği değiştirmez. Ha-
len on bin yıl önceki neolitik dönemde geçerli bir küçük mezra veya
göçebe topluluğu olsalar bile, bu durum Kürtlerin toplum olarak de-
ğerlendirilmeleri için yeterlidir. Bu gerçeklik Kürt toplumsal olgusu-
nun varolmadığını ve inkarını değil, olsa olsa ağır bir sorunu yaşa-
makta olduğunu kanıtlar. İnkar etme veya başka türlü gösterme, an-
cak ortaçağ engizisyon yöntemleriyle mümkündür. O dönemde bile
başarılı olamayan bu yöntemin, günümüzün sınır tanımayan bilişim
tekniği ve bilgi toplumu gerçeği karşısında başarılı olması şurada
kalsın, kendisini uluslar üstü hukuk karşısında suçüstü yakalanmak-
tan ve yargılanmaktan kurtaramayacağını rahatlıkla ileri sürebilir ve
kanıtlayabiliriz.
30
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
31
Sümer Rahip Devletinden
yaklaşımdır. Burada her şey din bakışı ve tanrıbilimine göre izah edil-
meye çalışılacaktır. Tabii bu iki yaklaşım gerçeklikten uzak bir sonu-
cu verecektir. Ama bu yine de başlangıçtaki insan zihniyeti açısından
kaçınılmaz bir yorumlama tarzıdır. Zihinsel darlığın yaşandığı, bilim
ve felsefenin henüz gelişmediği uygarlık alanlarında, mitoloji ve din
uzun süre açıklama tarzı olmayı sürdürecektir. Günümüzde bile bu
izah tarzının etkileri tümüyle aşılmaktan uzaktır.
Felsefi yaklaşım olguyu kendi özellikleriyle izah etmeye daha ya-
kındır. Olgular ne söylence, ne de tanrılarla izah edilmekte; bunun
yerine ele alınan olgunun kendisi bazı nedenlerine, nasıllarına ve so-
nuçlarına göre izah edilmeye çalışılmaktadır. Bu yaklaşım, toplum
pratiğinin geliştiği ve büyük kentlerin kurulduğu köleciliğin klasik
Athena ve Roma uygarlık dönemlerinde revaçtadır. Bu yaklaşımın
bir adım ötesi, kapitalist uygarlığın dayandığı ve geliştirdiği en son
yaklaşım olarak bilimsel tarzdır. Üzerinde tam birleşme olmamakla
birlikte, bilimsel yaklaşım, deney ve gözlemle doğrulanan felsefi
varsayımlarla hareket etmektedir. Felsefenin soyut varsayımları de-
ney ve gözlemlerle kanıtlanınca, bilimsel izah gerçekleşmiş ve doğ-
ruya en yakın bilgi ortaya çıkmış bulunmaktadır. Mutlak bilgiden
bahsetmek bilimsel yaklaşıma terstir. Bilginin izafi bir karakterde ol-
duğu, sürekli gelişerek anlam gücünü artırdığı, dolayısıyla pratik
teknik gelişmelere daha çok yol açtığı genel kabul gören bir görüş-
tür. Değişmez bilgiden çok, derinleşen bilgiden ve izahtan bahset-
mek daha gerçekçi olmaktadır.
Bu tanımlamalar çerçevesinde, ideolojik yaklaşımlar içinde bi-
limselliğin payı ne kadar artarsa, ele alınan olguya ilişkin bilgilen-
me düzeyi de o oranda artacaktır. Sadece dini veya mitolojik izah-
larla yetinen birisi, gerçekliğe ilişkin ancak darbımesel türünden yo-
rumlarla konunun altından çıkmaya çalışacaktır. Felsefi ve teorik
varsayımlar ise, somutu tam yakalayamadığından, dogmatizme kay-
maktan tutun da bazı kavramlara takılmaya kadar bir soyutluğa düş-
mekten kurtulamazlar. Dolayısıyla en bilimsel temele dayalı ideolo-
jik perspektifler, bilimsel gözlem ve deneyim, olgu hakkında bilgi
için önem taşımaktadır. Genel kabul görecek bir tanımlama ancak
gözlem ve deneyimin sonuçları teorik yaklaşımla da desteklenince
gerçekleşir. Bunun dışındaki yaklaşım ve yorumlar ya söylence ve
dini kanaatler olacak, ya da soyut teorik mülahazalardan öteye faz-
la anlam ifade etmeyecektir.
32
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Kürt olgusuna genelde bilimden yoksun bir ideolojik çerçevey-
le, o da olumsuz yönleri esas alınarak yaklaşılması, çokça gözlem-
lenen bir husustur. İlk ve ortaçağlarda, söylencelerle ve tanrının ağ-
zından bir anlatımla değerlendirmeler yapılmak istenilmiştir. Bu
konuda bizzat Hz. Muhammed’in ağzından tanrının neden Kürtle-
rin güçlenmesini istemediğine dair sahte hadisler uydurulmuştur.
Yine Nuh peygamberden nasıl türediklerine dair anlatımlara rast-
lanmaktadır. Grek mitolojisinde bile Medya ülkesi bir kadın kişili-
ğinde (Medeus) en tehlikeli bir simge halinde anlatılmaktadır. O
çağlarda Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya ve halkına diledikleri gibi
hükmedememeleri ve çıkarlarını sürdürememeleri, bu mitolojik ve
dini yorumlara başvurmalarını bir propaganda yöntemi olarak
önemli kılmaktadır.
İlk ve ortaçağların ideolojik örtüleriyle Kürt olgusunu doğru ta-
nımlamak mümkün değildir. Özellikle alanın çok yönlü ve çok
amaçlı işgale konu teşkil etmesi, halkı hakkında en olmadık ifade bi-
çimlerine, dini ve mitolojik yorumlara yol açması kaçınılmaz ola-
caktır. Bu gerçeklik, Kürtlerin kendilerini dini ve mitolojik açıdan da
olsa yeterince izah edememelerinin temel nedenidir. Çıplak işgal ve
sömürü, ideolojik savunmayı da son derece güçleştirmiş bulunmak-
tadır. Kürtler adeta kendilerini olduğu gibi ele almayı tanrının ve
kutsal devletin emirlerine karşı çıkmak gibi görüp, körce bir bağnaz-
lığın içine girecek kadar düşürülmüş bulunmaktadır. İnkarcılık, bu
tarihsel zemin üzerinde yükselmiştir.
Bilimsel yaklaşımın ilk sahipleri, Avrupa uygarlığına dayalı ola-
rak ortaya çıkmışlardı. Bilim uğruna yürütülen büyük savaşımın so-
nucu olarak cesaret kazanan bilim adamları, en tabu konuları bile in-
celemeye almaktan çekinmediklerinden, tabulu bir konu olarak Kürt
konusuna da bu yönlü bir yaklaşım kaçınılmaz olmuştur.
Bunda şüphesiz yerleşik siyasi çıkarlar esas rol oynamıştır. Kürt
olgusunun aydınlatılması birçok yerel, ulusal ve uluslararası çıkarı
boşa çıkaracağından, yasaklı bir alan olarak tutulmasından ve bilim-
sel izaha kavuşturulmamasından çıkar umulmuş; baskıyla bu çıkar-
lar sürdürülmek istenmiştir. Bu nedenle zihinlerde yaratılan korku ve
çıkarlardan yoksun bırakılmak, Kürt konusunu adeta sahipsiz bırak-
mış; ya da en kaba inkarlar veya çıkarlarına göre şöyle bizdendir bi-
çimindeki demagojik yaklaşımlar hakim kılınmak istenmiştir. Halen
de bu durumun tümüyle aşıldığı söylenemez.
33
Sümer Rahip Devletinden
2- İdeolojik yaklaşımlara egemen olan olumsuz yaklaşımlar ken-
di zıddına yol açmakta, sanki her dönemde geçerli bir Kürt gerçekli-
ği varmış gibi yaklaşılmaktadır. Hatta güçlü, direngen, kafa tutan,
başarmış bir Kürtlük idealize edilmektedir. Bu hususlar milliyetçi
yaklaşımlar için daha geçerlidir. Toplumsal felsefeleri metafizik
olunca, bu tarz yaklaşımlar mevcut gerçekliği daha da karmaşıklaş-
tırmaktadır. Sanki tanrının bir defasında ol demesiyle oluşmuş bir
gerçeklik söz konusudur. Beraberinde birçok yanlışa yol açan bu tu-
tum idealizme düşmekte ve pratik sonuçlarıyla yıkıcı olmaktadır. Ol-
duğundan farklı olgu yorumları politika ve eylem çizgisine yansıyın-
ca birer ucube olup çıkmaktadır.
Halbuki toplumlar hakkında en kaba evrimci modeller bile geliş-
me aşamalarını ortaya koymuşlardır. Hiçbir toplumun temelinde
saflık ve birden olup bitme yoktur. Toplumların uzun zaman ve ge-
niş mekan koşullarında diyalektik bir gelişmeyle gerçeklik kazan-
dıkları, artık bir varsayım da olmayıp bilimsel bir sonuçtur. Mühim
olan herhangi bir toplumun mekan ve zaman koşulunu dönemlere
ayırarak, her dönemin özgün koşulları içinde kıyaslamalar yaparak
olgunun en gelişkin bilgisine ulaşmaktır. Her olgu için geçerli olan
bu yöntemle doğruya en yakın bilgilenmelere ulaşmak bilimsel
yaklaşımın bir gereğidir. Çözümlenemeyecek, tanımlanamayacak
bir olgu düşünülemez. Bu konuda ne yeni icatlara, ne de yanlışlığı
kanıtlanmış yöntemlerde ısrara gerek vardır. Mütevazı bir çabayla
doğru bir diyalektik tarihsel yaklaşım, eldeki olguya ilişkin sınırlı
gözlemlerle bile bizleri doğruya en yakın bilgilendirmelere sahip
kılacaktır.
Bu açıdan bakınca, Kürt olgusunun genel evrim çizgisindeki öz-
günlüğü de daha iyi anlaşılmaktadır. Toplumlar neolitik döneme ka-
dar birbirine benzemekte; en çok yüzlere varmayan gruplar halinde,
av peşinde ve toplayıcılıkla geçindikleri bilinmektedir. Diller ve kül-
türler sınırlı bir gelişime sahip olup, yeni yeni farklılaşmaya başla-
maktadır. Bu aşamada herhangi bir topluluğu diğerinden üstün tut-
mak mümkün değildir. Neolitik toplum tarihin şafak vaktine denk
düşmektedir. Neolitiği oluşturan toplumun tarihi başlatmadaki rolü
açıktır. Yapılan tüm arkeolojik ve etimolojik çözümlemeler, bu top-
lumun halen Kürtlerin yerleşik olduğu sahada yaratıldığına dair kuş-
ku bırakmamaktadır. Demek ki, Kürt olgusu açısından en önemli bir
tespit, neolitiği geliştiren ve yaşayan toplumsal varlıkların en eskisi
34
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
olmalarıdır. Bu tespit çok önemlidir. Çünkü neolitik toplumun genel
özellikleri bilindiğine göre, bunun yaratıcısı olan Kürt atalarını ve
analarını tanımlamak daha kolay ve önemli olmaktadır. En eski ve
yaratıcı halklar kategorisinde birinci sıraya yerleşmek önemli bir öz-
günlüktür ve sonuçları tarihe beşikliktir. Tüm veriler de bu gerçekli-
ği doğrulamaktadır.
Benzer biçimde, köleci ve feodal çağ çözümlemeleri her toplulu-
ğun konumunu yakından belirlediğinden, bu dönemin Kürt özellik-
lerini ve yeni gelişmeleri de haliyle gösterecektir. Kendine göre sı-
nıflaşma, siyasallaşma, alt ve üst yapı kurumlaşmaları toplumu daha
gelişkin kılacaktır. Şartları gereği, Kürtler bu dönemlerin yaratıcılık-
larını sınırlı da olsa olgunlaştırmışlardır. Önemli olan, sağlam göz-
lemlerle bu olguları doğru zaman ve mekan koşullarında tespit edip,
ona göre tanımlamak ve varsayımlar geliştirmektir.
Kapitalist çağın, genel olarak toplumları aşiret ve kavim topluluk-
larından çıkararak ulusal pazar, ortak bir dil ve kültür etrafında ulus-
laştırdığı, gözlemlenen genel bir doğrudur. Varolan her toplum bu
koşullar altında uluslaşabilmekte; ya bizzat ya da çeşitli yakın örnek-
lerle birleşerek, farklı uluslaşmalar doğmaktadır. Uluslaşma sürecine
katılmayan çok az topluluk kalmakta, bu da zorunlu fiziki engeller
yüzünden olmaktadır. Bu genel doğrunun Kürtler için de işlemesi
kaçınılmazdır. Kürtlerin önünde bu doğrultuda üç seçenek bulun-
maktadır: Kürtler ya saf bir uluslaşmayı yaşayacaklar; ya da siyasi
ve askeri zor nedeniyle uluslaşmaları bu yolla mümkün olmazsa,
ikinci seçenek olarak, içinde yaşadıkları devletin hakim ulusuyla
adeta yeniden bir üst kimlik olarak ortak bir ulus teşkil etmeye ze-
min olacaklardır. Ağırlıklı olarak yaşanan budur. Bu yol da başarılı
olmazsa, isyancı kesim dışında, zorunlu bir asimilasyonla eriyerek
tümüyle başkalaşıma uğrayıp yok olacaklardır. Çağın gerekleri açı-
sından bu pek olası olmadığına göre, şu veya bu biçimde bir ulusal
olgu haline gelmeleri kaçınılmazdır.
Görüldüğü üzere, önceden güçlü bir ulus, kavim, hatta saf aşiret
yoktur. Süreç içinde karmaşık yapılanmalarla dönüşüm daha belirle-
yici olmaktadır. Adından tutalım olgunun kendisine kadar, bu evrim
süreklidir. İlk adlandırmaların uygarlıkta başlatıcı olan Sümerler ta-
rafından yapıldığı iyi bilinmektedir. Kürt kelimesinin bile Sümer
kaynaklı olduğu güçlü bir olasılıktır. ‘Kur’ Sümer dilinde dağ de-
mektir; ‘ti’ eki aidiyeti ifade etmektedir. Dolayısıyla ‘Kurti’, dağlılar
35
Sümer Rahip Devletinden
anlamına gelmektedir. Şimdi de Kürtlere genelde dağlı halk denildi-
ği bilinmektedir. Türkler, dağlı Kürt demektedirler.
Siyasi açıdan da Kürt olgusunu yorumlamak zor değildir. İdeolo-
jik, dogmatik yaklaşıma göre tarih sahibi olabilmek için illa devlet
kurmak gerekmektedir. Halbuki siyaset ve devlet olgusuna bakıldı-
ğında hiçbir devletin saf bir ırkın, kavmin veya ulusun devleti olma-
dığı, devleti birçok kavmin ve ulusun egemen sınıflarının birlikte
kurdukları, birbirine devrettikleri veya ayırdıkları iyi bilinmektedir.
Devleti halklar veya uluslar değil, egemen ve sömürücü sınıflar ku-
rarlar. Başkaları ele geçirir, değiştirir veya ayırırlar. Tarih böylece
sürüp gelir. Ama idealist yaklaşıma göre, tarihe en iyi sahip olmak
için illa devlet kurmak veya devlete sahip olmak en temel şartlar-
dandır. Halbuki tarihsel gerçeklik böyle bir durumun ancak iyi bir
idealist yaklaşım olabileceğini, fakat gerçeğin böyle olamayacağını
doğrulamaktadır. Dolayısıyla Kürtler için tarihi kendilerinin olan
bir devletle başlatmak, son derece idealisttir ve gerçeklerle uyuşma-
maktadır. Hiçbir halk için böylesine salt bir siyasi yaklaşım söz ko-
nusu olmamaktadır.
Ağırlığı olan, kendi egemen ve sömürücülerinin bu tür devletle-
rin hakim hanedanını veya sınıfını teşkil etmeleridir. Aşiretin, hal-
kın, ulusun devleti bir safsatadır. Kürtlerde ağırlıklı yaşanan, kendi
egemenleri ve sömürücülerinin sahip oldukları bir devletten ziyade,
başka etnik kökenden hanedanlar veya sınıfların hakim oldukları
devletlere ortak olmaktan, en kötü uşaklığa kadar giden bir siyasi
tarihin resmiyet kazanmasıdır. Halk ve aşiretler olarak dış işgale ve
kendi işbirlikçilerine karşı yoğun isyanları yaşamaları da siyasi ta-
rihinin diğer bir özelliğidir. Kaldı ki halklar için tarih yalnız siyasi
alanla sınırlı değildir. Ekonomiden diplomasiye, sosyal alandan si-
yaset ve hukuka, genel kültür tarihinden genel toplumsal evrime ka-
dar birçok süreci iç içe ifade etmektedir. Bu süreçlerin hepsi diya-
lektik tarihsel bir bağ içinde halkların ve toplumların bütünlüklü ta-
rihsel gelişmelerini ifade etmektedir. Tek bir süreçle tarihi ifade et-
mek son derece yanlıştır.
Siyasi yönden gelişmemiş olmak, kültürel anlamda da gelişme-
mek demek değildir. Örneğin Yahudiler ancak son elli yıl içinde si-
yasi olarak kendilerine özgü bir devlete sahip olabildiler. Ama ente-
lektüel, dini, mali ve ticari olarak neredeyse dünyanın egemen gücü
gibidirler. Hatta düne kadar yerleşik bir konumları da yoktu. Fakat
36
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
bundan Yahudiler tarihsizdir sonucunu çıkarmak büyük bir yanılgı-
dır. Yine etnik tarih başlı başına bir olgudur. Kültürel tarih, en kap-
samlı tarih anlamına gelmektedir. İdealist ve tek boyutlu yaklaşım-
lar, olgusal düzeyde olduğu kadar tarih konusunda da Kürtler konu-
sunda büyük yanlışlara yol açmıştır. Bilimsel bir tarih yaklaşımı,
Kürtlerin genel özellikler kadar kendi özgünlükleri içinde de son de-
rece renkli, çarpıcı bir tarihe sahip olduğunu gösterecektir.
3- Yöntem hatalarından diğer önemli birisi de, Kürt ulusal sorunu-
nu bir devlet kurmakla özdeş kılmaktır. Buna göre sadece devlet kur-
mak için ayağa kalkacaksın; bunun dışındaki tüm çözüm yolları
oportünizm ve sapmadır, ihanet veya işbirlikçiliktir. Özellikle ulusal
sorunda reel sosyalizmin Stalinci yorumu bu tür bir genellemede et-
kili olmuştur. Bunun leninist bir yaklaşım olduğu bile zor iddia edi-
lebilir. Bir ulusal veya toplumsal sorunu devlet kurmaya veya bunun
için yıkmaya bağlamak, esasında eski sömürücü sınıfların kalıntısı
bir görüştür. Halklar için esas olan devlet kurmak değil, demokratik
rejim kurmaktır. Bilimsel yöntemle baktığımızda, demokrasinin ku-
rulmasının bir devlet kurmayı çok aşan, daha gerçekçi ve halkların
çıkarına en uygun çözüm olduğunu daha somut ve çarpıcı olarak
görmekteyiz.
Belki de koşullar zorlayınca devlet kurma, halklar açısından hiç
de tercih edilmeyecek son bir yol olarak düşünülmelidir. Fakat ha-
kim ulus milliyetçiliği ve onun sosyalist geçinen saflardaki etkisi,
hangi şart altında olunursa olunsun, devlet kurmayı bir ‘Amentü’
olarak her örgütün gündemine soktu. Bu bir abartma ve sapmadır;
özünü de egemen ve sömürücü sınıf idealizminden almaktadır. Halk-
ların çıkarına en uygun çözüm, özgürlüklerine ve eşit hak anlayışla-
rına bağlı olan ortak siyasi ve ülkesel birlikler kurmak, yine ortak
ulusal değerler yaratmaktır. Halen bir küçük devletim olsun diye on-
larca yıl boş yere kan dökülmektedir. Böyle olacağına, hak eşitliğine
dayalı ve özgür birlikteliği esas alan siyasi ve ülkesel bütünlükler,
halkların tarihi, ekonomik ve tüm kültürel varlıkları açısından en
zenginleştirici bir yaşama daha fazla imkan vermektedir. Ayrılıkçılık
bir anlamda yoksullaşmadır, tek renkliliktir, yalnızlıktır. Tabii bunda
da ideolojilerin dogmatik yorumlanması, özellikle milliyetçilik çok
etkili olmuştur. Bunun tersi gibi gözüken reel sosyalizmde de, ulusal
sorunun başlıca çözüm biçimi ayrı devlet kurma olarak anlaşılmıştır.
Özünde her ikisi de burjuva ulusçuluğunun gelişmiş biçimleridir; ha-
37
Sümer Rahip Devletinden
kim ve sömürücü sınıfın çıkarlarını sağlama almaktadır. Halkların
çıkarı ise ayrılıkçılığa dayanmayan, hak eşitliğini ve özgürlüğü esas
alan çeşitli birlikte yaşama biçimlerindedir. Özgürlük mücadelesinin
enternasyonal karakteri de bundan ileri gelmektedir.
Hem milliyetçi, hem de reel sosyalist yaklaşımlar Kürt sorununa
bu biçimde uygulanınca, konumu itibariyle kendini son derece kapa-
na sıkışmış hissetmek durumunda kalmıştır. Şüphesiz başta komşu
halklar tarafından olmak üzere enternasyonal desteğin sunulmaması
yüzünden, yıllarca sürecek ve tüm taraflara yıkım ve zorluklar geti-
recek bir süreç kaçınılmaz olmaktadır. Halbuki Kürt olgusunun doğ-
ru tanımlanmasına dayalı olarak demokratik kriterlere uygun bir çö-
züm projesi esas alınsa, tüm taraflar güçlenerek çıkacak ve sorun da-
ha kalıcı bir birliktelikle sonuçlanabilecektir. Devletin, siyasetin ve
toplumun demokratik kriterlere dayalı bir sisteme kavuşturulması;
asırlık kuşku, korku, isyan ve bastırma çabalarını anlamsız kılacağı
gibi, gerçek bir kardeşçe ve özgürce yaşama da imkan verecektir.
Kürtlerin bu rolü temel strateji ve politika olarak benimsemeleri, Or-
tadoğu çapında demokrasinin motor gücü olarak tanınmalarına, des-
teklenmelerine ve kolay benimsenmelerine yol açacaktır.
Dogmatizm, tarih boyunca tehlikeli bir mecraya girince en tahrip-
kar sonuçlara yol açmıştır. Bunun geleceğe yönelik yüzü olan üto-
piklik de bilimsellikle bağını koparınca, aynı tehlikeli sonuçları do-
ğurabilmektedir. Bilimsel yaklaşım bu yönde sorunların temelindeki
olguları tanımladıkça, daha gerçekçi politika ve eylemlere de yol
açarak başarılı çözümleri mümkün kılmaktadır. Daha fazla gerçekçi-
lik, daha fazla insani olabilmektir. Bu da en açık ifadesini demokra-
tik uygarlık sisteminde bulmaktadır.
4- Kürt olgusuna yaklaşımda moral, etik konusu önemli bir yer iş-
gal etmektedir. Günümüzün aşırı ekonomik ve siyasi hesaplı yakla-
şımları etik, ahlak kaygılarını tamamen göz ardı edebilecek bir nok-
taya kadar taşırmaktadır. Bilim ve tekniğin etik ve ahlaktan çok ön-
de gitmesi, aslında en tehlikeli gelişmelerin zihniyet yapısını yarat-
maktadır. Ahlaki kaygı taşımayan bilim, siyaset ve ekonomiyle ilke-
siz ittifak edince; Birinci ve İkinci Dünya Savaşları çok sayıda an-
lamsız bölge savaşları, atom bombasını kullanma, nükleer dehşet
dengesine yol açma, çevreyi yaşanmaz duruma getirme, tehlikeli nü-
fus artışları gibi her birisi tek başına insanlığı uçuruma götürebilecek
sonuçlara yol açabilmiştir. Daha nerede durulacağı da kestirileme-
38
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
mektedir. Şüphesiz mitolojik ve dinsel temelli ahlakın yol açtığı va-
him durumlar da bilinmektedir. Ahlakın kendi başına bir güç teşkil
etmediği, genel toplum davranışı olarak rol oynadığı açıktır. Ama yi-
ne de boş bırakılması, bilim çağının en büyük eksikliğidir. Kesinlik-
le bilim etiğine ihtiyaç vardır. Bilimin etikten yoksun gelişmesi, çağ-
daş hastalıkların temelidir. Dinin zayıflaması bu süreci daha da teh-
likeli kılmıştır. Bilimin özenle kendi ahlakını, hatta en yüce otorite
olarak devletlerin bile üstünde bir güç ve konum ifade eden bilim ah-
lakı örgütünü kurup işletmesi gerekir. Sivil toplum gerçeği bu nok-
sanlığın itirafı olup son derece yetersizdir. Sivil toplumun daha da
geliştirilmesi zorunlu olmakla birlikte, bilim ahlakının oluşturulma-
sı ve uygulama gücü olan bir otoriteye kavuşturulması, çağımızdaki
BM’den de önemli bir kurumu olarak değerlendirilmelidir. Gerçek
insanlık ve enternasyonalizm böylesi kurumların gücüyle anlam bu-
lur. Devletlerin ve dayandıkları tüm kurumların amansız ekonomik
ve siyasi çıkarlarının mevcut halleriyle insanlığı daha da uçuruma ta-
şımaları kaçınılmazdır.
Çağımızın bu gerçekliği, en tehlikeli bir uygulamasını Kürt soru-
nunda göstermektedir. Tüm ilgili taraflar ekonomik ve siyasal çıkar-
larını güncel olarak sorunun adilce çözümünde değil çözümsüzlü-
ğünde görünce, Halepçe Katliamı türünden katliamlara kadar giden
vahşetlere yol açılmaktadır.
Kürtler üzerindeki baskı dil yasağına kadar gidebilmektedir. Tüm
uluslararası ve bölgesel güçler, çıkarları gerektirmediği için uluslar
bunun karşısında sessizce durabilmekte; ne din kardeşliği, ne hüma-
nizm, ne de uluslararası hukuk işlemektedir. Kürtler adeta bir kapa-
na kıstırılmakta, herkes kendine en uygun reel politika ve ekonomik
menfaat içinde kalmayı en akıllı yol saymaktadır. Kürt sorunu çağın
vicdanını gösteren bir nevi turnusol kağıdı görevini yerine getirmek-
tedir. Tarihte de buna benzer durumlar insanlık trajedilerinin gerçek
nedenidir. Böyle devam ederse, 21. yüzyılın trajedi kaynakları da da-
ha çok Kürtler olacaktır. Halepçe’den Akdeniz fırtınalarında batan
gemilerle denize dökülmelere kadar ilk örnekleri ortaya çıkan bu acı
gerçekler, çağın gerçek vicdan göstergeleridir. Sorunlara sadece eko-
nomik, ulusal ve siyasal boyutlu yaklaşmamak, ahlaki boyutu mutla-
ka eklemek, en çok Kürt olgusu ve sorununda çarpıcı olarak gözler
önündedir. Bu yönüyle belki de bu eksikliğin giderilmesinde Kürtler
tarihi rol bile oynayabilirler.
39
Sümer Rahip Devletinden
5- Yönteme ilişkin bu eleştirilerin ışığında Kürt olgusu ve sorunu-
na daha gerçekçi yaklaşılması gereken bir döneme girilmektedir. So-
rundan etkilenen tüm tarafların ve uluslararası çevrelerin yeni Bos-
na, Kosova ve Çeçenistanlar yaratmamak ve mevcut çözümsüzlüğü
de çözüm yerine koymamak açısından, kendi yaklaşımlarını yenile-
meleri ve yetkinleştirmeleri gerekmektedir. Kürtlerin kendi tarihle-
rinin derinliklerinden kaynaklanan gerçekliklerini ve taleplerinin er-
telenemez olanlarını esas alarak çözüm geliştirmeleri, eskiden her
ne kadar ekonomik ve siyasi çıkarlara uygun görülmemiş olsa da,
günümüzde bunun tersine bir duruma dönüştüğü, yani ilgili tüm
çevrelerin ekonomik ve siyasi çıkarlarının çözümden geçtiği iyi gö-
rülmek durumundadır. 21. yüzyılın başlangıcında onurlu bir Kürt
barışını gerçekleştirmek büyük önem taşımaktadır. Daha uzun süre
erteleme ve çürütme yöntemleri, tüm bölgeyi İsrail-Arap çatışması
ve İran-Irak savaşından çok daha kapsamlı ve uzun süreli uğraştıra-
cak potansiyeldedir. Zaten mevcut ateşkes durumu güvenilmez den-
gelere bağlı olup, her an bozulabilecek bir kararsızlıktadır. Coğraf-
ya, artan nüfus ve yoğunlaşan sosyo-ekonomik bunalım, kapsamlı
isyan ve savaşlar için her şeyi sunmaktadır. Yeni bir patlama, çeyrek
bir asrın daha kaybı anlamına gelebilir. Sonuçta yine aynı noktaya
gelinecektir. Sorunun kökenindeki güvensizlik, korku ve aşırı dog-
matik yaklaşımlar, 20. yüzyıl (hatta tüm 19. ve 20. yüzyıl) boyunca
çağdaş bir yaklaşımı devre dışı bıraktı. 21. yüzyılın artık böyle yü-
rümemesi gerektiği açıktır. Zaten mevcut statüyü çağa kabul ettir-
mek imkansızdır. Bunu deneyenler, Irak rejimi benzeri tecritleri ya-
şamaktan kurtulamazlar.
Özellikle esas çözümleyici alan olarak Türkiye’nin, cumhuriyetin
reformlar temelinde yeniden yapılanmasından yararlanarak, Kürt
gerçekliğini güç kaybettiren bir yapıdan çıkarıp büyük güç kazandı-
ran bir yeniden düzenlemeye tabi kılması, bunu iç ve dış politikala-
rına en büyük atılımı yaptıracak bir fırsat olarak değerlendirmesi ha-
yati önem taşımaktadır. Aydın ve politik Kürt çevrelerinin, özellikle
PKK’nin sorumlu düzeylerinin de eski dogmatik özellik kazanmış ve
uygulama kabiliyeti olmayan yaklaşımlarını aşarak, demokratik ve
laik cumhuriyet kriterlerinde ve evrensel hukukun kendileri için ge-
çerli kılınmasını sağlayacak yaratıcı projelerle gündem oluşturmala-
rı, güçlerini buna göre demokratik barış seferberliği halinde eylemli
kılmaları tarihi görevleri olmaktadır. Ne isyan, ne inkar, ne bastırma;
40
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
tersine karşılıklı birbirini anlama ve çözüme ortak çıkarlar temelin-
de gitme, herhalde bin yıllık birlikte yaşamanın da en anlamlı ve çağ-
daş sonucu olarak kabul edilmek durumundadır. Aşırı milliyetçi ön-
yargıların bir tarafa bırakılması, özgür yurttaş anlayışı, kültürel var-
lığa ifade özgürlüğü ve demokratik siyaset kanallarının açık tutulma-
sı, zaten demokratik cumhuriyet ve toplum olmanın da gereğidir.
Türkiye’nin 21. yüzyıla girerken yaşadığı ağır krizin esasta bu so-
rundan kaynaklandığını, kurtuluşunun da Demokratik Cumhuri -
yet’in gereklerini yerine getirmekten geçtiğini bilerek bu sorunun çö-
zümüne yönelmesi, gerçek yurtseverlik, birlik ve kardeşliğin gereği-
dir. Bu çözüm etkisini tüm Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta
Asya’ya yayarak, AB karşısında da güçlü tezlerle hareket etme im-
kanlarını verecek; 20. yüzyılın dikkatle izlenen ve ders alınan bir ön-
derlik gücü olarak saygı yaratacaktır.
41
Sümer Rahip Devletinden
42
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
43
Sümer Rahip Devletinden
Batman’ın Çemê Hallan, Ergani’nin Çemê Kotê Ber ve Urfa’nın
birçok toprak tepesindeki kazılarda rastlanan neolitik kalıntılar, bu-
ralardaki ilk yerleşmelerin tarihini M.Ö 11000 yıllarına götürmekte-
dir. Tarihin en büyük devriminin bu yerleşik yaşama geçiş olduğuna
dair bütün tarihçiler hemfikirdir.
Gerçekten yüz binlerce yıl süren ve çok az iz bırakan paleolitiğin
20-30 kişilik gezginci toplulukları, tarihin oluşumunda fazla rol sahi-
bi olamamaktadır. Kapasite ve kültürleri çok zayıf olup, tarihi hızlan-
dıracak özelliklerden yoksundur. Yerleşik topluma geçiş, yani tarım
ve hayvancılık devrimi, tarihin çarklarının alabildiğine hızlanmasın-
da en verimli dönemi teşkil etmektedir. Şüphesiz bu rolü, yüz binler-
ce yılın tekdüze işleyişine son vermesinden ötürüdür. Tarih bundan
sonra sert bir çıkış yapmaktadır. M.Ö 6000 yıllarına doğru neolitik
kültür bu bölgede yaygın olarak kurumlaşmaktadır. İlk başarılı örnek-
lerin keşfedildiği Tel Khalaf yerleşim yerinden ötürü, bu döneme Tel
Khalaf Kültürü denilmektedir. Doğu Akdeniz’den Zagros’a kadar
uzanan ve daha çok Yukarı Mezopotamya olarak adlandırılan bölge-
de yoğunlaşan bu kültür, geniş bir alanda benzerlik arz edip, yaklaşık
M.Ö 4000 yıllarına kadar başat bir rol oynamakta ve dünya çapında
bir orijinalliği temsil etmektedir. Tarih, iki bin yıl süren bu dönemde
oluşturulan teknoloji ve bilginin bir örneğinin ancak M.S 16. yüzyıl-
dan itibaren Avrupa’da geliştirildiğini ve bununla kıyaslanabileceğini
göstermektedir. İnsanlığın en köklü adımının ve uygarlığı doğuracak
tüm icatların bu alandaki kültür tarafından yaratıldığı gözlemlenmek-
tedir. Bu, tarihin ilk altın dönemi olarak da değerlendirilebilir.
Neolitik çağ, süre ve kapsam itibariyle insanlığın ruh ve zihniyet
yapısını oluşturan en temel dönemdir. İlk düşünce kalıpları, ruhsal
yüceliş, bilgilenme, yönetme, toplum olma bilinci, tanrı kavramına
ulaşma gibi temel ideolojik unsurlar bu dönemde büyük gelişme sağ-
larlar. İnsanlık tarihinde ideolojik üstyapı, ana özelliklerini neolitik
toplum koşullarında kazanmıştır. Bunun bir çocuğun yürümeye ve
konuşmaya başlaması gibi bir anlamı vardır. Diğer yandan dokuma-
cılıkla giyinme, el değirmeniyle un ve ekmek yapma, çanak çömlek-
le yemek pişirme ve saklama, taşları keserek ve kerpiçle ev yapma gi-
bi temel maddi kurumlar bu dönemin ürünüdür. Bugün kullanılan bit-
ki ve hayvanların büyük kısmı yine bu dönemde ekilmiş ve evcilleş-
tirilmiştir. Yontma ve bakır taştan balta, çapa, saban, tekerlek ve kağ-
nı dönemin temel icatlarıdır. Bu dönem esas olarak bugünkü insanlı-
44
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
ğın sadece beşik dönemini değil, çocukluk ve delikanlılığa başlangıç
aşamasını da teşkil etmektedir. Dinin ve mitolojinin bütün temel kav-
ramları kaynağını bu dönemden almaktadır. İnsan topluluklarının
hayvanlar alemiyle arasına büyük farklar koyan bu gelişmesi, insan-
larca harikulade ve mucizevi bir durum gibi algılanmıştır. Din ve mi-
toloji, aslında toplumun bu büyük devrimsel gelişmesinin zihniyet
yansımaları olarak kimlik kazanmaktadır. Felsefi ve bilimsel izah na-
sıl çocuklar için erken bir düşünce biçimiyse, bu dönemin insanlığı
için de ancak mitolojik ve dini düşünce gelişebilecek durumdadır.
Neolitik toplum, özde mitoloji ve dinin maddi zeminidir. Bundan ön-
ceki toplum biçimlerinde bu yönlü ideolojik kimliğe rastlanmamakta;
belki de çok sınırlı bazı kutsallık kavramlarına ulaşmaya imkan ver-
mektedir. Tarım ve hayvancılık devrimi dinin ve mitolojinin yolunu
ardına kadar açmakta ve maddi zeminini oluşturmaktadır.
Siyasetin primitif, ilkel nüvesine de bu toplum tipinde rastlamak-
tayız. Birkaç kabile büyüklüğüne ulaşan toplum, bir yönetim soru-
nuyla karşı karşıya kalmaktadır. Kabilenin en tecrübeli ve gelişmeyi
sürdüren kişileri doğal olarak lider konumuna gelmekte, bu temelde
şaman ve büyücülük tarzında bir bölünmeye gidilmektedir. Politik
ve manevi liderlik ilk farklılaşmasını bu koşullarda almaktadır. Ta-
rım ve hayvancılık devrimi ağırlıklı olarak kadın etrafında şekillen-
diği için, uzun süre anaerkil toplum özellikleri hakimdir. Güçlü ana
kültü bu dönemin ürünüdür. Erkek son derece silik ve anonimdir.
Ana kadın ise, çok belirleyici ve özgüldür. Bu durum manevi yansı-
ma olarak da tanrıça kültürünün temelidir. Tanrıçalık, özünde neoli-
tik devrimi başaran kadının özelliklerinin toplam ifadesidir. Büyük
insanlık devrimi bilinci zihniyet dünyasına yansıdığında, kadın tan-
rıçayı merkez alan bir yüceleştirme ve kutsama tarzına yol açmakta-
dır. Yaratıcılık, bitki tanımı, ekimi, hayvanı evcilleştirme, çanak
çömlek yapımı, dokuma ve ev yapımı, çocuk yetiştirme, çapalama,
meyve ağaçlarını bekleme hep kadının baş aktörlüğünde gerçekleşti-
rilmektedir. Güçlü tanrıça kaynağını bu anaerkil toplumdan almakta-
dır. Bu dönemden kalma bütün heykelciklerin kadını sembolleştir-
mesi, en temel kanıtlayıcı örneklerdir. Erkeğin öne çıkması, çok son-
raları, ancak tarlayı sabanla sürme ve göçebe toplumda avcılığın ha-
len önem taşıdığı koşullarda ortaya çıkmaktadır. Erkek kültü esas
olarak M.Ö 4000’lerde öne geçmekte ve Sümer sınıf toplumuyla bü-
yük bir üstünlüğe geçiş yapmaktadır. Bunda üretim tekniğindeki ge-
45
Sümer Rahip Devletinden
lişmeler belirleyici rol oynamaktadır. Özellikle saban ve baltanın da-
ha çok kaba güç istemesi ve evden uzak bulunmaya zorlaması, üre-
timde erkeğin öne geçmesinin temel biçimi olmaktadır.
Tarihe damgasını vuran neolitik toplum kültürü orijinalini bu böl-
gede bulmaktadır. Doğu Akdeniz’den Zagros sıradağlarına, Kuzey
Arabistan çöllerinden Anadolu Toroslarına kadar, özellikle Dicle, Fı-
rat ve Zap sularının çıkış yaptığı dağ etekleri ve aralarındaki ovalık
kısım, bu toplum tipinin şekillendiği ana merkezler olmaktadır. Ta-
rihte bu bölgeye Verimli Hilal denmesi de bu özelliğinden ötürüdür.
İnsanlık yaklaşık on bin yıllık bir sürede bölgenin yaratıcı rolüyle
beslenmiş olmaktadır. Bir anlamda tüm bu zamanlarda dünya insan
toplumuna önderlik edilmektedir. Tarihte üç büyük kültürel yayılma-
nın bu bölgeden kaynaklandığı kanıtlanmış bulunmaktadır. İlk neo-
litik buluşlar, yaklaşık iki bin yıllık gecikmeyle Avrupa ve Asya’nın
ortalarına ve Kuzey Afrika’ya M.Ö 7000 yıllarında yayıldığı anlaşıl-
maktadır. Buralarda ortaya çıkan neolitik araçların Verimli Hilal’de-
kiler ile çarpıcı benzerlik göstermesi bu gerçeği kanıtlamaktadır. Ya-
yılmanın fiziki güçlerden ziyade kültürel yayılma biçiminde gerçek-
leştiği daha güçlü bir olasılıktır. Tel Khalaf Kültürü ise, yaklaşık bin-
iki bin yıllık gecikmelerle Atlas Okyanusu’ndan Büyük Okyanus’a
ulaşmaktadır. Üçüncü büyük yayılma Sümer uygarlığına dayanmak-
tadır. Sümer uygarlığı da yaklaşık M.Ö 2000-1000 yılları arasında
tüm bu bölgelere ulaşabilmektedir. Yapılan arkeolojik kazılarda, kül-
türünün benzer niteliğinden bu gerçekliği tespit etmek kolaylıkla
mümkün olmaktadır.
Kültürel yayılma sadece maddi üretim tekniğiyle sınırlı değildir.
Özellikle Hint-Avrupa dil grubunun esas kaynağının, bu büyük dev-
rimin gerçekleştiği Dicle-Fırat havzasının yukarı kısımları olduğu
kanıtlanan diğer bir gerçektir. Aryen dil ve kültür grubu da diyebile-
ceğimiz tarihin bu en önemli geleneğinin tahminen M.Ö 11000 yıl-
larından itibaren bu ana kaynakta şekillendiği arkeolojik, etimolojik
ve etnolojik kıyaslamalarla rahatlıkla kanıtlanmaktadır. Özellikle o
dönemden kalma ve halen bölgede Kürtçe lehçelerinde kullanılan
birçok kelime, kaynağın bu dönemde ve bu zamanda oluştuğunu
göstermektedir. Aryen dili ve kültürü, esasında tarım ve hayvancılık
devriminin ürünüdür. Bu devrimin yayıldığı tüm sahalar, ağırlıklı
olarak bu kökenden türeyen dilleri konuşmaktadır. Tek istisna, çöl
kaynaklı Semitik dil grubuyla buzul alanlardan kaynaklanan Fin-
46
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Ural-Moğol dil gruplarıdır. Birincisi çöl göçebe toplumunu, ikincisi
buz eteklerinden kaynaklı, yine ağırlıklı bir göçebe olan bir toplumu
esas almaktadır. Ortadaki Aryen grup en geniş ve yaratıcı kültürün
merkezi konumundadır.
Bir dönem iddia edildiği gibi, Hint-Avrupa dil ve kültür grubunun
Avrupa ve Rusya ovalık alanlarından güneye, Ortadoğu’ya gelmiş
olmayıp, tersine Verimli Hilal’den bu alanlara yayıldığı artık tama-
men kanıtlanmış bir tarih gerçeğidir. Tabii bu kadar uzun bir zaman
aralığıyla geniş coğrafyaya yayılmanın sonucu olarak çok bölünece-
ği, yüzlerce yerel lehçe haline dönüşeceği doğal bir gelişme olarak
anlaşılmalıdır. Ama kökün ve esas devrim merkezinin Dicle-Fırat
havzasının yukarı alanları olduğu ve gerçekleşmenin yaklaşık M.Ö
12000 yıllarına kadar dayandırılabileceği inkar edilemez bir gerçek-
liktir. Tarihi doğru kavramak, oluş ve yayılma tarzıyla yakından bağ-
lantılıdır. Hatta tüm bilimlerin anası olarak, tarihin doğuş, gelişme ve
yayılma çizgisinin doğru belirlenememesi halinde, tüm toplumsal bi-
limlerde önemli yöntem ve içerik hataları ve yanlışlıkların yapılma-
sı kaçınılmaz olmaktadır.
Dolayısıyla neolitik toplumun çözümlenmesi sadece Kürtlerin ta-
rihi açısından değil, tüm insanlık tarihi açısından büyük önem taşı-
maktadır. Doğrudur, yazılı tarih, yani tarihin kendisi Sümerlerle baş-
lamaktadır. Ama Sümerler de her şeyini neolitik toplumdan, Dicle-
Fırat’ın yukarı havzasından almışlardır. Tüm üretim teknikleri kadar,
temel üstyapı kurumlarının ana kavramları da bu toplumda şekillen-
miş olup Sümerlere geçmiştir. Bu gerçeğin de birçok kanıtına sahip
bulunmaktayız. Kaldı ki, Sümerlerin adım adım Kuzey Mezopotam-
ya’dan Güney Mezopotamya’ya yayıldığı tümüyle belgelidir. De-
mek ki tarihin yazıya dayanmayan asıl kaynağı; neolitik devrimin
merkezleri olarak Dicle, Fırat ve Zap ile kendilerine katılan kolların
oluşturduğu en elverişli, ekin ve evcilliğe uygun, yabani bitki ve
hayvanların anayurdu olarak dağ ve ovaların birleştiği yarı tepelik
ovalar ve vadilerdir. Bu ova, vadi ve dağların sihri, tarih yaratmanın
beşiği olmalarından ileri gelmektedir.
Bölgenin ve halkının ilk bilinen adlandırmasını Sümerler yapmış-
tır. Daha doğrusu, yazılı kaynaklardan bu hususları rahatlıkla çıkara-
bilmeliyiz. Neolitik toplumu yaratan, dıştan gelen bir kültür veya fi-
ziki topluluk olmayıp, bölgede en eski dönemlerden beri yerleşik
olan kültür ve yaratıcı olarak yerli gruplar olmaktadır. Otantik bir
47
Sümer Rahip Devletinden
özelliğe sahiptir. Bütün tarihi kayıtlar, MÖ 20000’lerde üst paleoli-
tikten, M.Ö 15000-11000 yılları arasında tüm mezolitik dönemden
ve ondan sonraki neolitik toplumdan Sümerlere kadar, MÖ 11000-
3000 yıllarında kesintisiz yerleşik bir kültürün ve kabileler toplulu-
ğunun sürekli gelişme halinde olduğunu göstermekte ve kanıtlamak-
tadır. Zaten Sümerlerden günümüze kadar da, daha sonraki tarihi ya-
zılı kayıtlardan bunu izlemek mümkün olmaktadır. Ortaya çıkan ger-
çeklik, bugünkü Kürtlerin ataları ve analarının, tüm bu tarih dönem-
lerinde bölgenin asıl kültür ve dil yaratıcıları olduğunu göstermekte-
dir. Sümerlere kadarki dönemde bölgede yaşayan tüm topluluklara
Proto-Kürtler demek de mümkündür.
Bu bölgelerin topluluklarının en amansız saldırı dönemlerinde bile
dağların ve ormanların içlerine çekilerek varlıklarını korudukları tüm
tarihsel belgelerce kanıtlanmaktadır. Halkları yerinden yurdundan et-
mede en ileri düzeyde rol oynayan Asur imparatorları bile, bizzat yaz-
dıkları kaya yazılarında ve çok sayıda tabletlerde, bölgeye sefer yap-
tıklarını, ama başaramadıklarını açıkça belirtmektedirler. Bu husus
tüm istilacılar açısından geçerlidir ve belgelidir. Tarih öncesinin zor
kullanmada aralarında pek fark olmayan topluluklara ait nüfusun da
zaten fazla olmadığı, sabit yerleşmelere geçtikleri; ne dışarıya çok ya-
yıldıkları, ne de dışardan kendilerini yerlerinden edecek grupları ka-
bul ettikleri veya yenik düşürdükleri açıktır. Alanın sürekli gelişmeye
ve yaratıcılığa imkan vermesi, halkın yerleşik kültürünü ve tarihin bü-
yük devrimini sürdürmeye elverişli kılmaktadır. Sürekli gelişen ve
devrim halinde olan bir kültürün ve insan topluluklarının bu temelde
güç kazanacakları ve koparılmazcasına kök salacakları açıktır. Kaldı
ki, tüm arkeolojik kayıtlar bu sürekliliği doğrulamaktadır. Lehçelerin
farklılık göstermesi bütün dil gruplarında geçerlidir. Hatta Kürtçe leh-
çeleriyle kıyaslandıklarında, farkları çok derindir. Tüm istilalara rağ-
men, bu kadar uzun bir süreden beri lehçe yakınlıklarını sürdürmele-
ri, Kürtçe ve Kürtler açısından önemli bir başarıdır.
Resmi devlet dili haline gelmiş birçok topluluk dillerindeki lehçe
yakınlıkları Kürt lehçeleri kadar olamamaktadır. Bunda yine belirle-
yici etken, neolitik devrimin uzun süreli dil ve kültürünün gücünden
ileri gelmekte ve bu gerçekliği doğrulamaktadır. Diğer yandan bu
durum Proto-Kürtlerin ve Kürtlerin fazla yer değiştirmedikleri, yer-
leşik kaldıkları ve böylelikle kültürel ve dilsel saflıklarını uzun süre
korudukları anlamına gelmektedir. Dört bin yıl önceki bir ezginin
48
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
içeriği ve melodisinin günümüzde bile söylenmesi, bu dil ve kültü-
rün gücünü ifade etmekte ve kanıtlamaktadır. Gerek Gılgameş Des -
tanı , gerek meçhul kızın Gıro adlı ezgisi bu gerçekliği doğrulamak-
tadır. Bu edebi tarzların tespitli tarihleri en azından M.Ö 2000’lere
kadar gitmekte ve günümüze kadar gelen Kürt destan biçimleriyle de
büyük benzerlik göstermektedir. Yine Sümer İnanna ve aynı tanrı-
çanın Akadçası olan İştar ’ın kaynağının, bugün bile Kürt kültüründe
tanrı, ‘en yüce ve büyük’anlamına gelen Star, Sterk sözcüğünden tü-
rediği açıktır. Sümerlerin kültürlerinde bu tanrıça kültürüne Ninhur -
sag, yani ‘dağlık bölgenin tanrıçası’ denilmektedir ki, bunun Sterk
geleneğiyle ilgisi açıktır. Ayrıca tüm araştırmalar, neolitik dönemde
tanrı veya tanrıçaların yıldızlarla simgeleştirildiğini göstermektedir.
Kürtçe’deki Sterk hem yıldız anlamına gelmektedir, hem de kültürel
olarak en büyük anlamında tanrı veya tanrıçanın kendisi olmaktadır.
Tanrıların ilk ortaya çıkarıldıklarında yıldızlarla simgeleştirilmeleri
Kürt kültür kaynaklı olup, daha sonraki tüm göksel dinlerin temelini
teşkil etmektedir.
Denilebilir ki, hiçbir halk Kürtlerin orijinleri, asılları kadar neoli-
tik çağı hem yaratıp hem en derinliğine yaşamak durumunda kalma-
mıştır. Bu özgünlük süre ve kapsam itibariyle en yoğun biçimde Kürt
olgusunda yaşanmıştır. Bu özgünlüğün etkileri günümüze kadar sür-
mektedir. Kürtler bütün güç ve enerjilerini bu çağdan alıp bu çağa
vermişlerdir. Bugünkü Kürt zihniyet yapısının çok geri kalması da
esas olarak neolitik çağda takılıp kalmalarından, adeta orada gönül-
lü bırakılmalarından ileri gelmektedir. Sanıldığının aksine, neolitik
çağın etkileri halen dünyada küçümsenmeyecek ölçülerde varlığını
sürdürmektedir. Köylülük, maddi yaşam ve zihniyet olarak neolitik-
ten kalma bir toplumdur. Tarım kültürü, başta gelen özelliklerini bu
çağda kazanmıştır.
Neolitik çağın yazılı bir tarihinin olmaması, onu yaşayan halkla-
rın tarihsiz oldukları anlamına gelmez; ancak yazılı bir siyasi tarih-
lerinin olmadığı anlamına gelir. Diğer yandan zengin bir kültür, mi-
toloji ve etnik tarihleri olduğu kesindir. Tarih sadece yazılı ve siyasi
içerikli değildir. Hatta gerçek ve anlamlı tarih, insan toplumunu de-
rinliğine etkileyen maddi ve manevi tüm kültür öğelerini kapsayan
tarihtir. Bu açıdan bakıldığında, Kürtler neolitik çağın en önde gelen
halkıdır; yaratıcı bilgi ve tekniği geliştiren kültürün başta gelen sahi-
bidir. Mezopotamya kültürünün tarihte o kadar derinliğine etkide bu-
49
Sümer Rahip Devletinden
lunması bu gücünden ileri gelmektedir. Günümüz ABD ve AB’nden
çok daha kapsamlı ve uzun süreli olarak insanlığın gelişiminde rol
oynamış ve katkıda bulunmuş bir çağın kültürünü yaratan ve onu
dünyaya yayan halk konumundadır. Tek eksiği, bunu tarihe yazdıra-
mamasıdır. Kaldı ki, tüm halkların emek tarihi layıkıyla yazılmadığı
gibi, egemen sömürücüler tarafından yok sayılmış ve çarpık yansıtıl-
maktan kurtulamamıştır. Hiçbir bilim tarih kadar egemen ve sömü-
rücü kesim tarafından çarpıtılarak yazılmamıştır. Bilim yönteminin
giderek etkili ve hakim olmasıyla, emeğin ve halkların tarihinin ya-
vaş yavaş aydınlandığı ve yazıldığı bir döneme girilmektedir. Bu açı-
dan bilimsel yöntemin uygulanmasıyla, Kürt orijinalitesi en gerçek-
çi bir içerikle aydınlatılıp layık olduğu yeri bulacaktır.
Dikkatli bir gözlemci, Dicle-Fırat havzasında, özellikle Urfa, Di-
yarbakır, Mardin ve komşu yörelerinde yüzlerce topraktan tümseği
otomobille geçerken bile sayabilir. Tüm bu tümsekler en azından on
beş bin yıllık bir tarihi gizleyen gerçek hazinelerdir. Bunlar ilk ne-
olitik yerleşimler olup, tüm çağlar boyunca kültürlerin üst üste yı-
ğıldıkları arkeolojik alanlardır. Gerçek tarih bu tümsekler açıldığın-
da ve çözümlendiğinde yazılabilecektir. Ne yazık ki, bir nevi kültür
ve tarih katliamı olan barajlar politikasıyla bu kültür hazineleri su
altında bırakılıp yok edilmektedir. İnsanlığın binlerce yıllık emeği
kısa süreli maddi çıkarlar uğruna tahrip edilmektedir. İnsanlık tari-
hine beşiklik eden bu kültür ve tarihi inkar edip, tarihi İslamiyet,
Hıristiyanlık ve Yahudilikle, yine hakim hanedanlıklar ve günü-
müzde de milliyetçi organizasyonlarla başlatmak ve izah etmek,
gerçek tarihe karşı hakaret, inkar ve çarpıtma anlamına gelmekte-
dir. Halkların ve emeğin tarihi ancak bu tarih anlayışları yıkılır ve
aşılırsa yazılabilecektir.
114
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
115
Sümer Rahip Devletinden
tüm hizmetler, bu yüce hareketlerin parçalarıdır. Dönemin temel si-
yasi hareketi bu öze sahiptir.
İlkçağların bilinçli toplumsal hareketleri; sınıflı toplumun idealize
edilmiş ve mitolojik anlatıma büründürülmüş gerçeğini ifade eden
tanrı-kralların etrafındaki tapınmaları esas alır. Düşünce ve hareket-
liliğin merkezinde krallık kurumu ve sürdürülmesine ilişkin tüm ça-
balar yatar. Toplumun varlığı, ilahlaştırılmış krallıkla mümkündür.
Düzenli ibadetler ve bayramlar krallığın sürdürülmesi ve korunması
içindir. Krallık haline gelmemiş aşiret ve kabile topluluklarındaki şef
için de benzer bir düzen gelenekselleştirilir. Tüm toplumsal hareket-
lerin esin kaynağı böyle koşullandırılmıştır. Kendi başına toplum
için ayrı bir siyasal etnik hareket düşünülemez bile. Bilinç ve hare-
ketlilik için simgeleştirilen merkez esastır. Onun için savaşılır, ölü-
nür, çalışılır.
Feodal çağlarda bu durum bir adım daha ilerler. Tanrının kendisi
(kralın kendisi) için değil de, sözleri için (yeni toplumun kuralları)
hareketler esas alınır. “Tanrı şöyle dedi, böyle emretti” denildiğinde,
aslında ya eski toplum restore edilmekte, ya da yenisi kurulmaya ça-
lışılmaktadır. Toplumsal hareketlilik kurumsal ve kurallar çerçeve-
sinde düzenlenmektedir. Siyasi ve askeri hareketlilik artık şahıslar-
dan kurtulmuş olup, daha kalıcı ilkeler uğruna seferber edilmektedir.
Bu biçimiyle Ortaçağda gerçek siyasi hareketler dönemine girildi-
ğinden bahsedilebilir. Her ne kadar dinsel örtü ve tarikat-mezhep bi-
çimleri altında yürütülse de, bu dönemin bilinçli ve örgütlü siyasi ha-
reketlerinde bir artış vardır. Toplumsal çelişkilerin artmış olması
bunda temel rol oynar. Aşiretler içinde de artık reisi aşan, aşiretin te-
mel değerlerine bağlı hareketler gelişir. Etnik hareketler diyebilece-
ğimiz bir döneme girilmiştir. Mezhep hareketleri daha çok sınıfsal
çelişkiden kaynaklanmışken, etnik hareket aşiretin varlığını dış teh-
likelere karşı bir bütün olarak savunmayı esas almaktadır. Henüz di-
rekt kavim veya ulus için hareketler dönemine girilmemiştir.
Kapitalizm çağının temel toplumsal hareketi ise ulusal biçimlidir.
Feodalitenin ülkeyi çitlerle bölen ve mahalli darlığı esas alan yöne-
timi baş engel olarak görülmektedir. Kapitalizmin çıkarları, en azın -
dan ortak dil ve kültüre sahip toplulukları, geliştirilmiş bir pazar, dil,
kültür ve siyasal bilinç altında toplayarak bu çitleri kırmasını, ulus
ve ulus-devletini oluşturmasını hedeflemektedir. Ulusal pazar, dil,
kültür, tarih ve devlet artık kutsal amaçlar olarak sürekli yüceltile-
116
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
ceklerdir. Bunlara uzanan eller kırılacak; hizmet edenler ise, en bü-
yük kahramanlar olarak eski tanrı-kralların yerine oturtulacaklardır.
Yeni tanrısal düzen ve onun uğruna toplumsal hareketlilik, bu form
altında ulusallık markasıyla yürütülecektir. Dünyanın her tarafında
egemen çıkarlar, her türlü hareketi bu ana hareketlere bağlayacaktır.
Ulusal pazar ve devletle bağlantılı kılınmamış tek bir iğne ucu kadar
değer bile kalmayacaktır. İğne ucunun ne kadar ulusal olduğu, yeni
dinin veya hareketin en temel sorunudur. Milliyse, değerli ve kutsal-
dır; değilse hain ve alçaktır. Dogmatik ideolojilerin tüm toplumlar
için en son varacağı aşama budur.
Tabii bu anlayışın doğal sonucu sürüp giden ideolojik savaşlardır;
daha doğrusu, dogmatizmin körüklediği sınıfsal çıkarların vahşi kan-
lı dönemidir, onun hareket ve savaşlarıdır. Şüphesiz bazen en saçma
düzeye varan bu hareketlere karşı dinler, mezhepler ve felsefelerin
daha barışçıl düşünce, inanç ve ahlakı, insaniyet merkezli yaklaşım-
ları ve çok sayıda topluluk ve hareketleri de oluşmuştur. Tarih hiçbir
zaman tek taraflı bir iradenin eseri olarak gelişmez; her zaman iki zıt
ucun diyalektik bağı halinde çelişkili olarak gelişir. Yeniyi temsil
eden özelliklerin başatlık kazanmasıyla yeni bir dönemi başlatır.
Toplumsal olgu ve hareketlilik bu ana çerçevede tüm toplumlar için
geçerlidir. En basit toplumsal olgudan en gelişmiş ulus üstü toplulu-
ğa kadar, hepsi için işleyen diyalektik süreç bu özde işler.
Ezilen ve sömürülen sınıf ve etnik toplulukların hareketi de bu ana
çerçevenin bir parçasıdır. İlk tanrısal krallık hareketinin yanı başın-
da uç veren “Benim başıma gelen bu felaketin kaynağı nedir, bu ka-
dar baskı ve sömürü hangi ilahlar adına olmaktadır?” biçimindeki
düşünce, aslında ezilenlerin ilk sınıf ve etnik hareketinin tohumları-
nı atmaktadır. İnsanlık “Ya Rab, çektiğim bu acılar neden?” dediğin-
de, isyana yeltenme başlamış demektir. Aşiretlerin üstlerine gelen ilk
zırhla donanımlı adamları tutsak etme ve talan amaçlı hareketlerine
karşı savunmaya geçmeleri, özgürlük hareketlerinin başladığı döne-
me girildiği anlamına gelecektir. Peygamberlik, felsefi okullar, mis-
tik tarikatlar bu doğrultuda düşünce ve inanç kurumları olarak top-
lumsal hareketler tarihinde önemli yer tutarlar. Ortaçağı boydan bo-
ya kaplayan mezhep hareketleri, özünde ezilen ve sömürülen yoksul
kesimlerin sınıfsal ve toplumsal hareketidir.
Kapitalizm çağında ilk defa toplumun bilimsel temelde tanımlan-
maya çalışılması, dogmatizmin aşılmasına ve bilimsel sosyalizmin ge-
117
Sümer Rahip Devletinden
lişmesine yol açmıştır. Emekçilerin ve ezilen halkların gerçeğini ve çı-
karlarını bilimsel olarak ifade eden sosyalizm, bir eylem kılavuzu ola-
rak, tarihte yeni tür toplumsal ve ulusal hareketlerin önünü açmıştır.
Emekçilerin ve ezilenlerin hareketi, özünde demokrasinin kapsamlı
hale gelişini de ifade eder. Demokrasi, dar sınıf kapsamından çıkarak,
tüm toplumsal sınıf ve tabakaları, etnik ve ulusal kimlikleri kapsayan
bir siyasal yönetim biçimi olarak dünya çapında anlam ve güç kazanır.
Neolitik toplumun doğal demokrasisinden, tüm sınıf ve toplulukların
barış içinde dönüşümlerine olanak veren, bilimsel düşünceye dayalı,
bilinçli ve örgütlü demokratik uygarlık dönemine geçiş yapılır.
Kürtler tüm önemli toplumsal çağlarda hareketli, üretici, yaratıcı
bir halk olarak varlığını hissettirmiştir. Neolitik çağın en hareketli
halkı Kürtlerdir. Tarım ve hayvancılığa dayalı en büyük toplumsal
devrimin yaratıcı halkıdır. İlkçağı doğuran, göklere dayalı tanrısal
inançların temelini atan, mitolojik düşünce biçimini sistemleştiren
toplulukların başında Kürtler gelmektedir. Sümer köleciliğine, ko-
lonyalizmine karşı aşiret bilinciyle ve özgürlüğünden vazgeçmez
tutkularıyla ilk direnen etnik halk olmanın onuruna da sahiptir. Aşi-
retçiliğin halen güçlü olması, tarihin derinliklerindeki bu gerçeklikle
yakından bağlantılıdır. Bir nevi kullaştırmaya karşı, insanlığın ilk öz-
gürlük bayrağını yükselten halkıdır. Tüm ilkçağlarda Kürtlerin etnik
temelde özgürlük direnişi, halklar için esin kaynağı olmuştur. Orta-
doğu tarihinde köleci devlete karşı en çok direnen, teslim olmayan,
dağlarının doruklarında özgür yaşamayı köleci uygarlığa tercih eden
temel halk gücünü yine Kürtler temsil etmiştir. Tarihte etnik temelde
en kapsamlı ve uzun süreli direniş hareketlerinde Kürtlerin özgün ve
başat bir yeri vardır. Bu özgürlük direnişi Yukarı Mezopotamya’da,
Medya yaylalarında büyük özgürlük ahlakını doğurmuştur. Zer-
düşt’ün özgürlük tarihinde büyük yeri olan özgür irade ve ahlakı, bu
soylu direnişlerin bir sentezi ve yoğunlaşmasıdır. Bu bir yandan İb-
rahimi dinlere yol açarken, diğer yandan Grek felsefesine giden yo-
lu ardına kadar açmıştır. Dicle-Fırat kaynaklarından sadece köleci
Sümer uygarlığı ve tüm uygarlıklar beslenmemiştir; aynı zamanda
tüm özgürlük hareketleri de bu ana kaynaktan beslenmiştir.
Ortaçağda İslam mutlakıyetçilerine karşı özgürlük çabalarına yine
en çok Kürt halkı arasında rastlanmaktadır. Zerdüştilik, Alevilik,
Manicilik, çeşitli mistik tarikatlar, feodal köleliğe karşı halkın dire-
niş ve özgür yaşam eğilimini temsil ederler. Geleneksel aşiret dire-
118
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
nişçiliği devam eder. Bu çağda en olumsuz gelişme, feodal Sünni iş-
birlikçiliğin gittikçe topluma daha fazla yabancılaşması ve kulluk
sistemine hizmet etmesidir. Halk kendi kimlik ve özgür yaşam çaba-
larında yalnız kalmıştır; kendi egemenlerinin en derin ihanetiyle yüz
yüzedir. Feodal beylikler aşiret reisleri ve şeyhler, kişisel ve ailesel
çıkarları için, halkı sadece işlerine geldiğinde kullandıkları kişiliksiz
bir araç durumuna sokmuşlardır. Geleneksel etnik direniş kahraman-
lığı çağı kapanmaktadır. Yine soylu inanç tarikatları yerine, tamamen
aile, hanedan ve devletlerin çıkarları doğrultusunda hareket eden yoz
tarikat dönemi başlamıştır. Toplumsal hareketlerde genel bir yozlaş-
ma her alanda egemen olmaktadır.
Kapitalizmin ulusal uyanış ve ulus-devlet çağında, tüm halklar
için olduğu gibi Kürtler için de yeni bir süreç başlar. Kürt halk hare-
ketleri bu dönemde yeni biçimler kazanır. Sınıfsal oluşumları esas
alarak, bu dönemleri daha yakından ve ayrıntılı olarak değerlendir-
mek, önümüzdeki dönemi aydınlatmak ve doğru tavır almak açısın-
dan önem taşımaktadır.
156
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
157
Sümer Rahip Devletinden
değildir. Ancak en uygun deliği bulup o kilidi yerleştirirseniz, kilitli
kapıyı açabilirsiniz; yoksa kapılar hiçbir kilitle açılmaz demek, ger-
çekçi bir yaklaşım olamaz.
Kürt sorununda çözüm için ne az kan döküldü, ne de az örgüt ku-
ruldu. ‘Az savaş ve diplomasi yapılmıştır’ da denilmez. Sorunun
objektif olarak olgunlaşmaması bahanesi de ileri sürülemez. Parça-
lı olması sadece dezavantaj değil, avantaj da oluşturabilir; ama çö-
züm düzeyine baktığımızda, bir arpa boyu yol almadığı görülecek-
tir. Örneğin Güney Kürdistan’da son on yıl içinde olup bitenler ne
objektif koşulların yetersizliği, ne dış desteğin azlığı, ne de örgüt ve
bilinç düzeyinin zayıflığıyla izah edilebilir. Tersine, tüm koşullar ol-
gun ve elverişlidir. Ama çözüme bir türlü gidilememektedir. Bunun
temel nedeni, gerçeğe saygısızlık ve hatta en rahat çözüm yollarını
bile bile engelleme tutumudur; çözüm olması gereken güçlerin, biz-
zat çözüm gerçekleri ve yolları önünde ısrarla engel teşkil etmeleri-
dir. Olgunlaşan her sorunun makul bir çözüm yolu vardır. Ama bu-
nun için en başta gerekli olan, gerçeklere derinden anlam vermek ve
en sınırlı çözüm olanaklarını bile ciddiye alarak yaklaşım iradesini
ve sabrını inadına göstermektir. Kürt sorununun çözümünde olma-
yan tek etken budur.
Tabii ki bu tutumların altında tarihsel, toplumsal ve siyasal neden-
ler vardır. Her tutumun altında yatan bu nedenler uzun uzun anlatıla-
bilir. Sonuç gelip gerçek koşulların olanak verdiği en makul çözüm
konusunda ciddiyet ve ısrara dayanmaktadır. Belki, bu iki basit keli-
me gibi görülebilir. Ama bunlar olmadı mı, çözüm altın tepside su-
nulsa da, ciddiyet ve ısrarı olmayanlar için bir anlam ifade etmez.
Çözüm gerçekçiliği, ciddiyeti ve ısrarı; sonucu belirleyen anahtarı
açan kilit rolünü oynar. İlla şöyle gönlümdeki bir otonomi veya ulus-
ların kaderlerini tayin hakkı gereği şöyle dört dörtlük bir devlet isti-
yorum derseniz, önünüzdeki makulü göremezsiniz; dolayısıyla sayı-
sız çözüm fırsatını kaçırmış olursunuz. Kürt sorununda yaşanan bi-
raz da bu mantık ve şaşılıktır.
İlkelerle reel politika karıştırılmaktadır. Sanki ilkeli kalmak için
reel politika yapılmayacak, tersine reel politika adına ilkeden vaz-
geçilecek! Şaşılık ve mantık hastalığı denilen eğilimler, bu ikilemi
aşamayanlardır. Kürt sorununun yaşadığı çözümsüzlükte bu ikile-
min payı büyüktür. İlke adına dogmatizm, reel politika adına gırt-
lağına kadar teslimiyet anlamını da doğuran bu tür yaklaşımlar, so-
158
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
runu en hastalıklı hale getirmenin sorumluluğunu da taşımaktadır.
Halbuki hayata çok renklilik hakimdir. İsteyen kendi rengini yara-
tabilir. Toplumsal sorunda da çözümün rengini bulmak için, önce-
likle siyah-beyazdan başka bir görme algısı olmayanların renk kör-
lüğünden kurtulmak gerekir. Biz kendimizi bu gerçekten soyutla-
mıyoruz. Aynı hatalara biz de düştük. Önemli olan, hatadan kurtul-
mayı bilmektir.
Kürt sorununda önümüzdeki dönemde daha da yoğun olarak içine
girilecek çözüm sürecini kavramaya çalışırken, yönteme ilişkin bu
hususları tamamen göz önünde tutmak gerekir. Çözüm, sanıldığı gi-
bi antlaşmalar yaparak veya devletin bahşettiği yaklaşımlar sayesin-
de gerçekleşmeyecektir. Kürt realitesi bu tarzlara olanak tanımamak-
tadır. Ama böyle olmadı diye, çözümsüzlük bir kader olarak görül-
müyor; tersine, bu durum çözümün başka biçimlerde aranması gere-
ğini ortaya koyuyor.
Son 200 yıllık deneyimler, Kürt sorununun burjuva milliyetçi ve
feodal otonomist yaklaşımlarla çözümlenemeyeceğini ortaya koy-
muştur. Komşu ulus-devlet gerçeği, bu modele şans tanımakta; çem-
ber altında bir tecrit duvarıyla boğulma tehlikesine yol açmaktadır.
Bir İsrail-Filistin milliyetçi yaklaşımının yol açtığı çözümsüzlük ve
insanlıkla alakası olmayan sonuçları ortadadır.
19. yüzyıldan kalma ve reel sosyalizmin daha da incelttiği bu mil-
liyetçi model, ak-kara mantığının alabildiğine geliştirilmesinden so-
rumludur. Batı uygarlığının büyük bedeller pahasına ulaştığı demok-
ratik sistem, aslında tüm toplumsal sorunların çözüm anahtarlarını
sunmaktadır. Batı başta kendi tarihi anlaşmazlıklarının tümünü çöz-
dü. Şimdi de dünyaya öğretmektedir. Demokratik sistemin Ortado-
ğu’yu kapsamına aldığını söyleyemeyiz. Ama kapısının bu sistemle
artık artan oranda dövüldüğü de bir gerçektir. Demokratik sistem dı-
şında, devasa boyutlu ulusal toplumsal sorunların çözüm yolu gö-
zükmemektedir. Kaldı ki, sonuçlarıyla üstünlüğünü kanıtlamış de-
mokratik sistemin tüm taraflar için en az kayıpla azami ortak yararı
gerçekleştirmenin en elverişli yolu olarak da değeri her geçen gün
daha iyi kanıtlanmaktadır. Mevcut siyasi sınırları veri olarak kabul
etmekle birlikte, sorunları olan tüm çevreler, gruplar ve kültürlerin
haklarını gerçekleştirmektedir. Süreç içinde eşitçi ve özgürlükçü
yönde evrimle, her olguya kendini ilerletme ve layık olduğu geliş-
meleri iradesiyle sağlama şansını vermektedir. Sürekli kendini eğit-
159
Sümer Rahip Devletinden
meye, örgütlemeye, seçme ve seçilmeye zorlayarak, demokratik si-
yasetle devlete ve yasalara taşırabilmektedir. Batı toplumları üstün-
lüklerini sadece bilim ve teknik gelişmeye borçlu değiller. Onlardan
da çok, bu üstünlüğü demokratik sistem doğurmuştur. Halen demok-
rasiden korkanlar, ‘önce ekonomi, sonra demokrasi’ diyenler, aslın-
da arabayı atın önüne koymaktadırlar. Asıl demokrasi, geri ekonomi-
lerin hızla kalkınması için öncelik taşımalıdır. Bilimsel olarak da ka-
nıtlanan ve sahiplerine Nobel ödülü aldırtan bu gerçekliğin ışığında,
Ortadoğu genelinde ve acilen de Kürt sorununda demokratik sistem
altında çözüm aramak, sadece mümkün yollardan biri değil, aynı za-
manda mevcut koşullar altında en uygun çözüm yoludur. Hükümran
ulus-devletlerin demokrasiden uzak olmaları, bir engel olarak veya
başka yollara sapmak için vesile olarak görülmemelidir.
Bundan önceki bölümlerde açımlandığı gibi, Kürt sorununun ken-
disi bu devletleri demokratikleşme doğrultusunda zorlayacaktır.
Çünkü yaşadıkları derin kriz ve çözümsüzlükler, demokratik sistemi
onlar için de tek doğru seçenek haline getirmektedir. Dolayısıyla
çağdaş demokratik uygarlıkla Ortadoğu’nun sorunlu yapılarının kar-
şılaşması, özellikle Kürt sorununda demokratik sisteme geçişi adeta
olmazsa olmaz kabilinden bir aşamaya getirmektedir. (Bu konu ilgi-
li bölümde kapsamlı olarak değerlendirildiği için tekrar açımlamaya-
cağım.) Tarihte uygarlığın Sümer örneğinde doğuşu gibi, Ortado-
ğu’da demokratik uygarlık çağının yeni bir içerikle doğuşunu zorla-
maktadır. Kader bir kez daha Kürtlere bir uygarlık biçiminin, anlam-
sız sınıfsal yapıların aşıldığı demokratik uygarlığın kilidi olma rolü-
nü vermektedir. Kürtler sadece en ağır öz sorunlarını çözmekle kal-
mayacaklar, komşu halklara da demokratik sistem içinde kardeşliğin
ve gerçek özgür birlikteliğin onurunu birlikte paylaşma şansını da
vereceklerdir. Bölge halklarının tarih boyunca umut ettikleri gerçek
kurtuluşçuluğun, barışın ve müreffeh yaşamın altın kilidini sunacak-
lardır. Bu yaklaşımı hayal olarak değil, gerçekliğin bir gereği, çağa
ulaşmanın zorunluluğu ve tüm gerilikleri aşmanın emin yolu olarak
görme; sorumluluk, ciddiyet ve inatla üzerine düşeni yapma; tarihi
görevlerine doğru sahip çıkmanın gereği olarak da anlaşılmalıdır.
Kürt sorunun çözümüne ilişkin bu genel çerçevenin ışığında, için-
de yaşanılan ülke ve devletlerin her biri için de olası çözüm biçimle-
ri konusunda, tezler düzeyinde ana hususları koymaya çalışalım.
160
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
161
Sümer Rahip Devletinden
ve Arabistan feodalleri karşısında üstün duruma geçmeleri pek ola-
naklı olmamaktadır. Türk sultanları bu gerçeğin derin bilincindedir-
ler. Kürt beylikleri de bu stratejik ihtiyacı iyi değerlendirerek, impa-
ratorluğun en güçlü otonomilerini kurmuşlardır. Kürt otonomiciliği
feodal dönemin tipik statüsü, bir nevi çözüm yolu olmaktadır.
19. yüzyılın başından itibaren Avrupa sömürgeciliğinin Ortado-
ğu’da etkili olmaya başlaması, Kürt-Türk ilişkilerindeki bu statüyü
sarsar. Başta İngiltere olmak üzere, öne çıkan sömürgeci kapitalist
devletlerin Ortadoğu’da Hıristiyan azınlıklara sahip çıkma ve sultan-
lığı Rus yayılmacılığına karşı koruma biçiminde gelişen politikala-
rında, Kürtleri tecrit etme ve koz olarak kullanma biçiminde tehlike-
li bir eğilim gelişir. İngiltere’nin ahlaki hiçbir temeli olmayan böl-
yönet politikasının bir uygulaması olarak, çok tehlikeli bir rol oynar.
Etkili olmak için tüm güçlerle oynama, katliamların gerçek nedeni-
dir. Yüzyıllarca az çok geçerli olan Osmanlı barışı bozulur. Kavim-
lerin birbirlerini yeme dönemi başlar. Kapitalist sömürgeciliğe daya-
lı milliyetçilik, boğazlaşma ve parçalanma dönemi olarak tarihte ye-
rini alır. Kürt-Türk ilişkilerinde sorunların doğduğu ve geliştiği dö-
nem olarak, bu süreci esas alma gerekir.
176
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Mazda inancı ve Zerdüşt geleneğinin güçlü olduğu İran, tarih bo-
yunca Doğu-Batı ikileminin doğuşuna merkezlik ettiği gibi, ister
Doğu ister Batı kökenli olsun, temel kültürleri, inançları ve etik de-
ğerleri özümseyip dönüştürmede tarihsel roller oynamıştır. Sümer
köleci mitolojisinden daha fazla insan iradesine ve özgür ahlakına
imkan veren Mazda ve Zerdüşt geleneği, bu dönüşümün en çarpıcı
örneklerinden biridir. Birçok Hindistan merkezli inanç ve felsefeyi
benzer dönüşümlere uğratabilmiştir. Yine İslam dininde ve tarihinde
büyük rol oynayan Şia geleneği de İran kültürüne dayalı olarak İsla-
miyet’te gerçekleştirilen en büyük dönüşümdür.
Buna benzer birçok dini, felsefi ve kavimsel geleneği kendi koşul-
larında inkara sapmadan, yok etmeden, ama olduğu gibi de bırakma-
dan anlamlı bir dönüşüme uğratmak, İran’ın tarihi bir özelliği ve üs-
tünlüğü olmaktadır. Günümüzde bu yönlü en büyük hamlesini de-
mokratik İslam’ı oluşturmakla sürdürmek istemektedir.
İran devlet ve toplum yapısının demokratik İslam deneyimi, Orta-
doğu ve tüm İslam ülkeleri açısından dikkatle değerlendirilmek du-
rumundadır. İran toplumunda geleneksel demokratik çıkışlara sıkça
rastlanmaktadır. Ortaçağ boydan boya bu tür çıkışlarla doludur. As-
lında Sümer köleciliğinden beri baskı sistemlerine karşı her zaman
halkın yanıtları olmuştur. Zerdüşt, Mani, Mazdek, Hürremi ve Babe-
ki, Horasanlı Ebu Müslim, On iki İmam geleneği ve Şia’nın son İs-
lam Devrimi hamlesi, bu çıkış zincirlerinin tarih boyunca gelişen ana
halkalarını oluşturmaktadır. Dolayısıyla demokratik İslami hamle
anlam taşıyabilir.
İslam genel olarak ve Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte mutla-
kıyet sürecinde ilerlemiştir. Dört Halife dönemindeki sınırlı demok-
ratik duyarlılık, Emevi Hanedanlığı’nın hakimiyetiyle yerini mutlak
saltanata bırakmıştır. Sultanlar sözde Allah’tan başka kimseye hesap
vermez duruma gelmişlerdir. Allah’a karşı sorumluluk, Sümer tanrı-
kral anlayışının yumuşatılmış biçimidir; gücünü bu gelenekten al-
maktadır. Çok güçlendirilmiş Allah kavramı nedeniyle, ortaçağ sul-
tanları ilkçağ krallarından çok daha güçlü ve otoriterdirler. İlk çağın
Allah kavramı zayıftır ve insandan o kadar uzak değildir. Neolitik
dönemin ilahları ise, insanlarla dost ve iç içedir. Ortaçağda ise, dok-
san dokuz müthiş sıfatıyla ve sadece emreden karakteriyle Allah, as-
lında gelişmiş ve değişimin çok yoğunlaştığı, kural ve otoriteye da-
ha çok ihtiyacı olan sınıflı feodal toplumu yansıtmakta ve temsil et-
177
Sümer Rahip Devletinden
mektedir. Sultanlık otoritesi ise, Allah’ın yeryüzü gölgesi olarak
–Zıl-ul-allah– değerlendirilmektedir. Mutlakıyet Allah kavramının
özüyle bağlantılıdır. Mutlakıyeti çözümlemek için Allah kavramını
çözümlemek gerekir. Dolayısıyla İslam’ın demokratikleşmesi, feo-
dal egemen sınıfın dini olmaktan çıkarılıp halkın dini haline getiril-
mesiyle bağlantılıdır. Bu ise Allah kavramının bilimsel-sosyolojik
çözümlenmesini; feodal sultanlık otoritesinin sığındığı manevi bir
sembol olmaktan çıkarılmasını, halk tarafından anlaşılır manevi bir
sembol ve felsefi anlayış halinde açıklanmasını gerektirir.
Din ve Allah olgusunun tarihsel, toplumsal, felsefi ve siyasi ola-
rak ne anlama geldiğini açımlamak, bir zihniyet devrimini gerektirir.
Eğer din ve Allah’ı bilimsel-felsefi olarak açıklayamazsak, İslam’ın
demokratikleştirilmesi aldatıcı bir slogan olmaktan öteye gitmez.
İran aydınlarında ve demokratik İslamcılarda sınırlı da olsa bu yön-
lü bir tartışma vardır. Ama dinin Sümer’den beri mutlak tanrı düze-
ni biçiminde dogmatik yorumuna sahip ve iktidara hakim olan bir
zihniyet, tüm dünya ve Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi İran’da da
son derece etkilidir. Pozitivist laiklik anlayışının İran teolojisinden
farkı, tanrı tanımazlıkla sınırlıdır; bu ise pozitivist din anlamına gel-
mektedir. Dolayısıyla mevcut pozitivist laiklik temelinde dinle mü-
cadele özünde yanlıştır ve toplumun demokratikleşmesine fazla hiz-
met etmemektedir. İlahi kaynaklı devlet otoritesini, ancak doğru ila-
hiyat çözümlemesiyle ve bu otoritenin egemen ve sömürücü karak-
terini ortaya koymakla, diğer yandan kuruluşundan beri her toplum
için gerekli olan manevi ve ahlaki otoritenin halk ve toplum için ge-
rekli olan biçimlerini kurumlaştırmakla aşabilir ve demokratikleşti-
rebiliriz. Dolayısıyla Türkiye’de güncelleşen İslam’ın demokratik-
leştirilmesi sorunu, kapsamlı bir ilahiyat-felsefe tartışmasını ve halk
lehine bilimsel temeli olan yeni zihniyet biçimini ve ahlaki kurum-
laşmasını gerektirmektedir. Bu çok derin bir konu olup ideolojik, si-
yasi ve ahlaki dönüşümü gerektirmektedir. Bu yapılmayınca, bir din
demagojisi olmaktan öteye anlam ifade etmez.
İran bu konuda varolan tartışmayı geliştirir, halkın dine karşı öz-
gür ve bilinçli tercihini ve kendi ahlaki geleneğini oluşturmasına kat-
kıda bulunursa, demokratik İslam adına yürütülen hamle gerçekten
büyük bir değer taşıyabilir ve Ortadoğu Rönesansı’nda önemli bir rol
oynayabilir. Fakat geleneksel feodal İslam’ın buna geçit vermesi son
derece güç görünmektedir. Ama yine de bu deneyimi dikkatle değer-
178
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
lendirmek ve demokratik çözümlerde bir model olarak göz önünde
bulundurmak, ciddiye alınması gereken bir tutumdur. İran İslam yo-
rumunun, Arap yorumundan daha ileri ve halkçı olduğu kesindir.
Ama çağdaş demokrasiye ne kadar yanıt veya katkı oluşturabileceği
ise tartışmalıdır. Denemeye ve halk adına kazançlar sağlamaya kesin
gereksinim vardır. Bu çerçevede tarihi temeli de bulunan kavimsel
ve ulusal sorunların çözümü daha esnek ve kolay bir yol bulabilir.
İran bu konuda katı dogmatik ve inkarcı değildir. Mevcut durumu bi-
le demokratik çözüm yolunda önemli bir aşamayı teşkil etmektedir.
Gerekli olan demokrasisinin daha çağdaş yorumuyla İran koşulları-
nın bir sentezini yapmaktır. Kürt sorunu bu açıdan İran’da çağdaş
yorum ve İran sentezine ulaşmada kilit rol oynayabilir.
İran Kürt hareketi KDP deneyimine kadar feodal aşiretçi bir ka-
rakter taşmaktadır. Medlerden beri bu özelliğini sürdürmektedir.
Zagros eteklerindeki yerleşimi, Kürtleri özgürlüklerine düşkünlük
açısından şanslı kılmaktadır. Diğer parçalarda görüldüğü gibi, em-
peryalizmin İran Kürtleri üzerindeki istismarcı yaklaşımı olumsuz
sonuç vermiştir. 19. yüzyılın sonlarındaki Şeyh Ubeydullah, 20.
yüzyılın ilk çeyreğindeki İsmail Simko önderlikli hareketler bu yön-
den öğreticidir. Kadı Muhammed önderliğindeki Mahabad Cumhu-
riyeti deneyimi bu oyunların kurbanı olmuştur. İlkel milliyetçi bir
karakteri aşamayan İran-KDP örgütlenmesi, İran geleneğini özüm-
seyememesi ve Batı’nın en son oyunlarına anlam verememesi yü-
zünden son liderlerinden Kasımlo’yu da şehit vermiştir. İlkel milli-
yetçi ve bazı sol gruplaşmalar, Kürt sorununu çözme yeteneğinde
olmadıklarını İran İslam Devrimi döneminde de göstermişlerdir.
Aslında koşullar ileri kazanımlar sağlamaya elverişliydi. İran somu-
tuna uygun ve çağdaş demokratik gerçekleri esas alan bir çözüm
tarzının başarı şansı vardı. Geç de olsa, Kürt sorunu bu yönleriyle
çözüm şansını demokratik İslam hamlesinde başarılı kılabilir. Daha
doğrusu, bu temelde kendini yenileyerek, demokratik çözümle hem
Kürt sorununda hem de İran genelindeki ulusal sorunlarda kilit bir
rol oynayabilir. Demokratik Federal İslami İran bir perspektif, bir
slogan olarak anlam kazanabilir. İran’ın kültürel, yasal ve idari ger-
çeklerine dikkat ederek, çağdaş demokrasi normlarının bu gerçek-
lerle nasıl kaynaştırılabileceğini özenle yorumlayarak bir senteze
varma, çözüm yolunda önemli bir adım olabilir. Zaten kültürel ifa-
de özgürlüğü, anadilde eğitim ve basın-yayın özgürlüğü sınırlı da
179
Sümer Rahip Devletinden
olsa mevcuttur. Yine Kürdistan eyalet yönetimi bir gerçekliktir. Bu
kavram ve kuramların içeriğini halklaştırmak ve ilerici bir öze ka-
vuşturmak, bunun için geçerli kuruluşları gerçekleştirmek daha da
ilerlemeye yol açabilir. Anayasa ve yasalarda bu süreci yansıtacak
düzenlemeler gündemleştirilebilir.
Tüm sorun, İran’daki Kürt özgürlük hareketinin İran’ın özgünlü-
ğünü doğru okumasına, çağdaş demokratik kriterleri sağlam özüm-
semesine ve varolan olumlu yanları esas alarak daha mütevazı
adımlarla ilerletmesine bağlı bulunmaktadır. İlkel milliyetçi dar oto-
nomici yaklaşımlara ve dış oyunlara karşı durmayı bilmenin, İran
yönetimince daha anlayışlılık kazanacağı açıktır. Varolan diyalogu
daha da geliştirmek, Kürtlerin yakın kültürel bağlarını hissettirmek,
geleneksel kardeşliğin güncel anlamını doğru vermek, çözüme daha
çok katkıda bulunacaktır. İlkel milliyetçi otonomici dönem yerine,
İslam’ın demokratikleşmesi ve çağdaş demokrasi sentezine dayalı
yeni dönem çözümde başarı şansına sahiptir. İran Kürdistan’ı öz-
gürlük hareketi bu çerçevede kendini yenileyebilir, uygun ve etkili
bir güç olarak örgütlenip mevzilenebilirse, yeni bir dönemin başla-
tıcısı olabilir. Diğer parçalardaki Kürt hareketlerinin deneyiminden
de dersler çıkararak, özellikle PKK deneyiminden ve mevcut meşru
savunma düzeninden yararlanarak, kendi yeni döneminin iddialı bir
temsilcisi haline gelebilir. İran genelindeki demokratik İslami ham-
leye kendi somutunda vereceği yanıt ve katkıyla daha da ilerleme-
sine yol açabilir.
Tabii mevcut zemin engeller ve tuzaklarla dolu olduğu için, çalış-
ma anlayışında, örgüt ve eylem çizgisinde son derece duyarlı ve ger-
çekçi hareket etme ihmal edilemez. Aksi halde tarihte çokça görülen
komplolarla her an darbe yemek mümkündür. Özellikle gençlik ve
kadın hareketini de bu çerçevede doğru değerlendirip biçimlendir-
mek, başarı için önemli olanaklar sunacaktır. Kadın ve gençlik hare-
ketinin doğru ideolojik ve pratik biçimlenmesi büyük bir anlama sa-
hiptir. Diğer parça hareketleriyle de dengeli, karşılıklı gelişmeye fır-
sat veren, kendi içinde boğulmayan, ama mültecileşmeyen bir ko-
numda bulunmak da önemlidir.
Aslında burada Türkiye tarzı demokratik çözümün İslamcası ya-
şanacaktır. Dolayısıyla iki çözüm arasındaki mukayese iyi yapılırsa,
Kürt ulusal sorununun çözümünde İslami ve çağdaş Batı yorumu üs-
tün bir sentezi de yaratabilir. Bu yönlü güçlü umutla ve atılacak sağ-
180
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
lam pratik adımlarla, çağdaş Zerdüşti ve İbrahimi inanç ve moralle,
çağdaş Kawaların Med özgürlük hareketi demokratik uygarlığa ihti-
yaç duyduğu özü kazandırabilir; insanlığın adalet, ahlak ve özgürlük
sentezine en güçlü katkıyı yapabilir.
190
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
YED‹NC‹ BÖLÜM
191
Sümer Rahip Devletinden
192
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
G‹R‹fi
193
Sümer Rahip Devletinden
nüşümün anlamını da çözümlemeye başlamıştım. Ahırdan bir atın
kaçması gibi dağa fırlamamın nedenini, anamın beni tutup üçer kez
yarı-idam edişindeki değerini de anlıyordum. Cahil dediğim anamın
aslında beni en iyi anlayan olduğunu, “Böyle çalışmana kimse ka -
tılmayacak, herkes senden yararlanacak ve yalnız kalacaksın” sö-
zünden anlayacaktım. Daha yaşım ondu. Arkama dönüp bakmadan
anama, “Olsun, yalnız yürümekte kararlıyım” biçimindeki duruşu-
mu da hatırlayacaktım. Kendimi böyle anlarken, doğduğum toprak-
ları çözümlüyordum. 20. yüzyıl, ötesinde berisinde olanca ağırlığıy-
la üzerime gelirken, neden intikam aldığını öğrenecektim. Sümerli
rahibin, yarattığı devletle yüklendiği ana tanrıçanın bereketli top-
raklarına saldırısına benzer bir saldırıyla karşı karşıya olduğumu
anladıkça, kendimin bile kendimden kaçtığını, geriye birkaç anlam
damlasından başka bir şey kalmadığını görecektim. Gılgameş gibi
ölümsüz yaşamın peşinde olduğumu, ama onun döneminden milyon
kere daha çok ve büyük ölüm kuvvetleri karşısında bulunduğumu,
dört yanımda küre merkezindeki gibi her taraftan aynı merkeze sal-
dırırcasına çoktan hazırlanmış ve yaşamını buna bağlamış oldukla-
rını fark edecektim. Uygarlık denilen canavar büyüdükçe insanın
nasıl en tehlikeli hayvan olduğunu anlayacaktım. Rahip mitolojile-
rindeki tanrıların nasıl iğrenç köleci düzen sahipleri olduğunu heye-
canla fark edecektim. Ceddimiz İbrahimi peygamberlerin bu tanrı-
ları biraz göğün ötesine atmakla vicdan-din yarattıklarını kavraya-
caktım. Ama İlah, Ellah, Allah denilenin aynı Sümer-Babil imalatı,
köleci düzenin yaratıcıları olduklarına dair inancımı sevinçle daha
da kesinleştirecektim. Yaratılan bu korku tanrılarının beni daha on
yaşlarında tutsak etmeye çalışan kuvvetler ve anlam bozuklukları
olduklarını anladıkça, kendime ilk defa saygıyı bu anlayışla kazana-
caktım. Sümer rahip tapınaklarına merakım arttıkça artıyordu. Bu
tapınaklar hakkında şu kesin hükme varacaktım: Köleci düzen sa-
hiplerinin tanrılaştırılıp göklere çıkarıldığını ve yüceltildiğini, kul
insanların zebani hizmetçiler olarak yerin diplerinde her tür zahmet-
li işe koşturulduklarını, toplumun sınıflaşması dedikleri olgunun or-
ta yerinde bunun sembolü gibi devleti yaratıp diktiklerini, tapınak-
ların bu işin döl yatağı ve ana rahmi olduğunu kavrayacaktım. Yap-
tıkları işin ne kadar müthiş olduğunu, tüm tarihi, günümüzü ve be-
ni bile halen kontrollerinde tutan en büyük icadı yarattıklarını göre-
cektim. Tanrısal iş dediklerinin bu olduğundan artık kuşku duyma-
194
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
yacaktım. Tanrılarımın kim olduğunu anlamış olmakla rahatlamış-
tım. Ciddiyetle inanıp ibadet etmediğim için kendime hak verecek
ve saygı duyacaktım.
Adım Abdullah, yani Allah’ın kulu; ama kul olmayı tam yüreği-
me oturtmamakla birlikte, saygılı olmanın, dolayısıyla o tanrısal
güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunma-
nın büyük erdem olduğuna kendimi inandırmıştım. Yeniden daha
güçlü doğuyordum. Beğenmediğim anamın doğuruşuyla, ciddiyeti-
ne hiç inanmadığın modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öl-
dürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok cid-
diye alıyor ve hoşlanıyordum. Yaşamışların arkadaşlıklarına yine
ihtiyaç duymuyordum. Tüm arkadaşlarımı efsanelerde bulmaya
başlamıştım. Komplocu Zeus’un Promete’ye ve Hektor’a yaptıkla-
rıyla, onun günümüzdeki Atinalı çocuklarının yaptıklarının aynı ol-
duğunu gördükçe, arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum. Promete ve
Hektor’la arkadaşlık çok onurlu oluyordu. Bunu hak etmiş olmam
bana gurur veriyordu.
Sümerli rahiplerin tanrıça anamı ve aşk kadını İştar’ı tapınağa,
oradan kral sarayına, tanrı-kralların yanına götürüşünü, öldüklerinde
onlarla birlikte canlı canlı mezara konuluşunu iliklerime kadar anla-
mıştım. Tanrı-krallar bile olsalar, ziyafet sofralarında zevklerinin bir
parçası kılmalarını hiç kabullenemedim. Ama tanrıça anamı ve aşk
kadınını günümüze kadar dirhem dirhem büyük bir incelikle sömü-
rüp yediklerini, posasını iki-başlı evlilik diye kullarının önüne, erkek
kölelerine sus payı olarak bıraktıklarını da anlamıştım. Bu hediyele-
rini erkek olarak yüreğime kabul ettirmemekle, tanrıça anamın ve
aşk kadınının iyi bir oğlu olabileceğime inandıkça, daha çok sevinç
ve gururla doluyordum. Ana topraklarını böylece ilk defa tarihin de-
rinliklerinde anlamaya başlıyor, binlerce yıllık kördüğümler atılmış
çelişkileri çözümlüyor, bu seferki doğuşun anlamlı olduğunu fark
ediyordum. Ölümü dayatanlar, tüm 20. yüzyıl, tüm komplocular,
kimler olurlarsa olsunlar, hepsine dayanabileceğimi halen bana ina-
nan bazı dostlara mesaj olarak sunmamın değerli olduğunu, onların
da bunu hak ettiklerini kabul etmiştim. Dayattıkları Hiroşimalardan
bile tehlikeli paket bomba kılınmamın ve halklarımızın üzerine böy-
le atılmamın tüm inceliklerini çözebiliyor; pimlerini söküp tüm mal-
zemeyi bombacıların suratına fırlatıp rahatlıyordum. İnsandan ya-
naydım, zorba tanrılar bir kez daha yenilmişlerdi.
195
Sümer Rahip Devletinden
Kürt halkının tarihsel diyalektiği, kuşatılmış bir çember içinden
kurtulmaya dayanmaktadır. Sümer uygarlığından günümüz uluslara-
rası sistemine kadar Kürt olgusu, bir kıskaç içinde hep teslim alınmak
ve eritilmek istenen, ülkelerinde diledikleri sistemin geçerli kılınma-
sında gerekli bir kullanım malzemesi durumundadır. Bu statüye azı-
cık karşı çıktı mı, sistemin sahipleri hemen tezgahı çalıştırıp, vurma-
lar kırmalardan sonra geriye kalanları tutuklayıp bir kısmını da açlık-
la terbiye ederek, diledikleri statükoda tekrar çembere gererler.
Uygarlık tarihini ve Kürtlerin bu tarih içindeki yerlerini bu çem-
bersel tutsaklığı izah etmek için bir genelleme yapmaya çalıştık; tek-
rarlamayacağım. Özellikle son iki yüzyılın tarihi, gerçekten en rezil
komplolar tarihidir. Komploculuk, usta siyasetin ve diplomasinin adı
olmuştur. Bir halk olarak gerçekten dostça yaklaşanları yok denecek
kadar azdır. Halkı temsil ettiklerini iddia edenlerin ise kendilerine ve
halka verdikleri zarar, bilinçli komploculardan daha geride ve az de-
ğildir. Sistem iç ve dış dayanaklarıyla komploculuğu bir yaşam tarzı
haline getirmiştir. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılma durumundadır.
Daha Ankara’dayken eşitliğin, özgürlüğün ve insan onurunun
temsilcisi olması gereken sol hareket, şahsımızda Kürt gençlerini ba-
sit taktik araç olarak kullanmaya özen gösteriyordu. Egemen sınıf
taktiklerinin inceltilmiş uzantısı olmaktan öteye gidilemiyordu. Bu
durum tepkiye yol açtığında, daha geniş komplo ağının içine düş-
mek, Kürt olgusunun ve ona dayalı sorunun kaderi gibidir. Dürüst bir
özgürlük savaşçısının ömrü yıllarla değil, taş çatlasa aylarla sınırlıy-
dı. Daha devletin ağına düşmeden geleneklerin, güncel uzantıların,
sözde dostlar ve yoldaşların bilinçli veya gaflet ağları bu işi kısa sü-
rede halletmeye yeterliydi.
Biraz feraset, biraz da şansın yaver gitmesiyle, bir özgürlük savaş-
çısı iddiasıyla Ortadoğu’ya hicret yapıldığında, girilen ortamdaki
komplo sanatının uzmanlık düzeyindeki gerçekleriyle karşılaşılacak-
tı. Tarihte ticaretin ruh ve organizasyon olarak doğduğu Şam-Beyrut-
Halep arasına gelinmişti. Siyaset, ticaretin daha kibar bir biçimiydi.
Her şey ticari ve inceltilmiş anlamıyla siyasi olarak kaç paraya geli-
nebileceğiyle ölçülmek durumundaydı. Tarihi boyunca siyaset ve
onun ilk ve ortaçağlardaki biçimi olarak din de özünde bir tüccar ide-
olojisiydi. Onun yoğunlaşmış, kutsal bir temaya büründürülmüş ifa-
desinde, değerin kadar yerin vardır. Değerini daha iyi bilirsen, belki
kendini ucuza harcatmazsın. Din kutsallığını bile bu kadar şekillen-
196
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
diren bir egemen zihniyet yapısının temsilcileri melek de olsalar, si-
yasilerin yücelikle aşmaları, çokça lafı edildiği gibi dostça ve kar-
deşçe yaklaşmaları beklenemez; çok sınırlı olan bazı insani yakla-
şımlar da geçici ve istisnai olmaktan öteye gidemezdi.
Ortadoğu’ya yönelişte ruhum bir saniye bile endişesiz yaşama-
mıştır. Adeta mayınlı sahada bin bir güçlükle yürümeye koyulmuş
gibisin. Genelde Kürt insanı, özel de PKK’liler bu duyguyu yaşama-
mışlardır. Çünkü açılmış iz üzerinde hareket hep güvence verir. Kor-
kunç bağırıp çağırmama rağmen, en akıllısı bile, kendisi için çok ge-
rekli olan zamanı, olanakları ve en önemlisi de gerekli olan aklı edi-
nip rolünü oynayamadı. Ortadoğu’da komployu yırtma imkanlarını
yaratmak için büyük çaba harcandı, önemli olanaklar ortaya çıkarıl-
dı. Ama lanetlice kişilik yapıları bu olanakları değerlendirmeye bir
türlü fırsat tanımıyor, muazzam tekrarlamalarım sonuç vermiyordu.
Tüm hamleler sanki duvara çarpıp geri dönüyordu. Bu gerçeği daha
iyi anlamak için komploculuğun içyüzünü, yapısını daha yakından
tanımlamak gerekir.
Komploculuk, toplumsal olaylarda olağan süreçlerin dışında, sa-
dece aleyhteki güçlerin değil, yanında saydığın yakınlarının bilinç-
li veya gafletlerinden dolayı birleşerek, hedef aldıkları kişi, grup,
parti veya halk gücünü darbeyle düşürme ve yasadışı duruma sok-
ma hareketidir.
Tertipçiler peşine düştükleri kişi, grup, parti, halk veya daha üst
düzey toplumsal hedefler üzerine sürekli plan geliştirip bütün kritik
noktalarda güçlerini hazırlayarak, fırsat bulduklarında hedeflerini
avlamayı esas alırlar.
Kürt halkının özgürlük hareketi en ufak adım attığında, her ülke-
de peşinden yasalara, politik esaslara ve hatta askeri savaş kuralları-
na göre bir yönelimden ziyade, karanlıkta geliştirilen planlarla bir ta-
kip başlatılır. Hiçbir kurala sığmayan yöntemlerle imha, ezme, kor-
kutma, tahrik etme, kaçırtma, teslim alma, işkence, hapsetme, eko-
nomik iflas, moral değerleriyle oynama, sahte yaşam, zaaflarını kul-
lanma, para, ikbal vb. çelişkili tüm yollar denenerek, özgürlük hare-
keti bertaraf edilir. Dikkat edilirse, normal bir savaş mantığı bile ge-
çerli değildir. Kirli veya özel savaştan da ağır bir uygulamadır komp-
loculuk. Çünkü içinde dost geçinenler var, gafil yoldaşlar var. Kürt
halkının özgürlük tarihini bu anlamda aynı zamanda bir komplocu-
lar tarihi olarak ele almak abartı sayılmaz; tersine daha çok gerçek-
197
Sümer Rahip Devletinden
lere götürür. Çünkü başka halklara benzer bir tarih yaşamıyoruz.
Komploculuğun daha tehlikeli bir yönü, dost ve yoldaş geçinenle-
rin gafleti ve zamanında görevlerini karar ve sözlere göre yürütme-
meleridir. Ne kadar iyi niyetli ve çaba sahibi olsalar da, bu konum-
larıyla komplocuların planlarını başarıya götürmede en kritik zemini
oluştururlar. Oynadıkları rol Sezar’a “Sen de mi Brutus” dedirten,
İsa’yı Yehuda İskaryot’un ihanetiyle çarmıha gerdiren, halife cina-
yetleri gibi tarihin seyrine yol açan sayısız olaylardır. Kürt halkı açı-
sından en kahırlısı, tek tek olayların değil, tüm tarihin bu yönlü ha-
reketlerle dolu geçmesidir. Dost diye yanında beklediğin, umulma-
dık yerde ve biçimde seni darbeler. Sana öncülük eden, bilerek ve
bilmeyerek seni uçuruma götürürken, doğru yolda olduğunu sanır ve
beklemediğin yerde ve biçimde devrilip gidebilirsin. Hareket orta-
mın tam bir mayınlı sahadır. Kendine, eşine ve kardeşine bile güven-
mekte büyük zorluklarla karşılaşman adeta kaderin gibidir. Hepsin-
de kasıt arayamazsın. Olmayan kişilik zor koşullarda bütün dengesi-
ni yitirmekte ve adına kader denilen uğursuz, insan eliyle yapılmış
lanetli tarih hükmünü sürdürmektedir. Önder denilen kişinin başına
gelen ise, adeta mitolojideki “kralın kurban edilmesi” sahnesidir.
Tüm toplumun laneti ve uğursuzluğu, daha baskıcı ve sömürü kral-
larının oluşmadığı dönemde, tümüyle halkın ve toplumun önderi ko-
numundaki kişinin kurban edilmesiyle giderilmektedir. Kürtlerde
eğer önder öldürülmemiş, teslim olmamış ve çıldırmamışsa, hala ak-
lı başındaysa ve onuru yerindeyse, artık kendini bekleyen “ya özgür -
lük, ya kralın öldürülme töreni” dir. İşin daha da garip yanı, tarih ön-
cesi bu mitolojik olayların Kürtlerde halen sürekli yaşanan gerçeklik
olmasıdır. Onun için Kürtlerde efsane ve mitoloji, gerçek olur; varo-
lan gerçek ise kör, dilsiz ve sağır olur.
Böyle bir halktan olmak acıdır; kaçmak ise namertliktir. Kaçma-
mak ise, komploculuğun acımasız mantığına, hiçbir kuralı olmayan
uygulamalarına tahammüldür. Ne kadar dayanabilir ve kurban olur-
san, boynundaki lanetlilik o kadar temizleniyor. Bu lanetlilik dur-
dukça her şey haramdır. Yüreğin duyuşu bir hayvanındakinden daha
değersizdir. Mantığı tümüyle gerçeğe ihanettir. Her tarafı bir cüzam-
lı gibi cerahat akmaktadır. Herkes senden kaçmaktadır. Bundan kur-
tulmanın tek yolu, ya özgürlük ya ölümdür. Bunun dışında anana,
atana, dostuna ve sevgililerine söyleyebileceğin tek sözün, bir defa-
cık uzatabilecek helalinden bir el atışın yoktur.
198
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Bu toplumsal cüzamlığı daha küçükken fark etmiştim. Çocukken
biricik sığınağım olması gereken anamı, “Beni doğurmakla ne kadar
acıya yol açtığını biliyor musun?” dercesine suçlamıştım. Her adımı
büyük kahırlı olan yaşamı fark etmiştim. Ama yaşama ihanet etme-
yecektim. Tüm dünya bir yana ben bir yana, büyük yalnızlık yürüyü-
şüne dayatılan kaderi parça parça ede ede, tanrıların maskesini düşü-
re düşüre, bıkmadan yorulmadan sürdürecektim. Büyük acılara yol
açtığımı biliyorum. Hele kendilerini benim için cayır cayır yakan bu
müthiş kahramanların sınır tanımaz cesaret ve acıları karşısında, yi-
ne yaşamaya güç getirecektim. Komplo tarihi, lanetli yaşam benim
kişiliğimde korkunç acılar çektiriyordu. Efsanede Hz. İbrahim bir se-
fer mancınıkla ateşe atılır; o ateş de su olur. Ama çağdaş Nemrutla -
rın tüm uluslararası elebaşıları, 20. yüzyılın tüm lanetliliğiyle şah-
sımda halkımıza çektirdikleri acıları en değme tiyatroları bile geride
bırakan oyun düzenleriyle seyretmeyi sınırsız iktidarlarının bir gere-
ği sayacaklardı. El birliğiyle yürüttükleri bir savaşın tanımını bile
doğru yapmayacaklar, kurallarını uygulamayacaklardı. Ama tüm su-
çu şahsıma yükleyip, bir kez daha ‘sen bir hiçsin’ dercesine, zavallı
Kürt halkını inkar edip bir tarafa atacaklardı. Karşılarında kocaman
dünyalarını tehdit eden bir terörist vardı. Sürekli idam sehpasında tu-
tulmalı, yüreği asılmadan durmalı, beyni çıldırmalıydı. Bu da en son
icat ettikleri postmodern işkenceydi. Neronların solda sıfır kaldığı
çağdaş arenanın son kurbanıydım.
Komplocular tarihinin kurbanı olan Kürt halkına özgürlük ve onu-
ru olsun diye attırılmak istenen adıma karşı, 20. yüzyılın son yılında
gerçekleştirilen komployla 21. yüzyıla girerken halen yaşamaya ça-
lışacaktım. Milyonların birleştiği avuç içi kadar bir yürek ve birkaç
damla anlamla tabutlukta kabul ettiğim yaşamı, dünya efendilerin-
den uzak tuttuğu için onurla karşılayacaktım.
199
Sümer Rahip Devletinden
200
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
I- KOMPLOLAR TAR‹H‹ VE
ÇIKARILMASI GEREKEN DERSLER
201
Sümer Rahip Devletinden
çeklik olarak yansıtıp zihinlere egemen kılmaktadırlar. Tarih, bir an-
lamda bu ilk ve en büyük yutturmaca ve komplonun somut koşulla-
ra göre dönüşüm geçirmesi, yerleşmesi ve tüm toplumlara yayılma-
sının hikayeleri ve rivayetleri biçiminde bir gelişme olarak şekillene-
cektir. Tabii egemenler ve sömürücülerin tarihi olarak.
Sümer tapınağını bu anlamda ilk komplo karargahı olarak da de-
ğerlendirmek gerçekçidir. Tanrılar ve kullarının mitolojik ifadeleri,
bu konuda en çok incelenmesi ve çözümlenmesi gereken hususlardır.
Özellikle tanrıların koordinatörü ve akıl hocası olarak Enki’yi çöz-
mek hayli öğreticidir. Enki, adeta komploların tatlı bilgesidir. Tapı-
nakta gerçekleştirilen komplonun en önemli bir parçası da kadın cin-
sinin düşürülmesidir. Sınıfsallıkla cinsel ayrımın iç içe gelişimine
ilişkin en çarpıcı anlatımlar, Sümer mitolojisinin önemli bir özelliği-
dir. İlk sınıflı toplumu gerçekleştirmeleri açısından, bu mitolojik
özellik, kadının cins olarak düşürülmesiyle en eski sınıflaşmaya tabi
tutulduğu biçimindeki değerlendirme doğrulanmış olmaktadır. İki
bin yıllık egemenlik dönemlerinde cins ve sınıf köleliğinin oluşumu
mitolojide ayna gibi yansımaktadır. Kadın daha yeni düşürülmeye
çalışıldığı için, eski gücünün ne olduğu da dolaylı olarak anlaşılmak-
tadır. Mitolojide kadına yönelik aldatmacalar en çok tanrı Enki’yle
dağ tanrıçası Ninhursag ve O’nun daha sonra ehlileşerek dönüşüm
geçiren biçimi olan İnanna arasındaki kavga ve uzlaşmalarda görül-
mektedir. Neolitik dönemin tanrıçası, adım adım Enki’nin sembolize
ettiği erkek egemen toplum tarafından adeta yutturulmaktadır. Fakat
İnanna’nın kolay teslim olmayan, akıl dolu mücadelesi de hayranlık
uyandırmaktadır.
Sonunda genel olarak insan köleliğiyle kadının cins köleliğinin
başlangıç noktası olarak, Sümer toplumunda rahip tapınaklarında ve
kral saraylarında gerçekleşmesi, uygarlık tarihinin en temel buluşu
olarak zafer kazanıyor. Kadın cinsinin, kendisinin düşürülmesi yet-
miyormuş gibi daha sonra sistemin sürdürülmesinde en temel düşür-
me araçlarından biri olarak kullanılmasına sıra gelecektir. Tapınağa
seçilerek ve eğitilerek doldurulan kızlar, düzen erkeklerinin avlan-
masında en etkili malzeme olarak rol oynayacaklardır. Toplum böy-
lelikle hem tapınağın yönetimine girer, hem de düşürülen tarafından
düşürülür. En alçak komplo ilkin böyle düzenlenmektedir. İlk defa
tapınakta iki cinsin köpeksiliği düzene muazzam güç vermektedir.
Daha sonra bu sistem tapınaktan ilk geneleve taşınır. Tarihte ilk ge-
202
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
nelevin kültür ve inanç merkezi olarak ünlü Nippur kentinde kurul-
duğunu görmekteyiz. Musakkattin denilen genelev, artık tüm toplu-
mun kirletildiği bir batakhane rolü oynamaktadır. Toplum, düşürülen
cins ve köle sınıfıyla bu bataklıkta bir daha çıkamamacasına debele-
necektir. Hani şairin “başım bir daha beladan kurtulamadı” dediği
tuzak, özünde bu düşürülüşte en çarpıcı ifadesini bulmaktadır. Hem
tanrıçadan, hem doğal özgür insandan intikam alınmıştır. Erkek ege-
men toplumun efendileri tanrılaşırken, kulları önce tapınakta, sonra
kerhanede bir daha başını beladan kurtaramayacak kadar bataklıkta
boğdurulacaklardır. Uygarlık tarihi aslında bu iki kurumun gelişme-
si olarak kendini sürdürecektir. Rahip tapınağı, havra, kilise, cami
vb. kurumlara dönüşürken; kerhane, özel ev, genelev, hanedan ev,
köylü evi, kentli evi biçiminde ayrışarak sürüp gidecektir.
Feodal ve kapitalist toplum, Sümer toplumunun çocuğudur; temel
genlerini buradan almışlardır. Tapınak ve saray komploculuğunun
halis biçimleri ilkin ve orijinal olarak Sümer toplumunda gerçekleş-
tirilmiştir. Tarihin en önemli icatları dememiz boşuna değildir.
Ne acıdır ki, Sümer komploculuğunun dışa yönelik ilk uygulama-
larının da, bağrından kopup geldikleri ve ilk defa kendi dilleriyle
Kurti (Kur=Dağ, ‘ti’ ekiyle dağlılar oluyor) diye adlandırdıkları Kürt
etnik gruplarına karşı geliştirildiği gözlemlenmektedir. İnsanlığın ilk
yazılı destanı olan Gılgameş Destanı’nda bu konuyu izlemek hayli
ilginç ve çarpıcıdır. Gılgameş’in kendisi ilk şehir devletlerinden olan
Uruk’un kahraman kralıdır. Kentin orman kerestesi başta olmak üze-
re, maden ve taşlarına olan ihtiyacı, Gılgameş’i orman seferlerine
zorlamaktadır. Bunun için ormanı iyi tanıyan bir yardımcıya ihtiyacı
vardır. Yol gösterici ve işbirlikçi olarak Enkidu’yu bu amaçla dağda
ormanda bulup avlar. Hem de tapınak fahişelerini kullanarak. Desta-
nın önemli bir kısmı bu konuyla ilgilidir: İşbirlikçinin kadın cinsel-
liğiyle düşürülmesi. Tapınağın iyi eğitilmiş kızları bu işte son derece
etkilidir. Enkidu’yu kısa sürede dağdan indirip kente alıştırırlar. Bir
daha da başını beladan kaldıramaz Enkidular. Artık orman ülkesinin
fethedilmesinin kilidi elde edilmiştir. Dağda avlanan keklik, diğer
keklikleri avlamada kullanılacak kafese konulmuştur.
Gılgameş meşhur dağ seferindeki en yakın dağ olarak Zagroslara
doğru yürüdüğünde, oradan devşirdiği Enkidu’yu da beraberinde gö-
türmektedir. Enkidu’nun ilk işbirlikçi Kürdü temsil ettiği, destanın
akışından gayet iyi anlaşılmaktadır. Enkidu Gılgameş’i ormanın dağ
203
Sümer Rahip Devletinden
ülkesi sahipleri üzerine götürmektedir. Kendi kavmini avlayacaktır.
Dağda ilk buldukları, orman bekçisi dedikleri ve canavar gibi göster-
dikleri Huvava, aslında aşiret şefidir. Yurdunu savunmaktadır. Fakat
daha örgütlü ve etkili silahlara sahip olan Gılgameş’e yenilmekten
kurtulamayacaktır. Tarihe geçen ilk Kürt özgürlük savaşçısı böylece
esir alınacaktır. Gılgameş Huvava’yı da işbirlikçi olarak bırakmak
ister. Ama egemenliğini kaybetmemek istediği veya yerinden olmak-
tan korktuğu için, alternatifi olmasın diye Gılgameş’i, onu öldürme-
ye razı eder. Gılgameş Huvava’yı öldürerek kanlı süreci başlatır.
Destan aslında bu yönlü uzun süren diyalektik bir ilişki ve çelişkiyi
işlemektedir. Dağ-ova, aşiret-kent, kral-asi, yurtsever-işbirlikçi ve
buna benzer motifler, kuşaktan kuşağa yayılan hikayeleri destanlaş-
tırmaktadır. Konumuz açısından önemli olan, insanlığın ilk yazılı
destanında Kürdün acıklı hikayesinin üstü örtülü olarak geçmiş ol-
ması, tarihlerinin komployla başlatılmasıdır. Kendi içlerinden düşü-
rülmüş bir işbirlikçi olmadan asla girilemeyecek yurtları, kent toplu-
munda çoğunlukla kadın cinselliğiyle düşürülen hainlerinin yol gös-
tericiliğiyle düşürülmektedir. O günden bu güne bu tarih yoğunlaşa-
rak ve yaygınlaşarak sürüp gelişecektir. Ağacı düşüren, kendi içinde
türeyen kurtçuklarıdır. Tarihin belli başlı dönüm noktalarında hep bu
tipler karşımıza çıkacaktır. Hurri-Mitanni devletinin düşürülüşünde
işbirlikçi, prens Matizawa’dır. Med Hanedanı’nın düşürülüşünde
Persli yeğen Kuros başrolü oynar.
Tarihte iz bırakan tüm olaylarda komplolar sırıtmaya devam eder.
Anadolu üzerinden uygarlık değerlerini Avrupa kıtasına taşımada
baş rolü oynayan Troya’nın düşürülüşü yine komployladır. Kahra-
man Hektor Troya’yı savunmaktadır. Kent bir türlü düşürülememek-
tedir. İlyada Destanı’nda Homeros bu anı tüm acılı sahneleri içinde
anlatmaktadır. Yeni yükselen Helen üst sınıfının tanrısı baba Zeus ve
alnından yarattığı Athenna, bu işi ancak komployla halledebilecekle-
rini akıl ederler. Athenna Hektor’un kardeşi Deiphobo’nun kılığına
girerek, Akhileos karşısında savaşı kazanacağına ikna ederek, Hek-
tor’u yanlış yer ve zamanda savaşa tahrik eder. Hektor öldürülür,
Troya düşürülür. Anadolu’nun kapısı ardına kadar Helenlere açılır.
Üç bin yıllık Helen egemenlik ve kültür dönemi başlar. Batı’nın Do-
ğu’ya, Avrupa’nın Asya’ya karşı üstünlüğünde, yine temelinde kadın
cinselliğinin kullanılmasına dayanan komplolar önemli rol oynar.
Mitolojik dil gerçeği olduğu gibi anlatmaz. Ama yaygınca ve adeta
204
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
en önemli bir olgu haline gelmiş süreçleri de dile getiren önemli bir
tarihsel kaynaktır. Her efsanenin altında bir gerçek vardır sözü bu an-
lamda çok doğrudur.
Klasik çağın en çok bilinen ünlü komplosu Julius Sezar’ın öldü-
rülmesidir. Rol oynayanların önemli bir kısmı yakın çevresidir. Gü-
ya Roma’yı Sezar’ın diktatörlüğünden kurtaracaklar. Komploda en
acılı rolü yeğen Brutus’un oynaması, bu işin bir kuralını bir kez da-
ha karşımıza çıkarmaktadır. Bir kişinin, bir partinin, bir halkın en ya-
kınından bazıları elde edilmedikçe, komplolar kolay kolay başarıya
ulaşmaz. Sezar komplosu, daha sonra zincirleme birçok imparator ve
kralın başına gelecektir. İktidar ve komplo birbirine çok bağımlıdır.
En az açık savaşlar kadar iktidar olaylarında rol oynar. Son bir örne-
ği de İbraniler ve İsrail tarihiyle ilgili vermek öğretici olacaktır. İn-
cil’de geçmektedir: İbrani kabileleri, Musa’dan sonra bugünkü Filis-
tin-İsrail’de kentleri düşürmeye çalışırken, kent içinde fahişe Ra-
hav’ı kullanırlar; ayrıca İsrail oğulları kendilerini toptan tanrıları
olan Yehova’nın seçilmiş kavmi ve ajanları olarak değerlendirirler.
İsraillilerde ajanlık, tanrının kendilerine bahşettiği bir meslektir. Bu
açıdan ajanlıkta dünya çapında güçlüdürler. Nitekim Hz. İsa’yı ele
veren, baş kahine bağlı olan on ikinci havari Yehuda İskaryot’tur.
Bütün tarihçiler, eğer İsa’nın yakalanıp çarmıha gerilmemiş olsaydı,
Hıristiyanlık diye bir dinin ortaya çıkmayacağında hemfikirdirler.
Bir komplonun umduğunun tersine tarihsel bir gelişmeye katkıda bu-
lunmasında, İsa’nın yakalatılması kadar etkileyici bir örneğine az
rastlanılmıştır.
Sınıflı toplumun ve ilkçağın bu lanetli olgusunun sömürü ve ikti-
darıyla bağı çok somut anlaşılmalıdır. Komplo kötü niyetten veya
tanrıların insanları sevmemesinden kaynaklanmamaktadır. Kötü ah-
laklı insanların bir oyunu da değildir. Etle tırnak kadar sömürü top-
lumunun yapısına bağlı bir iktidar mekanizmasıdır. İktidarın görü-
nen yüzü değil, görünmeyen yüzü daha önemlidir. Gerçek iktidar
halktan, toplumdan gizlenmiş yüzde oynanır. Bu oyunun adı ise ço-
ğunlukla komploculuktur.
Kürt toplum olgusunda daha ilkçağda derinliğine kök salmış bir
özellik olarak ağacın kurdu, rolünü oynamaktadır. Kurtçuklar çoktur
ve yaşamak için toplumsal varlığın kendisi olan ağacı her tarafından
kemirmek zorundadırlar. Kürt trajedisi ve onun folklorik ifadesi ola-
rak acılı destanları, hep bu yönlü ihanetleri ve zaafları boşuna işle-
205
Sümer Rahip Devletinden
mezler. Çünkü toplumu, özgürlük ağacının bağrındaki kurt kemir-
mektedir. Bu da yaşamın hepten acılı geçmesi demektir. Destanı, tür-
küsü bunu feryat etmektedir.
Komploculuk ortaçağ koşullarında daha da azgınlaşacaktır. Artan
sömürü olanakları ve yaygınlaşan iktidar odakları, komploculuğun
sanatını ve ustalığını geliştireceklerdir.
217
Sümer Rahip Devletinden
218
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
219
Sümer Rahip Devletinden
Toplumsal müdahalelere ilişkin bu genel tanımlama, Ortadoğu
toplumsal gerçekliğinde daha özgün niteliksel ifadelerle tamamlan-
mak durumundadır. Avrupa kapitalist uygarlığının örgütsel biçimle-
nişlerini olduğu gibi bu topluma taşımak, kökenle buluşmama ve
kaynaşmama sakıncasını taşır. Her toprağın her ürünü kaldıramama-
sı gibi, her kültür de farklı alan kültürlerin ürünlerini kaldırmayabi-
lir. Aktarma, ekme ve verim elde etme, birçok özgünlüğü hesaba kat-
ma ve gerekenin yerine getirilmesi halinde mümkün olur.
Değerlendirmemizin kapsamında da anlaşıldığı gibi, Ortadoğu
toplumu çok farklı alaşımdan yapılmış bir madde gibidir: Dünya kül-
türünün kökü olduğu halde, son bin yıldan itibaren yaratıcılığı bitmiş
bir kültür. Yaratıcılık rolü bu kökenin belirlemesi altında Avrupa’ya
taşınmaktadır. Yorgun topraklar, kültürler adeta yarı ölü, derin bir
uykuya yatmış gibidir. Avrupa ise, özellikle 1500’lerden itibaren,
sanki dünya kendisi ile başlıyormuş gibi kendini beğenmiş, benmer-
kezli bir tutumla başını alıp gitmektedir. Kendine göre yeni cennet
ve cehennemler yaratmaktadır. Ata değerini takdir edemeyen yeni
yetme toy delikanlılar misali Ortadoğu kökenini tanımadığı gibi, hor
görme ve hatta kötüleme kampanyasından geri durmamaktadır.
Avrupa kendini doğurup kurumlaştırdıkça ve dünyaya yayıp ege-
men kıldıkça, herkese bu realiteyi olduğu gibi kabul etme görevinin
düştüğünü hesaplıyordu. Dünyanın tüm diğer yöreleri için bu görüş
geçerli olabilirdi. Ama Ortadoğu toplumları için olduğu gibi yürü-
mesi zordu. Cüceleşmiş de olsalar, uygarlık yaratıcıları halen yerin-
deydiler. Tümüyle öldürülseler bile, her tarafa sinmiş kültürleri ken-
di özgünlüğünü dayatacaktı. Bölgeye dalga dalga yüklenen Avrupa
istediği hakimiyeti sağlayamayacaktı. Kırılmak, parçalanmak ve
böylelikle alan kültürünün gücünü hesaplamaktan kurtulamayacak-
tı. Ortadoğu, yaşayan toplumun ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri
gücüyle direnmiyordu veya dirense de herhangi bir başarı şansı
yoktu. Direnen, eski uygarlığın ve kültürün adeta genetik özellik ka-
zanmış öğeleriydi. Aynı sonuç reel sosyalist sistemin yayılması için
de geçerli olacaktı. Avrupa’nın sağı ve soluyla Ortadoğu’ya yüklen-
mesi başarısızlığa uğramaktan kurtulamayacaktı. Ortada Ortado-
ğu’nun da herhangi bir zaferi, başarısı yoktur. Ama bir Japonya ve
Çin olamadığı gibi, bir Afrika, Avustralya ve Güney Amerika olacak
hali de bulunmamaktadır. Tek başardığı, orijinalitesinin varolduğu-
nu, istese bile bundan kurtulamayacağını itiraf etmesiydi. Arap-İs-
220
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
rail, İran-Irak Savaşı ve Kürtlerle herkesin mücadelesi bu itiraf ger-
çekliğinin değişik nüanslarıydı.
Avrupai kültürün tüm biçimlenişlerinde olduğu gibi, sağ-sol siya-
sal ve ideolojik kültürünün Ortadoğu’ya yayılması da çok silik ve
verimsiz kalırken, bu etkiye tepki biçiminde gelişen ve daha çok or-
taçağ feodal İslam’ını kapitalist kavramlarla karıştırarak yanıt olmak
isteyen İslamcılık türevleri de özgün bir yanıt olmaktan hayli uzak
kalacaklardı. Olup biten, daha çok kısır döngülü, basit taklit olmak-
tan öteye gidemiyordu. Özgün olmak, Batı uygarlık tezlerinin anti-
tezlerini oluşturmak gerekli olmakla birlikte, yeni bir yaratıcılığı zo-
runlu kılacaktı. Bütün bu süreçlerin komplolar yatağı topraklarda ka-
pitalizmin en hileli işbirlikçileriyle ittifakının hayli karışık, tanım-
lanması zor, dost mu düşman mı olduğu kolay belirlenemeyen, hatta
bukalemun gibi yerine göre renk değiştiren, özden yoksun, yalancı-
lığı ve komploculuğu bol, doğrusu az bir kişilik, örgüt ve hareket
gerçekliği biçiminde yansıması kaçınılmazdır. Bu koşullarda baştan
beri “Doğru bir hat halinde ileriye doğru yürüyorum” demek, kendi-
ni aldatmak veya çokça örneği görüldüğü gibi fanatik bir tarikat üye-
si olmakla mümkündür. Dengesini bile yitirmemek ve ayakta kala-
bilmek mümkün olduğu kadar maharet ister. Hele adına insan deni-
len varlığın temel özelliklerinden vazgeçmeden, uygarlığın tüm sı-
nıfsal ve cins kirlenmesine meydan okumak, “Bu topraklar insanlı -
ğın beşiğidir” deyip “Gerçekten insan olan oğul ve kızlarından yok -
sun bırakılamaz” iddiasında bulunmak, çağın ölçülerinin çok dışın-
da yetenek ve dayanma gücü gerektirir.
PKK olayında, pek farkında olunmasa da, ama öz itibariyle hep
bir köşesinde saklı ve sağlam tutulmak istenen bu tür bir insanlık id-
diası vardır. PKK’nin Kürt olgusunu da bu iddiasına temel yapması
gerçekçi ve yerindeydi. Kürt gerçeği eğer yaşatılacaksa, bu mutlaka
kapsamlı yeni insan olarak kendini yenilemekle mümkün olacaktı.
Kürt denilen olguda insan, egemen ve sömürücü sınıf temelinde dü-
şürülmenin dip noktasındadır. Bu, daha aşağısının mümkün olmadı-
ğı bir duruştur. Kaybetmediği hiçbir şeyi kalmamıştır. Kölelik zincir-
leri bile –çok alışmış olduğu için, zincirler olmadan da eşek gibi kö-
leliği yaşayabilir hükmü– elinden geri çıkarılmıştır. Eğer bu insanla
doğru uğraşılırsa, sınıfsal ve cins kirine, pisliklerine bulaşmamış, bu-
laşsa bile fazla inat etmeden temizlenmeye razı bir insan olma ihti-
mali en yüksek malzeme konumundaydı.
221
Sümer Rahip Devletinden
PKK oluşurken; çağdaş hakim gerçeklerle, uygarlığın doğuşuna
beşiklik etmiş, ama dipten kurtulamamış bir halk gerçekliğinin tarih
boyunca yaşadığı olayları, ilişki ve çelişkileriyle kendi şahsında so-
mutlaştırmak ve çözmek iddiasındaydı. Bunun ne anlama geldiği
şimdiye kadarki değerlendirmemizde sınırlı da olsa ortaya konulma-
ya çalışıldı. Ama daha yakıcı olan, PKK’nin yaşam süresince ortaya
çıkacaktı. Tarih ve çağ, Kürt olgusundaki bütün özelliklerini, amaç
ve uygulamalarını, iyi ve kötü niyetlerini, güzel ve çirkin yüzünü,
doğruları ve yanlışlarını, dürüstlüğünü ve komplolarını PKK gerçek-
liğinde bir kez daha yaşamak zorunda bırakılacaktı. Ya özgür insan
ve halk olarak yaşam yoluna girilecek ya da ölünecekti. Başka hiç-
bir anlayış ve tutum, ortadaki leşten beter kirli ve lanetli yaşamı te-
mizleyemeyecekti. Bu çerçevede PKK tarihinin değerlendirilmesi
hayli öğretici olacaktır.
238
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
239
Sümer Rahip Devletinden
rumlu tutmak da eksik bir anlatım olacaktır. Hatta bunun uluslarara-
sı ve bölgesel çıkarların bir sonucu olduğunu söyleyerek izah etmek,
ancak gerçeğin sınırlı yönüne dikkat çekmek olabilir.
Olguya tarihin tüm önemli çağlarında çok sayıda gücün darbeleri
etkide bulunmuştur. Dünyanın birçok bölgesinde de benzer durumlar
yaşanmıştır. Ama Kürt olgusunun özgünlüğü, ne kendisi gibi olma
ne de kendini dayatan başkaları gibi olma tarzında olmuştur. İki ara-
da bir derede konumundan hiç kurtulamamıştır. Bir bakire mi yoksa
bir fahişe mi olduğu da tam anlaşılamamıştır. Her gelen şerrini bu-
laştırmış, fethetmeyi başaramamıştır. İşin daha garibi, böyle bir halk
yok veya benim kıçımın şu tarafından yapılmıştır iddiasında olanla-
ra, ‘O zaman senin bir parçan ise, vücut bir bütündür, neden bir kan-
serli uzuv gibi bırakıyorsun?’ denildiğinde, tümüyle cevapsız kal-
maktadırlar. Bu dünyada bir BM vardır. Dünya ulusları ve halkları
adına geniş yetkilere sahiptir. Afrika’nın en geri kabileleri için karar
alır, sayıları milyonu bulmayan birçok sözde devleti üye olarak ka-
bul eder. Ama Kürt olgusu söz konusu olduğunda, yine varlığı tartış-
malı hale gelir. Hakları açısından yok sayılır. Tüm bu gerçeklerin kö-
kü tarihte gizlidir. Ancak mitoloji ve dinlerin dilini tam çözümlersek,
namuslu ve ahlaklı bazı bilim adamlarını seferber edersek, belki par-
ça parça anlayabiliriz.
Bu yönlü bir retoriği fazla uzatmayacağım. Sadece Önderliği çö-
zümlemek için hangi zeminde olduğumuza dikkat çekmek için do-
kunma gereği duydum. Yıllarca kendimle uğraştım. Sinir ve ruh
dengesi çok güç koşullarda oluşan biri olarak, bir toz zerresinden
bile şüphelenecek bir yapıdaydım. Böylesine karmaşık bir konu,
gücümün çok ötesindeydi. Peygamber olmasam da, bir çağrı yap-
maktan öteye etkide bulunamazdım. Ama bu sorun evrendeki kara
deliklerin cisimleri çekmesi konusu gibi beni kendi karanlığına çe-
kiyordu. Gerisi eşine ender rastlanan, belki de insanoğlunun yazdı-
ğı ve yazacağı hiçbir kitapla izah edilemeyecek durumları yaşa-
maktan kurtulamayacaktım.
Mesele akıl gücüm ve sezgilerim değildi. Daha on yaşlarındayken
anama, “Dayanmakta güçlük çektiğim bir dünyaya beni niye getir -
din?” diye hesap soracak kadar kaderini önceden gören biriydim.
Dünyada sömürü ve baskının süper biçimlerini geliştirmiş, Kızılde-
rililere beyaz adamın yaptığı katliamı dünyaya en gelişkin uygarlık
olarak yutturmuş çılgın kovboy kültürünün en dengesiz ve nasıl ya-
240
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
şandığının farkında bile olmayan biri olan ABD’nin sözde başkanı-
nın marifetiyle; kırk haramilerden daha adaletsiz biçimde, adeta son
Kızılderili’yi avlarcasına, hem de dost sandığım işbirlikçilerinin en
aşağılık oyunları ve desteği ile yakalatılıp teslim edilmemin mantığı-
nı ve vicdanını çözmek en değme edebiyatçının bile başarabileceği
bir iş değildir. Bunu yine benim biraz aydınlatmam gerekecektir.
Türkler yakalanmamı çok büyük sevinçle ve tarihlerinin en önemli
olaylarından biri olarak değerlendirmeye çalıştılar. Ama başardıkları;
hiç de dostları olmayacak bir zihniyet ve kara vicdanın sahipleri tara-
fından çarmıha gerilircesine çivilenip paketlenen fiziki varlığımı bir
tabutlukta tutmaktan öteye bir anlam taşımaz. İsa çarmıha gerildiğin-
de, İncil’de geçtiği kadarıyla son sözleri “Allah’ım, beni niye yalnız
bıraktın?” biçimindedir. Zihniyet ve ruhsal davranış olarak, hiçbir ki-
şi ve kuruma karşı bu tarz serzenişte bulunacak durumda değilim. Ama
olayın büyük acılarına, hem de kendini yakan ve öldüren yüzlerce in-
san başta olmak üzere yaşayanların anısına çok büyük bağlılık gerek-
ti. Daha da önemlisi, insanlık adına en anlamlı sahip çıkılmayı gerek-
tiren sayısız olay, ilişki mevcut idi. Bütün suçlamaların tam tersini ifa-
de eden bir hareket ve kişilik boğdurulmaya götürülüyordu. Halkların
kardeşliği adına yürütülen en soylu hareketler inkara kalkışılıp, en aşa-
ğılık rantçılık zihniyeti ve vicdansızlığı sonuç almak istiyordu. Bunla-
rın yarattığı sızı insanlık adına yaşamayı gerektiriyordu. Komplonun
halklarımızın ve Ortadoğu kimliğinin özüne zarar vermemesi için ge-
reken gücü göstermeliydim. Avrupa ve haşarı çocuğu ABD, uygarlık
güçleriyle beni alabildiğine horlamıştı. Neden bu kadar saygısızlık et-
tiklerinin şaşkınlığı içindeydim. Fakat savaşta ince bir taktik uygula-
mışlardı. Halkımızı da, PKK’yi de, en insafsız ve saygısız biçimde be-
ni de son birkaç yüzyıldan beri yaptıkları gibi kendileri çarmıha ger-
dikleri halde, bunları Türklere mal ediyorlardı. Benim olayım açıktı.
Her şeyi Avrupa, ABD ve aşağılık yanaşmaları Yunan egemen kimliği
hazırladığı halde, cellat rolünü Türklere veriyorlardı. Bu ‘böl-yönet’
taktiği ve ‘iti ite kırdırma’ nın en vahşice biçimiydi. Türk egemen kli-
ğini kötü kullanıyorlardı. Ne kadar zor da olsa, bu oyunu bozmam, son
yüzyılların en soylu davranışı olurdu.
Hiç kimse beni, halk tanımaz ve kardeşlik bilmez Türk şoven zih-
niyeti ile az savaştığım için suçlamasın veya bilinen barış ve demok-
ratik uzlaşı tavrını öne aldığım için teslimiyetçi veya boyun eğmeci
sanmasın. En büyük direniş bu yeni tavırda gizliydi. Onurlu barış ve
241
Sümer Rahip Devletinden
gerçekten demokratik uzlaşıyla halklarımızın birliğine katkıda bu-
lunmak, komploya en etkili cevaptı. En azından benim için bunun dı-
şındaki tüm tavırlar, büyük güç dengesizliği içinde, utanmadan savaş
bekleyenlerin emellerine hizmet olurdu. En çok üzüldüğüm nokta,
benim şahsımda Kürt halkına yaptıkları hakaretti. Beni tasfiye ede-
bilirlerdi. Ama hiç olmazsa binlerce evladını kurban vermiş bu halkı
anlayabilselerdi! Kimsesi olmayan, başarmasını bilen tek bir evlada
sahip olmayan bir halk için umut kaynağıydım. Hem çarmıhtaki hem
tabuttaki adamdan beklentileri devam ediyordu. Kendi doğuşunu en
büyük suçluluk nedeni sayan adamdan, özgür yaşamlarının doğuş
ebeliğini bekliyorlardı. Ne PKK’den ne Kürtlerden hiçbir zaman be-
ni takip etmelerini emir olarak buyurmadım. Başka kimseleri olma-
dığı için, İsa tavrının daha zor olanını iki bin yıl sonra üstlenmek du-
rumunda kaldım. Demirci Kawa rolünü de üstlendim. Hz. İbrahim’in
kutsallığını da çağdaşlaştırdım.
Bütün Zinler ve Adulelerin, Mem ve Dervişe Abdi’si de oldum.
Manilerin, Mazdeklerin, Babeklerin son ahından tutalım, Hüseyin’in
Kerbela yalnızlığını, Hallacı Mansur’un hakikat aşkını, Pir Sultan’ın
dostluk rütbesini de taşıdım. Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin ar-
kadaşıydım. Mazlum, Hayri, Kemal ve Ferhatların intikam savaşçı-
sıydım. Böylesi her çağdan, her milletten binlercesinin birleşen ve
bilince kavuşan son örnekleriydim. Bu insanlık abidelerinin sadece
direniş ve savaşları değil, bir de fırsat bulamadıkları barış davaları
vardı. Bu savunma benim değil, onların eksik kalan son barış savun-
malarıydı. Bu eksikliği tamamlamak istedim. İnanıyorum ki, insan-
lık, tarih, çağ, sömürü, zulüm, direniş, özgürlük ve barışın tarifi doğ-
ru yapılmıştır. Halkların tarihine bir yol açılmıştır. Yine biliyorum ki,
yaptığım iş önderlik değildir. Önderim diye binlerce yıldır ortaya çı-
kanların pisliklerini temizlemedir. Tarihin kenefini temizliyorum.
Kimin ne adına, hangi anlamda pislemiş olduğunu da açıklıyorum.
Devlette, rütbede, hatta her şeye razı basit bir kadının reisliğinde bi-
le hiçbir zaman gözüm olmadı. Kadın, erkek ve ulus ayrımı yapma-
dan, ilgisi olan arkadaş olmayı her şeyden üstün saydım. Belki arka-
daşlarım beni hiçbir zaman böylesi bir durumda görmeyi hayal bile
etmemişlerdir. Onlara gerçekleri bir daha açıkladım. Beğeniyor, doğ-
ru buluyorlarsa, benim trajedim onlar için en büyük güç kaynağıdır.
Halen büyük çalışıp başaramıyorlarsa, kendilerini aldatma konu-
mundalar. Vazgeçsinler diyorum.
242
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Savunmanın son bölümünde kimliğimi daha da açacağım. Bu bö-
lümde komplo ve benzeri aldatmalar karşısında bazı duruşlarımı
açıklayacağım. Mesele kahramanca ölmem değildir. O rolü sayısız
kahramanlar benden sınırsız güçle başardılar. Eksik olan, o kahra-
manlara layık yaşamın tanımını güçlü yapmak ve zalimlerle sahte-
karların miraslarını saygısızca istismar etmemeleri için kullanabile-
cekleri tüm yolları engellemek ve geçitleri kapatmaktır. Önderlerin
anısına bağlılık gereği halen bu görevi sürdürüyorum.
Önderliğin bir sanat olduğu doğrudur; benim bu sanatı iyi temsil
ettiğim söylenemez. Ama onun kurumsal ve kişisel özelliklerini,
hem genelde hem de Kürtler için oldukça çözümlediğim kanısında-
yım. Belki sahtekarlarını, zalimlerini yıkamadım. Fakat maskelerini
düşürmede önemli katkılar sundum. Pislikleri temizledim derken,
bunu kastettim. Allah maskesine bürünmüş olanlardan, bilimsel de-
magog türlerine kadar, ne mal olduklarını anlayanlar için oldukça
açımladım. Özellikle kadının ve ezilmişlerin sırtından erkeklik tasla-
manın, Önderliği bunun basamak etmenin ne anlama geldiğini şah-
sımda da eze eze, itiraf ettire ettire açıklığa kavuşturdum. Önce tam
Allahlığa, sonra yarım Allahlığa oynayan bu kurumun devletin bir
prototipi olduğunu, eğer halk önderliğine soyunuluyorsa, öncelikle
bu ceberut kimliği çözmek ve yıkmak gerektiğini, ancak böylelikle
yeni önderlik tarzının halkın işlerinin genel koordinasyonu olarak bir
anlam ifade edebileceğini göstermeye çalıştım. Bu yönlü teorik ge-
lişmemi Kürt halk gerçekliğine uygulamaya çalıştım.
Tüm desteklerime rağmen, örgüt içinde ve dışında yarım-ağalık
dışında bir tarz sunmaktan öteye bir şey yapmadıklarını görünce, zo-
runlu olarak “Önder” gibi, “Başkan” gibi adlandırma ve istemlere
saygılı oldum. Halk ve kendini ona feda edenler bunu istiyordu. Say-
gısızlık edemezdim. Yapabildiğim ölçüde her konuda yetenekli olan-
ları her sahada ortaya çıkıncaya kadar “Genel Başkanlık” rolünden
kaçmadım. Bu aslında inanılması güç bir yüktü. Çok büyük bir tarih-
sel, siyasal, sosyal ve askeri boşluk vardı. Hepsi, bütün alanlar hak-
kını vermemi istiyordu. Bir gün bile dayanılması kapsamlı yetenek
isteyen bu görevi teorik olarak çözümlemeyi ihmal etmeden, pratik-
te de asgari tarz ve temposunu sergileyerek yanıtlamak istedim. Ku-
ralını ve uygulama tarzını kendim seçecektim. Çünkü bu konuda ku-
ral dayatacak tarzda örnek olacak hiçbir şey yoktu. Vahşi bir orman-
da yürümeye benziyordu. Ormanın sayısız canavarı vardı. Bu bilin-
243
Sümer Rahip Devletinden
mesine rağmen, halka ve inananlara saygının gereği olarak, tam bir
Gılgameş yürüyüşü yapmaktan geri durmadım. Gılgameş ormanda
halk önderliğini yenip kral önderlerin yolunu açıyordu. Ben ise or-
mandaki kralları yenip, bin bir hile, entrika ve zorbalıkla yönetim
hakkı elinden alınmış halka bu hakkını geri vermek istiyordum. Hal-
kın önderlerine yol açmak derdindeydim. Gılgameş bu işte, orman-
dan işbirlikçisini tanrıçalıktan fahişeliğe indirgenmiş kadın yoluyla
avlayıp ehlileştirirken, ben yine tersini yapıyordum. Fahişelikten be-
ter edilmiş kadını tanrıçalaştırıp, öylelikle erkeği, Enkidu’yu tekrar
halkının bilinçli önderi yapmaya çalışıyordum. Tanrıçalık, halk ön-
derlik kurumunun en sağlam kurumsal eşitlikçi ve özgürlükçü özüy-
le erkeği terbiye edebilirdi. Fakat en bağlı gibi gözüken Enkidular bi-
le büyük bir moralsizlik ve objektif isyanla cevap vermişlerdi. Üç
maymunu oynamaya başladılar. Tüm çığlıklarım karşısında “Duy -
madım, görmedim, bilmiyorum” u oynuyorlardı. Onlara tanrıça de-
ğil, özel veya genel bir orospu gerekiyordu. Burada da büyük kurum-
sal değeri olan ve pratikte de değeri az olmayan erkek egemen ön-
derlik gerçeğine büyük savaş açmıştım.
Beş bin yıldır dünya ormanını köşe bucak tutanlar, özellikle bi-
linçli Avrupalılar, beni hiç kendilerine yakın bulmayıp yakalanmam
yolunda ince şebekelerini açacaklardı. Yapabilecek fazla bir şey yok-
tu. Kaçış veya intihar daha çok çıkarlarına olurdu. Yapabileceğim,
son nefesime kadar kalbimin özgürlüğünü koruyup, geliştirebilece-
ğim anlam damlalarıyla yaşama büyük saygıyla devam etmekti. On-
lar Neronlara taş çıkartırcasına bir kurbanlarını arenaya atıp, kendi
elleriyle besledikleri aslana yedirmenin heyecanı içinde, sevgiyle ka-
rışık korku çığlıklarıyla, birkaç seyirlik eğlencesi halinde akıbetimi
görmek istiyorlardı. Sözde Hıristiyandı’lar, hem de Ortodoks! Fakat
kendilerinin de çok önceden yazdıkları gibi, onlar İsaları binlerce de-
fa yeniden çarmıha germenin Romalı temsilcileriydiler. Genlerinde
bu çarmıh kültürü vardı. Bunu anlamam zor olmadı. İsa bizdendi, ka-
pı komşumuzdu. Onu gururla sahiplenmek komşuluğun gereğiydi.
Ona ve izleyicilerine binlerce çarmıh ve aslanlara yedirme operas-
yonları düzenlendi. Son kurban bendim. Hem insanlık özüne bağlı
aşiret atalarımızın şanlı direniş geleneği, hem peygamber atamız İb-
rahimlerin, İsaların şanlı barış geleneği bende garip bir biçimde bir-
leşiyordu. Tanrısal bir yüceliş kaçınılmazdı. Tanrıyı çözümledim,
kim olduğunu açıkladım. Ama halkların, kadınların, zordaki ihtiyar
244
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
ve çocukların tanrısallıklarına saygılıydım. Onların tanrısal özellik-
lerinin tanrı yüceliği içindeydim. Bu gerçekten büyük halk tanrısal-
lığı içinde yücelmek yetiyordu. Bulunduğum koşul ve biçim altında
ölüm, daha büyük bir yücelmenin adı oluyordu. Bu gerçek artık kor-
kuyu değil, her geçen gün insanlığın soylu barış seçeneğini de doğu-
ruyordu. Savaşı ve imhayı dayatırlarsa, sonuna kadar, ama daha ba-
şarılı direniş ve meşru savunma savaşıyla; isterlerse en adil ve onur-
lu barışla karşılık verecek güçteydim. Direniş ve barış kahramanları-
nın yolundaydım; vasiyetlerinin gereği savunmayla açıklanıp dünya-
ya duyurulmuştu. Sonu, ölümü nasıl gelirse gelsin, insanlığın, halk-
larımızın kazanacağı bir gerçekti.
258
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
259
Sümer Rahip Devletinden
Dünya çapındaki dönüşüm bu ana doğrultudadır. 20. yüzyıldan 21.
yüzyıla giriş, daha çok bu ana olguya bağlı olarak tanımlanmaktadır.
21. yüzyıl, demokratik uygarlık ve insan hakları çağı olarak adlandı-
rılmak iddiasındadır.
Ortadoğu’da yüzyıl öncesine dayanan ve gericileşen milliyetçilik
temelindeki savaş ve barış durumu tam bir tıkanma sürecindedir.
Halkların enerjisi gerici milliyetçi uygulamalarla yutulmaktadır. So-
runlar çözülmemekte, bir avuç kriz rantçısıyla bir yaşam tarzı haline
getirilmektedir. Süreç aşırı çözümsüzlük sonucu daha gerici ideoloji
ve tarikatlaşmaların üremesine yol açmaktadır.
Bölgenin ana ülkelerinden birisi olması nedeniyle Türkiye, tıkan-
mayı giderek sıkça tekrarlanan krizlerle en yoğun biçimde yaşamak-
tadır. Ne zihniyet değişimine, ne de yapısal dönüşümlere adım ata-
bilmektedir. Genel bir seferberlik haline getirdiği özel savaş, devleti
de geleneksel çizgisinden çıkararak, çetelerin türediği hukuk dışı bir
uygulama alanına çekmektedir.
PKK’nin de yaşadığı benzer bir durumdur. Dünya çapında yaşa-
nan değişim ve kendi iç bünyesindeki oluşumlar somut olarak değer-
lendirilememektedir. Eski anlayış ve tutumlar çoktan ideolojik, poli-
tik ve örgütsel çizgisinden çıkarak, örgütü çete gruplarına dönüştür-
mektedir. Böylesi yapılar, birçok alan ve silahlı savaş bölgesinde,
kuraldışı yaşam ve eylem tarzlarıyla PKK’yi çok farklı bir gerici bi-
çime zorlamaktadır. Sorumlu olması gereken merkez ve kadrolar
adeta akıntıya boşuna kürek sallamaktadır.
Önderlik pozisyonum, bu gerçekler karşısında giderek dar bir sa-
haya kısılmaktadır. Büyük çabalarla özellikle ülke içinde sağlama-
ya çalıştığımız çizgiye çekme ve dönüştürme hamleleri, çeteleşme
anlayışları tarafından boşa çıkarılmaktadır. Devlette olduğu gibi
PKK’de de fiilen çizgi dışı gruplar dönemi yaşanmaktadır. Bu du-
rum en anlamsız eylemlere yol açmakta, trajik kayıp ve acıları çığ
gibi büyütmektedir. Durumu aşmak için yoğun tekrarlama, Önder-
lik kurumunu da işlevsiz bırakmaktadır. Komplo ve tasfiyeler için
en uygun ortam böyle gelişmektedir. 1990’ların başlarından
2000’lere doğru yıkılmasına çalıştığım kader komplo, giderek ağla-
rını her tarafıma dolayacaktır.
1990’ların başından itibaren, iç ve dış komploların artan ayak ses-
leri adeta ‘ben geliyorum’ diyordu. 25 Ocak 1990’da en eski çocuk-
luk arkadaşım Hasan Bindal’ın sözde kaza kurşunuyla öldürülüşü,
260
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
aslında içinde birçok gizi saklayan bir olaydır. Bu, kamp yönetimin-
deki Sarı Baran, Mehmet Şener ve Şahin Baliç’in birlikte planlama
ihtimali yüksek bir komploydu. Eğer olayı yutmuş olsaydım, çok kı-
sa bir süre sonra operasyon benim tasfiyemle tamamlanabilirdi. Be-
ni tasfiyeyle görevli iki resmi ajanın, o günlerde Star TV’de kendile-
rine yönelik suçlamalar karşısında, -sanıyorum Cem Ersever’i sa-
vunma anlamında- şöyle konuştuklarına bizzat tanık oldum. “Biz ba -
şarısız değiliz. İstesek öldürebilirdik; ama sağ yakalanması isteni -
yor.” Bu tarz sürüp giden bir itiraftı. Doğruluk payı vardı. PKK için-
de oldukça mesafe alan çete yoluyla, bu rahatlıkla gerçekleştirilebi-
lirdi. Fakat örgütün kontrolünün de ellerinde kalması için, benim sağ
kalmam ve örgütün tümüyle çetenin eline geçmesinden sonra tasfiye
edilmem, yaklaşım stratejisinin özüydü. Örgütün tümü ele geçirilme-
liydi. Bunun için tehlikeli gördükleri bütün dürüst ve bağlı kadrola-
rın kaza süsü verilerek yok edilmesi gerekiyordu. Şemdin, Kör Ce-
mal, Hogır ve Şahin kendi çapında bu süreci Mahsum Korkmaz’ın
kuşkulu ölümüyle 1986’dan itibaren başlatmışlardı.
Şimdi anlaşılıyor ki, ya kaza süsü vererek, ya da ‘ajandı’ adı al-
tında cezalandırdıkları yüzlerce dürüst ve değerli kadro ve yurtse-
ver insan bulunmaktadır. Partinin en değerli kadro ve eylemci ya-
pısını temizlemek için, bile bile eylem adı altında ölüme gönderi-
yorlardı. Bunun için komuta inisiyatifi konusunda korkunç hassas
davranıyorlardı. Çünkü ne kadar komuta yetkisi varsa, bu o kadar
komplo, cinayet ve güç kazanmak demekti. Tümüyle devlet deme-
yeceğim ama, Cem Ersever olayında da halen aydınlatılamadığı gi-
bi, bir çevrenin PKK’deki bu çeteleşmeyle direkt veya dolaylı iliş-
kisi yüksek bir ihtimaldir. Zaten devlet bünyesinde bu dönemde çe-
teleşmenin kontrol altına alınmasında güçlük çekildiği bilinmekte-
dir. Yine bu dönemde başta KDP olmak üzere, KUK’un bazı bö-
lümleri, birçok aşiret ve özel görevli de yoğun biçimde bu süreç
içinde görev yürütmüşlerdir.
Sürecin tam başarıya gidememesinin nedeni, çetenin elebaşıları-
nın farkına varılmasıdır. Şahin Baliç’in ölümle cezalandırılması, Sa-
rı Baran, Mehmet Şener ve Hogır’ın kaçmaları, Kör Cemal’in önce-
den cezalandırılması ve Şemdin’in kontrol altına alınması, çetenin
etkinliğini büyük ölçüde kırdı. Hasan Bindal olayının büyük önemi,
çetenin bütün niyetlerini ve olası bağlantılarını ele verir nitelikte ol-
masıdır. Bu olay çözümlenemeseydi, Önderlik ellerinde kalacak ve
261
Sümer Rahip Devletinden
diledikleri gibi kullanmaya çalışacaklardı. Tümünün bilinçli ajanlık
yaptığını söylemek zordur. Ama bir kısmının özellikle çeteleşen dev-
let odaklarıyla ilişkisi kesindir. Bu rollerini sicilli ajanlar olarak de-
ğil, Kürtlerde çok uygulanan kişi ve aile çıkarları temelinde, zımni
uzlaşma biçiminde yürütmüşlerdir. Bunlar örgüt birimlerini ellerine
geçirmek için her yöntemi deneyecek tiplerdi. Hizbullah liderinin
PKK’ye karşı devleti kullanma tarzına benzemektedir. KDP ve
KUK’un bazı grupları, çok sayıda aşiret ve çeşitli adlar altındaki ör-
gütler bu yöntemle çok vurgun yapmış ve cinayet işlemişlerdir. “Apo
primi” denen rantçılığın önemli bir kaynağı, bilinçli veya kendiliğin-
den ta PKK içine kadar uzanmıştı ve hastalık gibi yayılıyordu.
Şahsi kanaatim, Özal’a yapılan suikast ve Özal’ın ölümüyle, Jan-
darma Genel Komutanlığı yapmış bazı komutanların öldürülmesin-
de; devlete bulaşmış, sözde komutanları ve Özal’ı başarısız sayan bu
tip çetelerin payı vardır veya bu ihtimal küçümsenemez biçimdedir.
1993 yılı, devlet ve PKK tarihinde önemli bir kırılma ve resmi çiz-
giden sapmanın yaygınlık kazandığı tarihtir. Turgut Özal’ın siyasi
diyaloga açık yapısı, kontrol edemediği güçlerin kurbanı olmasına
yol açtı. Bu tarihte Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in tartış-
malı bir uçak kazasında yaşamını yitirmesi ilginçtir. Ardından çığ gi-
bi artan Hizbullah maskeli cinayetler, binlerce köyün boşaltılması,
yoğunlaştırılan operasyonlar bir imha seferi olarak anlaşıldı.
PKK’nin pek de akıllı olmayan taktikleri, kayıpları arttırmaktan ve
sürecin tıkanmasına yol açmaktan öteye gidemiyor; gerilla doğru bir
meşru savunma anlayışı ve uygulanmasına çekilemiyordu. Dönemin
askeri ve siyasi yönetimi terörü hukuk çizgisinin çok dışına taşımış-
tı. Devletin çığırından çıkması hız kazanmıştı.
Bu dönemin en önemli komplo suikastı, 6 Mayıs 1996’da
Şam’daki kalabalık evimizin yakınında, yarım ton patlayıcı yüklü bir
arabanın patlatılmasıdır. Telefonla dinlendiğim için, o saatte orada
olduğum sanılarak araba patlatılıyor. Dönemin hükümet başkanı
Tansu Çiller’in örtülü ödenekten 50 milyon dolarla finanse ettiği
komplo oldukça boyutludur. Susurluk çetesi diye tabir edilenlerle
Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın, Suriyeli bir Kürt aileden bazı ki-
şilerin ve dönemin Viranşehir Belediye Başkanı’nın da bu komplo-
nun içinde olduğu basına yansımıştı. Soruşturmamda askeriye adına
hareket edenler, ısrarla bu ekibin sorumsuz olduğunu ve devletle
kendilerini temsil etmediğini söylüyorlardı. İstemeleri halinde, ken-
262
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
dilerinin bu işi füzelerle daha başarılı yapabileceklerini belirtiyorlar-
dı. Devletin içinde iki farklı yaklaşımın varlığı zaten bilinen bir hu-
sustu. Bu olayla birlikte, gönüllülük temelinde kendini bombalarla
patlatma eylemleri gelişti. Şiddet sarmalı daha da tırmandı.
Devletin raydan çıkması herkesin endişe ile takip ettiği bir geliş-
meydi. “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemliliği bu süreçle
bağlantılıydı. Devletin laiklik karakterinde de hızlı aşınmalar yaşa-
nıyordu. Tarihte 28 Şubat denilen süreç daha çok bir restorasyon ha-
reketi olarak gündeme geldi. Dolaylı yoldan normalleşme adına
PKK’yi de sorumluluğa davet ediyorlardı. Buna ihtiyatlı bir olum-
lulukla yaklaştık. En azından suçsuz insanların katledilmesi ve alan
boşaltılması durur ve ambargo sınırlanır; savaş sürse de hiç olmaz-
sa kurallarıyla yürütülür anlayışıyla bu tutuma girildi. Türkiye’nin
İsrail’le 1996’da stratejik düzeye çıkardığı ittifakları istihbarata
epey fırsat sunuyordu. İsrail’in dünya çapında istihbarat ve kontro-
lü, PKK’nin ‘terörist örgüt’ olarak ilan edilmesi, Önderlik takibini
Türkiye açısından kolaylaştırmıştır. Bu tarihte Papandreu sonrası
Yunanistan Başbakanı Simitis’le, ABD Başkanı Clinton’un 1996’da
PKK Önderliği’ne yasallık tanımama ve fırsat varsa teslim etme ko-
nusunda anlayış birliği içine girdikleri daha sonra duyumu alınan
diğer bir bilgiydi. PKK etrafındaki hukuk alanının daraltılması da-
ha da artıyordu. Almanya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere,
PKK yandaşlarına karşı siyasi amaçlı yoğun bir tutuklama kampan-
yasını açmışlardı.
Güney Kürdistanlı YNK ve KDP önderlikleri, PKK aleyhtarı
kampanyanın en temel dayanakları olarak, 1996’da İsrail ittifakına
benzer Ankara, Londra ve Washington merkezli yoğun ilişkiler içine
girmişlerdi. PKK ve Önderliği’ni, Kuzey Irak üzerinden tecrit etme-
de ve operasyonlara her türlü desteği sunmada anlaşmışlardı. PKK
ve Önderliği’ni tasfiye planının son halkası olarak Suriye kalmıştı.
Mısır’ı da yanlarına alarak Suriye üzerinde geliştirilen psikolojik sa-
vaş kısa sürede ürün vermişti. Suriye bu baskılara boyun eğmeyi ve
PKK konusunda anlaşmayı çıkarlarına daha uygun bulmuştu.
Suriye’den ayrılmadan önce, yaz boyu ordu adına dolaylı yoldan
bilgilendirmede bulunan bir kanalın yaklaşımları ilginçti. Anlamlı
bir ateşkesle birlikte yeni bir süreç arzulanıyordu. Bu konuya ger-
çekçi yaklaşımlar söz konusuydu. Örgütün bilgisi dahilinde, 1998 yı-
lının ağustos ayı sonlarındaki tek taraflı ateşkes deneyimi bu bilgi-
263
Sümer Rahip Devletinden
lenmelere dayanıyordu. Fakat bu ateşkesin yarıda kesilmesine pek
anlam verilemedi. Meşru savunma hakkımızı kullanmaya dek varan
ve olumlu yanı ağır basan bu dolaylı diyalog resmen başlatılsaydı,
süreç çok daha olumlu gelişirdi. Bu, sanıyorum 28 Şubat sürecinin
geçirdiği aşamalarla ilgili bir durumdu.
Tam bir yol ayrımına gelinmişti. Ortadoğu alanını eski biçimiyle
kullanamayacağımız anlaşılmıştı. Yapılması gereken, ya Önderlik
olarak dağlık alanı karargah olarak seçip savaşı daha üst boyuta sıç-
ratmak ve şehir eylemlerini tırmandırmak, ya da uzlaşma arayışını
Avrupa koşullarında daha güvenceli olarak geliştirmeye çalışmaktı.
Savaşın tıkanmış durumu ve bir nevi kör bir noktaya gelip dayanma-
sı, dağda olmam halinde her türlü silahın kullanılma olasılığı ve be-
nim durumumun ek bir sürü ağırlık getireceği düşüncesiyle, bunun
tercih edilmemesi uygun görülmüştü. Benim etrafımda yoğunlaşa-
cak bir savaş her bakımdan büyük sakıncalar taşımaktaydı. Ahlaki
olarak kendimi yük yapmam doğru olmazdı. Ayrıca Kürt işbirlikçi
önderlikleri her türlü istismarcılığa açıktılar. Orda bulunmamı çok
kötü kullanacakları bilinen bir gerçekti. 17 Eylül 1998 Washington
Anlaşması bunun bir göstergesiydi. Avrupa koşulları da çok riskli ol-
masına rağmen, siyasi, kültürel ve demokratik anlayışla, zımnen de
olsa hukuka biraz güven duyuluyordu. Yunanistan’daki hükümetin
ise, ilk 9 Ekim 1998 günü bu ülkeye ayak basar basmaz bu denli al-
çalacağı hiç tahmin edilmemiş ve düşünülmemişti.
20. yüzyılın sonlarında, Kürt halkının özgür iradesine karşı dünya
çapında bir komplo ve darbe planı uzun bir hazırlık sürecinden son-
ra artık adım adım pratikleşiyordu. Filmi bir kez daha geriye çekip
baktığımızda, bu planın aslında 1990’ların başında Londra kaynaklı
olarak uygun görülüp uluslararası düzeyde hayata geçirilmek isten-
diği anlaşılacaktır. Planın Türkiye boyutları az çok bilinmekle birlik-
te, Avrupa ve ABD boyutu net olarak anlaşılamamıştır. Uluslararası
boyutu görmezsek, değerlendirmelerimiz eksik kalacaktır. Tekrar da
olsa özetlemek gerekirse:
1- Palme cinayeti, başka amaçları yanında, 12 Eylül rejimi ve son-
rasında Türkiye’yi dışa bağlı tutmak için ve Kürt özgürlük devrimin-
den korumakta bir araç olarak kullanılmıştır. Palme’nin Vietnam ve
Güney Afrika gibi ülkelerdeki hareketlerin desteklenmesinde ve hoş-
görüyle yaklaşılmasında, Başbakanı olduğu İsveç’i bir merkez hali-
ne getirmişti. İsveç, Kürt özgürlük hareketinin de merkezi olabilirdi.
264
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Palme, Kürt özgürlük hareketinin terörist olarak damgalanmasına
karşıydı. Öldürülmesinde “Kürt izi” teorisi ve PKK’nin terörist ilan
edilip yasaklanması çabaları, İsveç’in bu olumlu konumunu ortadan
kaldırmakla yakından bağlantılıdır. NATO’nun o dönemde Avru-
pa’da güçlü ve henüz açığa çıkmamış olan Gladio örgütlenmesinin
bu ve benzeri komplolarla ilişkisi bir gün aydınlanacaktır.
15 Ağustos 1984 eylemliliğinin hemen ardından, Almanya’nın da
ağırlığını koymasından sonra, Türkiye hükümetiyle uzlaşma sağlan-
mıştı. Birçok ekonomik çıkarın sunulmasıyla tüm Avrupa’da
PKK’ye karşı bir izolasyon süreci başlamıştı. Palme provokasyonu
bu sürecin en önemli halkalarından biriydi. PKK’yi bölme, gündem-
leşen diğer bir gelişmeydi. Başlarında Çetin Güngör’ün bulunduğu
bir gruba bu yönlü önderlik yaptırılıyordu. Kesire’nin tahrikleri ürün
verir gibiydi. Birçok aydın, Mahmut Baksi, Şivan Perwer gibi insan-
lar uzaklaştırılmıştı. Bu, tek başına Türkiye’nin çabalarıyla izah edi-
lemez. Aslında Avrupa merkezli bir karar olarak uygulanıyordu.
Türk solu bu yolla çoktan iğdiş edilmişti. Dünyanın diğer özgürlük
hareketlerine de benzer planlar uygulanıyordu.
Almanya’nın merkezi düzeyde PKK’lileri tutuklaması da bu pla-
nın bilinçli bir parçasıdır. Parçalama ve önemli bir bölümü kontrolü-
ne alma amaçlanıyordu. 1990 başlarında Türk Genelkurmay Başka-
nı Doğan Güreş ’in Londra’ya yaptığı bir gezide, “planımız onaylan -
dı” biçiminde bir değerlendirmesi basına yansımıştı. Londra’nın da
Almanya gibi tasfiyede rol üstleneceği anlaşılmıştı. Yine 1991’de
YNK Başkanı Talabani Avusturya’nın Başkenti Viyana’da Türk Dı-
şişleri Bakanı Hikmet Çetin ’le PKK’yi terörist ilan etme konusunda
gizlice anlaşmıştı. Talabani’nin bu yaklaşımı Almanya, Fransa ve İn-
giltere’nin tavrıyla iç içe, terörist ilan edilme olayında temel bir rol
oynamıştır. Avrupa çapında varılan bu anlayış birliğinde, PKK’siz
bir Kürt hareketi amaçlanıyordu. PKK’siz bir Kürt hareketi ellerinde
Ortadoğu çapında kullanabilecekleri çok gerekli bir kozdu.
2-1993’ten sonra Özal ile ateşkes deneyiminin başarısız kalmasın-
dan sonra, bu sefer gündeme oturan taktik, “PKK’ye evet, Apo’ya
hayır” biçimini aldı. Milyonlarca kitlesel tabana kavuşan PKK’yi
tümden karşıya almalarının ve parçalama çabalarının sonuç verme-
mesi, böyle bir taktik yönelişi öne çıkardı. Her devlet kendine göre
‘PKK kadroları’ oluşturmaya başladı. Ortadoğu’dan Rusya ve Avru-
pa’ya kadar bu yönlü adımlar atıldı.
265
Sümer Rahip Devletinden
Şemdin Sakık için ‘ikinci adam’ unvanı icat edildi. Apo’nun tas-
fiyesi kararlaştırılmıştı, ondan sonrası hesaplanıyordu. Kani Yıl-
maz’a bu yönlü bir rol oynatmak için anlamsız bir tutuklama süreci-
ne çektiler. Teslim olmak ve olası tasfiyelerden sonra bir PKK önde-
ri gibi kullanmak amaçlanıyordu. Moskova Numan Uçar üzerinde
çalışıyordu.
Ortadoğu’da birçok devletin tavrında bu seziliyordu. YNK ve
KDP, PKK üzerinde oyunlarını yoğunlaştırmışlardı. HADEP bünye-
sinde benzer bir operasyon yürütülüyordu. Hatip Dicle, Leyla Zana
ve teslim olmayan diğer milletvekilleri tutuklanırken, DEP örgütü
kapatılıyordu. HADEP üzerinde ise bir çekişme yaşanıyordu. Kür-
distan boşaltılıyor, Hizbullah maskeli dehşetvari yöntemlerle hiçbir
örgütsel suçu olmayan binlerce dürüst yurtsever insan katlediliyor-
du. 6 Mayıs 1996’da Önderlik bombalanmasının gerçekleşmesinin
üzerinden yarım saat geçmeden, Londra kaynaklı haberler Abdullah
Öcalan’ın öldürüldüğünü veya bombalandığını dünyaya duyuruyor-
du. Yapılanları önceden biliyorlardı.
3- 1996 İsrail-Türkiye ittifakı ile, bu tarihte başlayan Kuzey
Irak’taki Kürt ve Türkmen örgütleriyle Türkiye ilişkileri aynı kap-
samdadır. 17 Eylül 1998 Washington Kürt Otonomi Antlaşması ’nda
en önemli madde, PKK’ye karşı tavırdı. Tıpkı 1925’de olduğu gibi,
Türkiye’nin verdiği uzun tavizler halkası karşılığında, 2000’e doğru
geldiğimizde benzer bir uzlaşma gerçekleşmişti. Bu bir bakıma Lo-
zan’ın yenilenmesi demekti. PKK ve Kürt özgürlük hareketi tama-
men izole ediliyor, Önderliği’nin tutsak edilmesi için her tür taahhüt-
te bulunuluyor, gerilla üzerinde de Kürt işbirlikçileri, İsrail tekniği
ve uzman elemanlarıyla birlikte her tür operasyona yeşil ışık yakılı-
yordu. Bu, topyekün bir tasfiye planıydı.
Kendi içinde çeteler meselesini bile çözememiş, güçlerini yeniden
mevzilendirmekte vurdumduymaz ve Önderliğin sırtından ucuz ya-
şamaya alışmış sahte bir komuta ve yönetim tarzından kurtulamayan
yoldaşlarla, başta Suriyeli ve Yunanlı sözde dostların içyüzü daha iyi
anlaşılamamış, son derece çıkarcı ve panikçi yaklaşımları karşısında,
PKK Önderliği’ne düşen, meçhule karşı kuşkulu bir yürüyüştü. Bü-
yük bir iç burkulmasıyla 9 Ekim 1998 macerası başlıyordu.
9 Ekim 1998 çıkışı değerlendirilirken, Ortadoğu zemininin ne an-
lam ifade ettiğini çok sağlam ve yürekten çözümlemek gerekir. Bu ze-
minde yirmi yıla yakın bir pratik geçirdim. Sayısız ilişki ve çalışma-
266
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
larda bulundum. Tarihi önemde gelişmeler ortaya çıktı. Bu gelişmele-
rin benimle ilgili hangi sinir ve ruhla gerçekleştirildiği ve nasıl daya-
nabildiğim de bütün yönleriyle mutlaka anlaşılmalıdır. Başta PKK ya-
pısı olmak üzere birçok çevre, işin hiçbir şey ifade etmeyen resmi gö-
rüntüsü dışında, can alıcı özünü anlama gücünü göstermiyor. Sanki
normal ilericiler cephesinde anlı şanlı yaşanılmış, çalışılmış ve başa-
rılmış sanılıyor. Böyle bir şey yoktur. Tabii ki ucuz yorumla izah, ken-
dilerine rahatlık sağlıyor. Dogmatik siyaset ve örgüt anlayışlarını tat-
min ediyor. Bu tutum yetmeyince, bu sefer geleneksel kutsallık anla-
yışlarına sığınarak, “olağanüstü” kişilik özelliklerimle izah edip so-
rumluluktan ucuzca kurtulmak istiyorlar. Bu yüzden kimse yaşadığım
pratiği tüm tarihsel mitolojik, felsefi, dini ve bilimsel anlamıyla çöz-
meye yanaşmadı. Çok kitap yazıldı; ben de yazdım. Yaşadığım ger-
çekleri halen de yazacak durumda değilim. Bunun için özgürleşme
alanlarının gelişmesi gerekir. Ama koşulları çok elverişli olan ve geliş-
meleri için neredeyse şart olan anlama işini başaramayan, başta yoldaş
geçinen birçok kişi ve kurum, bu tutumla aslında kendilerini gelişme-
meye ve başarısızlığa mahkum ediyorlar. Bunlar mümkünse bu yılla-
rın çözümünü yapıp insanlık, Kürtler ve Ortadoğu tarihi ve geleceği
için ne anlama gelmesi gerektiğini en temel görev edinsinler. Çünkü
bu olanak dışında, özgür yaşama giden yolda ne tarihi ve çağı, ne de
güncel somut gerçekleri çözüp önlerini aydınlatabilirler. Şimdilik tek
yol budur ve büyük emekle anlamayı ve pratikleştirmeyi gerektirir.
Kalın çizgileriyle Ortadoğu’daki yaşamın küçük bir kısmını, siya-
set ve diplomasiyle ilgili yönünü değerlendirsem, tanımı şudur:
Sümerlerden beri döşenmiş labirentlerin içinden bu kadar yıl son-
ra sağlam çıkmak ve halkların özgürlüğüne bazı hediyelerde bulun-
mak, gerçek anlamıyla peygambersel bir tutum ve kişilikle mümkün-
dür. Bu süreç bana sadece peygamberlik kurumunu kavratmadı; ger-
çek özüyle nasıl bir pratikle insanlığa sahip çıkılabileceğini de gös-
terdi. Bu şu demektir: Her peygamber, toplumsal gelişmede bir an-
lam yükselişidir. Dili ne kadar ilahi olsa da, özü; gelişen toplumun
anlam, hafıza, töre, vicdan, özgürlük ve eşitlik başta olmak üzere,
birçok temel konuda farklı kültürel bir aşama kaydetmesine yol aç-
maktadır. Halk bu konuda çok arif, bilen konumdadır. ‘Sizin yaptığı -
nız yeni bir diyanet, (üç büyük dini kastederek) dördüncü bir din ça -
lışması anlamına gelir’ dediklerinde şaşırmıştım. Daha sonra ne de-
mek istediklerini anladım.
267
Sümer Rahip Devletinden
Her ne kadar İslamiyet’ten sonra peygamberliğin ve yeni bir dinin
yolu kapanmıştır denilse de bu, her çağın kendini ebedi olarak yo-
rumlaması gibi bir savunmadır. Ortadoğu’da eski dinler kültürünün
başta siyasi ve ideolojik alanlar olmak üzere, tüm toplumsal alanlar-
daki etkisi ve günümüzü adeta tutsak alması gibi sonuçları çözümle-
nemeden, ne Avrupa uygarlığı anlaşılabilir, ne de anlamlı bir iç ve
dış özgürlük savaşımı başarıyla verilebilir. Tarih hükmünü yürütü-
yor. Yüzeysel laiklikle ne din çözümlenebilir, ne modern toplum ya-
ratılabilir. İki yüz yıllık milliyetçi yenilenme deneyimlerinin sonuç-
ları ortadadır. Bu yolda ısrar ettikçe, Arap-İsrail çıkmazında olduğu
gibi daha ne kadar acılar ve yıkımlara yol açacağı da kestirilebilmek-
tedir. Çözüm, tarihin doğasını çözümlemek ve oradan yola çıkarak
bir özgürlük imkanını yaratmaktır.
Çağımız için bu harekete ‘dördüncü bir din’ demek pek anlamlı düş-
mez. Ancak bu hareketi 1500’lerdeki Avrupa Rönesansı’na benzeyen,
fakat kendi uygarlık kökleriyle kapitalizm ötesi uygarlık ufkunu sen-
tezleyen bir diyalektik gelişme temelinde Ortadoğu Rönesansı olarak
tanımlamak daha anlamlı ve tarihsel ihtiyaca cevap niteliğinde olacak-
tır. Bunu yarattık demek abartılı olur. Yapılmaya çalışılan, bu toprakla-
rın kültürel özüne uygun ve çağın gericiliğine tutsak düşmeden olum-
lu özlerini benimseyerek, günümüzün orijinal özgürlük hareketine kat-
kıdır. Bunun tarihte anlam bulacağına ve özgürlük hedeflerine sönme-
yen bir meşaleyle yürüyen bir çıkışın güçlü ve süreklilik kazanan bir
akımı olacağına inancım tamdır. Eksiği ve kiri varsa da, güçlü temsil-
cilerinin bu akımı daha da arındırarak ve hareket gücüne kavuşturarak,
uygun ve gerçekçi hedeflerine adım adım ulaşacaklarına dair umut ve
inancım hiç eksik olmamıştır. Tersine, bu coğrafya kendisine ekmek,
su ve hava kadar gerekli zihinsel ve ruhsal güce kavuştuğu için, yaşa-
mın anlamı bin yıllardan beri içine girdiği çıkmaz ve karanlıklardan
sıyrılarak, daha doğru ve aydınlanmış yolda coşkuyla ilerleyerek he-
deflerine varacaktır. Böylesi bir anlamlı yaşamın yaratılması her şey-
den daha çok değerlidir ve kıymeti de o denli bilinmek durumundadır.
Tarihte eşine rastlanmayan kahramanlıkların, acıların ve fedakarlıkla-
rın sahiplerine saygı ve bağlılık, kendimizi bin yılların lanetli kıldığı
gerçeklikten kurtarıp kutsamakla özdeştir. İlla buna yeni bir dini anlam
biçilecekse, bu noktada görülmelidir. Bir kutsaması vardır, o da aydın-
latılmaya çalışılan bu özdür. Bu savunmam, lanetten kurtarılmış ve
kutsanmış çağdaş yaşamın ne anlama geldiğini açıklamaktadır.
268
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Şam’dan Avrupa’ya doğru çıkışımı bazı tarihsel örneklerle muka-
yese etmem yanlış yorumlanmaktadır. Ama tarihle güncellik kutsal-
lığın özünde yürüyorsa, bu benzerlik kaçınılmazdır ve doğrudur. An-
cak çarpıtılmış ve inkara dayalı tarihler, kutsal değerlerin benzeşme
gerçeğine set çekebilirler. Bu durum bile, olsa olsa bir perdelemedir.
Gerçek olan, kutsallıkların zincirleme hareketidir.
Hıristiyanlığın özellikle Avrupa kolunu yaratan büyük Aziz Pa -
ul’den bahsedeceğim. Önce havarilere düşmanlık yapıyordu. Şam
yolunda bir mucizeyle havarilere katılışını, tarih değiştiren bir olay
olarak anlatır. Tarsus’ta doğan Yahudi bir aileden gelmektedir. An-
takya’dan başlayarak birkaç kez Anadolu, Yunanistan ve İtalya’ya
sefer yapar. Çok büyük inanmış bir propagandacıdır. O olmasaydı,
Hıristiyanlığın Avrupa’ya bu denli taşınması mümkün olamazdı. Ro-
ma’da öldürüldü.
Anısına Avrupa’nın her tarafında dikilmiş Saint Paul katedralleri
boşuna büyük bir görkemlilik arz etmezler. Çünkü Avrupa ahlakının
ve bugünkü aşamaya ulaşmasının temelinde Aziz Paul’un attığı in-
sanlık harcı vardır. Avrupa yarı yarıya Saint Paul demektir. Çok yön-
den ihanete uğramış olması ve olumsuzlukların da kaynağına alet
edilmek istenmesi bu gerçeği değiştirmez. Daha ilginç olanı, Yunan
sahasında karşılaştığı iyi dostlar kadar, birçok dönek ve sahte dostla-
rın da mevcudiyetidir. Bazı dostların laubaliliğinden de şikayet eder.
9 Ekim 1998’de Şam’dan çıkışım bu tarihsel olguyu hatırlatır.
Çok sayıda dost vardır. İktidardaki partiden birçok davet yapılmıştır.
Parlamento, anayasayı değiştirebilecek bir çoğunlukla beni davet et-
miştir. Gitmeden önce bakanlık yapmış ve halen milletvekili olan
Kostas Baduvas adlı dostla konuşan tercüman Ayfer Kaya, gelebile-
ceğime dair telefonda birçok kez teyit almıştır.
Ulaştığımda, ortada ‘dost Baduvas’ yoktur. Karşılayan, İstihbarat
Başkanı Stavrakis ve çağdaş Yehuda İskaryot (İsa’yı ihbar eden ha-
vari) rolünü oynayan ve adını da Agit koyan Kalenderis’tir. Tavır-
ları tam üç bin yıl önceki Helenlerin tavrından farksızdır. Helenle-
rin o günden beri değişmeyen bir tavrı; kendi dışındakileri ve çıkar-
larına uygun düşmeyenleri barbar olarak adlandırmak, kendi basit
dünyaları dışındakileri yabancı olarak görmektir ve bu, köklü bir
duygudur. Fakat bu yaklaşım tüm gerçeği ifade etmez, işin duygu-
sal ve moral yönünü izah edebilir. Siyasi ve diplomatik gerçekler
daha farklıdır.
269
Sümer Rahip Devletinden
Şu gerçeği görmekte yarar var: Kürt özgürlük hareketi, PKK ön-
derliğinde bir nevi çağdaş Bolşevizm gibi görülmektedir. Zaten ‘ka-
tı Stalinci’ damgalaması bu görüşü yansıtmaktadır. Çok farklı özel-
likleri olsa da, yaklaşımlar benzerdir. Resmi siyaset ve devletler dü-
zeni, PKK’yi ve bir bütün olarak Kürt özgürlük hareketini legalite-
ye kabul etmek istememektedir. Birçok ülke ise illegaliteye çekmiş-
tir. Özellikle Almanya bunda başı çekmektedir. ABD daha katıdır.
Ortadoğu devletleri de aynı yaklaşım içindedir. Kesinlikle legalite
dışı saymaktadırlar. Dost olanları ancak kişisel ve gayri resmi yak-
laşım içindedir. En çok koruyucu dost ülke olarak tanıtılan Suriye,
hiçbir zaman radikal Arap milliyetçiliği çizgisini aşmamıştır. Kişi
olarak Devlet Başkanı Hafız Esat ’ın tavrı önem taşıdığından, iki
cümleyle değerlendirebiliriz. Hafız Esat, büyük olan otoritesinden
ve içinden geçmekte olduğu koşullardan ötürü, bana göre despotik
klasik devletle devrimci demokratik devlet arasında bir çizgide du-
ruyordu. İlahi anlamlı devletin bir ayağını halkın içine çekmişti. Sa-
nılanın aksine, otoriter ve kutsal devleti basitçe kısmen halkın hiz-
metine vermişti. Ama Sümer rahip devlet anlayışını esas olarak ko-
ruduğu da bir gerçektir. Yarısı aydınlık, yarısı karanlık bir Ortadoğu
kimliğiydi. Kürt özgürlük hareketine düşman değildi. Ama gelenek-
sel ideoloji, devlet anlayışı, milliyetçilik ve çağdaş diplomatik güç-
ler dostluğunu engelliyordu. En büyük yiğitliği, başkaları istiyor di-
ye düşmanlık yapmamasıydı. Fakat son ayrılacağımız günlerde, Fi-
ravun torunu Mısır Başkanı Mübarek ile etrafındaki bürokrasiyi
aşacak güçte olmadığını ortaya koymuştu. Milliyetçiliği aşırı zorla-
yacak konumda değildi.
Benim açımdan eleştirilmesi gereken Suriye değil, kendi konu-
mumdu. 1990’ların, hatta 1980’lerin başlarında Arap sahasından ay-
rılsaydım tarihin seyri başka olabilirdi. Zagroslar’a yerleşmem en
ciddi seçenekti. Fakat İran ve Kürt işbirlikçilerinin yaklaşımlarının
neleri doğuracağı bilinmezdi. İkincisi, bu rolü rahatlıkla ve başarıy-
la oynayabilecek arkadaşlar vardı. Bu hakkı onlar kullansınlar bek-
lentisi hakimdi. Ama öyle basit çıktılar ki, kendilerini bir karışlık de-
rede bile boğduracak cüceler olduklarını gösterdiler. Kendilerine ta-
nıdığım tarihi fırsatı ve hizmeti hiç anlamadılar. Olanaklar üzerine
hovardaca ve bir mirasyedici gibi oynadılar. Kendilerini de, çok bü-
yük değer ifade eden emek ve sabrımı da gafilce kullandılar ve çar-
çur ettiler. En çok eleştirilip özeleştiriye çekilmesi gereken konu bu-
270
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
dur. Fakat 9 Ekim 1998 çıkışını oraya yapmamanın doğruluğuna ha-
la inanıyorum. Çünkü o zaman savaş kişiselleşir, tam bir intikamcı-
lığa dönüşürdü. Olası bir barış ve kardeşlik fırsatı hepten yitirilirdi.
Dağa çıkış 40 yıllık rüyam olduğu halde, üzüntümden çatlamama-
mın tek nedeni, insan yaşamının ve özgürlüğün iğne ucu kadar barış-
çıl bir imkanı varsa, bunun denenmesinin tercih edilmesinin daha de-
ğerli olmasıydı. Mevcut tabutluğumda bile moralli olmamın tek ne-
deni, onurlu bir barış için yaşamamın soylulaştırıcı bir savaştan da-
ha az değerli olmamasıdır.
Simitis hükümetinin bu tavrının özünü anlamak çok daha önemli-
dir. ABD ve İngiltere, hatta Almanya’nın da onayı dahilinde bir tu-
tum olma ihtimali bulunmaktadır. Yine Baduvas’ın davetine hiç sa-
hip çıkmaması düşündürücüdür. Gelmememi kesin isteyebilirdi. Ba-
kan olan birisinin bu kadar basit kalması anlaşılır olmaktan uzaktır.
Önemli bir ihtimal, ayaklarımın Ortadoğu’dan bilinçli kopartılması-
dır. Bunda İngiltere istihbaratı temel rol oynamış olabilir. Karışık
güçlerin devrede olması ihtimal dışı değildir. Daha sonraki gelişme-
ler şu gerçeği gösterecektir: Avrupa’ya çekilip kişiliğimi ve onurumu
yıktıktan sonra, ellerinde ehil bir araç olarak, başta Türkiye olmak
üzere Ortadoğu denkleminde kullanılmamın tasarlanması en güçlü
olasılıktır. Yunanistan’a ilk adımımı atar atmaz; hukuk, insan hakla-
rı ve demokratik toplum kurallarının benim için olmadığını, katı si-
yasi ve ekonomik çıkarlarının esas alındığını anlayacaktım. Yunanis-
tan’la başlayan tavrın Türkiye korkusu olduğunu veya anlaşarak sağ-
landığını belirtmem pek gerçekçi olmaz. Tersine, en üst düzeyde Ba-
tı sistemi olarak, başta Başkan Clinton olmak üzere, Türkiye’nin tav-
rını çok önceden ve çok dakik olarak inceledikleri kanaatindeyim.
PKK ve Öcalan olgusunu kendi çıkarları için Türkiye’nin başına en
ideal biçimde patlatmakta ve kullanmakta çok bilinçli olduklarını da
belirtmem gerekir. Strateji ve taktik şuydu: Hem PKK’yi ve Kürtle-
ri, hem de Türkiye’yi ve Türkleri kullanmak; gerektiğinde elli yıl sü-
recek kör bir savaşta tutmak için benden yararlanmak, Türkiye’nin
elinde gerçekleştirilecek bir öldürtmeye kadar gitmek, en azından
kendilerine bağlı şoven gerici kesimlerle bunu gerçekleştirmek.
Böylelikle Türkiye’yi kendilerine daha çok bağlama, Kürtleri de
onursuz bir sığınmacılık altında kendine muhtaç kılma stratejinin
ana parçaları olarak değerlendirilmektedir. Yaşanan dört aylık Avru-
pa macerası, bu eğilimi daha çok doğrulayacak niteliktedir.
271
Sümer Rahip Devletinden
Dostluk eğilimimi belirtmek durumundayım. Beş yaşındaki bir
çocuk da olsa, dost bellediğimde sonuna kadar inanmam benim için
bir karakter özelliğidir. Hayatta belki de en büyük zayıf (kendim bu-
na inanmıyorum, dostluğun ve yoldaşlığın güven şartının hiç çiğnen-
memesi gerektiğine batıl bir inanç gibi halen inanıyorum) yönüm, bu
tür bir güven duygusudur. Dostluk ve yoldaşlık adına bu yönümün
korkunç kullanıldığını biliyorum. Ama en temel insani değer oldu-
ğundan, vazgeçmemem gerektiğine de eminim. Bana göre, dostluk
ve yoldaşlıkla oynamak, anasını ve eşini satmak gibi bir şeydir. Do-
layısıyla dostluk ve yoldaşlık bağı 20. yüzyılın şahsında en büyük
darbeyi yemiş olduğundan, onun en son ve en trajik kurbanı ben ola-
caktım. Bu anlamda 20. yüzyılla boğuşmaktan bahsetmem gerekir.
Önce Yunanistan’da, sonra olası dostluk adına gittiğim ikinci durak
Rusya’da, dostluğun başına neyin gelmiş olduğunu belirtmem hayli
öğretici olacaktır.
İki seferin sonunda yoğunlaşmam, Yunan karakterini sınırlı da ol-
sa çözme imkanını verdi. Bahsettiğim, hakim Yunan karakteridir.
Mutlaka halkının bazı özgün ve egemenlerden farklı karakteristik
özellikleri vardır. Tanrı Dionysos’tan beri Yunan halkının özgünlüğü
bir gerçektir. Coşkulu ve dostçadır. Ama dünyanın tüm ülkelerinde
görüldüğü gibi, bu karakter yenilmiştir ve ancak elinden ağlamak ge-
lir. Dünyanın tüm halkları dostluklarına sahip çıkamazlar. Ama ar-
dından bol bol ağlarlar. Kendi kendilerine dost ve yoldaş oldukların-
da da böyle yaparlar. Ayrılıkları, yitirişleri ve birlikleri ağlama ve
ucuz sevgiye gömülmüştür. Saygı duyulsa da, bunun fazla değeri
yoktur. Dostluğu ve yoldaşlığı koruyamayan bir saygı ve sevgiye,
anam da olsa, hep hor baktım. Karşılıklı bir sevgi ve anlayış göster-
medim. Sanki kader bana, ‘Çok değer verdiğin dost ve yoldaşların
için ağlamaya değmez’ der gibidir. Karşı çıktığım, dostluk ve yol-
daşlık değildir. Tersine, ona zafer değerini veremeyen, dost ve yol-
daş olmasını bilmeyen, sahte ve zavallılardır.
Yunan egemen sınıf tarihine bakıldığında, M.Ö 1600’lerde Mi-
kenlerden beri mitolojik bir biçim kazanmış olan düşünce tarzlarına
göre, tanrı Zeus her türlü puştluğu ve kalleşliği yapabilir. Önüne çı-
kan her kadını baştan çıkarabilir; her tarafından, alnından, kıçından
Athenna başta olmak üzere birçok küçük tanrı doğurabilir. Yalan ve
kandırmaca tanrısal özellikleridir. Troya kahramanı Hektor’u nasıl
kandırdığını, ona inanan Homeros bile hayıflanarak dizelerine dö-
272
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
ker. Yeter ki Helenistlerin çıkarına olsun. Bir nevi İsrail Tanrısı Ye-
hova gibidir. Helenler ve İsrailoğulları seçilmiş kavim oldukları
için, diğer insanlık, yani barbarlar aleyhine ne yapsalar haklarıdır ve
tanrıları da bunu böyle emretmektedir. Bu mitolojik gerçeklik, daha
sonra dinsel ve siyasi gerçekliğe dönüşecektir. Mitoloji deyip geç-
memek gerekir. Günümüze kadar dinin ve siyasetin temelinde yatan
mitolojik gerçekliklerdir.
Bu mitolojik özellikler, Yunan hakim sınıfının nasıl doğduğunu di-
le getirmektedir. Ana kaynağı da Sümer mitolojisidir. Anadolu, Feni-
ke ve Mısır üzerinden hem mitolojik, hem de maddi toplum olarak
beslendikleri bilinmektedir. O günden beri değişmeyen bu sınıfsal ve
ulusal karakter bütün çıplaklığıyla karşımda duracaktır. Hileci, kan-
dırmacı, çıkarları uğruna hiçbir insana değer vermeyen, dışındakileri
değersiz ve barbar sayan bir zihniyet ve ahlaktır. Temsil ettiğim insan-
lık, halk ve tarih gerçekliği, özünde kendisiyle bağdaşmayacak farklı
bir tarih, siyasal ve kültürel gerçeklikle karşılaşmıştı. Bu bir anlamda
Medler ve Perslerden beri devam eden Doğu-Batı karşılaşmasının kü-
çük bir devamıydı. Batı kapısı, şahsımda temsilini bulan Doğu çıkışı-
na kolay geçit vermeyecekti. Atina’nın başka hesapları da vardı. Tüm
yaklaşımları, Türk tehlikesine karşı herkesten ve her yöntemle yarar-
lanmaktı. Benim şahsımda yararlanabileceklerine –tabii dostça bir bi-
çimde– pek göz kestiremiyorlardı. Yararlanmayı, tipik İngiliz politi-
kası gibi “iti ite kırdırma” biçiminde ele alma yanlısıydılar. Dostluk-
larının bir kandırmacadan ibaret olduğu anlaşılıyordu.
Önceden planlanmamış çıkışım, ortaya çıkan zorunluluk karşısın-
da, denenmesi gereken önceliklerin başında görüldü. Reel sosya-
lizmden sonra içine düşülen yozlaşma sürecinin krizli bir dönemi ya-
şanıyordu. Başbakan Primakov ve Başkan Yeltsin, reel sosyalizmin
önemli hainleriydiler. Ekonomik ve gizli kirli istihbaratla bağlantılı
çıkarlar nedeniyle, konumum ne kadar stratejik de olsa, o dönem için
satılmaya çok müsaitti. Koca bir Sovyet sistemini satanların nazarın-
da özgürlük değerlerine saygı beklemek kendini kandırmaktı. IMF,
ABD, İsrail ve Türkiye ile yürütülen ilişkiler, bana karşı hukuk dışı
bir tavrın alınacağını kesinleştiriyordu. Halbuki Duma bana 298’e
karşı 1 oyla siyasal iltica tanınmasına ilişkin bir karar çıkarmıştı. Fa-
kat despotik devlet açısından bunun fazla anlamı yoktu. Beni zorla
Türkiye üzerinden Kıbrıs’a indirmek istiyorlardı. Büyük ihtimalle iş-
birliği halinde, daha o günlerde bir teslim etme gerçekleşebilirdi.
273
Sümer Rahip Devletinden
Bu inanarak yaptığım bir tercih değildi. Fakat uğrunda o kadar
kan dökülmüş ve acı çekilmiş özgürlük ve eşitlik ideallerinin başına
böyle bir yozlaşmış rejimin çöreklenmesi, aslında reel sosyalizmin
derin sapmasını göstermekteydi. Bu durum onun geleneksel sömürü
ve baskı sisteminden kopmadığını kanıtlıyor, Sümer rahiplerinin ta-
pınak sosyalizminin bile gerisinde olduğunu hatırlatıyordu. Rusya
devrimciliğinin kapitalizmin ve feodalizmin ufkunu aşamadığının,
devlet kapitalizminin sosyalizmi doğuramayacağının, dolayısıyla
çağdaş liberal kapitalizm karşısında tutunamayacağının bir örneğini
sergiliyordu. Bunu bizzat görmem, 20. yüzyılın bir yüzünü daha iyi
tanımama yol açtı. 20. yüzyıl bir ihanet yüzyılına çok benzemektey-
di. Devrimler ve özgürlükler yüzyılı, daha sona gelmeden, hiçbir in-
sanlık değerine kökten bağlı olmayan ve maddi çıkarcılığın her ilke-
yi tutsak ettiği bir yüzyıl olarak 2000’e dayanmıştı. O kadar kanlı
geçmesi yücelmesine değil, barbarlığına bir kanıttı. Genele hükme-
den, ilkel milliyetçilik ve kaba materyalizmdi. İnsanlığın tarih bo-
yunca tüm yüceltici, gerçekten insan hakları ve demokratik içerikli
özelliklerine karşı en kapsamlı bir karşı-devrim söz konusuydu.
Devrimin ve karşı-devrimin tanımını yeniden yaptıracak bir so-
nuçla karşılaşılmıştı. Karşılaştığım tablo insan gerçekliğine daha
doğru yaklaşmaya zorluyordu. İlkelerle güne gömülmüş yaşam tar-
zını kıyaslamamı aydınlattı. Bazı sembolik kalıplara takılmamam,
artık tanrı ve insan maskelerini (ki, aynı gerçeği ifade ederler) cesa-
retle parçalamam gerektiğine dair cesaret ve bilincimi arttırıyordu.
20. yüzyılın putları kırılmalıydı. Bireyin varlığı ve hakları toplumun
varlık ve haklarından önce gelmeli veya en azından ikisi arasındaki
optimal (verimli ve özgür birlik) nokta esas alınmalıydı. Bireysellik
ve ona ilişkin hakların kapitalizmin insafına terk edilmesi vahim bir
yanılgıydı. Bireyin varlığını ve özgür gelişimini esas almayan her
toplumculuk, aslında Sümer rahip tarzıydı ve egemen sömürücü sı-
nıfları doğurmaya mahkumdu. ‘Her şey toplum için’ sloganı aslında
en eski bir sınıflı toplum sloganıydı. ‘Her şey birey için’ ise, çelişki-
li gibi görünse de, en gelişmiş sınıflı toplumun, kapitalizmin sloga-
nıydı. İki ilkenin sloganlarına yenik düşmeden, bir insanlık, özgür-
lük ve eşitlik idealine dayanmak esas yoldu. Bilimsel sosyalizm bir
olgu olacaksa, kendini dogmatizmden ve tapınak sosyalizminden
kurtarmalıydı. Devlet uğruna her mücadele sosyalizme tersti. Onun
yerine bir arayış, sosyalizmin özüydü. Bulunan proletarya diktatör-
274
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
lüğü de olsa, yeni bir kölelik aracından başka sonuç vermiyordu. Zor
sisteminin aşılmasına dayanan bir siyasal teori ve pratik, bireyi baş-
tan esas alan bir özgürlük ve toplumu kolektif emekle yücelten bir
eşitlik ideolojisi, bilimselliğin ve tekniğin yol açtığı imkanlarla ege-
men sınıf barbarlığını aşabilir ve özlenen toplumsal ütopyanın ger-
çekçi ifadesini kovuşturabilirdi.
Moskova seferinin bu yönlü ideolojik yoğunlaşmamı hızlandır-
ması, sosyalizm ütopyasına inanmış ve büyük emek çekmiş sahiple-
rinin anısına verebileceğim en temel karşılıktır. 20. yüzyılın Mosko-
va’sı o kadar basitleşmişti ki, hiçbiri hayali olumsuz da olsa canlan-
dıracak güçte değildi. Rus gerçeği üzerinde en az Yunan gerçeği ka-
dar durmanın gereği açıktı. Burada da bazı putları yıkarak yaklaşma-
nın gerçeklere ulaşma açısından vazgeçilmez olduğu kendini açıkça
ortaya koyuyordu.
Roma’ya 12 Kasım 1998’de yöneliş, Avrupa içinde gidilebilecek
tek ülkenin başkenti konumunda olmasındandı. Komünist Parti’nin
‘Yeniden yapılanma’ adlı grubundan Milletvekili Ramon Montavia -
ni’nin desteğiyle ulaşıldı. Massimo D’Alema hükümetinin birkaç
aylık dönemine denk gelmişti. Yaklaşımları zikzaklı oldu. Ne siyasi,
ne hukuki net bir yaklaşım sergileyemedi. İtalyan büyük sermaye
çevrelerinin ağır tahriki, Avrupa ülkelerinin tam destek vermeyişleri,
özellikle Almanya’nın kişiliğini sarsma ve kendini dayatma tavrının
ağırlığı altında inisiyatifli davranamıyordu. Baştan savmacı tavır ge-
lişiyordu. En iyi eğitilmiş polis gruplarıyla çok yoğun bir psikolojik
baskı kuruldu. Odadan ayrılmaya hiç fırsat tanınmadı. Kaçırtma ve-
ya kalmakta ısrar edilirse çok sıkı bir denetime razı olma dayatılıyor-
du. Ağır sorumlulukları olan birisi için, ilk çıkan fırsatta ayrılması
gerektiği açıktı. Bir zorla atmadıkları kalmıştı. Birçok ülkeye para
verip yer ayarlamaya çalışmaları gerçek niyetlerini gösteriyordu.
Demokratik hukuk tavrı sergilenmeyecekti.
Niyetim Kürt sorununu demokratik bir platforma çekmekti. Des-
tek olunsaydı, Türkiye’nin de bu tavra gelmesi zor olmayacaktı. An-
laşılan, Avrupa Kürt sorununun ciddi çözümünden yana değildi. So-
runla Türkiye’nin uğraşması daha çok işlerine geliyordu. Yunanis-
tan’ın tavrından da bu anlaşılıyordu. Avrupa’da siyaset, savaşın so-
nunu getirebilirdi. Bu ise, ABD de dahil, Batı’nın stratejisine uygun
düşmüyordu. Almanya’nın tavrı, bir an önce dağ yolunun açılma-
sıydı. Uzun vadeli düşündükleri açıktı. Ortadoğu’da Kürtlere daya-
275
Sümer Rahip Devletinden
lı bir kargaşa daha çok işlerine geliyordu. Dolayısıyla benim bek-
lenmedik çıkışım, taktikleri dışında bir durumdu. Bütün hazırlıkla-
rı, ehlileştirilmiş işbirlikçi Kürt şahsiyetlerine dayanıyordu. PKK ve
özellikle benim varlığım, on yıllarca yürütmüş oldukları ve çok ser-
maye akıttıkları Kürt kozunu ellerinde işlemez kılıyordu. Ya saptı-
rıp kişiliksiz biri konumuna getirecekler, ya da dışlayacaklardı.
Bunda ABD’nin eğilimi de hesaba katılıyordu. Zorlasam kalabilir-
dim. Roma hukukunun doğduğu merkezden atılmam zordu. Fakat
siyasi riskleri ağırdı. Bu kadar zorlayan bir devletin daha tehlikeli
yönelimleri de her an hesaba katılmalıydı. İlk doğacak fırsatta ayrıl-
mam zorunluluk arz etmişti.
Avrupa’nın üç tarihi başkentinde geçirdiğim toplam dört ay bazı
önemli gerçekleri ortaya çıkarmıştı. Demokrasi ve hukuk, Kürt öz-
gürlük iradesine hakkını vermek niyetinde değildi. Avrupa’nın insa-
ni bir Kürt politikası yoktu. Sadece Türkiye’ye yönelik taleplerinde
bir argüman olarak kullanılıyordu. Aslında son iki yüz yıllık politi-
kalar sürdürülüyordu. Kürtleri Ortadoğu’da İran, Irak ve Türkiye yö-
neticilerini kendi politikaları doğrultusunda zorlamak için en uygun
araç olarak görüyorlardı. Acil bir çözüm için tavır almamalarının al-
tında bu temel neden yatıyordu. Onlara uzun vadeli sorun yaratan bir
Kürt olgusu lazımdı. Çözüm ise, kullanacak malzeme bırakmıyordu.
Bu tutum Kuzey Irak’taki Kürt işbirlikçileri için de geçerliydi.
Sorunlu bir Türkiye kendilerine muhtaç olacaktı. Dolayısıyla
PKK’nin hep bir sorun olarak kalması, politik çıkar için hepsine çok
gerekliydi. Benimle çözümü değil, istedikleri gibi davranıp uzun
vadeli politikalarına hizmet edecek birilerini düşünüyorlardı. İki
yüz yıllık politik perspektiflerine aykırı bulunuyordum. Özgür ka-
rakter ve bağımsız karar inisiyatifi kabul edebilecekleri bir durum
değildi. Bunu kabul etmeleri, onlarca yıldır besledikleri birçok iş-
birlikçi Kürdü kaybetmeleri demek olurdu. İtalya Türkiye’den daha
çok yatırım ve ticaret imkanı elde etmek istiyordu. Bunun için en ra-
dikal tavrı alabiliyordu. Ama benim durumum, pratikte görüldüğü
gibi bu hesabı da bozuyordu. Çıkarları kişiliğimi kaldırmaya uygun
düşmüyordu. Anlaşılan, Avrupa hukuku ve demokrasisi Kürt soru-
nu sınırlarında duruyordu. Ancak işgüçlerinden ucuzca yararlanma
ve uzun vadeli Ortadoğu politikalarında bir araç olarak kullanılan
Kürt yaklaşımı geçerliydi. Bu yönüyle de olsa, politika yine de tam
şekillenmeden uzaktı. Ağır basan yön, genel birçok sorunda –başta
276
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Balkanlar– olduğu gibi, Kürt sorununda da Avrupa’nın şekillenmiş
bir politikasının olmadığıydı. Her devlet ancak polis ve istihbarat
çerçevesinde yaklaşıyor, sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla da sız-
maya çalışıyordu.
Roma’dayken ve sanıyorum Moskova’dayken, benimle en yoğun
ilgilenen bir güç de MOSSAD’dı. “Kürt meselesinin en esaslı sahibi
benim” dercesine, istihbarat ve denetim ağını esasta geliştiren güç
olduğu giderek açığa çıkıyordu.
ABD, İsrail ve İngiltere ayrı bir kanat olarak duruyorlardı. Avru-
pa henüz dağınıktı. Zaten bu tip önemli sorunlarda ortak bir politika-
dan yoksundu. İngiltere iki yüz yıldır önderlik ediyordu. Olası Kürt
politikası İngiltere olmaksızın düşünülemezdi. İsrail’in doğuşuyla
denetim MOSSAD eliyle yürütülüyordu. Barzani ve Talabani’yle
birlikte birçok Kürt sisteme bağlanmıştı. Yalnız PKK’nin durumu
yaratmış oldukları sistemi bozuyor, yaratılmış dengeyi tehdit ediyor-
du. Bu nedenle beni sorumlu tutup, sıkı bir teşhir ve tecrit politikası-
na hapsetmişlerdi. Türkiye’yle 1996 antlaşmaları, operasyonel roller
üstlenmelerine de yol açmıştı. Bunu çok iyi hesap edememek bir ek-
siklikti. Roma’dayken hala ciddiye almamamız, İsrail gücünü hesap-
lamadaki yetersizlikten kaynaklanıyordu. Daha sonra anlaşılacak ki,
Moskova’yı da benimle ilgili olarak avuçları içinde tutan İsrail’di.
Benim esas takibimde ve işlemez duruma getirilmemde İsrail’in pa-
yı belirleyiciydi. Tabii bunu ABD’nin büyük mali ve diplomatik des-
teğiyle birlikte yürütüyorlardı. Moskova’da kalmamam için IMF’nin
8 milyar dolarlık kredisi kullanılmıştı. Yine Türkiye’den bu amaçla
Mavi Akım Projesi koparılmıştı. En alçakça olanı şuydu ki, hiçbir
şey vermeden, sıkışık durumumu bol bol kullanarak, birbirlerinden
birçok tavizi koparıyorlardı. Türkiye’de “Apo primi” denilen rantçı
sistem, uluslararası alanda da daha büyük çaplı uygulama buluyordu.
Tüm Avrupa, Rusya, ABD ve en son Kenyalı bürokratlar da nemala-
rını alacaklardı. Şahsımda bir halkın özgürlük istemlerinin böylesine
maddi çıkarlarla pazarlanması çok alçakçaydı.
İtalya’da psikolojik savaş sonuç veriyordu. En ufak bir fırsatta
çıkmaya hazırlanıyordum. Moskova temsilcisi Numan Uçar’ın köy-
lü basitliği komplonun derinleşerek sürmesine yardımcı oldu. İtalya
temsilcisi Ahmet’in de pasif ve sorumsuz hali, olup biteni tam anla-
maktan uzaktı. Hepsi kendi basit dünyalarında çoktan tükenmişlerdi.
İtalya’dan çıkışta hem ben, hem Başbakan D’Alema rahatlamıştı.
277
Sümer Rahip Devletinden
D’Alema kötü bir demokrasi ve insan hakları sınavını vermişti. İtal-
yan sermayesi karşısında ürkekti. Hukuk ve demokrasinin gür sesi
olsaydı, özgürlük tarihine katkısı unutulmaz olurdu.
Tekrar Moskova’ya vardığımda, büyük ihtimalle oyunun son per-
desi bilinerek hazırlanmıştı ve oynanıyordu. İtalya’dan çıkartıl-
mam, her iki tarafın karanlık güçleriyle yetersiz PKK temsilcileri-
nin safdilce yaklaşımlarıyla gerçekleşmişti. Süreç, çarmıh veya ta-
butun hazırlanması süreciydi. Moskova’dakiler ilk çivileri sıkı vu-
ruyorlardı. İlk defa suratlarında dostluğa hiç yer vermeyen görüntü-
lerle tanışıyordum. Belli ki, karar üst düzeyden ve kesindi. Bilinen
akıbette üzerine düşeni yapıyorlardı. Oyun ve zorbalıkla bir kargo
uçağına bindirip, sonradan Tacikistan’ın Başkenti Bişkek olduğu
anlaşılan köy evi gibi bir yerde bir haftalık bir tutukluluktan sonra,
aynı statü içinde Petrograd yoluyla garip dost gibi görünen ve
emekli general olduğu söylenen Naksakis’le Atina temsilcisi Ayfer,
özel bir uçakla gelip Atina’ya doğru yola çıktık. Uçağın devlet bağ-
lantısı açıktı. Önce Romanya’ya indirilmek istendi. Naksakis teslim
etmenin burada gerçekleşeceğinin Simitis’le kararlaştırıldığını iddia
etmektedir. Doğru olabilir. Kabul etmeyince, zorunlu olarak Ati-
na’ya indik. Aynı cehennem zebanileri, Stavrakis ve Kalenderis
bekliyorlardı. Yalnız bu bir gün sonra olacaktı. İlk gün geldiğim gi-
bi VIP salonundan geçip bir gün Naksakis’in kaynanası, halktan ve
dost olan kadının evinde kalacaktım. Ona şunu demiştim. “Panga -
los ihanet edebilir mi?” Çok kesin ‘hayır, seçim için bundan iyi bir
fırsat olamaz’ diyordu.
Dışişleri Bakanı Pangalos açık bir hileye başvurdu. Resmen gö-
rüşmek amacıyla çağırdığı eve en üst düzeyde istihbarat ekibi yol-
lamışlardı. Dostça olmayan tehditkar bir üslupla “Sana sabah saat
dörde kadar süre tanıyoruz. Aksi halde bildiğimizi zorla yaparız”
dediler. Bu bir düşmanca yaklaşımdı. Geçek suratlarını gösteriyor-
lardı. Önceden anlaşmış oldukları açıktı. Geriye benim halen devam
eden dostça güvenimi kullanıp istedikleri yere çekmekti. Kenya çok
önceden CIA ile birlikte hazırlanmıştı. Bunu sonra anlayacaktım.
Çok güvendiğim Kalenderis, Yunan devletinin şerefi üzerine söz ve-
rerek, tehlikeden uzak bir yer olarak eski Yunanlıların etkili olduğu
Kenya’da 15 gün içinde Dışişleri Bakanı’nın hazırladığı Güney Af-
rika pasaportuyla çözüm bulunduğunu söyledi. Dosta güven esas ol-
duğu için kabul etmemek olmazdı. Yanımda ciddi bir uyarıcı yoktu.
278
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Tam anlayamadığım tercüman Melsa, uyuşuk hareket ediyordu.
Sahteliklerini çözebilirdi. Ayfer’i alıkoymuşlardı. Aslında tecrit
edilmiştim.
Bu süreçte ihaneti dolaylı yoldan anlatmak isteyen birkaç hareke-
te tanık oldum. Şoför binmem gereken uçağa sert bir vuruş yaptı.
Bunun bilinçli bir tavır olduğu kanısındayım. Uçak kalkamadı. Fakat
daha sonra hemen İsviçre üzerinden olduğunu tahmin ettiğim yer-
den, çok özel bir uçak Yunanlı olmayan ekiple gizli bir askeri hava-
alanında beni bekliyordu. CIA veya İngiltere istihbarat uçağı olma
ihtimali yüksekti. Binmeden önce taksi şoförü on defadan fazla gidip
geldi, uçağa bir türlü varmak istemiyordu. Bundan da bir sonuç çı-
karmadım. Dostluğun kitabında böyle ihanetlere yer olmayacağına o
kadar inanmıştım ki, birisi o anda bana “kaçırılıyorsun” deseydi,
terslerdim. Çünkü insanlığın kitabında buna yer yoktu.
Daha sonra her şeyin planlı olduğu anlaşılacaktı. Kenya Büyükel -
çisi Kostulas beni rahatlıkla havaalanından aldı. İlk konuşması ma-
nidardı. İngilizler ve Almanların biraz şerefi olabileceğini, ama Yu-
nanlıların pek şerefi ve onuru olmadığını hissettirmek istedi. Bu söz-
lerinden bir anlam çıkarmak imkansızdı. Zorla BM toplantısına bı-
rakmak niyeti vardı. Bundan da bir şey anlayamadım. Daha sonra
benimle birlikte yemek yemekten de vazgeçti. Hiç oturmamaya çalı-
şıyordu. Belli ki son günleri geçiriyordu. Atina’dan gelen direktifle
mutlaka elçilikten atılmam isteniyordu. Dört goril gönderilmişti. Di-
reneceğimizi belirtince vazgeçtiler. Dışişleri, Kamu, Adalet ve İstih-
barat Bakanlıkları sabaha kadar bakan düzeyinde telefonla Elçilikten
çıkarılmam gereğini belirtip orta yere atılmamda kararlı görünüyor-
lardı. Kostulas, Kenya Dışişleri Bakanı’nın İstihbarat Başkanı oğlu-
nun olduğu bir toplantıya gidip, her şeyin bilindiğini, fotoğraflarımın
bile çekildiğini, tanınan sürenin 15 Şubat’a kadar olduğunu, çıkmaz-
sak zorla bunu gerçekleştireceklerini karar olarak bana aktardı. 15
Şubat’ta çıkmazsak, öldürme dahil her şey olabilirdi. Dolayısıyla o
gün çıkmak kaçınılmazdı. Kalmak; baskın, direnme ve silahlı çatış-
ma süsü verilerek öldürülmek olacaktı.
Kalenderis’in son büyük ihaneti şuydu: “Simitis’le konuştum. Mı -
sır üzerinden Hollanda’ya gidebileceğimize dair güvence verdi” de-
di. Olduğu gibi kabullenmekten başka bir seçenek yoktu. Daha önce
de Beyaz Rusya’nın Başkenti Minsk üzerinden bir Hollanda seferi
düşünülüyordu. Aslında bu da tertipti. Büyük ihtimalle Şam çıkışın-
279
Sümer Rahip Devletinden
dan beri her şey CIA, İngiltere ve Yunan istihbaratının halen içyüzü
tam bilinemeyen bir planı gereği yönetilmekteydi. Tarihin en büyük
provokasyonlarından birisi olarak hazırlanıldığından kuşkum yoktur.
Ama gerçek içyüzü konusunda her şeyi bildiğimi söylemem olanak-
sızdır. Bunu ancak kendileri bilebilir. Yapabileceğimiz, ortaya çıkan
gelişmeleri doğru yorumlayabilmektir. Kenyalı polisi Elçiliğin içine
kadar almışlardı. Gitmememin baskın anlamına geldiğini açıkça his-
settiriyorlardı. Yetkili birkaç cümleyle şunu söylüyordu: “Biz ülke -
mizde kan dökmek istemiyoruz.”Bu arada ilaç, uyuşturucu kullanma
durumları olabilirdi. Mutfakçılar mutlak anlamda Elçiliğe bağlıydı.
Durumum bir nevi uyurgezer gibiydi. Dolayısıyla sağlıklı düşünme-
den alıkonulmam için gerekli dozajda ilaç kullanmış olmaları bu sü-
reçte yüksek bir ihtimaldi. Çok açık kuşkulu durumları bile çözme-
memin bir nedeni de uyuşturucu etkisi olabilir.
Bindiğim uçağın etrafında yeşil gözlü ve sarışın, kumral, uzun
boylu ve ellerinde otomatik tüfekli adamların tertibat aldığını fark et-
tim. Bunların CIA ve MOSSAD elemanları olmaları yüksek bir ihti-
maldi. Elçilikte fotoğrafları çekenlerin de MOSSAD’dan olmaları
daha yüksek bir ihtimaldir. Uçağın içinde Türk Özel Timi üzerime
çullanıp beni yere yatırdı. Üzerimdeki her şeyi alıp bantlarla kıskıv-
rak her tarafımı bağladılar, gözlerime de aynı kalın bantları takıp
uçağın arkasına bıraktılar. Uçak Cavit Çağlar’ındı. Doğruyol hükü-
metinin niteliğini yansıtan bir olaydı. Uçak iki defa indi. Biri Mısır,
diğeri ya İsrail ya Kıbrıs’tı. Gemiyle adaya getirildiğimde, 16 Şubat
sabahıydı. Uçakta gözlerimin ilk çözülmesiyle söylemek istediğim
mesaj şuydu: “Bu başarı sizin değildir. Size dostluk yaptıklarını söy -
leyenler, dürüst davranmıyorlar. Bu oyunu her iki tarafa oynamak is -
tiyorlar. Ben hiçbir zaman Türklük düşmanlığını yapmadım. Ana ta -
rafından kan bağlılığı bile vardır. Barış ve kardeşlik tek doğru yol -
dur. Bundan sonra mücadelemi bu temelde yürüteceğim kesindir.”
Aslında ilk tavrım, sonuna kadar konuşmamaktı. Fakat hemen anla-
şılıyordu ki, bu tutum komplonun olduğu gibi gizli kalmasına yol
açardı. Komployu açıklamak için yaşamak daha doğruydu. Yolda
uçaktan indirdiklerinde ve biraz sürüklediklerinde, “Faili meçhule
mi götürüyorsunuz?” dediğim zaman, “Bu şansı sana vermeyeceğiz.
Ağzını kapat, yoksa biz kapatırız” dediklerini hatırlıyorum.
Beni adada ilk karşılayan, yarbay rütbesinde ve Genelkurmay
Başkanlığı’nı temsil ettiğini belirten bir subaydı. Dedikleri özce şöy-
280
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
leydi: “Bu işte çok oyun var. Biz kardeşlikle halletmek istiyoruz. Bu
tertiplere fırsat vermeyeceğiz.” Bu, pek beklemediğim bir tavırdı.
Güvenirliğini hiçbir zaman ölçecek durumda değildim. Taktik yanılt-
mayla birlikte, bir politikayı da dile getirmiş olabilirdi. Bekleyip gör-
mekten başka bir seçenek yoktu. On gün koşulları çok ağır bir hüc-
rede kaldım. Emniyet, MİT, Jandarma ve Genelkurmay istihbaratı
dörtlü çapraz halinde bir soruşturma yürüttüler. Kaba bir baskı ve kü-
für yoktu. Fakat manevi, psikolojik ortam benim için çok ağırdı. Da-
yanabilmek mucizeydi. On gün boyunca doğru bildiğim ve buldu-
ğum biçimde konuştum. Tavır koydum. Bir kısmı yayınlandı. Bir
kısmı yayınlanmadı. Farklı bir devlet yüzüyle karşılaştığım kesindi.
Olgun yaklaşıyorlardı. Oynanan oyunların ne kadar içinde veya kar-
şısında olduklarını kestirmem zordu. Esas aldığım tutum, baştan so-
na halkların onurlu barış ve kardeşçesine yaşama birlikteliğine fırsat
veren bir çizgiyi inançla, kararlılıkla ve bilinçle savunmaktı. Bu du-
rum ideolojik ve politik çizgime ters düşmüyordu. Ayrılıkçılığa ve
meşru savunmayı aşan şiddete tavır almam ideolojik hattım gereği
olduğundan rahatlıkla tavrımı sürdürdüm.
İmralı yargılamasının meşru, evrensel ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin gereği olan bir temeli yoktu. İşin temelinde ağır bir
komplo ve kaçırılma vardı. Mahkemenin bu koşullar altında olma-
ması gerekirdi. Ayrıca AİHS’ye aykırı birçok yönü olduğu AİHM’e
de bildirilmiştir. Sembolik olan, genelde hazırlanan senaristleri ve
yönetmenleri dışında olan bir tiyatronun kamuoyuna yönelik kısmı-
nın oynanması söz konusuydu. Savunmamı bir “demokratik uzlaşıcı
ve barış mesajı” olarak vermem bana göre en doğru tutumdu. Kap-
samlı bir savunma için ne süre, ne materyal, ne de hazırlık açısından
psikolojik olarak uygun bir durum vardı.
İmralı sürecine ilişkin birçok açıklamalarım oldu. Umarım özü ol-
duğu gibi kitaplar halinde yayınlanır. Buradaki hususları tekrarla-
mam fazla anlamlı olmaz. Kaldı ki, bu savunmam tüm avukatlarla
diyaloglarımın ideolojik, siyasi ve moral temelini vermektedir ve ta-
mamlayıcı nitelikte görülmelidir. Bazı çevreler içte ve dışta olmak
üzere tavrımı tahrip etmek istediler. En sakıncalı durum buydu. Sağ-
lık ve ölümümden bile daha önemli olan bu hususları sürekli açıklı-
ğa kavuşturmak istedim. Yaygın olarak yapılan, “Derin devlet ve Ge-
nelkurmay’la anlaştığım, uzlaştığım veya teslim olduğum” biçimin-
de bir propagandaydı. Bu propaganda amaçlıydı; hem iç hem de dış
281
Sümer Rahip Devletinden
taraftarları, bununla gerçek yüzlerini gizlemek istiyorlardı. Bir uzlaş-
ma olsa, durumu ilan etmeyi bir onur bellerdim. Böyle bir durumun
olmadığını hep vurguladım. Ateşkes konusu üzerinde ise, 1993’ten
beri duruyordum. En son Şam’dayken, tek taraflı olarak ilan ettiğim
1 Eylül 1998 ateşkesine bağlı olarak, 1 Eylül 1999’da koşullar elver-
dikçe ve makul bir süre kalmak üzere sınırların dışına çekilmeyi,
ateşkesi daha gerçekçi kılma kararlılığı temelinde ikinci bir adım
olarak attım. Mevcut durum, zorunlu koşullar nedeniyle sınırlı bir
gücün içeride, büyük bir kısmının dışarıda meşru bir savunma teme-
linde üstlendiği, “demokratik uzlaşı ve barış için diyalog” beklentili
bir pozisyon biçimindedir.
Siyasetin, hükümet ve parlamentonun çözüm aramamasının so-
rumluluğunun kendilerine ait olduğu, mevcut durumun her bakım-
dan riskler taşıdığı bilinen bir husustur. Bu durum olumlu temelde
aşılmazsa, daha büyük ve uzun süreli bir şiddet sarmalının ortamı
kaplaması tehlikesi göz ardı edilemez. Uzlaşma, “demokratik ve la -
ik cumhuriyet” kavramının özlü olarak hayat bulmasında aranmak-
tadır. Türklerin tarih boyunca Anadolu’da oluşturdukları tüm siyasi
oluşum ve devletlerde Kürtlerin payının olduğu, bunun en son örne-
ğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ondan önce verilen ulusal
kurtuluş savaşıyla kanıtlandığı iyi bilinmektedir. İsyanlar nedeniyle
inkar edilen ve günümüze kadar değişik biçimlerde süren bu politi-
kadan vazgeçilmesi halinde, çözüm olanağının ortaya çıkacağına
inanılmakta ve beklenmektedir. Kürtlerin özgür yurttaşlar ve halk
olarak, evrensel hukuk ölçüleri de göz önüne getirilerek cumhuriyet-
le bütünleşmesi stratejik bir yaklaşım olarak görülmektedir.
PKK’nin yeni dönem program, strateji ve taktiklerine yansıyan bu
tutum, savunmamın ilgili bölümlerinde genişçe açıldığı için tekrarla-
mayacağım. Politika ve tavır belirlemesi gereken, devletin üst düze-
yidir. Bu gerçeklik sadece Türkiye Kürtleri için değil, tüm parçalar-
daki Kürtler için stratejik bir yaklaşım olarak öngörülmektedir.
Gerçek bu kadar açık olduğu halde, PKK’ye yönelik tavırların
önemli bir kısmı, sarsılan ve açığa çıkan çevrelerin çok çirkin ve ha-
in yüzlerini gizlemek için “Apo Kürt meselesini İmralı’ya gömü -
yor” iftiralarıdır. Bunları çok iyi takip edip hesap sorma büyük
önem taşımaktadır.
Özellikle son on yıldır amansız bir ihanet dayatmasıyla, hem Gü-
ney Kürdistanlı işbirlikçiler tarafından, hem de Avrupa’ya sığınmış,
282
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
her bakımdan Avrupa’ya bağlanmış, moral değer tanımayan ve tüm
yaşamlarını anti-Apoculuğa bağlamış kesimlerce yürütülen bu iftira
ve karalama kampanyası kendilerini kurtaramayacaktır. PKK savaş
ve barışçıl tutumuyla ortadadır. Gücü, şehitleri ve halkı da ortadır.
Bunlar nerededir? Savaş istiyorlar. Kim engelliyor? PKK’yi kışkırt-
makla kime, hangi güce hizmet ediyorlar? Dürüstlerse meydan açık-
tır. Kürt meselesini dağda, ovada, şehirde, köyde, içte ve dışta tem-
sil etsinler. Sonuna kadar direnerek bir örnek göstersinler ki, sahte-
kar ve iftiracı olmadıklarını kanıtlamış olsunlar.
Güneyli işbirlikçiler on yıldır PKK’nin sırtında otonomi hayali ile
yaşıyorlar. Hem YNK hem de KDP, bağlı ve uydu güçleri ile
PKK’ye karşı korkunç tavırlar geliştirdiler. Onlar için iki yol vardı:
Ya samimi bir özeleştiriyle demokratik uzlaşı ve barışa gelmek, ya
da hak etmedikleri ve PKK’siz gerçekleşmeyecek otonomiden vaz-
geçmek. Bunların kırk yıldır yürüttükleri siyaset ve diplomasi Kürt
halkına dört bin yıllık yabancı tahakkümden daha fazla zarar vermiş-
tir. Hiç olmazsa bundan sonra dürüst olmayı, barış ve demokrasiye
gelmeyi bilsinler. Aksi halde dünya da gelse, içinde bulundukları du-
rumdan kurtulamayacaklarını görsünler. Tüm şehitlerin, yoldaşların,
halkın ve benim kararlılığımın bu olduğunu unutmasınlar.
Benim İmralı sürecim bu savunmamın ruhuna uygun olarak de-
vam edecektir. Tutumum; yarın olacakmış gibi barış ve demokratik
uzlaşıya her an hazır olmak kadar, yarın benden başlayacak bir imha
savaşına da sonuna kadar karşı olmak ve her zaman inançla, kararlı-
lık ve hazırlılıkla buna cevap vermektir. Bunun dışında ne yaşam ta-
nıdım, ne de anlarım. Çok büyük yetersizlikleri olsa da, umut ve bağ-
lılıklarını her zaman bana sunanların, bu gerçeğin ne anlama geldi-
ğini tüm yönleriyle anlamaları ve içinde bulundukları koşullara göre
gereğini yapmaları, kendileri için de bir yaşam sorunudur. Bağlı ol-
mayı bilmek ve ölçülerine göre hareket etmek son derece önemlidir;
yaşamını olası her tür gelişmeye karşı tümüyle örgütlü ve hazırlıklı
tutmayı gerektirir.
İnanıyorum ki, bu savunmamla eksik kalan ve soru işareti uyandı-
ran birçok hususa kapsamlı cevabımı vermiş bulunuyorum. Halkımı-
za ve yoldaşlara, başta Türk halkı olmak üzere tüm komşu halklar-
dan ve dünyadan dostlara, beklentilerine ve en azından çok merak
edilen ve halen yaşadığım ağır koşullar altındaki İmralı sürecine iliş-
kin yanıtları en kapsamlı bir biçimde vererek borcumu ödemiş ol-
283
Sümer Rahip Devletinden
maktayım. Eleştirilerini aynı sorumluluk altında geliştirmeleri ve
eleştirilerimin gereklerini yapmaları da benim kendilerinden beklen-
tim ve hakkımdır.
Halkımız üzerinde Sümerlerden beri geliştirilen kolonileştirme
çabalarının ayrılmaz bir parçası olan ve esas olarak dost görünümün-
de işbirlikçi güçlere ve kişilere dayalı komploların en kapsamlısı ola-
rak hayat bulan 9 Ekim-15 Şubat komplosu, istediği ve planladığı
sonuca ulaşmaktan uzaktır. 20. yüzyılın tüm hainlerini ve işbirlikçi-
lerini en üst emperyalist irade altında birleştiren bu komployu bir ta-
rihi Anadolu ve Mezopotamya barışına dönüştürmek, görev olarak
halklarımızın ve tüm sorumlu güçlerinin önündedir. Bu göreve sahip
çıkmak, hem ülkenin güçlü bütünlüğü ve hem de laik ve demokratik
cumhuriyetin özlü birliği için tek doğru tutumdur. Bu aynı zamanda
tarih boyunca arzulanan onurlu barışın, kardeşliğin, özgürlük ve eşit-
liğin de yoludur.
294
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
SEK‹Z‹NC‹ BÖLÜM
295
Sümer Rahip Devletinden
296
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
322
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
çıkacaklardır.
Kendim de ölüm ve yaşam gerçeğini tam kararlaştıramadığımı be-
lirtmek durumundayım. Şu husus çok açık ki, eğer gerçekten bir ko-
lektivizmin kişiliği haline gelmişsem, bireysel yiğitlik ve ölüme
meydan okuyuş, hemen başvurulacak eylem tarzım olamazdı. Mah-
keme ölüm kararını verirken, hakim Turgut Okyar kalemini kırama-
yacak ve idam karşıtlığını belirtmek zorunda kalacaktı. Ölmemin na-
sıl gelişeceği gerçekten bir muammadır. Büyük bir siyasal koza dö-
nüşmüştü. Tehlikeler geliyorum diyordu. PKK ve Kürtler yeni isyan
tarihlerini idam kararının sonuçlarına göre hazırlıyorlardı. Türk geri-
ci ve şoven çevreleri idam kararlarının uygulanmasını seçim yatırı-
mı olarak değerlendiriyorlardı. İntikamcılık duyguları her iki tarafta
da ayağa kaldırılmıştı. Bütün dış güçler kararın olası sonuçlarını de-
ğerlendiriyorlardı. Açık ki, bireysel endişelerin çok ötesinde sorum-
lu davranmam gerekiyordu. Yaşadığım her günü onurlu bir barış ve
demokratik uzlaşmanın gereğine göre değerlendirmem en doğrusuy-
du. Bireysel çıkarlara ağırlık vermem hem siyasi, hem de ahlaki ola-
rak doğru olamazdı. Bu amaçla adeta işaret bekleyen çevrelerimize
yanlış sonuçlara yol açabilecek mesajlar veremezdim. Basit taktik-
lerle PKK’yi de yürütemezdim. Böylesi dar hesaplar için hem ola-
naklar yoktu, hem de bu yanlış bir tutum olurdu.
Ölüme karşı Sokrates tavrı diyebileceğimiz tavrı esas almaya çalış-
tım: Ölümü bile anlamlı kılmak, niçin ve nasıl ölmenin felsefi anla -
mını bulmak! Tahmin edemediğim kadar yaşıyorum. Demokles’in kı-
lıcı gibi başımda sallanan ölüm kararı altında ruhun büyük yükselişi-
ni, anlamın büyük gelişimini artan bir huşu içinde karşılıyorum. Nor-
malde birkaç haftalığına dayanılamayacak ve taş olsa çatlatacak bir
yaşam biçimi anlamlı kılınmıştı. Aslında ölüm beni değil, ben ölümü
çözmüştüm. Ölüm kararı beni değil, ben ölüm kararını çirkin ve uğur-
suz tarzıyla etkisizleştirmiştim. Nereden ve nasıl gelirse gelsin, ister
yarın ister gelecek yıllarda olsun, ölüm artık benim için ciddi bir ko-
nu olmaktan çıkmıştı. Hatta ‘hoş geldi, sefa geldi’ diyebilecek anlam
gücüne ulaşmıştım. Sorun bu gerçeği halklarımıza, dostlara, PKK’ye
ve devlete izah etmekti. Gücüm ve olanaklar oranında bunu da yap-
maya çalıştım. Kısmen “öl-öldür’ felsefesinden “yaşa ve yaşat” felse-
fesine geçiş çok kapsamlıca yürütülmüştü. Eğer taraflar çalışsalar, za-
ferini de onurlu barışta birlikte paylaşmak mümkün olabilirdi.
Bunlar olumlu gelişmelerdi. Komplodaki uğursuz niyetlerin boşa
323
Sümer Rahip Devletinden
çıkarılması ve “her şerde hayır vardır” özdeyişi gerçeklik kazanı-
yordu. Şüphesiz insanlığın olumlu tecrübesinin ürünü olarak, en çağ-
daş hukukun bir belgesi olan AİHS’nin yaşam hakkına ilişkin 2.
maddeye aykırılık açısından AİHM’in incelemeye aldığı ölüm ceza-
sına ilişkin yürütmeyi durdurma kararı bu sürece katkıda bulunmuş-
tur. Bu karar, aslında çıkmazda olan Türk siyaseti ve devleti için de
bir şans kapısı açmıştır.
AİHM bir bakıma hakem durumuna gelmiştir. Tarafları evrensel
hukukun gereklerine uymaya çağırmaktadır. Kürtlere ‘isyandan vaz -
geçin’ çağrısını yaparken, Türk devletine de ‘sorunların demokratik
hukuki çözümüne kapılarını arala’ demektedir. Tüm bu gerçekler
ölüm kararının altındaki derin siyasi ve tarihi özellikleri ve mesele-
lerin bir teröristten ibaret olmadığını gayet açık göstermektedir. Be-
nim davam ve ölüm cezasıyla ilgili karar, Avrupa’yla Türkiye arasın-
daki ilişkileri geliştirme veya dondurmanın da en önemli bir etkeni
haline gelmiştir. Bu husus bile Türkiye’nin çağdaş demokratik uy-
garlık sürecini ve katılım yolunun nereden geçtiğini tamamen işaret
etmektedir. Kürdü asmak, yok etmek, yok saymak; dünyanın da en
önemli kapılarının kapanması anlamına gelmektedir. Kaldı ki, çağın
gereği olarak, Kürtlerin kendileri artık bir ölüm kararıyla sinmenin
değil, ayağa kalkmanın tüm gerçeklerini yakalamış durumdadırlar.
Belki de tarihte en ciddi bir sorunda, bir ölüm kararında sağduyu ve
bilinç hükmünü göstermekte, bu durumu barışın ve özgürlüğün ge-
rekçesine ve yaşam kararına dönüştürmektedir. Tüm taraflar konu
üzerinde derinliğine düşünürlerse, her şerde hayrın en verimli ürün-
leriyle karşılaşabileceklerdir. Uğursuz bir komplonun hiç de küçüm-
senmeyecek kara tarafının niyetleri boşa çıkmakla kalmayacak, ha-
yır taraftarlarının umutları da başarıya kavuşma şansına sahip ola-
caktır. İmralı’daki bir ölüm kararı ilk defa özgür barışın yaşam kara-
rıyla dengelenmesi gibidir. Her şeyi barış, demokratik uzlaşı ve hu-
kuka bağlılık mücadelesi belirleyecektir.
Şeyh Sait ve arkadaşlarının asılmaları cumhuriyette otoritarizme,
Türk-Kürt ilişkilerinde inkarcılığa ve zoraki asimilasyona yol aç-
mıştır. Ulusal kurtuluşu birlikte veren iki halkın ilişkileri köklü bi-
çimde zedelenmiştir. Cumhuriyet demokratikleşme şansını kaçır-
mıştır. Peşi sıra Ağrı ve Dersim İsyanlarını getirmiştir. Başta Mus-
tafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü olmak üzere, bazı yöneticiler so-
runların bu tarzda çözümlenemeyeceğini anlamışlardı. Bu olayda
324
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
dönemin baş emperyalist gücü İngiltere’nin ‘tavşana kaç, tazıya tut’
politikasının rolü vardır. İngiltere her iki tarafla oynayıp Musul-
Kerkük politikasını başarıyla yürütmüştür.
İngiltere 75 yıl sonra aynı politikayla Irak üzerindeki hesaplarını ba-
şarıyla yürütmek için Kürtleri ve Türk yönetimini kullanmak istemiş-
tir. Ben mahkemede, “1925’i bir kez daha hatırlatmalıyım” demiş ve
tarihten ders çıkarmanın en doğru yol olduğunu vurgulamıştım. Bu se-
fer Kürt isyanını ve bana verilen ölüm kararını cumhuriyetin onurlu
barışına ve anlamlı kardeşliğe çevirmede her iki tarafın da üzerine dü-
şeni yapması gerektiğine dair çağrı yapmıştım. 16 Ağustos 1999 Ba -
rış ve Demokratik Uzlaşı Deklarasyonu geçerliliğini hala sürdürmek-
tedir. Tarih garip biçimde bana dayalı ‘ya savaş, ya barış’ ikilemine ta-
kılmış durumdadır. PKK’nin gücü her zamankinden daha fazladır ve
kapsamlı bir savaşı yürütecek konumdadır. Bunun 21. yüzyılı da kay-
bettirecek bir olumsuz gelişme potansiyeli taşıdığı açıktır.
Benim için zorluk, barış ve savaş ikileminin bu kadar derin etkisi
altına girmiş bulunmamdır. Bu tür ikilemleri ölüm kararı altında
olumlu sonuçlandırmak büyük sabır ve anlayış gücü ister. Fakat yi-
ne de hem PKK’nin hem de devletin temel politikalarını ölüm kara-
rıma göre temellendirmeleri ciddi riskler taşımaktadır. Bunlar ancak
PKK’nin meşru savunma güçlerini barışı zorlayacak kadar, tabii
devleti ve Türk toplumunu ikna temelinde kazanmayı da hedefleyen
nitel ve nicel güce kavuşmasını gerektirir. Hiçbir barış güçsüz ger-
çekleşmez. Anlamlı barışlar güçlerin ciddiyetine mevzilenişine, po-
tansiyeline bağlıdır. Yengisinin ve yenilgisinin anlam taşımadığı bir
savaş tarzını barışa dönüştürmek her kesime kazandırır. Kürt-Türk
ilişkilerinin ikilemdeki barışla tarihsel bir kardeşlik rotasına girmesi
herkesin amacı olmalıdır. Birlik, onurlu barış ve demokrasinin tam
uygulanmasında aranmalıdır. Bu tutum aslında cumhuriyetin temeli-
ni atan 1920’lerin Kuvvay-ı Milliye ruhu nun da bir gereğidir. Kürt-
ler bu zaferin stratejik bir gücüydü. Cumhuriyetin onlara hak ettiği
yeri vermesi, kuruluş doğasının bir gereği ve borcudur.
Avrupa Lozan’da cumhuriyeti onaylarken, İsmet İnönü de Kürt
meselesini tartışır ve ‘Biz Türkler ve Kürtler birlikte...’ biçiminde
değerlendirmelerde bulunurken, doğal olan, Kürtlerin de en azından
kültürel taleplerinin artık göz ardı edilemeyeceğidir. Böylelikle cum-
huriyet tarihsel bir yanlışlıktan dönmüş olacaktır. AİHS, Türkiye
Cumhuriyeti’nin demokratikleşme ve AB’ye katılım sorunları benim
325
Sümer Rahip Devletinden
ölüm kararıma takılmıştır. Daha kapsamlı bir Kürt-Türk savaşı da bu
karara takılmıştır. Tüm olumlu veya olumsuz gelişmeler bu kararın
akıbetine bağlanmış bulunmaktadır. Lozan’ın kuruluş ruhuna da ters
olan bu durumun olumlu gelişmesinde, AB ve temel hukuki çerçeve-
si olan AİHS adil bir hakem rolünü oynayabilir. Savaş tehlikesini
kökten ortadan kaldırmak, bu rolün başarıyla oynanmasına bağlıdır.
Türkiye Cumhuriyeti de kendi çağdaş hukukunun bir gereği olan bu
adaletli çözüme kendiliğinden yanıt vermelidir.
Kürtler tarih boyunca daha çok Türklere hizmet etmişlerdir. Bu-
nun karşılığı inkar ve tüm çağdaş haklarından yoksun bırakılmak
olamaz. Hele hele ölüm kararını başlarında Demokles’in kılıcı gibi
tutmak hiç olmaz. Kardeşçe, ne gerekiyorsa onun büyüklüğü kanıt-
lanarak sergilemelidir. PKK de barışı getirecek kadar askeri ve siya-
si olarak gücünü ortaya koymalıdır. Aynı zamanda ülke bütünlüğü-
nün ve devlet birliğinin nasıl sağlam bir güvence olduğunu da ka-
nıtlayabilmelidir. Bunlar çelişkili gibi görülse de, her birliğin çeliş-
kilerin sentezinden oluştuğu unutulmamalıdır. Cumhuriyeti demok-
ratik temelde yeniden yapılandırmanın ancak bu çerçevede Kürt ba-
rışı ve demokratik uzlaşıyla gerçekleşebileceği artık kabul edilmeli-
dir. 21. yüzyılın bunun dışında başka hiçbir seçenekle kazanılmaya-
cağı görülmelidir.
Kişiliğim üzerinde kırk yıldır sürdürülen ölüm-yaşam savaşı son
aşamasına girmiştir. Tüm ulusal ve uluslararası güç mevzilenmesiy-
le yaşanan bu sürecin gerçekten ülkenin güçlü ve devletin demokra-
tik bütünlüğü lehine sonuç vermesi, tüm ilgili toplum, siyaset ve
devlet güçlerinin barış ve tam demokrasi konusunda karar vermesi-
ne bağlıdır. Benim de tercihim barış ve demokrasi olmasına rağmen,
şer güçleri ısrarla üzerime gelir ve çürütmeye devam ederlerse, bu
işin sonunun onurlu bir özgürlük savaşı olacağı da açıktır.
334
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
DOKUZUNCU BÖLÜM
335
Sümer Rahip Devletinden
336
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
APO K‹ML‹⁄‹
KLANDAN HALK OLMAYA DO⁄RU
338
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
G‹R‹fi
350
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
351
Sümer Rahip Devletinden
büyük bir darbe olmuştu. Din ve askeri alanda gelişemeyeceğim an-
laşılınca, siyasal alanı hedef belleyecektim. Bu amaçla kazandığım
Tapu Kadastro Meslek Lisesi bir geçiş aşaması olacaktı. Bu okul
Ankara’nın merkezindeydi. 1966-69’da okudum. Sınıfları başarıyla
geçtim. Lise ikinci sınıfına kadar dinsel ideoloji ağır basıyordu. Na-
maz gruplarımı lisede de oluşturmaya devam ettim. Ülkü Ocakları
ve Komünizmle Mücadele Derneklerine gittim. Süleyman Demi-
rel’in de geldiği bazı konferansları burada dinledim. İdeolojik yön-
den en çekici etkiyi Necip Fazıl Kısakürek ’in konferansında hisset-
tim. Bir gece yarısına kadar konferansını dinlemem riskliydi. Burju-
va toplumuna tepkime duygusal bir yanıt veriyor; başka yolların
mevcudiyetine işaret ediyordu.
Bu dönem en çok etkilendiğim hocalarımdan birisi edebiyat öğret-
meniydi. Harp Okulu’nun da edebiyat hocası olan Binbaşı Faruk
Çağlayan bana olağanüstü bir ilgi gösteriyordu. Kompozisyon yazı-
larımı cebinde taşıyıp örnek olarak öğretmenlerle tartıştırıyor, sınıf
öğrencilerine de bana değer vermelerini önerecek kadar güven veri-
yordu. Özel doktoruna götürdü. İlgisi kendime güvenimin gelişme-
sinde bir kilometre taşıydı.
Sola ilgim son sınıfta gelişti. Bunun ilginç bir öyküsü vardır. Sağ-
cılık-solculuk bir moda gibi ortalığı kaplarken, ben temkinliydim.
Anlamadan karar veremeyecek kadar sınırlı bir bilince ulaşmıştım.
Bir gün yatağımın ucunda bulduğum Sosyalizmin Alfabesi kitabını
bitirince, adeta şöyle mırıldandığımı hatırlıyorum: “Muhammed
kaybetti, Marx kazandı.” Bilgilerim her iki konuda da sınırlıydı.
Dogmatizmi aşacak güçte değildim. Ama yine de köklü bir yol ayrı-
mına 1968’lerde girdiğimi belirtebilirim. Solun ayak seslerine
1969’da ölen Yargıtay Başkanı İmran Öktem ’in cenaze törenine ka-
tılmakla yanıt verecektim. Artık pratikte de solcu sayılabilirdim. Bü-
tün bu olağanüstü gelişmeler bir iki yıl içinde oluyordu. Beynim tam
bir kuşkuculuk merkezine dönüşmüştü. Sağ veya sola sempatizanlık
beni tatmin etmiyordu. İdeolojik açlık içindeydim. Sloganlarla hare-
ket edecek biri değildim.
Anlayışta ikna olmadan yaşamam her geçen gün zorlaşıyordu.
Kuşkuculuk had safhaya varmıştı. Her şeyden şüpheleniyordum. Sı-
nırlı felsefi bilgiler şüpheyi daha da arttırıyordu. Sıradan solcu bir
militan olamazdım. Militan bir sağcı olamadığım gibi, bu hava için-
de 1970’te Diyarbakır’da Kadastro ve Tapulama Teknisyeni olarak
352
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
göreve başladım. İlk defa bol para kazanıyordum. Solcu tartışmalara
Kürtçülük de katılmıştı. Diyarbakır tümüyle Kürt olan bir şehirdi.
Dolayısıyla ulusal sorunun ciddiyetini daha çok dayatıyordu. Orada
amacım lise fark derslerini verip üniversiteye gitmekti. Bunu başar-
dım. Aynı zamanda Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi diplomasını al-
dım. Üniversite için yetecek para biriktirdim. O yıl üniversite giriş
sınavında İstanbul Hukuk Fakültesi ’ni kazandım. Tayinimi İstan-
bul Bakırköy’e aldım. 1970’in sonuyla 1971’i İstanbul’da geçirdim.
DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları)’nun hızlı bir üyesi oldum.
Feodal kökenli önderlik gelişmeyi köstekliyordu. Eleştirisel yaklaş-
tım. Buna rağmen ciddi bir adımdı. İleri gelen bir üyeliğe hızla tır-
manırken, 12 Mart 1971 darbesi oldu. Bu darbe biraz daha geç gel-
seydi, beni de götürebilirdi. Dolayısıyla sıyırdı geçti.
Musa Anter ve Hikmet Kıvılcımlı gibi şahsiyetleri İstanbul’da ta-
nıdım. Musa Anter DDKO’nun ruhu gibiydi. Tecrübelerini aktarı-
yordu. “Oyuna gelmeyin” diyordu. Hikmet Kıvılcımlı’dan bizzat
“Mezopotamya’nın çocukları, mücadelenizde başarılar dilerim” sö-
zünü duymuştum. Fakat bende en köklü tercihe yol açan yılın son
günlerinde, illegaliteye çekilmesine çok az kala, Mahir Çayan ’ın
İTÜ’de kürsüye tek başına çıkıp (eleştirdiklerim çoğunlukta olması-
na rağmen), gür ve oldukça inanç, kararlılık ve bilinç arz eden sesiy-
le “Revizyonizm bir gerçektir, karşı çıkılmalıdır. Kürt sorunu örtbas
edilemez, kabul edilmelidir. Oportünizm tavırlarında ısrar ederse,
bağlar kesilmelidir” anlamındaki konuşması, sol sempatizanlığımı
derinleştiriyordu. 1971-72 öğretim yılında yirmincilikle kazandığım
Siyasal Bilgiler Fakültesi ’ne burslu olarak kayıt oldum. Artık ama-
cıma kavuşmuştum. Siyaseti SBF’nde öğrenecektim. Önde gelen sol
militan olmam zor değildi. 12 Mart darbesiyle önde gelen militanlar
tasfiye ve tutuklanmaya uğrayınca, önümüz bomboş duruyordu. Sı-
nırlı bilinç ve tecrübe ile Ankara’da daha önce geçirdiğim üç yıl, hız-
la sivrilmeme katkıda bulunacaktı. Doğal olarak THKP-C sempati-
zanı gibi hareket edecektim. Fakültede onların ağırlığı hakimdi.
Uzun süre gerçek THKP-C’lileri bekledim. Umduğum çıkışları gör-
meyince, yavaş yavaş kendi yolumun üzerinde yoğunlaşıyordum.
Kürt ulusal sorununa dayalı hazırlıklara başlamıştım. Türk solu ile
birlikte yürümek, şoven yaklaşımlardan dolayı zorlaşıyordu.
Mahir Çayan ve arkadaşlarının şehadeti ve ilk boykotu bu vesiley-
le gerçekleştirmemiz, yedi aylık bir tutuklanmaya yol açtı. Şahit ek-
353
Sümer Rahip Devletinden
sikliğinden 15 yıl yemekten kurtulmuştum. Deniz Gezmiş ve iki yol-
daşının idamı gerçekleşmişti. İbrahim Kaypakkaya işkenceyle öldü-
rülmüştü. Sol oldukça ezilmişti. 1972 sonlarında Mamak Cezae -
vi’nden çıktığımda, kendimi tümüyle bağımsız grup çıkışına hazırla-
yacaktım. Kürt sorununun çözümüne dayalı ilk grup toplantısını altı
kişiyle 1973 nisanında Ankara’da Çubuk Barajı’nda gerçekleştire-
cektim. Kürdistan’da sömürgecilik tezlerini esas alıyordum. Bu öz-
gün bir çıkıştı. İlk yıl bir düzineye yakın üniversiteli kazandırdık.
Haki Karer, Kemal Pir ve Duran Kalkan da Türk kökenli olarak
aramıza katılmışlardı. 1974-75 yıllarında ADYÖD (Ankara Demok-
ratik Yüksek Öğrenim Derneği) başkanlığını yürütmem, grubun ge-
lişim şansını arttırıyordu. 1976’da Türk soluyla daha köklü kopuş-
mamızla Kürdistan’a açılma kararına varacaktık. 1976 Dikmen Top -
lantısı ’yla ilk defa Haki Karer Ağrı’ya, Mazlum Doğan Batman’a
doğru yola çıkacaklardı. Düzenle köprüleri atıyorduk. Daha o zaman
Apocular olarak adlandırılacaktık.
1977 Antep’te Haki Karer’in katledilmesi komplosuna yanıt ola-
rak program hazırlığı, Kesire Yıldırım ile tehlikeli, duygusal ve ma-
ceralı birlik, Diyarbakır’a sona doğru amaçlı bir yöneliş, Fis köyün-
de 23 kişilik toplantı ve parti olarak hareket etmeye karar veriş bir
dönemin sonunu noktalıyordu. Türkiye 12 Eylül darbesine doğru gi-
derken, ya dışarıya çıkış ya da taş çatlasa birkaç aylık veya yıllık dağ
direnişiyle onuru kurtarmak seçenekler olarak ortaya çıkıyordu. Şa-
hin Dönmez ve Yıldırım Merkit’in yakalanıp çözülüşüyle Kesire’nin
talepleri, 2 Temmuz 1979 Ortadoğu’ya hicreti kesinleştirdi. Bir kez
daha Hz. İbrahim’in yolundan gidiliyor; Urfa’dan, Urfalı olarak, ay-
nı kutsal amaçlar ve adalet peşinde, eşitlik ve özgürlük için başka bir
kutsal diyara yol alınıyordu.
1960-80 arası cumhuriyet Türkiye’si üzerinde çeşitli yorumlar ya-
pılabilir. Türkiye toplumunun kapitalizm tarafından sarsıldığı klasik
devlet ve toplumun dar kalıplarına sığmadığı belirtilebilir. Derin bir
demokratik arayışın gündeme girdiği de doğrudur. 27 Mayıs Anaya-
sası sorunların özgürce tartışma imkanını vermişti. Fakat soğuk sa-
vaşın hüküm sürdüğü bir dünyada en kritik yerdeki bir ülkede iç di-
namikler kendi başına sonuç verecek güçte değillerdi. Cumhuriyetin
hızlanan oligarşik dönüşümünü halk lehine demokratikleştirmek an-
cak güçlü bir halk devrimiyle mümkündü. Dış denge ise bu tür dev-
rime imkan vermiyordu. Gençliğin halk adına yürekli hareketi statü-
354
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
konun duvarlarını parçalayacak güçten yoksundu. Dünyadaki genç-
lik hareketleri kısa soluklu olmuştu. Reel sosyalizmdeki tutuculuk
aşılmadıkça, demokratik çıkışların şansı fazla yoktu. Bu dönemde
Türkiye’de en kapsamlı bir halk devrimi de olsa, dünya emperyaliz-
minin yardımıyla bastırılması zor olmayacaktı. Nitekim 12 Mart
1971 ve 12 Eylül 1980 rejimleri emperyalizmin yardımıyla rahatlık-
la oturtulmuştu. Bu darbeler ortada ağır sorunları olan bir ülke görü-
nümü bırakmışlardı. Devrimci mücadele başarılı olamadı. Ama dar-
beler, oligarşik hükümet ve meclisler de Türkiye’yi giderek daha da
ağırlaşacak sorunlardan kurtaracak yetenekte olmadıklarını fazlasıy-
la kanıtlamışlardı.
Ulusal ve toplumsal bir kişilik olarak hiç de hazır olmadığım bir
kaos içine girmiştim. 1960-80 Türkiye’sinin ne burjuva tarzı geliş-
mesine, ne de oldukça maceralı, önderlerden yoksun, çizgisi ve pra-
tiği net olmayan devrimci gelişmesine kimliğim, öz bilinç ve ira-
demle katılabilecek durumdaydım. Bir bütün olarak cumhuriyet ku-
rumlarını özümseme yeteneğini gösteremiyordum. Sanki ölçüler çok
farklıydı. Aldığım eğitim ezbere dayanıyor, sadece memuriyeti kur-
tarmayı amaçlıyordu. Türkiye Cumhuriyeti Kürt kimliğini inkar et-
mekle aslında kendini özümsetme şansını da yitirmişti. Yok saydığın
bir olguya ne diyebilirsin veya tek taraflı iradeyle testereyle yontar
gibi “Ben seni şöyle doğrultup şekillendireceğim” dersen, ne tür so-
nuçlarla karşılaşırsın? Karşındaki ağaç değil, insandır. Bu anlayış an-
cak M.Ö 3000’lerde yeni doğan Sümer ve Mısır rahip devlet düzen-
leri için geçerlidir. Onlar da tebaalarını mutlak ilahi iradenin bir ge-
reği olarak, tek taraflı ve ancak sürüngenler arasında geçerli bir an-
layışla yönetirlerdi. İnkara dayalı resmi ideolojinin adı cumhuriyet
de olsa, bundan farklı bir anlam içermesi mümkün değildi. Batı uy-
garlığı tarzı bir sömürgeci asimilasyon biçiminde gelişseydi, belki
bir anlamı olabilirdi. Kaldı ki, Sümer ve Mısır rahip düzenlerinde dil
yasakları akla bile gelmezdi. Türkiye yönetiminde iş bu zırvalığa ka-
dar vardırılmıştı.
Problemli olan doğuş, kaostan da beter bir inkar düzeni karşısın-
da tabii ki bocalayacak, kuşku ve endişelere düşecekti. Eğer azıcık
onurlu bir insan özelliği varsa, olup bitenler karşısında sorgulamalar
yapacak, neden inkar edilmek istendiğinin anlamını çözmeye çalışa-
caktı. Bu ise, karşıdaki resmi toplum ve devletin sorgulanması anla-
mına gelecekti. Geleneksel isyancı özellikler aşırı bir dogmatizme
355
Sümer Rahip Devletinden
yatkın olacaktı. Kabul edeceği her ideolojik çıkışın imanlı bir müri-
di haline gelmek artık işten bile değildi. Oligarşik cumhuriyetin dev-
rimci gençlik ve Kürt kimliğiyle gelişen çatışması dönemin temel
özelliğiydi.
Bunun sonucu ise, faşizmin yapılanmasıdır. Cumhuriyetin önünde
27 Mayıs Anayasası’yla bir demokratikleşme olanağı belirmişti. Fa -
kat objektif koşulların yeterince olgunlaşmayışı, daha da önemlisi
bilinç ve irade gücü olarak cevap olabilecek bir halk iradesinin beli-
remeyişi, bu olanağın çarçur edilmesine yol açtı. Halkın uyanma teh-
likesini sezen oligarşi, tarihsel tecrübesine ve Batılı müttefiklerine
dayanarak, eskisinden daha sert bir yapılanmayı gerçekleştirmekte
zorlanmayacaktı. Artık sistem bol kurban yiyerek besleniyordu.
Devrimci grupların eylemleri ve şehadetleri, oligarşinin yetkinleş-
mesine ve yiyiciliğine gerekçe yaratıyordu. Devrimci yetersizlik,
karşı-devrimin yeterliliği anlamına geliyordu.
Bu gerçeklik karşısında oligarşik cumhuriyetle uzlaşma aramak
mümkün olamazdı. Çünkü tümüyle gerici, inkarcı ve kan içiciliğe
dayanıyordu. Buna yanıt tek kelimeyle zora karşı zor tercihi olabilir-
di. Başka tür bir yanıt imkanı yoktu. Ya tamamen teslimiyet, ya da
direniş tek yol olarak karşıya dikiliyordu. Türkiye solu giderek dağı-
lan yapısıyla başarılı bir yanıt vermekten uzaktı. Saptırılmış sağ-sol
çatışmasıyla faşizm kurumlaşıyordu. Ne kadar kahramanca dirense-
ler de, çağdaş bir Bedreddincilikten, Pir Sultan Abdalcılıktan öteye
gidemeyecekti. Nitekim Deniz, Mahir, İbrahim gibi önder devrim-
cilerin akıbeti bu anlama gelecekti. 1980’lere doğru devrimci şiddet
aşırı bir tekrardı. 1970’lerin daha gelişmiş bir sonucunu yaratmaktan
öteye gidemeyecekti. Dönemden oligarşik cumhuriyet zaferle çıka-
caktı. Sol ise kendini çürümeye terk edecekti. Düzenden bulabildiği
kadar yaşam olanakları arayacaktı.
Kişi olarak giderek derinleşecek bir yalnızlıkla karşılaşmam kaçı-
nılmazdı. Kesire maceracılığı işin tuzu biberi olacaktı. Becerebildi-
ğim, tüm çağdaş ulusal demokratik tecrübeyle Türkiye solunun biri-
kimlerinden Kürt kimliğinin nasıl yararlanabileceğini araştırmak ve
bir umut imkanı yaratmaktı. O kadar devrimcinin anısına ve çabala-
ra verilecek en anlamlı karşılık bu olacaktı. Aslında Kürdistan adına
ideoloji, siyaset ve örgüt çizgisi yaratmak, stratejik bir ayrılığı değil,
özgürce birliğin taktik bir aracı olarak düşünülüyordu. Birleşmek
için ayrışmak ihtiyacı netti. Hiçbir çağdaş temeli olmayan, ilke ve
356
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
kural tanımayan, Osmanlı’dan bile çok daha geri zoraki bir birliğin
hiçbir anlamı yoktu. Cumhuriyet kendini inkarcı bir milliyetçi dog-
maya mahkum etmişti. Bununla ne sağlıklı bir halklaşma, ne de ulus-
laşma mümkündü. Faşizm de en çok milliyetçiliğin bu şoven tarzı
üzerinde yükseliyordu. Atatürk milliyetçiliğini kullanabilecek koşul-
ları yakalamışlardı. Atatürk milliyetçiliği de inkar ediliyordu. Dola-
yısıyla cumhuriyetin başlangıçtaki çağdaş iddia ve birikimleri geri-
ciliğin hizmetine koşuluyordu. Bu bir oligarşik komploydu ve iyi
tutmuştu. Kürt feodal ve kompradorları da oligarşi içindeki yerlerini
daha da sağlamlaştırmışlardı.
Bu gerçekler karşısında cumhuriyeti özde değil, biçimde tümüyle
hedeflemek kaçınılmazdı. 1980’lere doğru kişi ve PKK olarak şekil-
lenirken, karşımdaki cumhuriyet olgusu belirleyici etkendi. Kürt
kimliğini kabul etmek bir yana, mezara gömmenin her türlü yol ve
yöntemi gündemdeydi. Döneme göre oluşmuş sınıf ve kültürel kim-
lik bilincimle yapabileceğim tek anlamlı çalışma, hiç olmazsa Kürt
potansiyelinden bir şeyler ortaya çıkarabilmekti. Türkiye devrimci-
lerinin anısına ve özellikle grubumuzun değerli şehidi Haki Karer’e
bağlılığımızı da ancak böyle kanıtlayabilecektik. Durum hiç yol açıl-
mamış vahşi bir ormanda yürümeye benziyordu. Tarihin bu tür anla-
rında hep benzer çıkışlar yapılır. Öyle fazla hazırlığı ve stratejisi
yoktur. Meçhule bir adım atacaksın. Yeni olan ancak böyle doğacak-
tır. Hz. Muhammed’in Mekke çıkışıyla Hz. İsa’nın Kudüs yürüyüşü
özünde aynı anlama sahiptir. Ya dönemin cehalet ve inkarcılığına
teslim olacaksın, ya da üzerine üzerine yürüyeceksin. Başka türlü ta-
rihsel gelişme olmaz. Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun çıkışı da
böyledir. Başlangıçta stratejisi, programı ve örgütü yoktur; ama tari-
hi yol açabilecek tek doğru adım bu tür çıkışta gizlidir. Hazırlık, stra-
teji, örgüt ancak çıkışın anlam bulmasıyla mümkündür. Mustafa Ke-
mal’i büyük yapan aslında askeri yetkileri ve olanakları değildir; bu
konularda dezavantajlıdır. Bir an önce de bu niteliklerden kurtulma-
ya çalışacaktır. Onu asıl sonuca götüren, çıkış ufku ve anlamıdır. Ta-
rihte bu yönlü çıkışlar çoktur. Genelde ilerlemeyi mümkün kılan da
bu adımlara cesaret ediştir.
Dolayısıyla bütün maddi koşulların aleyhte olmasına rağmen,
PKK çıkışını düşünmek ve buna cesaret etmek, nasıl saptırılırsa sap-
tırılsın, özünde ve ağır basan yanı demokratik cumhuriyet hedefidir.
Özgür ve bağımsız bir Kürdistan hedefinin bile ancak demokratik bir
357
Sümer Rahip Devletinden
cumhuriyetle mümkün olabileceği gerçek stratejik anlayıştı. Oligar-
şik güçlerin gerici birlik anlayışlarına ve oligarşik cumhuriyetine
karşılık, demokratik güçlerin özgür birlik ve demokratik cumhuriyet
anlayışının tarihi çıkışımızın ifadesi olduğu giderek hayat tarafından
da doğrulanacaktır.
1920’lerin Türk öncülüklü ulusal kurtuluşu Kürt öncülüklü bir de-
mokratik kurtuluşla tamamlanmak isteniyordu. İkisi arasındaki diya-
lektik birlik, tarihsel gelişmenin de uzantısı ve çağdaş bir ifadesiydi.
Hem ilkel Kürt milliyetçiliğine, hem de şoven Türk milliyetçiliğine
ilkeli tavır alış bu gerçeklikle derinden bağlantılıdır.
Bu dönem kişiliğimi, tarihsel yanlışlıkların yazılmasına fırsat ver-
meyen, buna karşılık birkaç genel doğrunun yazılmasına imkan ve-
ren bir kalıba, deftere benzetiyorum. Kendimi yaşamaya hiç cesare-
tim yoktu. 20. yüzyıla karşı yabancılığım hep sürdü. Güncele tümüy-
le gömülmemem, tarihsel boyut kazanmamın bir nedenidir. Bu döne-
mi Kürt halkı adına kuluçkaya yatma dönemi olarak nitelemek de
yanlış olmaz. Kendimi halkla birlikte yaratmak sadece bir bilinç ve
felsefi sorun değil, aynı zamanda ahlaki bir nitelikti. Halkın temel
gerçeklerinden kopuk yaşamak bir düşkünlük, onursuzluk ve ahlak-
sızlık gibi geliyordu. Beynimdeki tanrı kuşkuculuğu yerini ulusal so-
run, örgütlenme ve politika konularında kuşkulara bırakmıştı. Zihni-
mi tatmin etmek açısından bu maddi olgular daha uygunluk arz edi-
yordu. Metafizik yerine diyalektik yöntem daha çok çekici geliyor-
du. Cumhuriyet ve burjuva toplumunun şoven karakteri karşısında
Kürt kimliğini somutlaştırmam elbette önemli bir adımdır. Bu, cum-
huriyet açısından da bir kazanımdır. Demokratikleşme tüm ölçütle-
riyle yaşam bulduğunda, bu rolümün anlaşılacağından hiç kuşku
duymadım.
En önemli kusurumun dogmatizmle gerçekliği karıştırmak oldu-
ğunu geç fark ettim. Fakat bu olgu halen Doğu toplumlarında ileri
düzeyde yaşanan bir gerçekliktir. Din dogmatizminin yerine reel sos-
yalizmin dogmatizminin geçmesi şaşırtıcı olamaz. Dogmatizm, top-
lumun tüm sağ, sol, kimlik ve kültürel anlayışlarında aşılması gere-
ken en temel bir hastalık olarak durmaktadır.
358
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
359
Sümer Rahip Devletinden
peşinde hiç yılmadan koşuluyordu. Çağın materyalist güçleri ne ka-
dar ezici de olsa, yeni Ortadoğu ütopyacılarını yaratmak, hepsine
inat bir gerçek oluyordu.
1979-99 yılları arasında Ortadoğu’da fiilen yürüttüğüm çalışmala-
rın bir bilançosunu çizmem zordur ve gerekli de değildir. İlerde tarih
eldeki zengin materyallere dayanarak gerçek bir bilançoyu çizebile-
cektir. Duruşumun temel çizgilerini çözümlemek daha öğretici ola-
caktır.
a- Özgürlük iradesi esir edilmemeli ve çarpıtmamalıdır. Ortado-
ğu’da sadece siyasetin yolları değil, ideolojinin yayılış kanalları da
labirentlidir. Şaşırmadan çıkabilmek büyük yetenek ister. Bu gerçek-
lik ta Sümer Zigguratlarıyla Mısır Piramitlerinin şaşırtıcı yolları çi-
zildiğinden beri böyledir. İdeolojiler ve politikalar şaşırttığı ölçüde
başarılı olabilmektedir. Dolayısıyla Ortadoğu’ya çıkmak ve siyaset
yapmaya çalışmak, zikzakları sınırsız bir labirente girmeye benzer.
Labirent sisteminin özü kişiyi şaşırtıp kendine bağlamaktır. Sümer
ve Mısır rahipleri tüm güçlerini ellerindeki adayları şaşırtıcı deneme-
lerden geçirmekten alırlardı. Daha sonraki tüm despotik iradeler de
bu yöntemleri taklit ederek, önüne çıkan herkesi şoke edip etkileri al-
tına alırlardı. Bu bir nevi boyun eğdirme terbiyesidir. Envai türden
bir bahçede gezdirilirken de hedef budur. Cehennemlik bir uygula-
madan geçirilirken de sağlanmak istenen, farklı veya özgür iradeleri
kırmak veya boyun eğdirmektir. Ortadoğu’da siyasal yönetimin gen
yapısı böyle döşenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı kaba ve sert yöntemle iradeyi
yok etme; Ortadoğu’da daha yumuşak, aldatıcı ve ince tüccar hesa-
bıyla yürütülmektedir. Dolayısıyla ‘özgürlük alanına çıkış yaptık,
kurtulduk’ demek, kendini aldatmaktır. Avrupa’ya çıkışlar için de bu
böyledir. Oraya çıkış aldatıcı bir özgürlük duygusu verir, ama daha
derin ve hastalıklı bir kişiliği tümüyle kuşatmış olarak kalanların ba-
şına bela eder.
Ortadoğu’da özgürlük iradesini yitirmemek için çok çaba harcadı-
ğımı belirtmeliyim. Milliyetçiliğin en çok gelişmiş olduğu bölgede,
çağdaş demokratik bir çerçevede ilişki aramak bile boşuna bir çaba-
dır. Dayatılan, arkasında kendi klan ve kabile çıkarları başta olmak
üzere çağdaş bir aşiretçiliktir. Ne kadar süslü kelimelerle ifade edil-
se de, milliyetçilik aşiret şovenizminin gelişmiş bir biçimidir; onun
daha da büyütülmüş ve siyasallaştırılmış ifadesidir. Bu da dar görüş-
360
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
lülük ve kendinden başkasını görmemektir. Böyle olunca, senin öz-
gür iradeni kendileri için hep tehdit olarak görürler.
Diyebilirim ki, benim için en zor olanı, özgür irademi, dolayısıy-
la yoldaş adaylarının çok taze olan özgür niyetlerini korumaktı ve bu
en temel sorun olmuştur. PKK’liler ve dostlar bunun ne anlama gel-
diğini halen anlamaktan uzaklar. Bu yüzden de dar ve tekdüze kalı-
yor, hep basit taktiklerin kurbanı olmaktan kendilerini alıkoyamıyor-
lar. Pratik katkılarımın çok üstünde en çok değer arz eden çalışmam,
gerek kendi içinde ve gerekse çevrede özgürlük iradelerinin sayıları
çok olan aldatıcılar tarafından istismar edilmesini önlemek olmuştur.
Unutmamak gerekir ki, özgürlük ruhunu ve iradesini yitirdin mi, ge-
ride devletin de olsa yıkılmaktan kurtulamaz.
b- Özgürlük iradesini korumak, ideolojik bağımsızlık ve örgütsel
güçlenmeyle mümkündür. Düşünme bağımsızlığını yitirenlerin ve
örgütselliği elden bırakanların özgür iradelerinden bahsedilemez.
Bunlar mutlaka bir yerlere bağlanacaklardır. Düşünce ve örgütlenme
düzeninde boşluk varsa, karşıtları tarafından mutlak doldurulur.
Ortadoğu çalışmalarında düşünce esaretini ve örgütsüzlüğü yaşa-
mamak için büyük mücadele verdim. Çoğu çıkış yapan kişide görü-
len bir an önce zorlukların yıldırıcı etkisinden kurtulmak için birey-
sel kurtuluş peşinde koşmak, önünde durulması güç bir eğilimdir. Bu
eğilime düşmek, aslında değişik biçimde de olsa, çıkışın yüce anla-
mından ve özgür değerinden kopmanın başlangıcıdır. Ev-bark, ço-
luk-çocuk derken, geçim sorunları karşısında en olmadık yerlerde ve
ellerde boyun eğmek işten bile değildir. Gerek Ortadoğu, gerek Av-
rupa bu yoldan binlerce devrimciye ve özgürlük savaşçısına mezar
olmuştur. Savaşlarda kaybetmeyenler bu yolda şapır şapır dökülmüş-
lerdir. Bu tehlikeyi bildiğimden, en büyük uğraşım özgürlük iradesi-
ne sahip olanların düşünce gücüne ve örgüt disiplinine bağlı yaşama-
larını sağlamaya çalışmak oldu; bunun için her şeyden fedakarlık
yaptım. Diğer tüm örgütler neredeyse dağılıp unutulurken, PKK’nin
halen büyük güçle gelişmesini sürdürmesinin ve yaratıcı dönüşümler
yaşamasının temelinde bu çabalar yatar.
Şunun bilinmesini çok isterdim: Bir gencin, hele bir genç kızın öz-
gürlük bilincini ve örgütsel yeteneğini geliştirmenin en zor, ama so-
nuç belirleyen çalışma olduğu kesindir; yeri gelmeden kendini feda
etmek, çatışmalara girmek ve hamalca çalışmak, faydadan çok zarar
getirir. Hele özgürlük iradesini güçlü kılan özgür bilinçle örgütsel
361
Sümer Rahip Devletinden
yetenekleri hakim kılmadan yürütülecek pratik çalışmalar çoğunluk-
la başa bela getirir. Bu yönlü çabalarım belirleyici olduğu halde, en
az anlaşılan kısımlar olmuştur. Kürt kişiliği çalışma deyince hep ha-
mallığı hatırladığı için, özgür düşünmenin ve örgütsel yönetimin de-
ğerini fazla takdir edemez. Bu yönlü büyük bir irade savaşı yürüt-
tüm. Bu savaş olmasaydı, her PKK’li çoktan şu veya bu gücün elin-
de ya basit bir hamal ya da işbirlikçi kılındığını bile fark etmeyen
kendini kandırmış biri veya kendi içine mümince kapanmış bir za-
vallı olmaktan öteye gidemezdi. Beni tek bırakan da bu yönlü büyük
inatçılığım olmuştur. Bana göre bu yönlü inat ve çabadan yoksun
kalmak, en kutsal ve namus bilinen değerleri, örneğin eşini ve bacı-
sını peşkeş çekmekten daha tehlikelidir.
c- Kürt kimliğini özgürlük temelinde savunmak da bu dönemin en
zorlu çalışmalarından biri olmuştur. Sadece Türk resmi ideolojisinde
değil, Arap ve Fars resmi ideolojilerinde de, Kürt bozulmuş parçalar-
dan bir kısmı ifade etmektedir. Onurlu ve özgür bir Kürt kimliğiyle
karşılarına çıkmak, düşmanca bir karşı koyuştan farksızdır. Yüzlerce
yıldır inkar ettikleri, her türlü komployu reva gördükleri ve aşağıla-
dıkları Kürt kimliğinin karşılarına özgürce çıkması kahredici gel-
mektedir. Dolayısıyla özgür Kürt kimliğinin tehlikeli olmadığını ve
kardeşçe yaşamanın bir gereği olduğunu onlara kabul ettirmenin bü-
yük yetenek, sabır ve ustalık istediğini iyi anlamak gerekir. Ortado-
ğu halklar mozaiğinde Kürtlere de onurluca bir yer açmak çok zor
olmuştur. Kürt işbirlikçilerinin en ucuz bir nesne gibi alışveriş konu-
su yaptıkları Kürt kimliğini layık olduğu şerefli yere getirmek, Orta-
doğu’da yaptığım en zorlu çalışmam olmuştur. Bu konuda da PKK
ve birçok dost olan ve olmayan Kürt çevresi, gelişmenin kendiliğin-
den sağlandığını sanmaktadır. Ortadoğu’da yalnız bırakılmam da
Kürt onurunu yüksekte tutmakla yakından ilintilidir. Herkes uşak
Kürt istemektedir. Bunu reddedince dışlanma, oyun ve komplolara
katkı sunmalar peş peşe gelişebilmektedir. Kendi kişiliğimi özgür
Kürt kişiliği ile özdeşleştirmem, tarihin ve çağın tüm tehlikelerini
üzerime çekmek demektir. Kürt gerçekliğindeki lanetlilik içerilmiş
çok düşmanlılık, yaklaşanı yakacak niteliktedir. Onun için tarih bo-
yunca özgür kimlikten çoğunlukla kaçınılmış ve işbirlikçilikte karar
kılınmıştır. O da tehlikeli gelmişse, efendilerinin istediği her renge
giren ev uşakları rolünü benimsemişlerdir. Bütün bu gelenekleri par-
çalamam, hatta onların üstünde bir özgür kimliği canlı tutmam, de-
362
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
mokrasi, eşitlik ve özgürlüğü kendi kimliklerinde geliştirememiş ya-
pılarda sürekli tedirginlikler ve rahatsızlıklara yol açmıştır. Benimle
temsil edilen özgür kimliğin çıkarlarına olmayacağına hükmetmiş-
lerdir. “Kişi olarak kaybettim, ama özgür Kürt halkı kazandı” der-
ken bu gerçeği kastetmiştim.
Ortadoğu’daki yaşam ve çalışmama öz gerçeklik açısından bakıl-
dığında, üç esaslı oluşumun sağlandığı görülecektir:
Birincisi, savaşan halk gerçekliğinin yaratılmasıdır. Türkiye ko-
şullarında yaratılan ideolojik öz ve siyasi çizgi ağır bir dogmatizmin
etkisinde de olsa, ulusal sorunun çözümünde genel olarak bilimsel
sosyalizmden etkilenip onu somut koşullarımıza uyarlamayı ifade
eder. Burada önemli olan, reel sosyalist kalıp ve güçlere sığınma-
dan, kendi öz düşünce gücü ve pratik çabasıyla Kürt halkı için ge-
rekli ideolojik sistemi oluşturmaktır. Bu görev, çokça eksiği ve dog-
matik yanları olsa da, esas olarak Türkiye’de bulunduğum dönem
ve koşulları içerisinde başarılmıştır. Birçok genellemeyi içerse bile,
siyasi çizgisi de sonuçta Kürt halkının ilk defa öz çıkarları temelin-
de, ona hizmet eden özgür iradesi biçiminde somutlaşmıştır. Yeni
dönem Kürt özgürlük hareketinin önü aydınlanmış, yürüyeceği yol
belirlenmiştir. 1980’e kadar ve PKK’nin 30 Temmuz 1980’de Sive-
rek’te Bucak eylemiyle bu dönem doruk noktasına varmıştır. Bu,
hem bir dönemin sonu, hem de yeni bir dönemin ilanı olarak da de-
ğerlendirilebilir.
Ortadoğu’da ise yaratılan, halkın iç ve dış baskı güçlerine, gerici
ideolojik ve siyasi ilişkilere savaş yöntemiyle karşılık vermesidir.
Kürt halkı ilk defa öz iradesi ve çıkarları tarafından belirlenen yolda,
özgür yaşam hakkını elde etmek için, önünde engel olan ne varsa
üzerine yürüme ve savaşma kararına ve pratiğine girişmiş; kendisi-
nin binlerce yıllık gerici düşünce ve alışkanlıklarıyla savaşmıştır.
Özgür beynini ve kollarını yaratmak için bu savaş kaçınılmazdır. Ne-
olitikten köleciliğe, feodalizm ve en son kapitalizme kadar tüm ege-
men sistemlerin bağrına yığdığı köleleştirici tortulara saldırıp temiz-
lemekten çekinmemiştir. Özgürlük için yapılması gereken, bir iç sa-
vaştır. Çok acı da verse, kangren olmuş yanlarını bu savaşla söküp
atacaktır. Tarihte ilk defa sistemli ve kapsamlı olarak Kürt işbirlikçi-
lerinden kaynaklanan her tür uşaklaştırıcı, gerici ve aydınlanmaya
fırsat vermeyen ideoloji ve pratik bağlar yıktırılmıştır. Bu savaş ve-
rilmeden ve sınırlı da olsa başarılmadan, dışa yönelik özgürlük sava-
363
Sümer Rahip Devletinden
şımının sonuç alması mümkün olmamaktadır. Bucak eylemiyle ka-
nıtlanmak istenen de bu gerçekliktir. PKK’nin içindeki çeteleşmeyle
ilkel Kürt milliyetçiğinin açtığı karşı savaş da yine bu gerçeklikten
kaynaklanır. Özgür halk iradesinin ortaya çıkmaması ve çıkmışsa
bastırılması için bu güçlerin bu kadar acımasız yüklenmesi, tarihsel
özellikleriyle ve yaşamsal çıkarlarıyla keskin bir biçimde bağlantılı
olmasından ötürüdür. İstenildiği düzeyde olmasa da, bu halk savaşı-
mının kısmen başarıldığı söylenebilir.
15 Ağustos eylemliliğinin tümüyle boğdurulmak istenen halk
gerçekliğinin öz savunması olarak tanımlanması en doğru ifadedir.
Bu, saldırı gibi gözükse de özünde, “ben halkım, beni imha etme”
uyarısıdır. Özellikle Diyarbakır zindan vahşetine duyulan tepki ve
“varlığımızdan vazgeçmeyiz” çığlığına verilen yanıttır; Mazlum
Doğan’ın “Sesimiz dünyaya duyurulmalıdır” sözü kadar, Mehmet
Hayri Durmuş’un “Varlığımızı inkar ettiremezsiniz” sözlerine yanıt
ve Kemal Pir’in “Türk halkının kurtuluşunun da Kürt halkının öz -
gürlük savaşımından geçtiğini görüyorum” belirlemesine anlam
vermek için verilmesi gereken bir savaştır. Bu savaş hamlesi, başta
Türk ve Kürt oligarşik güçleri başta olmak üzere, diğer oligarşik ve
despotik güçlere karşı “halk üzerinde sınırsız baskı ve sömürü çağı-
nız geçmiş, özgür yaşam vaktimiz gelmiştir” hükmüne verilen ya-
nıttır. Çağdaş ve onurlu yaşamak için bir bedel ödemek gerekiyor.
Bu bedel, halkın savaşımının kendisidir. Başka türlü kendini dört ta-
raftan saran oligarşik ve despotik güçlerden kurtulması mümkün
görünmemektedir. Her tür oligarşik ve despotik güçlere karşı kendi
öz savaşımını verdiği oranda, onurlu ve özgür bir halk haline gel-
mesi gerçeklik kazanacaktır.
Acıları ve kayıpları ne kadar büyük de olsa, varlığın inkarına ka-
dar yönelmiş bir baskı ve zoraki asimilasyon sisteminin parçalanma-
sı, ancak halkın kendi öz savaşımını iliklerine kadar hissederek ver-
mesiyle mümkündür. Bu savaşım olmadan hiçbir hak sahibi olunma-
yacağı gibi, yok olmaktan kurtuluş da olamayacaktır. Dolayısıyla
Ortadoğu koşullarında kendi varlığına yönelmiş iç ve dış gerici ve
yok edici güçlere karşı Kürt halkının savaşımı, gerekli olmanın da
ötesinde, varlığını sürdürme ve özgürleştirmenin kutsal eylemliliği-
dir. Hataları, ihanete uğraması, komutasının gelişmemesi, uzunluğu
ve kısalığı bu kutsallığı değiştirmez ve anlamlı olmaktan çıkarmaz.
Ayrıca bu savaş komşu halklardan kopma ve onlara karşı bir savaş
364
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
değildir. Tersine hepsini onurlandıran ve zenginleştirecek olan özgür
birliktelik ve demokratik cumhuriyet savaşlarıdır. Egemen sömürücü
güçlerin dayattığı milliyetçi ve dinci gericiliğe ve ayrılıkçılığa karşı,
halkların ilericilik ve özgür birlik savaşımıdır.
Gerek teorik gerek pratik olarak bu tür halk savaşı için her şeyimi
ortaya koymanın haklarımıza karşı bir görev olduğuna inanıyorum.
Böyle bir halk savaşı istediğim gibi yürütülmemişse de, özüne ve ge-
reğine inancım kesindir. Fakat iç çetecilikten çeşitli emperyalist güç-
lere kadar bunu istismar etmek isteyen tüm güçlere karşı istediğim
oranda başarılı olduğumu söyleyemem. Ama bu görevin de kendi sa-
vaşını yürüten halka ve onun önder güçlerine ait olduğu asla göz ar-
dı edilemez. Gerek halkımızın gerekse Ortadoğu halklarının binler-
ce yıllık direnişlerine bağlılık ve onlara çağdaş ve ilerici bir öz ka-
zandırma çabalarım, bu topraklara duyduğum bağlılığın ve kültürel
varlıklarına karşı duyduğum saygının vazgeçilmez bir gereğidir.
Üzüntüm, sonuna kadar, hatta bir ömre birkaç ömür ekleyerek onur-
lu barışlarını ve özgür birlikteliklerini de gerçekleştirecek kadar her
tür çabadan uzak kalmam veya istediğim gibi bu çabaları sunama-
mamdır. Fakat inanıyorum ki, halklarımız ve sorumlu güçleri, bu ek-
sikliği giderecek ve başarılarını kesinleştireceklerdir.
İkinci gerçekleştirdiğim anlamlı çalışmam, özgürlük militanının
yaratılmasıdır. Savaşan halk, savaşan militanı gerektirir. Türkiye ko-
şullarında militanlaşma kısır ve dogmatikti. PKK adına ancak sınırlı
düşünebilen ve birkaç atımlık barut kadar eylemcilik yapabilen bir
militanlaşma vardı. Bununla halk savaşının yürütülmesi mümkün
olamazdı. İdeolojik gücü, sabır, cesaret ve ustalığı sonunda ancak
büyük çabalar kazandırılabilirdi. Özgürlük militanını yaratmak za-
manımın ve çabalarımın en büyük kısmını almıştır. Bu, adeta kuru-
muş bir daldan bir fidan yetiştirmek gibi mucizevi bir yaklaşım ge-
rektirmiştir. Binlerce yılın gericiliği ile beslenen, anlamlı ve kesinlik
arz eden hiçbir duygu ve düşünce gücünden pay alamamış, kendine
karşı savaşımın kör ve hain savaşçısı olmuş bireylerden halk özgür-
lük militanlarını yaratmak, gerçekten en zor olan ve yetenek gerek-
tiren bir çalışmaydı. Ardı sıra yüzlerce eğitim devresi, on binlerce di-
yalog ve özel konuşmayla özgürlük militanına ulaşmak istedim. Ne-
fes nefese kaldım. Yürürken ve yemek yerken bile, gözüm ve dilim
onun için çalışıyordu. Görevimin zor olduğunu, bunun en onurlu iş
olduğunu ve ölümün onun için tüy kadar hafif geldiğini de biliyor-
365
Sümer Rahip Devletinden
dum. Fakat lanetli tarihi aşıp özgürlük tarihine katkı sağlayabilmenin
büyük değeriyle, hiç olmazsa birkaç yılını doğru vermesi için tüm
gücümle bu militana yüklendim. Tarihte hiçbir filozof, peygamber,
asker veya siyasetçinin yapamadığı kadar özverili, nitelik ve niceli-
ği olan militan çalışması yaptım. Ama özellikle iç çeteciliğin bilinç-
liliğe kadar varan bir tutumla bu halkın yüreği olan gençlerini, benim
en büyük emek ve yoğunlaşmış varlıklarımı acımasızca harcaması
ve adeta yemesi, hep en büyük üzüntü ve öfke kaynağım olmuştur.
Yaratma eylemime bu tür ihanet ve komploculuğun dayatılması an-
laşılır ve katlanılır gibi değildir.
Ama militanın kendisi de bundan sorumluydu. Kendisine hiç mi
saygısı yoktu? Bu kadar emekleri görmüyor muydu? Ana ve babası-
nın en sevimli ve umut bağlanılan kuzu veya aslan gibi evladı oldu-
ğunu anlamıyor muydu? Benim en vicdansızları bile etkileyecek ça-
balarıma ne kadar sahip çıkabilecek, bunun için verdiği büyük söz-
lere pratikte ne zaman anlam biçebilecekti? En başta da uzun süreli
varlığını ve gelişmesini nasıl sağlayacaktı? Militan, özgürlük savaş-
çısı tüm bu sorulara cevap vermek durumundaydı. Soysuz ve sahte
komutanların aleti olmaktan çıkaracak, yüzlerce belgeyle aydınlatı-
lan perspektiflere pratik güç kazandıracak gerçekliğin onu temsil et-
mesi gerekirdi. Çok şey verdiğime inanırdım. Verdiklerimin karşılı-
ğı; ucuz, yerinde olmayan ölüm ve öldürmeler oldu. Nasıl ve nerede,
nasıl yaşamak ve yaşatmak gerektiğini bir türlü temel görev edine-
medi. Çok yetiştirdim. O da çok savaştı, sınırsız cesaret ve fedakar-
lık gösterdi; ama ustalaşamadı, kendi sistemini yaratmaya hiç yanaş-
madı. Kolay, ucuz yaşam ve ölüm alışkanlıklarından kurtulamadı,
ordulaşamadı, komutanlaşamadı. Ortaya çıkan değerleri ve kahra-
manlıklarını inkar etmiyorum. Ama bir iç çeteciliğe ve ilkel milliyet-
çiliğe karşı, zamanında ve başarıyla tavır geliştirip sonuca gideme-
mesi bile, büyük noksanlığını göstermeye yeter. Kendime hep şunu
sorarım: Acaba baştan böyle olacaklarını bilseydim, savaşmalarına
izin verir miydim? En azından sorumlulukları kendi açımdan kabul
edebilir miydim? Fakat bu büyük üzüntülerime rağmen, yine de öz-
gürlük militanının yaratılması bir destansı çalışmadır. Buna layık
olunamadı. Çarçur edildi. Haince ve sorumsuzca kullanıldı. Ama yi-
ne de tarihte layık olduğu yeri tuttuğuna inanıyorum. Binlerce şehi-
dinin anısı özgür yaşamı mutlaka yaratacak, özgür Kürt halkını ger-
çekleştirecektir. Geride kalanların meşru savunma düzeyinde, tüm
366
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
eksikliklerini gidermenin yanı sıra, onurlu bir barış ve kardeş halkla-
rımızın özgür birliği için gerekli nicel ve nitel gücü yakalayacakları-
na ve başarının garantisi olacaklarına dair inancımı ve umudumu be-
lirtmek durumundayım.
Ortadoğu’da üçüncü destansı çalışmam, kadın özgürlüğüne ilişkin
olanıdır. Bana göre anayurtların ve emeğin kurtuluş çalışmalarından
daha öncelikli olması gereken bu çalışma en zor olanıydı. Kadın, ge-
riciliğin, köleciliğin ilk ve köklü ezilen sınıfı, ulusu ve cinsiydi. Gö-
rünüşte cins farklılığı, eşitsizlik ve baskı için gerekçe yapılır. Tarih
derinliğine araştırıldığında anlaşılacaktır ki, kadınlar tamamen sosyal
ve siyasal egemenliğin ilk kurbanlarıdır. İnsanlığa dayatılan her tür
eşitsizliğin ve köleleştirmenin ilk sınıfıdır. Kadın köleleştirildikten,
evin uysal ve evcil bir nesnesi (özne değil) haline getirildikten sonra,
sıra sınıflı toplumu ve devleti yaratmaya gelmiştir. Zalim ve yalancı
erkek kadını düşürdükten sonra, bundan aldığı cesaretle diğer insan-
ları ve kendi cinsini de ezmeye ve tutsak kılmaya yeltenmiş; en bü-
yük yalancı düşünce sistemleri olan mitolojileri ve dinleri yaratmıştır.
Tabii halklar için doğruya yaklaştıran mitoloji ve dinler de vardır. Biz
egemenler ve sömürücülerin yalancılık, zorbalık üreten din ve mito-
lojilerinden bahsediyoruz. Bu din ve mitolojilere bakıldığında, kadın
bin bir hile ve zorbalıkla görkemli tanrıça tahtından adım adım düşü-
rülmekte, önemsiz kılınmakta ve en son yok edilmektedir. Özgürlük
savaşçısı olup da bunu görmemem mümkün olamazdı. Ana tanrıça di-
nini yaratmış ve ilk aşk tanrıçalarına mekan olmuş bu toprakların öz-
gürlük çocuğu olarak, ilk büyüklerimizi ve tutku kaynaklarımızı an-
lamaya çalışacak, araştıracak ve varlık gerekçelerini bulacaktım.
Kadın sorununa yüklenmem bir kişisel onur sorunu olmamın öte-
sindedir. Basit cinsellik ihtiyaçlarının ise tam karşısındadır. Cinslerin
buluşmasını mutlaka hayvani cinsel güdünün üstüne, büyük dostlu-
ğun ve yoldaşlığın seviyesine çıkarmak, bana gerçek bir yiğitlik gi-
bi geldi ve kadına uzanmaktan çekinmenin korkaklık olduğunu fark
ettim. Korkuyu egemen erkek yaratmıştı. Namus adı altında bu oyu-
nu oynuyordu. ‘Seviyorum’ derken bile, ikinci seferinde bıçaklıyor-
du. Haksızlığı dehşet vericiydi. Cins olarak kadını hırpalamış, fiziği-
ni, zekasını ve duygularını mahvetmişti. İnanılmaz derinliklere dü-
şürmüştü. En benim diyen sosyalist erkek ve hatta kadın bile bu oyu-
nun basit figüranları olmaktan kendilerini kurtaramıyorlardı. Özgür-
lüğe büyük susamışlığın verdiği güçle soruna yüklendim. Çok sayı-
367
Sümer Rahip Devletinden
da çözümlemeler, diyaloglar, derinlikli konuşmalar yaptım. Bir sa-
hipleri olarak değil de, bir sanatkar olarak, güzel bir fizik duruştan
zeka kıvılcımı olmalarına ve dillerinin sesiyle hiçbir maddenin vere-
meyeceği tadı verebilecek düzeye ulaşmalarına kadar her şeylerine
müdahale ettim. Yetiştiler, büyük yetiştiler, ama toydular. Lanetli ya-
şam ve erkek efendileri yanı başlarındaydılar. Onlara karşı ve onlar-
la birlikte büyük öz cins savaşımını verecek tecrübe ve ustalıktan
yoksundular. Bu acıyla kendilerini uçurumlardan attılar. Ateşlerde
yaktılar, bombalarla parçaladılar. Onlar kahramanlık adına her şeyi
yaptılar. Ama yalnızdılar. Karşılarındaki erkeklik, kaba yaklaşımın-
dan başka tür bir yaklaşımı, eşitlerin büyük dostluğunu ve yoldaşlı-
ğını aklına getirmek istemiyordu. Çiçekler gibi solup gidiyorlardı.
Tanrıça kültüne içten inanacak kadar saygı ve sevgi gücüne ulaş-
tım. Büyük kadın savaşımımı ne kadar gözden düşürmeye çalışsalar
da hakkını verdim. Hem bir kadın için en kutsal görevlere ihanet
edeceksin ve protestocu yaşayacaksın, hem de soylu kadın yoldaşlı-
ğı için üzerine düşeni yapmayacaksın! Başta PKK olmak üzere, tüm
ilgili çevrelere kadın savaşımının basite alınacak bir yönü olmadığı-
nı göstermeye çalıştım. En az zorba ve yalancı erkek tanrıları kadar,
doğrunun ve aşkın gücü olan tanrıça dünyasının da tanınmasını, ge-
rekli saygı ve sevginin içten gösterilmesini ilkelice ve ciddiyetle so-
nuna kadar göstermeye ve dayatmaya çalıştım.
Hainleri ve işbirlikçileri çıksa da, bu çabalara candan katılanları
unutmak asla mümkün değildir. Hele şehitleri, bu toprakların ve
halklarımızın en kutsal azizeleri olarak her zaman anılacaklardır.
Onlar gerçek birer yiğit tanrıça durumundadırlar. Kalanların birlikle-
rini, partileşmelerini saygıyla karşıladım, yardımcı oldum. Özgür ve
güzel yaşamın garantisi olmaları gerektiğini hep söyledim. Bir gün
mutlaka gerici, yalancı ve zorba erkeği hizaya getirecek güçlü kadı-
na ulaşacaklarına dair duyduğum inançla çabalarımı sonuna kadar
sürdürdüm. İnsan sadece mülkü olan kadınıyla büyümez, erkek ol-
maz. Ben böyle ne büyümek, ne de erkek olmak istedim; hatta böy-
le olmayı onur kırıcı buldum. Kadını zor duruma düşürdüğümü bili-
yorum. Onları ateşten bir parça haline getirdiğimi de biliyorum. İç-
lerinden büyük düşmanlık edenlerin ve çok haksızlık yapanların ol-
duğunu da biliyorum. Onları yalnız kıldığımı da biliyorum. Ama bil-
melerini istediğim en önemli bir hakikat, onların, savaşın da barışın
da kaderini belirleyecek kadar güçlü olmaları gerektiğidir. Bu olma-
368
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
dan yaşam haramdır. Bu olmadan aşk olmaz. Bu olmadan hiçbir öz-
lem giderilemez. Yalnızlık ve ayrılık, bu büyüklüklerin elde edilme-
si ve egemenlik kazanması için, geçilmesi gereken yol ve ödenmesi
gereken borç faturalarıdır.
Ana tanrıça ve aşk tanrıçalarının diyarında bin yılların kaybettirdi-
ği özgürlük ve eşitlik gücüyle, kadın merkezli çalışma ve savaşımın-
da güzellik ve zekanın yeniden yaratılacağına, varolanın yeni toplum-
sal sözleşmeyi hayata geçirecek kadar özgüce kavuşacağına dair umut
ve inancımı belirtirim. Tüm sevgi ve saygı dolu kadın yoldaşlığında
iddia kadar, çabalarıma bir aşk işçisi olarak son nefesime değin devam
edeceğim kesindir. Anlam verecekleri ve ihtiyaç duydukları kadar ka-
dın yoldaşların olduğum ve hep öyle kalacağım kuşkusuzdur.
Ortadoğu’da başka önemli çalışmalarım da olmuştur. Özellikle iş-
birlikçi Kürt diplomasisinin aşağılattığı halkımızın onurlu bir yere
gelmesi için harcanan diplomatik çabalarımın iyi bilinmesi gerekir.
Sorun, çok iri gözüken kesimlerle resmi diplomasi geliştirmek değil-
dir. Gerekli olan, halkını ucuz ticaret aracı olmaktan çıkaracak, siya-
si oyun ve komploların aleti haline gelmekten alıkoyacak çabaları
tüm dünyaya ve bölge güçlerine hissettirmektir. Kürt halkının varlı-
ğının ve özgürlüğünün pazarlık konusu edilemeyeceğini dosta ve
düşmana göstermektir. Tarihte ilk defa sınırlı da olsa bu yönlü adım-
lar atılmıştır. Kürt halkı bu çabalar sonucunda öz kimliğine ve özgür-
lük iradesine her zamankinden daha fazla sahip kılınmıştır. Kolay
oyun ve komplolarla baskı ve katliamlara konu edilemeyeceği gös-
terilmiştir. Sahipsiz olmadığı, kendisi ve öncü güçleriyle her oyun ve
komployu boşa çıkarabilecek bir güce ulaştığı kanıtlanmıştır. Belki
de halkımız adına parlak diplomatik antlaşmalar yapamadık. Ama
dostlarının ve düşmanlarının beyinlerine ve yüreklerine Kürtlerin öz-
gür yaşamda kararlı olduklarına ve bundan asla vazgeçmeyecekleri-
ne, gerekirse bunun için her türlü cesaret ve özveriyi ortaya koyacak-
larına dair yazılı olmayan antlaşmalar yerleştirdiğimiz kesindir.
Kürt işbirlikçilerinin son dönemdeki bütün diplomatik kazanımla-
rı bile Ortadoğu’daki varlığımızın sırtında sağlanmıştır. Bize zıtlık
temelinde de olsa, yapılan tüm antlaşmalar ve sağlanan maddi çıkar-
lar kanımız ve emeğimiz üzerinde yükselmiştir. Bugün bunu işbirlik-
çi efendilere anlatacağız. Halkımız da gerçek emek kahramanlarını
tanıyacaktır. Kürt özgürlük iradesinin, PKK’nin dayandığı tüm iç ve
dış mevzilenmelerin bu çabalarımızın sonuçlarıyla yakından bağlan-
369
Sümer Rahip Devletinden
tılı olduğunu bilerek, layık olmalarını kendileri için önemli bulmak-
tayım. Öz güçleriyle her sahada başarıyı mümkün kılacak güce ulaş-
mak için statükoya aldanmamaları ve gerçek diplomasiye ulaşmala-
rı da dileğimdir.
Çok sınırlı da olsa, ulusal akademiler dönemini sağlayacak çalış-
malara da çok önem ve yer verilmiştir. Tarih boyunca derya kadar
kan akıtmanın ve çaba harcamanın yetmediğine, gerekli olanın an-
lam gücü ve derinliği olduğuna inanılarak, halk ve öncüleri için yay-
gın okullar dönemi başlatılmıştır. Yaşadığım her evi, bulduğum her
çalışma sahasını bir okula dönüştürmek, yaşamımın ayrılmaz bir
özelliği ve parçası olmuştur. İlkçağ filozofları gibi her duvarın dibi,
her ağacın altı bir okul haline getirilmiştir. Halkımızın en eksik ya-
nının beyin gücü olduğu bilinerek, bu çalışmalara yüklenilmiştir.
Mahsum Korkmaz Akademisi deneyimi dalga dalga her alana, her
insan grubumuza taşırılmıştır. Sadece askeri ve politik alanda değil,
tarih, dil ve sanat alanlarında da akademi düzenine geçişin altyapısı
ve zihni temeli ortaya çıkarılmıştır. Kürtlerin kültürel varlığına ve
özgürlüğüne giden yolda tarihi bir dönem olan akademik düzeyde
eğitim sistemi bir gerçektir. Yapılması gereken, ilgili her alanda va-
rolan olanakları birleştirip öz okuluna kavuşturmaktır. Politikadan
dile, tarihten felsefeye, sanattan ekonomiye kadar her alanda ulusal
akademik düzey bir olanaktır. Büyük inanç ve çabayla bu yönlü ça-
lışmalarımıza katkıda bulunmak kişileri yüceltir ve halkımıza özgür-
lük getirir. Bu yönlü görevlerini başaramayanların çağdaş uygarlık
içinde yer tutmaları mümkün olamaz. Düşünce hakimiyeti ve sanat
yeteneği, yaşam pratiğinde başarı, iyilik ve güzellik demektir.
Sonuç olarak, Ortadoğu yaşamında halkımız ve dostlar için sade-
ce ayakları yere basan bir özgürlük ütopyası yaratmakla yetinmedik.
Bu ütopyanın dayanması gereken tarihsel temel kadar, güncelin ba-
şarılabilir özgürlük olanaklarını da sunduk. Başka halkların yüzler-
ce, binlerce yıl oluşturdukları ütopyalarını, biz halkımız için kimse-
nin pek tenezzül etmediği geçmişin kırık dökük parçalarından ve ge-
leceğin çok zayıf umutlarından 20-30 yıllık bir ömür içinde sonuna
kadar güvenilen, inanılan ve başarılabilen gerçeklikte yarattık. Bu
ütopyanın ekmek, su ve hava kadar gerekli olduğu bilinerek halkımı-
zın, dostların ve yoldaşların kendilerine mal etmeleri, özgür yaşamın
sonsuz yolunda yürümeleri demektir.
370
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
371
Sümer Rahip Devletinden
Kürt sorunu, yaşadığı ağır çözümsüzlükten ötürü, kapsamına en
çok şiddet biriktiren bir olgudur. Yüzyıllardır bu yüzden isyanlar ya-
şanmıştır. İsyanlar adil ve onurlu barışla sonuçlanmadığından, ‘ne
savaş ne barış’ durumu en zor ve uğursuz yaşam tarzı olarak halkı-
mızın yakasını bırakmamıştır. ‘Ne savaş, ne barış,’ aslında en acıma-
sız bir toplum yönetim tarzıdır. Zayıf bir halkı bu politikayla serse-
me çevirmek, sınırsız baskıya ve sömürüye açık tutmak anlamına da
gelmektedir. Kürtlerin yaşadığı coğrafyada, hakim ulus yönetimleri
bu politikayı uygulamaktadırlar. Sürekli olağanüstü hal veya kriz yö-
netimi gibi bir biçim, sanki doğal ve sürekli bir yönetim tarzıymış gi-
bi normalite kazanmıştır. Neredeyse tüm 19. ve 20. yüzyıl bu tarz yö-
netimlerle dolu geçmiştir. Bu insanlık dışı yönetimlere son verme
gereği açıktır.
PKK etrafında gelişen eylemlilik, aslında ‘ne savaş ne barış’ du-
rumunun açığa çıkarılmasından başka bir şey değildir. Bu eylemlilik
gizli, örtülü ve tek taraflı şiddet statükosunun bozulup, –dengesiz de
olsa– iki başlı ve açık bir şiddet ortamına geçişi ifade etmektedir.
Çok adaletsiz, zalim ve çürütücü bir statükodan, adalet arayan, zul-
mün kaldırılmasını isteyen ve çağdaş gelişme yolunda ilerlemeyi ar-
zulayan bir statüye geçişi dayatmaktadır. Dolayısıyla PKK’nin etra-
fında gelişen savaşımı klasik halk ulusal kurtuluş savaşları veya dev-
rimci isyanlarla karıştırmamak gerekir. Savaşların doğasını tanıma-
dan, çözüm yoluna girmesini de başaramayız.
O halde yaşadığımız süreçte en çok tartışılması gereken sorun;
yirmi yıla yakındır süren ve şimdilerde öz savunmaya geçmiş PKK
savaşımını doğru tanımlamak, bu tanımlamadan kalkarak “eğer de-
vam edecekse, nasıl bir savaş?” sorusunu aydınlatmak kadar, “de-
vam etmeyecekse, o zaman nasıl bir barışa giden çözüm yolu?” so-
rusunu tartışmaktır. ‘Ne savaş ne barış’ durumu sağlam ve insani bir
duruş değildir. Bu ancak çok kısa olması gereken bir geçiş süreci ola-
rak anlam ifade edebilir. Sonuçta ya yeni bir savaşla, ya da kalıcı bir
barışla sonuçlanır. Şimdiki durumda yaşanan ‘ne savaş ne barış’ du -
rumu riskli, yozlaştırıcı, sadece toplumun barış ve kalkınmasını iste-
meyen güçlerin işine yarayan bir sürecin sürüp gitmesinden başka
bir anlama gelmez.
Şöyle bir iddianın saçmalığı ortadadır: Eğer süreç tıkanmışsa, –bu
ister savaş, ister barış durumunda olsun– yapılması gereken şey, her-
halde tükeninceye kadar durumun sürüp gitmesi değildir. Tarihte en
372
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
büyük savaşların süratle sonuçlandırıldıkları bilinmektedir. Uzun sü-
reli savaşlar olmuştur. Ama bunların mantığında da sonuçta tıkanma
değil çözüm olanağı vardır. Uzun vadelilik stratejik ve taktik neden-
lerledir. Bir adımı da çözüme yöneliktir. Doğru olmayan, bu tarz sa-
vaşlar değildir. Çözüm tarzını yok eden tekrarlayıcı savaşları kabul
etmemek önemlidir. Kusur hangi tarafta olursa olsun, sonuç değiş-
mez. Büyük acılar ve kayıplara yol açan, anlamı da olmayan bu tür
çatışma ve savaşları aşmak insan olmanın, rasyonaliteye sahip olma-
nın bir gereğidir. Tarihte ‘Pirus zaferi’ diye bir deyim vardır. Bu de-
yim tam da değinmek istediğimiz sorunu işlemektedir. Savaş o kadar
uzun sürmüştür ki, sonunda iki taraf da kaybettikleriyle yetinmişler-
dir. Birisi kazansa da, elde edeceği bir şey yoktur.
Kürt halkına dayatılan savaşların niteliği giderek bu duruma çok
yaklaşmıştır. Bu, kazanan tarafa bile bir şey kazandırmayacak bir sa-
vaştır. 21. yüzyılda Kürt halkı ortadan kaldırılmadıkça, dayatılan bu
savaşların hiçbir anlamı yoktur. Kürtler halk olarak yok edilse, belki
yerine başkası yerleştirilir. Bu mümkün değilse, o zaman çağdaş öz-
gürlüklerin dışında başka bir çözüm yolunun olmadığı da görülecek-
tir. Çağdaş insan haklarının hiçbir devlete kaybettirmesi düşünüle-
mez. Faşist şoven emeli olanlar dışında, çağdaş özgürlükler devlet ve
toplumu güçlendirir. Kürt halkı için uzun süreli bir saldırı şiddetiyle
ayrılığa gitmenin ne olanağı ne de gereği vardır. Özgür birliktelikle
her halkla birlikte yaşamak Kürt halkının kendi çıkarınadır. Bu an-
lamda çağdaş özgürlüklerin imkan dahiline girdiği günümüz için,
uzun vadeli bir kurtuluş savaşının pek değeri yoktur. Kürt halkının
çıkarı onurlu barış ve demokratik sistemin çalışmasından geçer. Ama
varlığı inkar edildikçe ve kültürel varlığına özgür ifade hakkı ve ola-
nakları tanınmadıkça meşru savunma durumuna geçmesi; yüz yıl
sürse bile bu durum geçinceye ve çağdaş özgürlükleri tanınıncaya
kadar meşru savunma durumunu sürdürmesi evrensel hukuk gereği
bir haktır. Varlığını ve kültürel değerlerini savunmamak kadar onur-
suz bir durum olamaz. Hiçbir insanlık yönetiminde varlık inkarına
ve kültüründen yoksun bırakılmaya karşı sessiz durulamaz. Ancak
insanlıktan çıkılırsa, bu durum doğabilir. O halde ne ayrılıkçı uzun
vadeli savaşlar, ne de varlık inkarı ve kültürel yasaklamaya dayalı
zor rejimlerinin kazandıracağı bir şey yoktur. Bu amaçla yürütülen
çatışmalar varsa, bunlardan vazgeçilmesi insan olmanın ve rasyona-
litenin bir gereğidir.
373
Sümer Rahip Devletinden
PKK’nin geçmişte meşru savunmayı aşan eylemliliklerini bir ha-
ta olarak kabul edip aşması yerinde bir tavırdır. PKK’nin geldiği
nokta, bu aşamanın sağlanmasıdır. Meşru savunma çizgisine hem te-
orik hem de pratik olarak dönüşüm sağlanmıştır. PKK’nin bundan
daha fazla yapacağı bir şey olamaz. İş devlete düşmektedir. Kürt hal-
kının varlığını kabul etmek ve kültürel değerlerine özgür ifade hak-
kı ve olanaklarını tanımak, demokratik sisteme ayrımsız işlerlik ka-
zandırmak ve sonuçlarıyla birlikte genel bir af geliştirmek; haksızlı-
ğın giderilmesi ve barışın sağlanmasının temel koşullarıdır. Eğer
devlet ve devletler Kürt halkına yönelik bu asgari barış koşullarını
yerine getirmezlerse, Kürt halkına ve öncü güçlerine düşen görev,
gerektiğinde yüz yıl sürecek kapsamlı bir meşru savunma savaşına
hazırlanmaktır. Tüm coğrafyanın uygun alanları, dostluk ilişkileri ve
kitle temeli buna göre kullanıma hazır olur. Meşru savunma ordusu
gerekirse yüz bine çıkarılır. Güç büyütme kendi varlığını korumaya
bağlıdır. Bir bölükle sağlanıyorsa bir bölükle, yüz bin kişiyle sağla-
nıyorsa bu sayıda kişiyle meşru savunma durumunun sürdürülmesin-
den başka çare yoktur.
Kürtlerin mevcut durumu stratejik saldırıya dayalı bir savaşa pek
imkan vermez; verse de bu gereksizdir. Bunun kayıpları kazançların-
dan kat be kat büyük olacaktır. Ama yıllarca sürse de stratejik bir öz
savunma savaşını verebilecek durumdadır. Bunda hiç kaybı olmaz.
Belki bazı insan kayıpları olabilir. Zaten doğal ölümün kaybettirdik-
leri, savaştan az değildir. Ama kazanacakları çoktur. Onurunu, varlı-
ğını, kültürünü, bilincini, iradesini ve parça parça anayurdunda en
azından savaş ortamında da olsa yaşamasını kurtaracaktır. Her geçen
gün uyanacak, dost kazanacaktır. Bir gün komşu halklar ve insanlık
da kazanacaktır. Dolayısıyla meşru savunma savaşının geleceği var-
dır. Çıkmazı yoktur. İçte barınamazsa dışta, ovada olmazsa dağda,
dağda olmazsa şehirde, silahlı olmazsa silahsız, silahsız olmazsa si-
lahlı, legal olmazsa illegal, illegal gerekmezse legal –ekonomik, sos-
yal, siyasal ve askeri– her biçimi deneyerek, varlığını ve kültürünü
koruyabilecektir. Kaldı ki, çağımızda en güçlü devletlerin bile kültü-
rel varlıklara saldırdıkça, insan haklarını tanımadıkça dünya tarafın-
dan tecrit edildikleri bir çağı yaşıyoruz.
Tüm bu hususları tekrar da olsa şunun için yazıyorum: Kürtlerle
barıştan kaçınılamaz. ‘Ne barış ne savaş’ durumu sürdürülemez. Da-
yatılacak savaşların ‘Pirus Zaferi’nden daha fazla kazanım sağlama-
374
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
sı düşünülemez. O halde fazla bile sürdüğü söylenebilecek 15 Ağus-
tos Atılımı’nın barışını gündemleştirmek gerekli ve gerçekçidir.
Devletin birçok çağdaş örnekleri gibi gerekli adımları atması menfa-
atleri gereğidir. Kürtlerin istedikleri sadece varlıklarına saygı, kül-
türlere özgürlükler ve tam demokratik sistem işleyişidir. Bundan da-
ha insani ve mütevazı bir çözüm de düşünülemez. PKK’nin içine gir-
diği yeni meşru savunma düzeni yüksek sorumluluk gereğidir. Dev-
let veya devletler buna gereken karşılığı göstermelidir.
Bu ana çerçevede bir barış arayışının benim için savaşı geliştir-
mekten daha değerli olduğunu, İmralı süreci öncesinde de çeşitli ve-
silelerle göstermiştim. 1998 yılının 1 Eylül’ünde tek taraflı ateşkes
ilanı, dolaylı diyaloğa olumlu yaklaşım ve Türkiye’nin üst komuta
kademesine mektup bu çerçevedeydi. Cumhurbaşkanı Özal ve Baş-
bakan Erbakan’la dolaylı temaslar da bu arayış çerçevesindeydi.
Defalarca bu hususları belirttim. İmralı sürecinde barış üzerinde da-
ha da yoğunlaştım. Bunu herhangi bir taviz karşılığında değil, insa-
ni ve siyasi bir görev olarak belledim. Barışın teori ve pratiği, en az
savaşın teori ve pratiği kadar gereklidir. Barış eğer sınırlı da olsa öz-
gürlük çıkışlarına açıksa, en büyük kazanım sağlayan savaşlardan
daha öncelikli olarak tercih edilmelidir. Barışın duygu, bilinç ve ira-
desinin daha soylu ve güçlü olduğuna da inanıyorum. Barışını öz-
gürce sağlamış bir halkın her zaman örgütlü ve bilinçli olduğuna ve
haklarını barış içinde daha rahatlıkla elde edebileceğine inanıyo-
rum. Barışın zayıflık değil güçlülük olduğundan kuşku duymuyo-
rum. Milliyetçi dogmalara esir düşerek, ‘kutsal vatan-bayrak-dev-
let’ adına sergilenen demagojik ifadeleri faşistçe yalanlar olarak de-
ğerlendiriyorum. En tutarlı yurtseverliğin tüm kültürel varlıklara
saygı gösterilmesinden geçtiğine inanıyorum. Ulusuna en çok ya-
rarlı olmak isteyenlerin, bunu ancak kendi kültürleri kadar tüm
halkların kültürlerine saygı göstererek gerçekleştireceklerine de
eminim. 21. yüzyıl Kürt barışına tanık olacaktır. 20. yüzyılın başla-
rında Kürtler ve Türkler emperyalist oyunlara karşı birlikte ulusal
kurtuluş savaşları verdiler. Eksiklikleri –nedenleri ne olursa olsun–,
demokratik sistemi ve özgür birlikteliği cumhuriyetle birlikte ger-
çekleştirememeleridir. Önlerindeki görev, bu sefer 21. yüzyılın baş-
larında başarılmayı beklemektedir. Bu başarı Türkiye’nin Ortadoğu,
Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya’da öncülük rolüne yükselmesine
de yol açacaktır.
375
Sümer Rahip Devletinden
İmralı yaşam sürecim, şüphesiz barış olgusunu derinliğine dü-
şünmemde katkıda bulunmuştur. İmkanlar dahilinde bunun sonuçla-
rını dışarıya yansıttım. Son iki yıldır Türkiye ortamının yumuşama-
sında bu çabalarımın rolü belirleyici olmuştur. Özellikle siyasi elit-
ten, parlamento ve hükümetten beklenen adımların atılmaması, da-
ha fazlasına yol açmasına ve daha kalıcı bir barış şansına fırsat ver-
memiştir. Ben ölümden korkarak bu tavra girmiyorum. Bunun fay-
da ve çare getirmeyeceğini de biliyorum. Ancak ideolojik kimliği-
min gereği olarak adımlar atmamın da yanlış yorumlanmamasını ve
üstüne yanlış hesaplar kurulmamasını önemle belirtme gereği duyu-
yorum. Bana uygulanan, bir çürütme sistemidir. Zaten ne tür bir
komployla buraya alındığım bilinmektedir. Komplocuların gelenek-
sel Anadolu, Mezopotamya ve Türkiye üzerindeki emellerine daha
fazla fırsat tanımamak, siyaseti kan ve savaş üzerinde yürüten geri-
ci şoven kesimlere daha fazla fırsat vermemek için, tüm Türkiye
halkının yararına olan barış ve özgür birliktelik tavrımı sürdürmek-
te kararlıyım.
Ayrıca benim imhamın yalnız şahsımla sınırlı olmadığını, böyle
olsaydı fazla açmayacağımı ve mesele yapmayacağımı belirtmiştim.
Fakat halen yürürlükte olan komplo nedeniyle, imhamın zincirleme
tüm yoldaşlardan, dostlardan ve dürüst bağlı yurtsever halkımızdan
on binlercesinin imhası için bir başlangıç olarak kullanılacağını çok
iyi bildiğimden, böyle bir olasılık gündeme girdiğinde ve bir tehlike
olarak ortaya çıktığında topyekün hazırlık, ayağa kalkma ve meşru
savunma düzenine çekilme zorunluluk arz etmektedir. Barış için en
makul adımları bile atmayanlardan her şey beklenebilir. Komployu
boşa çıkarmak daha çok çaba istemektedir. Çürütme tarzının nereye
götürmek istendiğini iyi hesaplamak gerekir. Bana başta intihar etme
biçimi dayatılmıştı. Benden sonrası birçok alanda planlanmıştı. Tala-
bani’ninki sadece bir tanesidir. Barzani’ye bağlı olan planlar da var-
dır. Her ilgili ve iddialı gücün bir planlaması vardır. Bu planlar orta-
dan kalkmadı, zamana yayıldı. Türkiye’nin çözüm tarzının ne oldu-
ğu hiç bilinmemektedir. Ama çürütmeye çalıştığı, zaman içinde lehi-
ne olan en uygun alternatifleri kolladığı açıktır.
Bizim tavrımız bilinmektedir. Meşru savunma güçlerinin dört
komşu devlet içinde barış ve demokratik birlik çözümünü sağlaya-
cak nicelikte ve nitelikte olması şarttır. En mütevazı barış bile en
sağlam ve en güçlü bir meşru savunma kuvveti gerektirir. Hangi dev-
376
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
let veya devletler saldırırsa saldırsın, hepsine karşı yetkin plan, ha-
zırlık ve üslenmeleri tüm derinlik ve genişlikte olmak durumundadır.
Barış ve demokratik çözümün şansı ancak arkasında her tür saldırı-
ya dayanabilecek bir meşru savunma düzeni olduğunda olabilir. Tek-
rar ediyorum: Bu, dört devlet için de geçerlidir. Bu temelde geniş bir
sivil toplum çalışmasına ve demokratik çözüm güçlerinin ittifakına
dayalı bir siyasi çalışmaya ihtiyaç vardır. Barışı ve demokratik çözü-
mü esas olarak sivil toplum çalışmaları ve demokratik ittifak güçle-
ri sağlayacaktır. Yurt dışının ve meşru savunma güçlerinin ancak bu
çalışma ve ittifakları güçlendirmeleri oranında gelişmeler olumlu ve
hızlı olabilir.
Koşullar ne kadar ağır da olsa dayanmaya çalışacağım. İmralı ya-
şamımda sabır, anlam ve cesaret üretmek benim için zor olmayacak-
tır. Fiziki zorluklar iradem dışıdır. Daha da olumlusu, hem genel ta-
rihi hem de Özgürlük hareketi tarihini İmralı’daki duygu ve düşünce
gücümle sık sık değerlendireceğim. Bazı edebi çalışmaları planlaya-
cağım. Şunu belirtebilirim: Duygu ve düşünce gücümün İmralı aşa-
masını kavramak olağanüstü önemde ve güçte olmaya götürür. Ta-
rihsel büyüme ve büyüklük, benim İmralı’daki gerçekliğimi paylaş-
maya ve temsil etmeye şiddetle bağlıdır. Tarih ve güncelliğin bu ka-
dar amansız ve yoğun yaşanması, benim gibi bir yapıda bunu göz-
lemleyip sonuç çıkarmak, kendine güvenenler için büyük güç verdi-
ği gibi, büyük görevleri yükler. Kendimi abartmayı sevmiyorum.
Ama kıyaslamalar için İsa, Paulus, Muhammed, Lenin, Stalin vb.
sonrası örnekleri sık sık gözden geçirmede yarar vardır. Bu savunma
tarzı çözümlemenin birçok ufuk açıcı, düşünce ve duyguyu zengin-
leştirici etki yaratacağına ve ihtiyaçlara önemli oranda cevap verece-
ğine inanıyorum. Ama eğer kendileri için onurlu bir barış ve özgür
yaşam istiyorlarsa, herkesin olağanüstü bir dönemin koşullarına has
çabalarını katmalarına ihtiyaç vardır.
Halen devletin, PKK’nin ve halkın yükünün yüzde doksanını ben
kaldırıyorum. Bunu kendim için onur biliyorum. Ama yük kaldıra-
mayanların yücelme ve büyüme şansları da pek yoktur. Onun için
özverili, cesur ve başarılı tarza alabildiğine yüklenme ihtiyacı vardır.
Böylesi dönemler bir iki yüzyılı belirleyecek ağırlıktadır. Bunun
böyle değerlendirilmesi, yüzyılların cüceleşmesini aştırır; tarihe la-
yık diyebileceğimiz dönemlerin, soylu güçlerin varlığına ve kişilik-
leşmesine yol açar. Bu şansın kullanılmamasından kendi adıma de-
377
Sümer Rahip Devletinden
ğil, herkes adına üzüntü duyuyorum. Cennetin yaratılabileceği bu
topraklar böyle ilkel, molozlar yığını halinde kalmamalıydı. Umudu-
mun büyüklüğü her zamankinden daha güçlüdür. Yetersiz paylaşma-
yı ve temsil etmemeyi, sizler ve hatta anlayış sahibi tüm insanlar adı-
na bir kayıp ve üzüntü kaynağı olarak görüyorum. Ben bu kadar doğ-
ruların, özgür yaşam tutkularının ve güzellik peşinde olanların üstün
başarmamalarına hiç anlam vermedim. Dolayısıyla her zamanki ba-
şarı ve çözüm beklentilerim yüksektir.
Küçümsenmeyecek uzunlukta ve yoğunlukta geçen bu yaşam dö-
nemlerimin bir eleştiri-özeleştirisini yapmak gerekli ve hayli öğreti-
ci olacaktır. Taslak düzeyinde ve tanımlamalar biçiminde ana başlık-
lar halinde sıralamaya çalışacağım.
a- Doğu toplumlarında bireyselliğin yaşanma zemini Sümer rahip
düzeninden beri sürekli çoraklaştırılmıştır. Bireyin nasıl yaşayıp dü-
şüneceği binlerce yıl önceden kararlaştırılmış ve kader olarak sunul-
muştur. Bu ise, özünde köleci egemenliğin gökyüzündeki sabit düze-
nin yeryüzündeki düzeni olduğu anlayışına dayanmaktadır. Mitolo-
jik ve dini düşünce tarzı bu sistemi sürekli yetkinleştirmiştir. İlk kö-
leci toplumsal koşullardan ötürü, bireyin kendine ait gölgesine bile
sahip çıkamayacak kadar sisteme bir uzuv gibi bağlanması, bireysel-
liğe baştan beri en köklü darbeyi vurmuştur. Sümer mitolojisinin
başlattığı bu kişiliksizleştirme misyonu, tek tanrılı dinlerce daha da
katı inanç kurallarına bağlanmıştır. Bireyin herhangi bir konuda ya-
ratıcı bir düşünce ve duyguya kapılması günah olarak damgalanmak-
ta ve toplumdan dışlanmasına yol açmaktadır. Buna güç getiremeyen
birey egemen düşünceye hemen teslim olmaktadır. Giderek yayılan
ve derinleşen despotizm, tüm Doğulu bireylere güçlü bir kader anla-
yışını egemen kılarak yönetimini kolaylaştırmaktadır.
Kendi düşüncesine güvenmesi şurada kalsın, birey böyle bir yete-
neğinin olup olmadığının bile farkına varamaz duruma getirilmiştir.
Ona düşen, kendisine sunulanı olduğu gibi kabul etmektir. Gök dü-
zeni veya tanrısal düzen adı altında köleci uygarlık sisteminin muaz-
zam güç kazanması ve bireyin güç kaybetmesi, artık doğallık ve ka-
der gibi karşılanacaktır. Her yeni gelen devlet ve monark bu sistemi
bir adım daha ileri götürmekten başka bir rol oynayamaz.
b- Doğu toplumunda bireyin bu resmi ideolojiye verdiği yanıt,
mistisizm tarzı gizli düşüncesiyle peşinde koşmak biçiminde olmuş-
tur. Tarikatçılığın da ilk biçimleri olan kendine göre resmi dini yo-
378
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
rumlama grupları hiçbir zaman sisteme alternatif olmamışlardır.
Felsefi düşünceyle Batı uygarlığının temeli atılırken, Doğu uygarlı-
ğında sürekli gelişen mitolojik düşüncenin giderek dini inanç sevi-
yesine indirgenmesiyle daha da tutuculaşması sağlanmıştır. Başlan-
gıçtaki sınırlı kuşkuculuk yerini dogmalara tam inanmaya bırakmış-
tır. Tanrı kelamı dendikten sonra, artık bağımsız düşünmenin anla-
mı kalmamıştır. Buna yeltenmek, tanrıya karşı gelmektir. Hiçbir bi-
rey tanrı kelamından daha doğru konuşamaz. Doğulu bireyin kendi-
ne ait düşünceleri yoktur. Yüzyıllardan beri ezberlenen klişeleri, ha-
zır düşünce kalıpları vardır. Yaratıcı fikir peşinde koşmaya gerek
yoktur. Hepsi kitaplarda yazılıdır. En bilgili kişilik, kitaptaki bilgi-
leri en çok ezberleyendir. Mistik yorumlar yapıldığı zaman zındık-
lıkla suçlanmıştır. Bireye resmi ideolojinin egemenliği katmerli ola-
rak sağlanmıştır.
Tüm Asya ve Ortadoğu’ya egemen olan bu tarz Greklerde bir kı-
rılmaya uğramış; Grek toplumu bu tarzın fazla gelişmesine ve kabul-
lenilmesine zemin sunmamıştır. Felsefi düşüncenin ilerici özelliği,
daha çok benimsenmesine yol açmıştır. Batı uygarlığı ilk temelini bu
tür felsefi düşünceyle atmıştır. Bunun özünde birey düşüncesine ön-
celik tanımak yatar. Böylelikle Doğu-Batı arasındaki ayrım bireysel-
lik temelinde açılmaya başlar. Batı’da birey akıl gücü ve yaratıcılı-
ğıyla ilerlerken, Doğulu birey gittikçe daha da anlamsızlaşan dogma-
lara boğularak tümüyle silinir.
Doğu’da çoraklaşma bu dogmatizme dayanır. Artık bireyler dog-
manın ak ve kara gözlüğüyle dünyaya ve evrene bakacaklardır. Bu
gözlüklerle bireyin neyi hangi renkte göreceği önceden belirlenmiş;
hangi duyguyu nasıl yaşayacağı da en ince detaylarına kadar kural-
larına bağlanmıştır. Nasıl göreceği ve neyi konuşacağı öz olarak
binlerce yıldan önce, hatta ezelden beri kararlaştırıldığına göre, keş-
fedilecek ve yaratılacak bir şey yoktur. Sonuç, alık alık bakmaktır.
Dünyayı ve ülkeyi tek renkli sudan ibaret sayma gibi görmektedir.
Doğada kanun ve keşif aramamaktadır, çünkü bunların hepsi tanrı-
ya hastır. O düşünür, kelamıyla bize bildirir. Özce Doğulu birey bu
tarz düşünceyle bütün düşünsel ve duygusal yeteneklerini, büyük
uygarlık kazanımlarını yitirirken, Batılı birey adeta ormanı yeni
keşfetmeye çıkıyormuşçasına, her gün yeni duygu ve düşüncelerle
dünyayı cennet gibi görmeye ve sınırsız güç kaynağı olarak keşfet-
meye çalışacaktır.
379
Sümer Rahip Devletinden
c- Benim çocukluktan itibaren işlediğim günah, aslında beş bin
yıllık geleneğe başkaldırmamdan kaynaklanmıştır. Köydeki şiddetli
anlaşmazlıklar ve kuşkular derindeki sistemi ilgilendirmektedir. Aile
içinde ve köy toplumunda akla ve özgürlüğe uygun bulmadığım her
şeye başına buyruk yaklaşmam, beş bin yıllık geleneği sarsma anla-
mına geliyordu. Ana ve babanın özgün konumu, birbirlerini etkisiz-
leştirmeleri, feodal toplumun çok zayıflamış bulunması ve köyde
despotik bir başın bulunmaması, geleneksel ortamın kırılması anla-
mına geliyordu. Ananın daha çok neolitik topluma özgü karakteri,
köleci kalıpları daha da zayıflatmış oluyor. Babanın sistem adına id-
diasızlığı, önümdeki sahayı daha da açmış bulunuyor. Bireyselliğim
bu ortamı değerlendiriyor. Mesafe aldıkça daha çok kendine güveni-
yor. Köylülerin alaycılığı beni yıldırmıyor. Önümü tutacak başka
otorite kalmıyor. En büyük otorite olan babaya köy ortasında isyan,
aslında beş bin yıllık Sümer rahip düzenini kökünden sarsıyor. Aile-
nin ve köyün beni terbiye etme gücü yetmiyor. Artık kendi yolumda
yürüyecek güveni kazanmışım. Doğu toplumsal kalıplarını yıkan ço-
cuktan umut beklenebilir.
‘Yedi yaşında neyse 70’inde de odur’ sözündeki hakikat payıyla
da olsa, burjuva toplumunun ve cumhuriyet kurumlarının beni dur-
durması zordur. Kaldı ki, biçimsel de olsa, kendileri de birçok yön-
den feodal toplumla çelişme halindedirler. Bu işime yarayacaktır.
Yanı başımda bulunduğum devrimcilik eğilimi bunu daha da besle-
yecektir. Ortadoğu’ya yol aldığımda, İbrahim’in putlarını kırması gi-
bi, aslında ben de beş bin yıllık geleneklerin önemli bir kısmını kır-
mıştım. Tabii artık kalacak durumda olunamaz. Ya dağlara çekiliş, ya
hicret, ya da kahramanlık eylemi beni bekleyen akıbettir. İki bin yıl
gecikmeyle İbrahimlik bir işin yapıldığı sonradan daha iyi anlaşıla-
caktır. Çocukluktan itibaren, kendine özgü koşullar altında başlarda
pek farkında olmazsam da, aslında beş bin yıllık bir uygarlık siste-
mine isyan ettiğim giderek netlik kazanıyor. Bu gerçeklik aynı za-
manda kendine özgü bir devrimcilik oluyor.
d- Türkiye solu ve marksizm sınırlı bir dönemin devrimciliğidir.
Kapitalizme karşı, onun fideliğinde edinilmiş kişilikle mücadele et-
meleri başarısızlıklarının esas nedenidir. Özünde kapitalist sistem-
den kopmamışlardır. İyi niyet, radikal antikapitalistlik kendi başına
sistemi aşmaya yetmiyor. Mevcut yaşam ve kişilikleri, kapitalizmin
de dayandığı devleti aşacak ve dönüştürecek yetenek ve güçte değil-
380
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
dir. Biraz daha gelişmiş ve belli bir bilimsellik temeli olan eski çağ-
ların mistik tarikatlarının çağdaş biçimleri olmaktan öteye gideme-
yecekler, kapitalizmin en sol ucu olmaktan kurtulamayacaklardır.
Kapitalist devrimcilik de, bütün antifeodalizmine karşın, onun fide-
liğinde yetişecektir. Birçok zihniyet ve ruhsal kalıpları orada edine-
cektir. Sınıflı toplumun genel biçimi olarak uygarlık, hepsine ortak
ana özellikler kazandıracaktır.
Uygarlığın kendisi bütünsel bir sistemdir. Gerçek bir devinim, an-
cak bu bütünselliği çözümlediği oranda farklı bir toplumsal devrim
olduğunu iddia edebilecektir. Her yeni gelen uygarlığın eskiyi yıkma
değil yetkinleştirme rolü vardır. En son reel sosyalizmin de yaptığı
budur. Bu, sistemi aşamadığının bir kanıtıdır. Bu sistemin sol ve sağ
olarak Türkiye toplumuna yansıması, daha bozulmuş ve zayıflamış
olarak gerçekleşecektir. Benim konumum, hem resmi burjuva toplu-
mu hem de onun sol uzantısıyla ancak geçici ittifak yapabilir. İkisi-
nin iç içe erimeleri beklenemez. Teorik olarak doğru olan bu husus
pratikte de gerçekleşecektir. Hem genelde Marksizm ve reel-sosya-
lizmden mesafeli duracağım, hem de onun Türkiye versiyonunu ben-
zer bir biçimde karşılayacağım. Ortadoğu’nun daha silik kopyaları
karşısında benzer bir tavır koymam doğaldır. Onların ne devlet, ne
de devrimcilik ve sol yapılanmaları içinde eriyebilirdim. Kendi yo-
lumda yürümem kaçınılmazdı. Ne kadar yalnız da olsam, çizilen yo-
lun anlam derinliği ve yüceliği apaçıktı. Ortadoğu toplumlarında ilk
defa eski ve yeni tüm sömürücü sistemleri karşısına alıyor ve eşitlik-
le özgürlüğün son sınırlarına kadar uzanmasına yatkın bulunuyor-
dum. Sistem arayışım Ortadoğu kökenli uygarlığı aşacak kadar de-
rindir. Batı sistemini olduğu gibi kabul etmeyecek kadar kimliğine
bağlıdır. Bu durum sonuçta dünyanın emperyalist sisteminin tümünü
karşısında buluyor. Ortadoğu toprağına dogmatizmden kurtulmuş bir
arayış içinde baktığım kesindir. Buluşçu yetenekler olmasa da, dog-
matizmlerin tüm eski ve yeni biçimlerinden sıyrılmak, bambaşka
duygu ve düşünceler verir.
e- Ben bu özgürleşmiş duygu ve düşüncenin gücünü ve zevkini ta-
nıdım. Belki uzun uzun roman türü anlatımlarla bakış açılarımı ve
yaşam hayallerimi çözümleyebilirim. Ancak kördüğüm çözülmüş,
ak-kara at gözlüğü atılmıştır. Beş bin yıllık tanrısal güçle korunmuş
olan dogmatizm bütün kutsallığıyla ancak müzelik olabilecek bir ko-
numa indirgenmiştir. Ortadoğu’nun en eski bilgelerine ve gerçek
381
Sümer Rahip Devletinden
devrimcilerine yaklaşılmıştır. Tarihe olağanüstü zenginliği içinde
hem duyguların sel gibi akışı, hem düşüncenin şimşek gibi çakışıyla
yaklaşılmaktadır. Çorak ülke gitmiş, her tarafı eski kutsallığına ka-
vuşmuş renklerle dolmuştur. Her köşe başı ‘Gel beni de anla ve çöz’
dercesine çağrı yapmaktadır. Tüm mezardakiler adeta mahşerde di-
rilmişçesine daha yakın ve canlılık kazanmış gibiler. Aslında dogma-
tizmin siyah perdesi yırtılınca, her şey olanca renk, ses ve anlam zen-
ginliği ve güzelliği içinde çağrı yapar gibidir. Perdenin yırtılması
derken belki de anlatmak istedikleri her şey gözler önündedir. Tanrı-
ların ve despotların yasakladığı ülke ve düşünmekten alıkoyduğu in-
san artık kendisinin olmaya başlıyor. Beş bin yıl önce koparıldığı
kutsallıklar dünyasıyla, dost insanlarıyla buluşuyor. Hakim sınıf pa-
radigmalarının yıkılması denen gerçeklik bu olsa gerekir. Yeni hü-
manizm, rönesans böyle başlıyor. Anlıyorum. Avrupalı bireyler de
kendi uygarlıklarını geliştirirken böyle başlamışlardı. Fakat bu bir
taklit değildir; Ortadoğu topraklarında yürüyüştür. Avrupa’nın tekra-
rı olamaz. O dünkü çocuk gibidir. Ortadoğu’nun kendi rönesansı
kökleri temelinde olacaktır. Avrupa ancak bu kitabın özgürlük desta-
nının bir bölümü olabilir.
Eleştirisel dünya böyle açılıp gelişiyor, dallanıp budaklanıyor.
Mühim olan, yaşamımın itirazlarının gerçek bir eleştiri silahına dö-
nüşmüş olmasıdır. Bilimsel temele oturarak, dogmatizmleri parçala-
yarak, kof ütopyaları yıkarak daha insancıl, tarih ve geleceğine daha
bağlanmış, somutu alabildiğine zenginliği içinde yakalamış bir duy-
gu ve düşünce sistemine ve ütopyasına ulaşmış gibiyim.
f- Kendimi tümüyle dogmatizmden kurtarmış saymıyorum. Ne
acıdır ki, uzun süre dogmaların etkisi altında hareket ettiğim doğru-
dur. Ne kadar doğru ve gerekli de olsa, dogmaları insanın önüne ve-
ya üstüne koymuş olma hatasına ben de düştüm. Kural gereği insan-
ları yürütmeye bu kadar bel bağlamanın Sümer rahip düzeninden
kalma bir gelenek olduğu kesindir. ‘Bu kanundur, kuraldır, nizamdır’
dendiğinde, hep kullaştırıcı sistemi aklınıza getireceksiniz. Kurallar
gereklidir, ama hiçbir zaman insana hükmedecek soyutlukta olması-
na müsaade edilmemeliydi. Kurallar belki yüceltir; en büyük devlet-
lerin ve uygarlıkların kuruluşuna da yol açar. Ama sonunda gerçek-
leşen, insanın, soyumuzun köleleşmesidir. Hiçbir gelişme köleliliğin
savunu gerekçesi olamaz. Bir sisteme ancak insanın zaten çok zor
olan dünyasını kolaylaştırdığı oranda değer ve yer verilebilir. Gele-
382
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
cek adına, tanrı adına, devlet, ulus veya herhangi bir büyüklük adına
insanı kurban etmeye izin veren hiçbir sistemi insanlık adına kabul
edemeyiz. Bu günlerde çok seslendirilen kanunlar, devlet, insan için-
dir. ‘Öyle olmalıdır’ sözü bile ne kadar haince hareket edildiğini ka-
nıtlamaktan öteye bir anlam ifade etmiyor.
Bu lanetli geleneğe düşmüş olmam, en azından en iyisini yoldaş-
lık adına istemiş olmama rağmen, bu geleneğin gücünü hesaplamış
olmamam gerçek bir özeleştirim olarak kalacaktır. Hep şöyle düşü-
nen ben değil miydim: Genel doğruları sonuna kadar verdim, asga-
ri eğitimlerini bizzat yaptım, gerisi onların görevidir; görev alanla-
rında başarmamaları düşünülemez! Kuralların gücüne güvenmiş-
tim. İnsanı somut gerçekliği içinde anlamaktan uzaktım. Eğer karşı
tarafın kuralı içindeyse, melek de olsa, ona ne yapılsa haktır. Bu da
egemenlerin lanetli geleneğinden kalma bir inanıştır; dogmanın
kendisidir. Yüzlerce grup grup yoldaşlar yürürken, tanrıya inanmış
biri gibiydim. Onlar yüce buyrukların gereklerini her koşulda muci-
zevari biçimlerde başaracaklardır. Dogmatizm buydu. Gırtlağına
kadar içindeymişim.
Çağımızda bilimin dogmatizmden kurtulduğunu söylemek büyük
aldatmaca olur. Tersine bilimcilerin bilimsellik adına yaşadıkları
dogmatizm, mitoloji üreten rahip dogmatizminden daha tehlikelidir.
Hiç olmazsa rahiplerin atom bombaları yoktu. Bir de onlar yaptıkla-
rı işin sonuçlarıyla müthiş ilgiliydiler. Günümüzün modern rahipleri
olan bilim adamlarının, profesörlerin bu yönlü gayretlerinin olmadı-
ğı, bilim tapınaklarından, üniversiteler başta olmak üzere okullardan
ötesiyle hiç ilgilenmemeleriyle kıyaslarsak, mitoloji doğuran rahip-
lerle din doğuran peygamberlerden çok uzak ve sorumsuz oldukları
görülecektir. Başta devlet olmak üzere, sorumluluk arz eden diğer
tüm kurumlarda yoğunlaşmış olan dogmatizmin temsilcilerinin mut-
laka yakın anlamda birer esir gibi davrandıkları veya esir kılındıkla-
rı da görülmesi gereken diğer bir gerçekliktir. Çağımızın dogmatiz-
minde en tehlikeli yan, kendini bilimsellikle aldatmasıdır. Sonuç Hi-
roşimalardır, Halepçelerdir. Dogmatizm genelde toplumsal gerçekli-
ğin, özelde sınıfsallaşma olgusunun bir ürünüdür. Eğitimin en güçlü
silahıdır. Kolay terk edilmesi düşünülemez. Tek etkili karşı koyuş si-
lahı, düşündükleriyle yaptıklarını bireyde alabildiğine yoğunlaştır-
maktan geçer. Formüle edersek, öz yaratıcı anlamda ve tüm sonuçla-
rını hesaplamak kaydıyla ‘düşünebildiğin kadar yap, yapabildiğin
383
Sümer Rahip Devletinden
kadar düşün’dür. Bu genel hastalığa karşı gelişmiş bir sorumlulukla
hareket etmekten başka çare şimdilik gözükmemektedir.
g- O zaman şu soruları peşi sıra kendime sormam gerekir: Pratik
tarzınla doğruların arasındaki uçurumlar büyüdüğü zaman, mevzi
değiştirmeler ve bizzat pratik sahaya inmeler gerekmez miydi; bu
daha doğru olmaz mıydı? Vereceğim genel yanıtları ilgili bölümler-
de çözmeye çalıştım. Birer cümleyle tekrarlarsam, aileye ve köye
karşı isyan gerekliydi. Bu soylulaştırıcı eylemi hep saygıyla karşıla-
yacağım. Binlerce yıllık dogmalara başkaldıran çocuklara, onların
hayallerine öncelik vereceğim. Daha sonra yapmaya çalıştıklarım gi-
bi yanıtlar bulmaya devam edeceğim. Burjuva toplumuna ve cumhu-
riyet kurumlarına karşı uzlaşma arayışlarımın genelde doğru olduğu-
na ilişkin anlayışımı sürdürmekle birlikte, bunun alternatiflerini ge-
liştirmeyi ve düzeltilmesi gereken yanlarını radikal bir yıkış eylemi
yerine, çok sağlam bir meşru savunma düzeni gücüyle karşı koyup
uzlaşmayı derinleştirerek dönüştürmeyi daha doğru bir yol ve yön-
tem belleyeceğim. İnsanlık anlayışım, zorunlu meşru savunma anla-
yışı ve araçları dışında, hiçbir şiddet aracına ve devlete geçiş izin ve-
remez. İnsanlar ve topluma karşı devlet (klasik olarak sınıfsal yöne-
tim aracı) aracına asla bulaşmayacağım. Klasik devlete ve toplumsal
yönetim tarzına kendi anlayış ve pratiğimde yer vermeyeceğim. Kar-
şı bir güçle bunu yıkarak yerine yenisini kurmak bir aldatmacadır.
Buna karşılık, toplumun genel koordinasyonu ve teknik düzenleme-
sine dayanarak, hiç silahı ve fiziki gücü kullanmayan sivil ekiplerle
yönetmeyi esas alacağım. Reel-sosyalist sapmaya düşmeyeceğim.
Fakat tüm dünyaya karşı tek bir insandan başlayıp, tüm insanlığa ve
halklara kadar, gerektiğinde ve zorunlu olduğunda kutsal meşru sa-
vunmayı sonuç alınıncaya kadar sürdüreceğim. Bu anlamda “bir in -
san dünyayı yener” sözüne bağlı kalacağım.
Dolayısıyla Özgürlük hareketini gerektiğinde tüm dünyaya karşı
savunmak doğruydu. Taktik anlamda acaba onların içine yürüyerek
mi daha iyi sonuç alınır, yoksa dağlara veya halkın içine daha çok
çekilerek mi? 1980 başlarında, Zagroslar’a üslenmem bir yol olabi-
lirdi. 1990’ların başlarında Körfez Savaşı’yla birlikte buraya yönel-
mem, şüphesiz olumlu veya olumsuz anlamda önemli sonuçlara yol
açabilirdi. Fakat tüm bunlar varsayımdır. Belki de bir yol kazası ya
da içte ve dışta sayısız ihanetlerin yaşandığı bir dönemde, buralarda
çoktan bir ihanetin kurbanı da olabilirdim. 1996’larda yönelim yine
384
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
düşünülebilirdi. Çünkü yaptığım bütün çalışmalar, dağın hayvanlaş-
tırıcı etkisi altında değirmen gibi öğütülüp yok ediliyordu. Tedbir
olarak bizzat gitmem önemli sonuçlara yol açabilirdi. Bu imkan ve
zorunluluk en son 1998 yaz başlarında doğmuştu. Ciddi istihbarat-
lar vardı. 1996 Şam bombalamasıyla alanı kesin olarak terk etmek
doğru olabilirdi. Fakat genelde bir diğer anlayış, ana mevzilerini
son demine kadar dostlukların gerekleriyle korumaktı ve bu bir na-
mus anlayışıydı. Dostlarınla bir mevzide isen, kaçış anlamına gele-
bilecek bir tavır dostluğa ihanet olurdu. Bu yüzden tehlikeler çok
açık olduğu halde, tarihi gelişmelerin zorlamasına rağmen, mevzi
değiştirmedim. Benim dostlarımın zayıf olmaları ve moral ilkeye
bağlı hareket etmemeleri onları ilgilendirir. Ben dostluk anlayışım-
dan vazgeçecek karakterde bir insan değildim ve hiç olmayacağım.
Beş yaşındaki bir çocuk da beni ölümüne kandırsa, yine de dostluk
yolunda yürümeyi esas alacağım. Bu bir tercih meselesi değil, ka-
rakter ve ahlak sorunudur.
h- PKK Merkezi’nin ve ileri kadro düzeyinin yetersizlikleri ala-
bildiğine ortaya çıkmıştı. Buna yanıt olarak binlerce genci eğitmek
yeterli olabilir miydi? Onlardan dar bir grubu alıp yoğunlaştırmaya
tabi kılmam daha doğru olamaz mıydı? Bunlar önemli sorulardır ve
daha önceki sorularla bağlantılıdır. Vereceğim cevap, bir yandan di-
rekt pratik sahaya inmek, askeri ve siyasi sorumluluğu pratikte de
üstlenmek veya dar bir kesimle çok daha fazla yoğunlaşmaktı. Aslın-
da bu iki anlamda da gerekli olana çok yakın çalışmalar yapıldı.
Mevcut tekniğe, yazılara, sözlü kasetlere, telsiz ve telefonlara daya-
narak, büyük yoğunlaşmalar ve pratik saha komutanlığına yakın bir
rol üstlenildi. Fakat yapı çok duyarsız ve yetersizdi. Beş bin yıllık
dogmatizmin narkozunu yiyenler çığlıklarıma yanıt olamıyorlardı.
Kendilerini cayır cayır yakıyorlar, ama yeterli olamıyorlardı. Yeterli
olabilmeleri için askeri ve siyasi-pratik sahayı onlara bırakmıştım.
Bu bir hata olabilir miydi? ‘Tarihte eşi görülmemiş bir yoğunlukta ve
nitelikte bu kadar eğitim aldıktan sonra, mutlaka yeterliliği yakala-
yanlar çıkar’ inancı bende güçlüydü. Fakat gelişmeler benim değil,
çeteci anlayışın güçlü olduğunu ortaya koydu. Yetersizlikleri zama-
nında siyasi ve askeri komuta görevlerini yetkince yerine getirmeyen
Merkez ve kadroya karşı, çeteci anlayış en acımasız cevabı verip
dağlar gibi emeklerimizi neredeyse bize karşı zafer kazanacak bir
ihanete kadar götürdü. Aslında bu konuda en çok eleştiri-özeleştiri,
385
Sümer Rahip Devletinden
yenilenme ve dönüşüm PKK Merkezi’ne ve kadrolarına düşer. Ben
sadece emeklerime layık olunmamanın büyük acılarını çekebilirim.
Ayrıca çıkardığım derslerin sonuçlarını da gösteriyor, yansıtıyorum.
i- Yaşam tarzı, sevgi ve saygı gibi moral ve estetik ilkeye yer ver-
diğimi belirtmeliyim. “Yaşam ya özgür olacak, ya hiç olmayacak”
ilkesine bağlılığım doğuştan ölüme veya sonsuzluğa kadardır. Sevgi
ve saygı, estetik ve özgür ahlakla mümkündür. Bunun merkezine ka-
dını oturtmam doğrudur. Özgürlük eylemiyle doğan özgür kadının
ve etrafında gelişen yaşamın en güzelce ve dostça olacağından kuş-
ku duymadım. Komplekse düşmedim. Erkek egemenlikli din ve top-
lum yerine, kadının en azından eşitliğini gözeten tanrıça ağırlıklı din
ve toplum anlayışına büyük anlam verdim. Bunun oluşması için bü-
yük bir kadın özgürlüğü ve aşkının işçiliğini yürüttüm. Hiçbir kadı-
na, dolayısıyla insana mülk gözüyle bakmadım, baktırmadım. Bu
yolumda da doğruluğundan, ahlaki ve estetik değerinden hiç taviz
vermeden sonsuza kadar yürümem, karakter oluşumumun doğal bir
sonucudur.
Eleştiri-özeleştiri olayını fazla çözümlemek yerine, ilgili konular-
da pratik çözümlere yansıtmak daha önemlidir. Buna her zaman özen
gösterdiğim bilinmelidir. Özellikle İmralı süreciyle birlikte derinliği-
ne kendimi yokladım; öz bilince ve özgür duygulara ulaşmaya ve
bunları paylaştırmak için yansıtmaya ilişkin çabalarımı sürdürdüm.
Mevcut gelişmeler, sözümüzün pratik olduğuna ilişkin belirlemeye
bağlı kalındığını kanıtlamaktadır.
386
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
SON SÖZ
-I-
387
Sümer Rahip Devletinden
değil, daha da kötüsü önce gelin yatağından Avrupa’yı geçirerek, da-
ha sonra yataklarına uzanıp mutluluk aradıkları bir gerçektir. Bunun
kabul edilecek ne siyasi ne de ahlaki bir yanı vardır. Kendimce be-
nim bu tehlikeye karşı bulduğum yanıt özgürlük yürüyüşümdü. Aile
ve köy bentlerini kolayca aşarak dayandığım Türkiye burjuva toplu-
munun ve cumhuriyet kurumlarının duvarlarını da ya delerek ya da
aşarak geçmem mümkün olmuştur. Türkiye soluna, ilericiliğine ve
aydınlığına uzanan uzlaşma ellerim havada kalmaktan kurtulamadı.
Türkiye’nin kendisi bağımlıydı; iç gericiliğine çare diye sarılıyordu.
Milliyetçilik sağının da, solunun da, merkezinin de en etkili silahıy-
dı. Bunu bırakıp kardeşlik hukukuna anlam ve değer verecek durum-
da değillerdi. Parçalayacak ve bölecekler diye tam bir krize tutul-
muştu. Korunmak için saldırı reflekslerinden başka harekete geçire-
ceği bir yeteneği gündemde yoktu.
Tek başıma da olsa, bu kadar anlayışsızlık ve haksızlık karşısında
başkaldırmaktan başka çarenin kalmadığı da bir gerçekti. Hayvanla-
rın bile seslerinin kısılmadığı bir dünyada, dil yasağına kadar varan
baskılara uğramış bir halk gerçekliğinden gelmek çok acıydı ve an-
cak tepkisel bazı yanıtlarla karşılık verilerek insanlık namusu ve
onuru kurtarılabilirdi. Kürtler adına da bu direnme refleksinden öte-
ye daha yaratıcı bir cevap o günkü koşullarda mümkün görünmüyor-
du. Bu gerçekliğin somut ifadesi PKK çıkışıydı. Alelacele çağın en
ilerici olduğu sanılan ideolojik dogmalarına sarılarak içine girilen
yeni dönem, artık tarihsel bir olguydu. Modern çağda tüm halklar
adına yapılan, yapılmaya çalışılıyordu. Başka türlü çağdaşlık müm-
kün olamazdı. Bunun en yakın örneği de Türkiye Cumhuriyeti’nin
kendisiydi. Atılan adımın tümüyle doğrulardan ibaret olmaması ka-
dar, büyük yanlışlıklarla hastalıklı olduğu söylenemezdi. Yol açtığı
değişimler, adalet terazisinde doğrularının daha ağır bastığını göster-
mektedir. Fakat doğru olmak, çözüm ve başarı için tek başına yeter-
li olmamaktadır.
Tarih boyunca egemen ve sömürücü sınıfın dogmalarının en çok
yoğunlaştıkları alanlar olmaları itibariyle, siyaset ve askerlik dünya-
sının doğruları yutup yok etmesi işten bile değildir. Bunun için halk-
lar ve ezilenler adına ideoloji üretmenin, siyaset ve askerlik yapma-
nın özgünlükleri ve ölçüleri sağlam geliştirilmek durumundaydı. Or-
tadoğu’da özellikle bu amaçlı büyük çabalar gösterildi. Kürt halkının
özgürlük iradesinin bir daha kırılmayacak esneklikte ve kalıcılıkta
388
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
oluşturulmasına özenle devam edildi. Dağlarına ve insanlık dünyası-
na sürekli ve yoğun çıkışlar yapıldı. Dostlar –çok yetersiz de olsa–
edinilmeye, dünyanın vicdanı uyandırılmaya çalışıldı. Büyük acıları
ve kayıpları olsa da, özgür Kürt iradesi ve bilincinin yaratılması kar-
şısında, bu ödenmesi gereken bir bedel olarak kabul ediliyordu. So-
nuçta saygı gösterilmesi ve uzlaşılması gereken özgür Kürt olgusu
ortaya çıkarılmıştı. Egemen sınıf lehçesiyle olmasa da, asgari düzey-
de de olsa Kürt sorununda çözüm için bu olgu bir yeterlilik arz edi-
yordu. Mütevazı, ama onurlu bir barış sürecine girilmişti. Anlamlı
bir barış ve kardeşlik dünyası komşu halklarla kurulabilirdi. Devlet
yönetimleri artık barış için adımlar atmalıydılar. Tam bu noktaya gel-
mişken, bilinen 15 Şubat komplosu patlak verdi. Türkiye’den çok
Avrupa, ABD ve İsrail üzerinden geliştirilen bu komplo yalnız beni
ilgilendirmiyordu. Kürt halkının ezici çoğunluğunun ölümüne be-
nimsediği bir Önderlik kurumuna karşı geliştirilmişti. Komplo pra-
tikte tek bir ‘terörist’e karşıymış gibi yansıtılıyordu. Ama hedef, bağ-
lı, dürüst ve yurtsever Kürt halkıyla tüm PKK ve dostlarıydı. Köklü
bir tasfiye planlanmıştı. Çok duyarlı davranmam, duygusal ve bas-
makalıp hareket etmemem gereği açıktı.
Türkiye’nin gerçek çıkarlarının neye bağlı olduğu ve kardeşçe
birlikteliğin doğru tanımlanması bu süreçte daha netçe yapıldı.
Doğru bir meşru savunma anlayışı ve uygulaması, hem Kürt halkı
hem de PKK tarafından benimsenip hayata geçirildi. Bu adımlar da
en az savaş süreci kadar anlamlı ve yerinde atılması gereken değer-
deydi. Savaş kadar barışın da kilitlendiği kişilik olmuştu. Çok ağır
da gelse, barış sürecinin çözümlenmesine ve uygulanmasına yeterli
oranda cevap verdiğim açıktır. Gerisi Türkiye Cumhuriyeti’nin ve
hatta diğer komşu devletlerin geliştireceği tavırlara bağlıydı. Bu ko-
şullar altında başlayan AİHM sürecim basit bir incelemeyle geçişti-
rilecek bir dava olamazdı. Buna anlam verebilmek için Avrupa uy-
garlığını çözümlemek şarttı. Yargılanan, davası gündemleşen ben
değildim, Avrupa’nın büyük sorumluluğu altında neredeyse insan-
lıktan çıkmış bir Kürt halk gerçeğiydi. Bu gerçeği tüm tarihsel ve
güncel boyutuyla gün yüzüne çıkarmadan ve tanıtlamadan, yargıla-
manın ve davanın adil geçeceğini sanmak büyük hataydı; hatta
komplonun devamına alet olmak gibi vahim bir sonuca da götürebi-
lirdi. Bu nedenle Kürt gerçekliği ve sorunu üzerinde yoğunlaşmak-
tan kaçınılamazdı.
389
Sümer Rahip Devletinden
Bu yönlü yaptığım tarihsel ve sosyolojik saptamaların, çokça tar-
tışmalara yol açsa da, zihin açıcı epey bir bilgilenmeye hizmet edici
nitelikte olduğuna inanıyorum. Hatta birçok konuda ilk sayılabilecek
tezlerin geliştirildiğine de eminim. Özellikle Avrupa’nın ağır sorum-
luluğu altında geçen son iki yüzyılın, 19. ve 20. yüzyılların çözüm-
lenmesi doğru yapılmadan bugünün doğru anlaşılamayacağı da açık-
tı. Ana hatlarıyla da olsa, bu yüzyıl çözümlemelerinin doğruları ağır-
lıktadır; daha doğru bir politik ve askeri anlayışa ve pratiğe katkıda
bulunacağı kuşkusuzdur. Kürt halkının özgürlük iradesi anlamında
PKK’yi genel hatlarıyla çözümlememin de doğru ve öğretici olduğu
kanısındayım. AİHM’de PKK ile dolaylı ve direkt ilgili binlerce da -
va görülmektedir. Benim davam da bunlardan bir tanesidir. Doğru
karar ve sonuçlara ulaşmak için, halk gerçekliği kadar, PKK gerçek-
liğinin de objektif olarak değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Benim
davamın Kürt halkı ve PKK gerçekliğinden soyutlanması kabul edi-
lemezdi. Bu, komploya dolaylı olarak alet olmak anlamına gelirdi.
Buna yol açmamak için PKK değerlendirmelerine değişik boyutlar-
da değinmek durumunda kaldım.
AİHM’in benim hakkımda inceleme yapmadan ve karar geliştir-
meden önce veya birlikte, Avrupa demokrasisi ve hukuku açısından
Kürt halkı ve PKK gerçekliği hakkında bilimsel bir inceleme yapma-
sına ve karara varmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Ayrıca şimdiye ka-
dar ciddi bir yetersizlik olarak gördüğüm kopuk bireysel davalar da-
ha gerçekçi demokratik hukuk ölçülerine oturtulmuş olur. Avrupa
uygarlığını değerlendirirken, hem günümüz Ortadoğu’sunu çözüm-
lemek, hem de sosyalizm anlayışımı açıklığa kavuşturmak için önem
verdim. Avrupa uygarlık tarihinin neresindedir? Ortadoğu toplumla-
rına ve uygarlık tarihine neler borçludur? Kendisinin yol açtığı ev-
rensel değişimler nelerdir? Bu sorulara en genel anlamda ve tanım-
lama düzeyinde bazı cevaplar vermeye çalıştım. Avrupa’nın temel
felsefi ve moral yapısını kavramadan, onun geçmişte bir sistem ha-
linde dünyaya dayattığı emperyalist sömürgeciliğine doğru bir yanıt
verilemezdi. Hatta reel sosyalizme yol açmış bir marksist tarzın da
çözülüşü ile birlikte birçok yanlışı ve hatası ortaya çıkmıştı. Günü-
müzde daha çok demokratik hukuk çağı olarak kavramlaştırılan Av-
rupa uygarlığına yaklaşımlar nasıl olmalıydı? Yine dogmatik mark-
sist yaklaşım yeterli olabilir miydi? Eskiye benzeyen bir antiemper-
yalizmin yeni versiyonu olarak antiküreselcilik halkların kurtuluşu-
390
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
na ne getirebilirdi? Buna benzer birçok temel sorun irdelenmeye ça-
lışıldı. Her ne kadar konuyla direkt ilgisi görünmese de, gerçeği tam
kavramak için kavramları doğru anlamaktan başka çaremiz yoktu.
Avrupa uygarlığının geliştirilmesinde önemli katkısı bulunan çağ-
daş demokratik uygarlığı, çözümleyici bir gelişme aşaması olarak
olumlu değerlendiriyorum. Bunu tümüyle kapitalist sistem çerçeve-
sinde değerlendirmiyorum; insanlık tarihinin ortak mirası olarak
yüksek değer biçiyorum. Bu yüzden demokratik uygarlığın emekçi-
lerin binlerce yıllık mücadelelerine yanıt verecek önemli olanakları
barındırdığına inanıyorum. Özellikle temel insan haklarının üç kuşak
gelişmesinin çözümleyici niteliğinin basite alınmaması gerektiğine,
bu haklara dayanarak her ülkede yaşanan somut sorunlara oldukça
yapıcı yaklaşılacağına ve en uygun uzlaşma zemininde buluşulacağı-
na inancımı da belirtmeliyim. Yine bir üçüncü alan olarak düşünül-
mesi gereken sivil toplum ihmale gelmez bir kavramdır. Ne resmi
devlet toplumu, ne klasik feodal veya burjuva toplumu, bu iki top-
lum modeli sorunları çözmenin değil, doğurmanın kaynakları olduk-
larını kanıtlamışlardır. Dolayısıyla meşru savunma hakkını saklı tut-
mak kaydıyla barışçı sivil toplum kuruluşları güncel sorunların çö-
zümünde hayati araçlar niteliğindedir. Bazı klasik sol yaklaşımların
bu araçları ‘emperyalizmin yeni araçları’ diye töhmet altında bırak-
malarını sorumsuz, tersine emperyalizmin oyununa düşmek olarak
anlıyorum.
Bununla birlikte meşru savunma kavramına daha geniş bir açıdan
baktım. Kendisine dayatılan ‘ne savaş ne barış’ durumunu çok ifsat
ve çürütücü bir durum olarak belirledikten sonra, eğer sorumlu güç-
ler, devletler ve hükümetleri gerekli adımları atmazlarsa, Kürt halkı-
na düşen görev kapsamlı, çok iyi hazırlanmış, nicelik ve nitelikçe her
tür saldırıya yanıt veren bir meşru savunma düzenine geçmek ve var-
lığını korumaktır. Onurlu yaşam için bu tek seçenek olarak Kürt hal-
kının önünde durmaktadır. Çağdaş trajedilere yeniden meydan ver-
memek için, bunun tüm taraflarca çok iyi kavranarak sorumlulukla-
rının gereklerinin yerine getirilmesini hayati bir konu olarak değer-
lendirdim. Ortadoğu boyutunda Avrupa uygarlığına verilmesi gere-
ken karşılığın kendi demokratik sistemlerini geliştirmekten geçtiğini
vurguladım. Uygarlık temellerine dayalı yeni bir Ortadoğu rönesan-
sı ve demokratikleşmesi, devasa boyutlu sorunları için tek çözüm
yolu gibi durmaktadır. Son yüzyılın kısır milliyetçiliği ve en son ürü-
391
Sümer Rahip Devletinden
nü olan İsrail-Filistin trajedisi, artık bu illetten vazgeçmeyi ve de-
mokratik değerlere dönüşü ve öncelik verilmesini zorunlu kılmakta-
dır. Meseleler artık siyasi olmaktan çıkmış, tam bir ahlaki kriz boyu-
tuna varmıştır. Ortadoğu’nun kendi tarihsel ve kültürel varlığına da-
yanarak geliştireceği bir demokratik seçeneğin, Avrupa uygarlığının
dünyaya yaydığı tek taraflı tezlerine önemli antitezler dayatarak da-
ha anlamlı bir insanlık sentezine ve ütopyasına katkıda bulunacağı-
na ilişkin güçlü inanç ve umutlarımı da ortaya koydum.
Avrupa uygarlığının bir son aşamayı yaşadığı kabul gören genel
bir anlayıştır. Bu uygarlık yıkılışını faşizmle durdurmak istemiş;
bunda başarılı olamayınca, barışçıl dönüşüme açık olan demokratik
uygarlığa geçiş yapmaktan başka bir şansı kalmamıştır. Her ne kadar
çözülen reel sosyalizm ise de, Avrupa kapitalizminin de kapitalizm-
den çıkacak kadar dönüşümlerle karşı karşıya kaldığı bir gerçektir.
Tristan ’la İsolt’un aşkının sonuna gelinmiştir. Parzival ’in cesaretli,
yaratıcı ve içine girilmemiş ormanlardaki yürüyüşü de ihtiyarlıktan
ve yorgunluktan ötürü aynı akıbetle karşı karşıyadır. Aşk tanrıçası İş-
tar’ın yolundaki aşklardan sonuncusu olduğu kuşku götürmezken,
yeni aşklara ortamı bırakması gerektiği de açıktır. Parzival’in yürü-
yüşünün de kahraman Gılgameş’in en son temsili olduğu tartışma
götürmez. Ama artık Gılgameş’in memleketinde ona layık yürüyüş-
çülere ihtiyaç olduğu da kesindir.
Kürt sorunu Türkiye’nin çağdaş uygarlık sınavının kilidi haline
gelmiştir. Ya çözerek çağdaş uygarlığa geçer, ya da bu sevdadan vaz-
geçer. Kurucusu Atatürk’ün çağdaşlık perspektifinden uzaklaşmak
kolay göze alınamaz. Zor da olsa, Kürt sorununun Türkiye-AB iliş-
kileri kapsamında çözüme gitmesi güçlü olasılıktır. Avrupa’yı daha
fazla zorlamadan Türkiye içi bir çözümü erteletmemek, hem krize
yol açan koşulların ortadan kaldırılması, hem de tarihinin demokra-
tik yükseliş sürecine girmesi açısından bir şans olarak değerlendiril-
mek durumundadır. Ülkelerin güçlü bütünlüğünün ve devletlerin
sağlam birliğinin bu yoldan geçtiği, en güçlü ve kalkınmış devletler
ve ülkelerce doğrulanmaktadır.
AİHM kararlarını uygulayıcı güç olarak AK, temel hukuk belgesi
olan AİHS gereğince, davam dolayısıyla Türkiye’nin demokratik hu-
kuk doğrultusundaki gelişimini daha sorumlu ve sonuç alıcı nitelik-
teki destek ve yaklaşımlarıyla gerçekleştirmesini gerekli kılmaktadır.
Daha fazla güç kaybettirmeden ve kendilerini zor durumlara düşür-
392
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
meden, tarihin en önemli bir bölgesinde kangrene dönüşmüş bir so-
runun çözümüne gitmek taraflara sadece kazandırır niteliktedir.
Kimseye hiçbir şey kaybettirmediği gibi, kaybetmiş oldukları ve
çoktan unutmuş bulundukları insanlıklarına yeniden dönüşü ve ka-
zanmalarını mümkün kılmaktadır. Bundan daha değerli ve gerekli
bir kazanım olabilir mi?
Savunmamda en son bireysel kimlik ve öykümü çözümleyerek
anlatmaya çalıştım. Bu bir bakıma savunmam dolayısıyla cevapla-
mam gereken ve çok kişiden gelen olumlu ve olumsuz eleştirilere
yanıt verme amacını taşımaktadır. Hakkımda çok yazı ve kitap yazıl-
dı. Halen yoğun tartışmalara konu olmaktayım. Dışarıdayken bile
zor yetiştirdiğim cevap hakkımı içerde yeterince kullanmam müm-
kün olamazdı. Bu vesileyle toplu bir yanıt için zemin olabilecek bir-
çok ipucunu sunmam hayli yarar getirecektir. Yaratıcı yaklaştım. As-
lında bu aynada herkes nerede olduğunu görecektir. Bir amacım da
şaşı bakmakta ısrarlı olanlara bir dev aynasını dayatarak, “Sen bu ay-
nanın şurasında ve şöylesin” demekti. Aynı zamanda dostluk ve yol-
daşlık yapmak isteyenlere nasıl bir varlıkla karşı karşıya olduklarını
bütün içtenliğim ve gücümle yansıtmayı ihmale gelmez bir görev
bildim. Yine bana anlamsız düşmanlıkta ısrar edenlere ne olduğumu,
ne yaptığımı, neler yapabileceğimi ve nelere yol açabileceğimi açık
ve mertçe göstermek istedim. Sanıyorum ister kişi ister kurum düze-
yinde olsun, herkes gerçekliğime dürüstçe yaklaşacak ve hayırlı so-
nuçlara ulaşacaktır.
Savunmam şüphesiz birçok konuyu çok değişik bir üslupla işle-
meye ve yansıtmaya çalışmaktadır. Orada bir insanlık, bir halk ve
bir örgüt ne olduğunu ve ne olmak istediğini olanca açıklığı ve so-
rumluluğuyla ortaya koymaktadır. Çok sayıda taraflara ve ilgililere
anlam vermekte ve rol yüklemektedir. Bu yaklaşımdan kaçınamaz-
dım. Tarihte binlerce adsız şehidin ve niçin son nefeslerini verdik-
lerini söyleyemeyecek durumda olanların son sözlerini söylemek is-
tedim. Dilsiz bırakılan, nereden nasıl vurulduğu ve çaresizliğe mah-
kum kılındığı bile belli olmayan bir halkın, tarihin en eski, ama en
çok ihanete uğramış halkının gerçeğini ve çığlıklarını yansıtmak is-
tedim. Binlerce kahraman şehidi olan, içten ve dıştan büyük ve iha-
nete uğramış bir örgütün, PKK’nin gerçekten ne olduğunu ve nasıl
olması gerektiğini yüksek bir sorumlulukla tanıtlamaya ve savun-
maya çalıştım.
393
Sümer Rahip Devletinden
Uğradığım komplonun tamamen farkındayım. Bu savunmam yal-
nız bana değil, tüm insanlığa karşı komploculukla üstün gelmeye ve
günlerini gün etmeye çalışanlara da ilk etkili cevabımdır. İntikam al-
mayı kendime pek yakıştıramam. Eğer binde bir ihtimal olabilecek
öz varsa, düşmanı bile dost yapmak insanlık karakterimin ayrılmaz
bir parçasıdır. Ama eğer fırsat bulur ve gerekli görürsem, komplocu-
lardan nasıl intikam alındığını, bir daha insanlığa bu yönlü lanetli
yaklaşımlarda bulunamayacak kadar akıllarını başlarına getirmeyi
sağlayacak kahramanlık eylemlerinin ve savaşçılığın nasıl olduğunu
göstermeyi çok isterdim.
‹NSANLIK VE ÖZGÜRLÜK KAZANACAK, TÜM KOMPLOCU
ZORBALIK VE YALANCILAR KAYBEDECEKT‹R!
394
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
SON SÖZ
-II-
Abdullah ÖCALAN
İmralı Adası / Tek Kişilik Kapalı Cezaevi
11 Nisan - 28 Ağustos 2001
409
Sümer Rahip Devletinden
410
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
URFA SAVUNMALARI
411
Sümer Rahip Devletinden
412
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Sayın Yargıçlar;
İmralı yargılanmasına dahil edilmeyen PKK Urfa Davası için ge-
liştirdiğim iki adet savunmayı hazırlamış bulunmaktayım. Daha dar
ve mahalli düzeyde olan bu savunmalarım, genel AİHM Savunma-
sı’nın bir eki ve parçası olarak değerlendirilmek durumundadır. Da-
vanın bütünlüğü çerçevesinde geliştirmeye çalıştığım AİHM Savun-
ması, sorunları daha iyi açıklayabilmek için, tarihsel ve uygarlıksal
bir çözümlemeyi içermektedir. Dolayısıyla PKK Urfa davasının teo-
rik ve tarihsel kapsamını belirlemektedir. Bir bölümü tamamlanmış-
tır. Bunları birlikte sunacağım. İkinci bölümünü ağustos sonlarında
bitirip ileteceğim.
Savunmalarımda olayları işlemekten çok, çıkarılması gereken
dersleri ve bundan sonra gelinen noktaları açıklamayı esas aldım.
Türkiye’de yaşanan süreçte hukuk ve siyasi reformlar gündemdey-
ken, önemli bir toplumsal sorunda taraf olarak görüşlerimi sunma-
nın katkı sunacağı inancıyla hazırlamaya özen gösterdim. Bu yönlü
laik ve demokratik cumhuriyet mücadelesinde olumlu rol oynama-
yı, tek çıkar yol olarak bilimsel temelde çözümlemeye çalıştım.
Kendim, örgüt ve halk açısından duruşumu böylelikle netçe açıkla-
dığım inancındayım.
Mahkemenizin bu savunmalarımı, en azından bundan sonra, ev-
rensel hukuk ölçülerinin ülkemiz için de geçerli olmasında bir araç
olarak değerlendireceğine dair inancımı belirtir, saygıyla arz ederim.
10 Temmuz 2001
Abdullah ÖCALAN
İmralı Adası
413
Sümer Rahip Devletinden
414
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
10 Temmuz 2001
Abdullah ÖCALAN
İmralı
433
Sümer Rahip Devletinden
434
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
435
Sümer Rahip Devletinden
dalga dalga yayıldığı bir uygarlıktır. Tarım ve göçebe toplumun eşit-
likçi ve özgür yapısı, bu sınıflaşmaya kolay kolay boyun eğmeye-
cektir. Fakat şehirleşmenin ilerici karakteri, uzun vadede de egemen
olmasını kaçınılmaz kılacaktır. Dolayısıyla Sümerlerin ilk sömürge-
leştirme deneyimleri M.Ö 2000’lerden itibaren sert direnmeleri de
beraberinde getirecektir.
Bölgede tarım toplumunu gerçekleştiren Aryen (‘ar’, Sümerce
‘saban’) topluluklarla göçebe Semitik topluluklar iç içe ve karşı kar-
şıyadır. Aralarında yoğun ticari ilişkiler gelişmektedir. Aryenler da-
ha çok bölgenin kuzey, doğu ve batısını teşkil ederken, Semitikler
güneyinde dolaşmaktadırlar. Urfa şehri tam ortalarında kurulmuştur.
Bu niteliğini şimdi de korumaktadır. O halde Urfa şehir ve yöre ola -
rak, M.Ö 2000’lerde tarım, ticaret, zanaat ve hayvancılık açısından
ideal bir konuma ulaşmış bulunmaktadır. Aşağı Mezopotamya’dan
sonra ikinci en büyük metropol durumuna gelmiştir. Son derece can-
lı, değişime açık, köy, şehir ve göçebe toplumunu iç içe barındıran,
temel iki halk grubunun, Aryenlerin ve Semitiklerin birlikte yaşadık-
ları bir coğrafya, bir yeni ülke konumundadır. Bu özellikler çok
önemlidir ve kendi özgür kültürünü yaratmak durumundadır. Bunda
çok gecikmeyecektir. Daha çok Sümer koloni yönetimine karşı sa-
vunma temelinde gelişecek bu kültür direnişçi, yerel ve farklı etnik
özellikler taşıyacaktır. Nitekim Hz. İbrahim geleneği, yani kültürü,
bu özellikleri çarpıcı bir biçimde yansıtmaktadır.
Hz. İbrahim kültürü, Sümer şehir kralları olan Nemrutlara karşı di-
renişi ve farklılığı temsil etmektedir. Meşhur put kırma ve ateşe atma
öyküleri, bu direnişin sembolik anlatımıdır. Gerçeklik çok daha kar-
maşık ve uzun sürelidir; günümüze kadar uzanmaktadır. Bu kültür,
özünde katı köleci ve kendilerini tanrı-kral ilan eden Sümer yönetici-
lerine karşı, yöre halk kabilelerinin köleci sömürgenliğe karşı direnen,
daha insancıl ve çıkarlarıyla uyumlu bir tanrı inancını esas almakta;
insanların, dolayısıyla kralların tanrı olamayacağı inancına dayan-
maktadır. Bu dönemde kabile totemliğinden, yücelen tanrı düşüncesi-
ne yeni yeni geçilmektedir. Bunda Sümer mitolojisinin etkisi de
önemlidir. Eski ilkel totemcilik, yani her kabilenin ve hatta ailenin bi-
rer tanrısı anlayışından uzaklaşmak ve benzer tüm kabilelerin tek tan-
rısı olarak “El”e, yani yücelik tanrısına geçiş yapmak, çıkarlarına da-
ha uygun ve birliğe çok daha iyi hizmet edecek bir gelişimdir. Hz. İb-
rahim adına izafe edilen tevhid, yani tek tanrılı din anlayışı bu süreci
436
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
ifade etmektedir. Genelde peygamberlik kurumu, dinsel reform anla-
mını içermektedir. O tarihlerde bu çok büyük anlamı olan bir dinsel
reform, hatta devrim demektir. Peygamberlik, bu durumda hem Sü-
mer tanrı-kral kültürüne, hem de eski kabile totemci din anlayışına
karşı, sonuçları tarihte çok büyük etkide bulunacak yeni kültürü ve di-
ni oluşturan kurum anlamına gelmektedir. Urfa yöresinin bu kurum-
laşmaya merkezlik etmesi, taşıdığı özellikler nedeniyle kaçınılmaz ol-
maktadır. Kutsal Peygamberler Diyarı Urfa’nın tarihsel derinliği, bu
gerçeklere kadar inmektedir. Daha sonra gelişen inkar ve lanetlilik du-
rumları, diyalektik gelişmenin diğer zıt kutbunu teşkil etmektedir.
Peygamberlik kültürü, sanıldığının tersine, Arabistan’dan gelme-
mektedir. Urfa ve çevre yörenin, Sümer ve neolitik inanç kurumları-
nı reformdan geçirerek ve dönüştürerek, M.Ö 2000’lerden itibaren
her tarafa, bu arada Arabistan yarımadasına da yayması bir tarihsel
gerçekliktir. Urfa’nın peygamberler diyarı olması bu anlamdadır. Bu,
dönemine göre bir nevi rönesans demektir. Kula, putlara tapmak ye-
rine, dönemine göre daha eşitlikçi ve özgürlük yanı olan tanrıya bağ-
lanmakla, tarihsel anlamı büyük ileri bir adım atılmaktadır. Yeni bir
dönem açılmaktadır. Yörede yalnız İbrahim değil, İdris, Eyüp, Yunus
ve Nuh çok daha önceden bu geleneği oluşturan adımları teşkil et-
mektedirler. Bunlar daha çok Sümer-Babil-Asur köleliğine karşı hal-
kın bilge kişilikleri anlamını da taşımaktadır. Dönemine göre sınıf
mücadelesi yürütmekte, bağlı oldukları etnik kabilelerin özgürlüğü-
nü temsil etmektedirler. Tarihi aşamalardan bahsedilebilir. Hz. İbra-
him, geleneğin en büyük atası olmakla, sürecin belirginleştiği ve et-
kili olmaya başladığı aşamayı göstermekte; direnişin etkili ve başa-
rılı olduğunu ifade etmektedir.
İnsanlığın belleğinde bu kadar yer tutması, insan onuruna kazan-
dırdığı önem ve katkısından ötürüdür. Daha önceleri ancak tanrı-
krallar ve mutlak köleleşmiş bir insanlık anlayışı geçerlidir. Bu zih-
niyeti ve tutsaklığı kırmak, dönemin en büyük devrimsel adımıdır.
Put kırılması, aslında tarihte eşi görülmemiş bir köleci sisteme ilk
defa etkili ve başarılı bir darbenin vurulması ve bunun süreklileştiril-
mesi demektir. Peygamberlik, bu sürecin geleneği veya kurumsal
ifadesi olmaktadır. Daha sonraki adımlar, tektanrılı dini yüceleştir-
meye, niteliklerini geliştirmeye ve yerelleştirmeye yönelik olacaktır.
Her kültürde yaşanan bir süreç, İbrahimi gelenekte de yaşanmakta-
dır. İbrahim’in Kenan ellerine, şimdiki İsrail ve Filistin’e gitmesi,
437
Sümer Rahip Devletinden
hem artan baskılar hem de önemi gittikçe artan ticaret nedeniyledir.
M.Ö 1700’lerde yaşandığı sanılan bu süreçle birlikte, peygamberlik
Arabistan’a yayılmaktadır. Birçok Aryen, Horrit ve Semitik kökenli
Amorit kabileleri benzer bir hareketlilik içindedir. Mısır’la Sümer
uygarlık merkezleri arasında ticaret yapmakta, fırsat bulduklarında
küçük beylikler oluşturmaktadır. Bu durum yerel önderlere ve ideo-
lojiye ihtiyaç göstermektedir. En genel ihtiyaç temini, “El” ile ifade
edilen ve tek tanrılı din olmaya doğru giden yeni ideolojik kimlikle
giderilmektedir.
Hz. İbrahim’in önderlik ettiği kabileler, 400 yıla yakın bir süreç
içinde Mısır’a kadar gitmekte; yoksul İbranili (İbrani kelimesi, Abi-
ru, ‘çölün tozlu adamı’ anlamından doğmaktadır; Mısır dilinde ‘kir-
li, tozlu adamlar’ demek oluyor) işçiler olarak yerleşmeye çalışmak-
tadırlar. Artan sıkıntıları ve bir isyana yardımcı olmaları nedeniyle,
M.Ö 1300’lerin sonlarında Hz. Musa önderliğinde tarihi Mısır çıkı-
şını gerçekleştirmektedirler. 40 yıl sürdüğü tahmin edilen bu çıkış,
bugünkü İsrail’e yerleşimle sonuçlanmaktadır. Yerel kabilelerle bu-
günkü gibi şiddetli bir çatışma içinde bu yerleşim gerçekleşmektedir.
Musa, tek tanrılı din geleneğini önemli ve meşhur olan On Emir’le
yeni bir aşamaya getirmektedir. Davut ve Süleyman, M.Ö 1000’ler-
de bu geleneği ilk defa bir krallığa kavuşturmaktadır. Hz. Musa, tek
tanrılı dini ilk defa millileştirmeyi de başaran kişi, peygamber rolün-
dedir. Yahudi kavmini bu dini gelenek temelinde birleştirmektedir.
Kabilelerin dağınık ve kolay kolay merkezileşmeye gelmeyen yapı-
larını, yüceltilen en büyük “El” olan “Yehuda” tanrısıyla korkutup
yeniden hizaya getirmektedir.
Bu eylem de tarihte büyük sonuçlar yaratacaktır. Özellikle Kudüs
etrafında, Urfa’dan sonra ikinci bir peygamberlik merkezi geliştirile-
cektir. Kendisi de kutsallık anlamına gelen Kudüs kenti, özünü Urfa
kültüründen almaktadır. Ama dönüşümü yaşayarak yerleşme başarı-
sını göstermektedir. İlk krallığın oluşması, ezen-ezilen ayrımını be-
raberinde getirmektedir. Bir kesim Yahudi zenginleşip resmi kahinli-
ğe ulaşırken, yoksul kesim dışlanmakta ve sürekli muhalif tarikatla-
rı oluşturmaya zorlanmaktadır. Hz. İsa bu süreçte yoksulları temsil
eden Esseni tarikatından etkilenmekte ve Hz. Yahya’nın kutsamasıy-
la bilinen hamlesini gerçekleştirmektedir. Milat, doğuş anlamına ge-
len bu süreç, aslında tek dinler tarihinde kabile ve kavim aşamasın-
dan evrensel aşamaya sıçrayışı ifade etmektedir.
438
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Hz. İsa, dinler tarihinde ilk defa kabile, kavim ve sınıf ayırımı
yapmadan, üçlü tanrı anlayışıyla yeni bir dönemi müjdelemektedir.
Daha çok ezilen yoksul kesimlerde yankı bulmaktadır. Grek felsefe-
siyle Roma siyasal birliği, bunun için gerekli maddi ve düşünsel or-
tamı çoktan yaratmışlardır. Objektif olarak Hz. İsa sembol kılınarak,
Hıristiyanlık bu üç kaynaktan beslenip yeni din olarak büyük geliş-
me sağlayacaktır. Bu denli etkili olunması, bu elverişli koşullardan
ileri gelmektedir. Dünya tarihini en çok etkileyen bir hamle olmak-
tadır. İnsanlığın vicdanının oluşmasında İsa’nın yeri büyüktür. Çar-
mıha gerilmeden önce Urfa’ya çağrıldığı bilinmektedir. Fakat O, res-
mi Yahudi kahinlerinin sahteliklerini açığa çıkarmak için, bile bile
Kudüs’e yürüyecektir. Bu yürüyüş olmasaydı, tarihin seyrinin bam-
başka olacağı rahatlıkla söylenebilir. İsa dininin temel özü, vicdanla
ilgilidir. Ezilen ve acı içinde olan insanlığı unutmamayı, onları bir
araya getirmeyi ve özgürlüğe kavuşturmayı amaçlamaktadır. M.Ö
400 yıllarında Bizans’ın resmi inancı ve dini haline geldikten sonra,
Hıristiyanlık tersine bir anlam kazanacak ve ezilenleri devlete bağlı
kılmaya hizmet edecektir. İlericiliği giderek daha uzak köşelere ka-
yarken, uygarlık devlet merkezlerinde gericiliğe düşecektir.
Urfa kaynaklı İbrahim geleneğinin üçüncü büyük yerelleşme ve
dönüşüm adımı, Arabistan’ın daha iç kesimlerinde, Mekke ve civa-
rında atılacaktır. Hz. Muhammed’in attığı bu adım, tek tanrılı gele-
neğin ilk iki biçiminin, Yahudilik ve Hıristiyanlığın sıkı bir reform-
dan geçirilmesiyle gerçekleştirilecektir. Kutsallığın üçüncü sahası
Mekke ve civarında oluşmaktadır. Daha önceleri Mekke ve tapınağı
olan Kabe, 360 puta merkezlik etmektedir. Tek tanrılı dinle pek ala-
kaları yoktur. Çok ilkel, totemcilikle karışık bir dini yaşam söz ko-
nusudur. Hz. Muhammed’le üçüncü merkez ve yeni bir tarihi dönem
başlayacaktır. Hz. Muhammed, geri kalan tüm Semitik kökenli Arap
kabilelerini, geliştirdiği ‘tek ve şirk kabul etmez Allah’ kavramı et-
rafında birleştirmeyi esas almaktadır. Artan ticaret ve çevredeki güç-
lü Bizans, Sasani ve Habeşistan İmparatorlukları, Arap kabilelerinin
birliğini ve güçlenmesini zorunlu kılmaktadır. Yeni ideolojik kimlik
olarak İslamiyet, bu ihtiyacın bir ürünüdür.
Allah kavramı, kabile yaşamının dağınık ve merkezileşmeye zıt
özelliklerini aşmak, merkezi güce ve etkinliğe ulaşmak için, özenle
ve derinliğine geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Hz. Muham-
med’in büyük ustalığı veya peygamberliği, bu ihtiyacı görmesinde
439
Sümer Rahip Devletinden
ve gidermesinde yatmaktadır. O kadar derin ve hamlecidir ki, feodal
çağın en büyük devriminin tarihte eşi görülmemiş bir hızla gerçek-
leştirilmesine yol açmaktadır. Böylelikle ortaçağ uygarlığına en bü-
yük atılımı yaptırmaktadır.
Hz. Muhammed’in kendisi, peygamberlik çağının sona erdiğini
ilan etmekle, akıl çağının güç kazandığını ve insanlığın olgunlaştığı-
nı haber vermektedir. Peygamberlik, kurtuluşu daha çok ilahi güçten,
dinden bekleyen aşamanın önder kişiliklerini ifade etmektedir. Fel-
sefenin ve bilimin gelişmesi, ilahiyatın önemini ikinci plana düşür-
mektedir. Dinsel düşünce tarzı daha çok kölelik çağıyla feodal çağın
düşünce biçimidir. Felsefenin ortaya çıkması, tarihte bu dönemin
aşıldığını kanıtlamaktadır. Hz. Muhammed dinin akli yorumuna en
çok dikkat eden peygamberdir. Bu yönüyle dinin zayıf taraflarını iyi
bilmektedir. Artık vahiyle insanların tatmin edilemeyeceğini kendi
pratiğinin zorluklarından çıkarmaktadır. Bu pratiğiyle dinsel düşün-
cenin son zirvesidir. Ondan sonra düşüş ve akıl çağıdır.
Ne yazık ki, İslam bilginleri bu gerçeği tespit edememişler; kendisi
en büyük din reformcusu olan Hz. Muhammed’in dinindeki reformcu
karakteri tespit edip sürekli kılamamışlardır. Tersine, İslam dininde en
büyük tutuculuğa yol açmışlardır. Bu yönüyle daha Hz. Muham-
med’in vefatıyla başlayan tutuculuk, birkaç yüzyıllık süreç içinde Or-
tadoğu mezarlığında en köklü gerileme dönemine girmiştir. İnsanlığın
yükselen 15 bin yıllık trendi, artık baş aşağı bir gidişe başlamaktadır.
M.S 800-1200’lerdeki kargaşadan sonra geriye düşüş, bunalım ve çö-
zülme giderek hız kazanacaktır. Uygarlığın yükselen trendi, Avrupa
kıtasında ve deneysel bilimle yeni bir başlangıç yapacaktır.
Genel olarak Mezopotamya’nın, özelinde de Urfa yöresinin tarihi
bu çerçeve dahilinde eski kutsallığını yitirecek ve zıttı olan bir lanet-
liliğe uğrayacaktır. Kutsal Peygamberler Diyarı, artık karanlığın ve
cüceleşmenin dönemine girmiştir. Acı, ama gerçek olan bir yozlaşma
ve gerileme tarihi, kadermişçesine ağlarını örmektedir. Dünya uygar-
lığına en büyük katkıyı yapmış topraklar ve kültür, yeni sahipleri ta-
rafından peş peşe ihanete uğramaktadır.
Birinci ihanet dalgası, Emevi ve Abbasi hanedanlıklarıyla bölgeyi
istila etmiştir. İçi boş bir dini dogma ve sonucu belirleyen çıplak zor-
dan başka hiçbir ilkesel değeri olmayan savaş ağalığı, akrep gibi böl-
geyi kaplamaktadır. Daha sonraki istila süreçleri, aynı tarzı daha kö-
tü tekrarlamaktan öteye gitmeyecektir. Urfa ve benzeri şehirler, Sü-
440
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
mer ve Asur Nemrutlarından bin kat daha beter Nemrutlarla dolacak-
tır. Putlardan beter kuklalar her tarafı dolduracak; feodal dönem boy-
dan boya ve derinliğine insanlık bilincini karartma ve vicdanını kö-
reltme rolünü oynayacaktır. Artık “Agade’nin Lanetlenmesi” çağının
bir benzeri yaşanmaktadır. Ezgiler, ağıtlar, hoyratlar, bilcümle türkü-
ler bu lanetliliğin doğurduğu acıları dillendirecek, seslendirecektir.
İbrahim geleneği ve kutsallığının başına, inkarın ve lanetliliğin tacı
geçirilecektir.
Bu yönüyle feodal hakim kültür, kutsal insanlık kültüründen inti-
kam almaktadır. En çarpıcı kanıt, bir kadının en ufacık özgür yaşam
arayışının en ağır suç sayılması, sözde aile meclisi kararıyla daha 15
yaşındaki kız çocuklarının başına vahşetle patlatılmasıdır. Erkekte
yoğunlaşmış sözde namus, özde en büyük namussuzluk, en sapık
cins özgürlüğünü kendisi için bir hak olarak beller; ama kadında öz-
gürlük arayışı en büyük ceza konusudur. Bu, geneli simgeleyen bir
olgudur. Aslında tüm yaşamda bu lanetli gerçeklik yaşanmaktadır.
Herkes Urfa’nın acı biberini, türküsünü çözmek ister. Özü bu ger-
çekliktedir. Bin yıldır bu gerici kabuklanma, 20. yüzyılın kapitalizm
örtüsüyle daha da çekilmez kılınmaktadır. Kapitalizmle feodalizmin
en kirli bir izdivacıyla, daha da içinden çıkılmaz bir duruma yol açıl-
mak istenmektedir.
Halbuki bu gerici örtü eşelendiğinde, dibinde her zerresinde ger-
çek bir insanlığın yattığı da fark edilecektir. Madalyonun böyle iki
yüzü vardır. Bir yüzünde tüm soy değerlerinin inkarı, yıkılması ve
çürümesine dayalı lanetli yapılanmalar, zihniyetler, ruhlar ve kurum-
lar; diğer yüzünde daha derinde gerçek insanlık değerleri, zihniyet
ve ruhuyla peygamber kutsallığında kurumlaşma. Çok zor, acılı, kar-
maşık, ama gerçek olan kendine özgü bir tarihsel diyalektikle karşı
karşıya bulunmaktayız. Çözümlenmesi gereken en temel sorun, bu
diyalektik bağlardır. Bunun yolu tektir. O da bütün hassasiyetle bi-
limsellikten geçmektedir.
PKK, Urfa somutunda belki de derinliğine farkında ve bilincinde
olmadan, bunu denemeye kalkışmıştır. Niyetinin özgürlük ve aydın-
lıktan yana olduğu tartışılmaz bir gerçekliktir. İlk eylemliliğinin
cumhuriyet kurumlarına değil, feodal gericilik odaklarına karşın ya-
pılması bunu doğrulamaktadır.
Bu yönüyle PKK’nin çağdaş bir İbrahimi Hareket olduğu söyle-
nebilir mi? Niyet olarak çarpıcı benzerlikler göstermektedir. Lanetli
441
Sümer Rahip Devletinden
ortama ve Nemrutçuklara yönelmesi, sadece ulusalcılık ve demok-
ratlık adına değil, insanlık için de ilerici bir adımdır. Bu, cumhuriyet-
çiliğe ters düşmez. Onun doğal bir gereğidir. Cumhuriyet antifeodal
olmak zorundadır. Eğer sahte olarak değerlendirilmek istenmiyorsa,
gerçekten laik ve demokratik karakterde ilerlemek istiyorsa, PKK ile
Türkiye Cumhuriyeti’nin doğal ittifakına kavuştuğu söylenebilir.
1920’lerde objektif olarak ve inançla kurulan Kürt-Türk ittifakı da
Antep, Urfa ve Maraş yöresinde böylesi bir anlama sahiptir. Bu itti-
fak, çağdaşlığa ve özgürlüğe açık bir kardeşlik özüne sahiptir. Son-
raki isyanlar ve aşırı milliyetçilik nedeniyle, kardeşlik hukukunun iş-
lememesi büyük bir şansızlıktır. Bu, çok önemli bir tarihsel sürecin
gelişimden alıkonulmasıdır; feodalizme yeni bir yaşam şansıdır.
PKK, bu yönüyle cumhuriyetin özgürlük ve kardeşlik karakterini
aramaktadır. Bunu ne kadar bilinç ve siyaset ustalığıyla yapmaya ça-
lıştığı, en çok eleştirilmesi gereken yanıdır. Fakat özünün tümüyle
ayrılıkçı olarak görülmesi aşırı bir değerlendirmedir. PKK, özgürlük
olmadan birliğin olmayacağını, slogan olarak iliklerine kadar benim-
semiştir. Ama onun her şart altında ayrı ve milliyetçi bir Kürt devle-
tini savunduğunu söylemek kesinlikle kabul edilemez. Eksiği ve
yanlışı; özgür birlikteliğe uygun bir örgütlenme ve eylemliliği, doğ-
ru bir çizgi altında ustalıkla geliştirmemesidir. Bunun olanakları var-
dı. Şiddete, hele hele meşru savunmayı aşan şiddete hiç başvurma-
dan, bu doğru yolda demokratik ve laik bir cumhuriyet için belki de
en büyük hizmeti yapabilecek en ciddi harekettir. PKK ancak bu
noktada suçlanıp eleştirilebilir. Yoksa niyet, çaba ve fedakarlık ola-
rak, 20. yüzyılın Urfa ve benzer yöreleri için gerçek bir kutsallık ha-
reketi olmaya aday olguların başında gelmektedir.
PKK adına genel savunmada dile getirdiğim hususları tekrarlama-
yı gereksiz buluyorum. Bunların Urfa için de geçerli olduğunu be-
lirtmekle yetineceğim.
PKK ve Urfa yöresi açısından daha büyük önem taşıyan, 21. yüz-
yılın güncelleşmiş bir İbrahimi kutsallığına başlangıç yapılıp yapıla-
mayacağıdır. PKK’nin yaşadığı dönüşümün bu görev için gerekli bi-
linci ve vicdanı oluşturup oluşturamadığı daha büyük önem taşımak-
tadır. PKK’nin eski kimliği ve adıyla bölgede bu dönüşümü bir kez
daha sergileyemeyeceğini, bunun tarihi açıdan da anlamlı olmadığı-
nı rahatlıkla belirtmeliyim. Aynı rahatlıkla şunu da belirtmeliyim ki,
TC de eski feodal ittifak anlayışıyla bölgede kendini meşrulaştıra-
442
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
maz. Cumhuriyet ancak 1920’lerdeki gönüllü birlikle gerçekleştiril-
miş ortak ulusal kurtuluşa dönüş ruhuyla ve demokratik cumhuriye-
te çağdaş işlerlik kazandırmasıyla bu meşruiyeti sağlayabilir. Feodal
yapıyı 21. yüzyıla taşırarak ve kültürel varlığa ifade yasağıyla, ancak
ayrılıkçılığa zemin hazırlanabilir. Güçlü birlikler, ortak çıkar ve öz-
gürlükten geçer. Bu gerçeklik, son çeyrek asrın acılarından kardeşçe
bir birlik doğurabilir. Karşılıklı şiddet, kuşku ve inkarcılık, ortamı
zehirlemekten ve yeni şiddet dalgalarına yol açmaktan öteye sonuç
vermez.
Ortadoğu ve Türkiye genelinde olduğu gibi, en önemli yörelerden
biri olan Urfa çevresi de, ancak demokratik uygarlık ölçütlerini be-
nimseyerek, kendi geçmişini bu ölçütlerle canlandırıp yeniden ve öz-
gürce doğuş sürecine girebilir. Geneldeki demokratikleşmeyle sıkı
bir bağ içinde hareket edildiğinde, tarihe yaraşır bir rolün sahibi ola-
bilir. Fırat’ın ovalara akıtılması, yeni uygarlık hamlesi için güçlü bir
maddi zemin oluşturmaktadır. Daha şimdiden en gelişmiş teknolo-
jiyle tanışma, demokratik uygarlık yolunda büyük bir adımı ifade et-
mektedir. Gelişmenin önündeki en önemli engel, feodal zihniyet ve
kurumlarla cumhuriyetin demokratik ve laik işleyişe tam anlamıyla
kavuşmamış olmasıdır.
Önümüzdeki dönemde PKK etkisi kendini yenilerken, bunu ancak
bu eksiklikler ve yanlışlıkları aşarak gerçekleştirebilir. PKK kendisi-
ni yasal demokratik bir kurumlaşmaya uyarlamak durumundadır.
Çok kapsamlı bir sivil toplum projesiyle, hem barış hem demokratik-
leşmeye en önemli katkıda bulunabilir.
Urfa ve yöresi için, sivil toplum projeleri hayati öneme sahiptir.
Klasik toplum ve devlet anlayışlarıyla ilerleme şurada kalsın, ancak
geriliğe ve tutuculuğa hizmet edilebilir. İster toplum tümüyle devle-
tin emrine girsin, ister tersine devlet her şeyiyle toplumun hizmetine
girsin, bu tarz fazla ilerleme ve dönüşüm imkanı vermeyecektir.
Çünkü bireysel inisiyatiften yoksun ve çağdaş sivil toplum kuruluş-
larına dayanmayan bu yöntem yaratıcı değildir. Rantçı tarz bir siya-
si anlayışı hep devrede tutar. Rantçılık, zaten üretkenliğin ve yaratı-
cılığın zıddıdır. Tüm alternatif toplumsal alanlarda özgün bir prog-
ram etrafında örgütlenmiş ve doğru bir çalışma anlayışıyla hareket
eden çok sayıda koordineli sivil toplum kuruluşu, bölgeyi demokra-
tikleşme sürecine sokabilir. GAP için gerekli olan maddi kalkınma,
ancak böylesi bir demokrasi projesiyle gerçek anlamına kavuşabilir.
443
Sümer Rahip Devletinden
Demokrasiyle maddi kalkınma etle tırnak gibi birbirine bağlı olup,
birlikte gelişirlerse daha sağlıklı sonuçlara yol açabileceklerdir.
O halde bir kez daha Urfa’nın Hz. İbrahim dönemine dönüp bak-
tığımızda, günümüzde ne görmekteyiz?
Hz. İbrahim’in Kenan illerine yönelişi büyük bir tarihsel gelişmeye
başlangıç olabilmiştir. Peygamberlik kültürüne tek tanrılı dini ve Al-
lah’a dayalı inanç ve ahlak dünyasını doğurabilmiştir. Bu temelde tüm
insanlık tarihi etkilenmiştir. Urfa ve yöresinde doğan insanlık, gerçek-
ten buna layık olduğunu evrenselleşerek kanıtlamıştır. Şimdi en geri-
lerde lanete uğramış olarak durmakta ve yeni bir rönesansla, doğuşla
karşı karşıya bulunmaktadır. PKK, cumhuriyetin yerine getiremediği
görevleri üstlenerek bu rolü oynamak istedi. Ancak tam başardığı söy-
lenemez. Başarı, ancak laik ve demokratik cumhuriyet ilkelerine ger-
çekten işlerlik kazandırılırsa ve barış içinde kardeşlik ruhuyla hareket
edilirse gelecek, ortaklaşa bir çabayla yaratılacaktır. Birinci ve asli it-
tifak, bu çerçevede ve 1920’lerin taze anılarına içten bağlılıkla, Türk
ve Kürt halkı arasında bir kez daha gerçekleştirilmek durumundadır.
Özgür birlikteliğe dayanan, kültürel varlıkların ifade özgürlüğünü esas
alan bir ittifak. Asli ve sonuç belirleyici ittifak budur.
Uluslararası alanın ilgisi de bölge için her geçen gün artmaktadır.
Bunu tümüyle sömürgeci amaçlarla yorumlamak yanlış olduğu gibi,
Sümer döneminden beri bir koloniciliğin sürekli gelişim halinde ol-
duğu da asla unutulamaz. Uluslararası ilgiyi ancak demokratik uy-
garlık değerleriyle ölçerek kabul etmek, dayanışma ve ortaklık içine
girmek en doğrusu olacaktır. Urfa ve komşu yörelerinin, uluslar üs-
tü bir uygarlığın merkezi olabileceğini bu yolla kanıtlamak, tarihine
yaraşır bir yüceliktir; uygarlık doğuran bölgenin mirasına bu amaçla
yeniden sahip çıkmaktır; yeni uygarlıksal çıkışa yol açacak ve kendi
zemininde bir kez daha tüm Ortadoğu’yu etkileyecek gelişmeleri
hızlandırmak üzere tetiğe basmayı başarıyla yapmaktır.
Yine Hz. İbrahim’le başlayan İbrani kabileleriyle diğer Semitik
kabileler arasındaki çatışma, günümüzde Arap-İsrail çatışması biçi-
minde sürmektedir. Taraflar bir türlü barışamıyorlar. Bunun nedeni
Hz. İbrahim’in dininden, onun özünden uzak kalmalarıdır. Urfa ve
yöresi, bu tarihi anlaşmazlığı çözmede de rol oynayabilir. İnsanlık
sorunları, onları doğuran beşik koşullarında daha anlamlı çözümlere
kavuşabilir. Arapların ve İsrail’in eskiden beri bölge üzerinde hak id-
diaları da eksik olmamıştır. Halen Harran Araplığı bir gerçektir. İsra-
444
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
il, GAP yoluyla ve dünya teknolojisini ve mali sermayesini arkasına
alarak, yavaş yavaş üslenmekte ve alana yerleşmektedir. Arap serma-
yesi de benzer bir yaklaşım içindedir. İkisinin de içte güçlü müttefik-
leri vardır. Bunların aracılığını kullanmaktadırlar. Ama bunların Sü-
mer tarzı bir kolonileştirme çabasının anlamsız olduğunu şimdiden
bilmeleri gerekir. Bölge halkının yoksul ve yaralı olması, onları bo-
şuna yanlış hayallere kaptırmasın. Doğrusu, tüm halklar ve kültürler
arasında barış ve hoşgörüyü esas alan, Ortadoğu’da demokratik öl-
çülerle sorunlara çözüm arayan bir yola girmeleri, bu anlayış teme-
linde bölgeye gelmeleridir.
Bölgede Asur ve Ermeni halkının da büyük emeği geçmiştir. On-
ların ilgisine de büyük bir saygıyla karşılık verilmelidir. Urfa kültü-
ründe Asuriler ve Ermenilerin silinmez izleri vardır. O halde tüm bu
asli öğelere dayalı bir enternasyonal, hatta uluslar üstü demokratik
uygarlık dayanışması hem çağın mükemmel yakalanışını sağlayabi-
lir; hem de neolitik tarım toplumundan beri kaybedilen ilkel demok-
rasiyi yeniden kaynaştırarak, üst düzeyde yeni uygarlığın en önemli
bir sentez parçası haline getirebilir. Bir kez daha bu yolla Hz. İbra-
him geleneği çağdaş ölçüler içinde evrenselleşebilir ve insanlığın or-
tak hazinesine dönüşebilir. Yeni Urfa, yeni Ortadoğu bu temelde ta-
rihi rolüne yaraşır bir konuma ulaşabilir.
Sonuç olarak, peygamberlik kültürü ve kurucu atası sayılan Hz.
İbrahim geleneği çağdaş yorum ve uygulamaları gerektirmekte ve
önemli kılmaktadır. Urfa ve yöresinin insanlık tarihi içindeki yeri ve
gelişimi doğru ortaya kondukça, günümüzü de daha aydınlıklı değer-
lendirme imkanı doğmaktadır. Tarih doğru çözümlenmedikçe, gele-
ceğe ilişkin anlamlı perspektifler çizmek de mümkün olmamaktadır.
Bölgede halen çok değer verilen kutsallık kültürü ve bunun bir
parçası olarak peygamberlik ve İbrahimi gelenekler, kaynağı tarihte
ilk defa gerçekleşen tarım devrimine kadar geriye gitmektedir. Böl-
gede bu dönemin derin izleri bulunmakta ve yaşanmaktadır. Kutsal-
lık, bu gerçekliğin zihniyet ve ruhsal dünyaya yansımasıdır. Özünde
bitki ve hayvan yetiştiriciliğinin, böylece ilk defa zengin gıda kayna-
ğına kavuşmanın duygu ve düşüncelerini ifade etmektedir. Bu temel-
de bir mitoloji ve dinsel düşünceye, ahlaki davranışa yol açmaktadır.
Artı-ürün üzerine kurulan ilk sınıflı toplum olan Sümer hakimiye-
ti kolonicilik biçiminde gelişince, bölge halkının tepkisi, tarihe derin
izler bırakan peygamberlik tarzı bir direniş ve kurumlaşmayla bir ce-
445
Sümer Rahip Devletinden
vap geliştirmek olmuştur. Daha sonraki gelişmeler bu tarihsel diya-
lektikle yürüyecektir. Sümerlerle başlayan ve günümüzde de devam
eden kolonileştirme yaklaşımları, özünde kutsallık kültürüyle çeliş-
mektedir. Birisi emeğe, alın terine, derin ve anlamlı insanlık dayanış-
ması ve kardeşliğine dayanırken, diğeri el koymaya, egemenliğe ve
baskıya dayanmaktadır. Tarih en derin gelişim yataklarından birini
bu çelişkiden yola çıkarak çizmeye çalışmıştır. Günümüzde bu tam
bir tıkanma ve çözümsüzlükle sonuçlanmıştır. Yaşam adına kıvran-
ma, büyük bir zihinsel ve ruhsal gerilik, yozlaşma ve deformasyon
yaşanmaktadır.
Bu gerçeklik yeniden doğuşu, rönesansı zorunlu kılmaktadır.
Çağdaş demokratik uygarlık bölgeye yansımış olmaktan uzaktır.
Dıştan gelen etkiler, özellikle GAP’la birlikte Sümer koloniciliğinin
çağdaş bir tekrarlanmasından başka bir anlam ifade etmemektedir.
Kendi aralarında yoğun bir çatışmayı yaşayan, aynı Semitik kökene
dayalı Arap ve İsrail sermayesi, tarihte olduğu gibi yine bölgeyi ye-
niden fethetmeye çalışmakta; güçlü işbirlikçileri yoluyla adım adım
ilerlemektedir.
Bölgenin askeri ve siyasi egemen gücü olarak Türk burjuvazisi,
henüz ekonomik tekelini istediği gibi kuramamıştır. Geniş bir dış
müttefikler ağıyla bu ekonomik sistemi geliştirmeye çalışmaktadır.
Bölgenin 15 bin yıllık emektar halkı olan Kürtler tümüyle devre dı-
şı bırakılmaktadır. Halbuki Kürtler temel etnik, sosyal, kültürel ve
ekonomik güçtür. Onlara rağmen, çağdaş bir sömürgeciliğin bile yü-
rütülemeyeceği çok iyi bilinmelidir. Mevcut büyük bilinç geriliği,
çarpıklığı ve örgütsüzlük kimseyi yanıltmamalıdır. Yine sahte dinci-
lik ve tarikatlaşmalar hızla çözülmek durumunda olup, sömürgeci
cephenin uzun süre dayanabileceği kurumlar olmaktan uzaktır.
Kürt ve Türk halkının bölgede yaklaşık bin yıllık bir iç içeliği de
diğer bir gerçektir. Daha çok gönüllülüğe ve özgür birlikteliğe daya-
nan bu iç içe yaşam, 1920’lerdeki antiemperyalist ulusal kurtuluş
hamlesine önemli bir katkıda bulunmuştur. Ortadoğu’nun ilk ve de-
rin devrimci adımlarından biri olarak cumhuriyet ilanı ve kurumlaş-
ması, isyanlar ve feodal kurumlara dayanma nedeniyle beklenen de-
mokratik dönüşüme işlerlik kazandırma gücünü gösterememiştir.
Buna verilen tepki, PKK olgusu olmuştur. Acılı bir sürecin yaşanma-
sına yol açan bu süreç bir ayrılık değil, özgür ve çağdaş bir birlikte-
lik peşindedir.
446
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
Urfa PKK Davası’ndan çıkarılması gereken en önemli ders, şiddet
ve ayrılığı körükleyen davranışlardan karşılıklı olarak uzak durmak
ve gerçekten kardeşçe bir birlikteliğe imkan veren yaklaşımları hız-
la gündemleştirmektir. Bunun yolu barışçıl ortama yüksek değer biç-
mek, halkların kültürel varlığına özgür ifade imkanı tanımak ve tüm
sorunların çözümünde demokratik uygarlık kriterlerini esas almaktır.
Bu yaklaşımın cumhuriyetçiliğin gerçek laik ve demokratik yapısı-
nın bir gereği olduğu da açıktır.
PKK başta olmak üzere, tüm Kürt ve Türk halkının bilinçli öğele-
rine düşen görev, laik ve demokratik bir cumhuriyet için en kapsam-
lı bir sivil toplum projesine dayalı olarak, çözümleyici bir seçeneği
var gücüyle oluşturup hayata geçirmektir. En doğru çözüm yolunun
bu olduğuna inanmak kadar, bunun dışına taşan yol ve yöntemlerin
ayrılığı, şiddeti, inkarı ve acıları daha da geliştirmekten ve içinden
çıkılamaz durumlara yol açmaktan öteye sonuç vermeyeceğini de iyi
bilmek gerekir. Her şey doğru çözüm yolunda, geçmişin acılarını öz-
gür bilince ve güce dönüştürerek, umut dolu bir geleceğin yaratılma-
sı uğruna, büyük bir demokratik seferberlik ve barış hareketinin
oluşturulmasına ve başarılmasına bağlı olmaktadır.
O halde, bölgenin temel sorunu ve çözüm yolunun bu özlü tanım-
lama çerçevesinde, çağdaş bir Hz. İbrahim yorumu, açıklaması ne
anlama gelmektedir?
1- Her şeyden önce tek tanrılı dinlerin, özüne uygun olarak, derin-
den sorgulanmasını gerektirmektedir. İbrahimi dinler gerçekliğine
daha yakınlaşmak ve özgürleşmek içindir. Yoksa tüm egemen ve sö-
mürücü sınıfların çıkarlarını örten bir ideolojik kimliğe bürünmek,
İbrahimi dinler anlamına gelmemektedir. Bu temelde camide, kilise-
de ve havrada ibadet etmek, Hz. Muhammed, İsa ve Musa’ya özde
bağlı olmak anlamına da gelmemektedir. Bu peygamberler kendi dö-
nemlerinin en gelişmiş akli yorumunu ve ahlaki davranışını zirveleş-
tiren kişiliklerdir. Onlara gerçekten saygılı ve bağlı olmak, çağımızın
en gelişmiş akıl gücüne ve özgür ahlakına değer vermek, bunları esas
almak ve gerekeni yapmak anlamına gelmektedir.
2- Bunun için gerçek ibadet, kutsal mekanlarda binlerce yıldır
tekrarlanan ve anlamını yitiren hareketleri tekrarlamak değil; bilim-
selliğe, özgürlüğe ve sanata alabildiğine değer vermek ve yaşamı
hem toplumsal hem de bireysel düzlemde bu gerçeklere bağlı olarak
düzenlemekten geçmektedir. En büyük ibadet bilimi, özgürlüğü ve
447
Sümer Rahip Devletinden
sanatı bireysel ve toplumsal yaşamın her boyutuna egemen kılmak-
tan geçmektedir.
3- Artık imanın şartları namaz, oruç, kurban, zekat ve kelime-i şa-
hadet gibi klasik ölçülerden çok, bilimde diyalektik felsefeye, ahlak-
ta özgürlük bilinci ve davranışına, sanatta ise güzellik anlayışına
ulaşmaya ve gereklerini gönülden yerine getirmeye bağlı olmaktadır.
Camide, kilisede ve havrada artık bunun yolunu öğretmek ve önder-
lik etmek, gerçek çağlarda bu gerçekleri esas almaya dayanmaktadır.
Onu anlamsız hareket ve davranışlara boğmak, özüne ters düşmek
anlamına gelmektedir.
4- Gerçek ibadet, daha somut ve pratik görevler alanında demok-
ratik uygarlık kriterlerini derinden öğrenmeye ve gereklerini hayata
geçirmek için tüm gücünü inançla, ustalıkla kullanmaya çalışmaktır.
Artık sabah akşam bir besmele çekmeyi ve kelime-i şahadet getirme-
yi, bu doğrultuda herkese düşen görevleri yerine getirmenin ve ima-
nın en temel şartı olduğunu söylemek ve yapmak, gerçek bir İbrahi-
mi dine bağlı olmak anlamına gelmemektedir. İbrahimi dinler, hiçbir
zaman anlamını bilmeden ve güncel yaşamla en ileri düzeyde ilişki
kurmayı ve kurumlaşmayı başarmadan, imanlı ve ibadetli olunacağı-
nı kabul etmemektedir. Güncelin, çağın en derin bilimsel düşünce ve
felsefesini öğrenmek, özgür davranışı en kutsal amel bellemek, sa-
natla yaşamın en güzel ifadelerine ulaşmak, gerçek İbrahimi dinden
olmak demektir.
5- Bunun için amel, pratik sahibi olmak, ancak herkesin en azın-
dan 3-5 sivil toplum ve çevreyi, tarihi kurtarma projesinde yer alma-
sıyla mümkündür. Barış örgütlenmesinden insan haklarına, demok-
ratik partileşmeden kitle toplantı ve gösterilerine, özgür kadın birlik-
lerinden gençlik, çocuk ve ihtiyar birliklerine, basın-yayın organla-
rından ekonomik, ticari ve mali birliklere, spordan sanat kuruluşları-
na, ilkokuldan akademik eğitime, çevreden tarihi ve kültürü koruma
vakıflarına, bilimden tekniğe kadar her alanda herkesin ve grubun
gücüne göre en azından 3-5 kurum içinde hareket etmesi, gerçekten
amel sahibi olunduğu anlamına gelecektir. Bunların dışında kalmak,
amelsiz, dolayısıyla ibadetsiz ve imansız olarak yaşamak ve ölmek
anlamına gelecektir.
6- Haram ve helalle yaşamın anlamı değişmiştir. Kendi tarihsel
gerçekleriyle çağın bilincinde olmak, dilinin ve kültürünün özgür
ifadesine sahip olmak, emeğinin karşılığını sağlamak, bunu sağlayan
448
HALK CUMHUR‹YET‹NE DO⁄RU
toplumsal ve siyasal düzeni esas almak; imanlı, helalli ve kutsal olan
bir yaşamın sahibi olmayı mümkün kılar. Bu değerlerin dışında ya-
şamak, yani tarih ve çağ bilincinden yoksunluk, dil ve kültürel varlı-
ğını özgürce yaşayamamak, emeğin karşılığını sağlayamamak, bu
hususları mümkün kılacak sosyal ve siyasal düzeni esas almamak;
imansız, haramca ve lanetlenmiş bir yaşam içinde mahkum olmak
demektir. Gerçek peygamberlik ve İbrahimi gelenek, ancak bu çer-
çevede haramı ve helali tanımlar, gereklerini yerine getirir. Yoksa hiç
anlamını ve hangi çağ için geçerli olduğunu bilmeden, başka bir dil-
den dua ezberlemek ve ibadet etmek dinin özüne aykırılıktır; kukla-
cılıkla vicdan sahibi olmayı birbirine karıştırmaktır; küfürlü bir ya-
şamın batağında yüzmektir.
7- Urfa ve yöresinin sahip çıkılacak gerçek kimliği, bu ana çerçe-
vede ve üç büyük dinin de kutsallığında ifadesini bulmuş yaratıcı
emeği, onurlu ve özgür yaşamı, onun güzellik ve barışını, hakikat ve
adalet ölçülerini akıl ve vicdanla birlikte yaşamak anlamına gelir. Ke-
lime-i şahadet, namaz, oruç, kurban, her tür hayır işleri, ancak bu ta-
nımın gereklerine göre hareket edilirse imanlı olmayı mümkün kılar;
peygamberlerin yolunda olunduğunu kanıtlar. Gerçek cihat, bu yolda
büyük uğraş vermekle anlam kazanır. Din adına girişilecek ister res-
mi ister gayri resmi tarikatlardaki faaliyetler, cehaletten başka bir an-
lama gelmez. Çağdaş Nemrutlar ve onların her düzeydeki putlarına
secde etmekten öteye bir anlam taşımaz. Sadece Allah ile Nemrut ke-
limesi yer değiştirmiştir. Mevcut biçimiyle Allah adına tapılan değer-
ler, çağlarına göre tam bir Nemrutluğu ifade etmektedir. En büyük ce-
halet, günümüzde Nemrut gerçekliğine ilahi düzen değeri vermektir.
Sümer rahiplerinden daha gerici ve zalimlerle sömürücülerin hizme-
tinde olan, ama sözde çok dua ve sure ezberleyen, hadisten bahseden,
diğer ibadetleri yapan dini zihniyet ve uygulamalar, ancak Nemrutla-
rın ve Ebu Cehillerin taifesinden olmayla özdeşleştirilebilir.
Yüzlerce yıldır yürütülen bu cehaletin putlarını, belirlenen çerçe-
vede, yani demokratik uygarlık ölçütlerinde, emeğin ve özgürlüğün
tarihine uygun bir biçimde, bilinçle ve meşru savunma eylemliliğiy-
le parçalamak; gerçek bir İbrahimi kutsallığına bağlı olmak anlamı-
na gelmektedir. Çağdaş Nemrutçuluk ve putları bu anlayışla değer-
lendirilip gerekleri yerine getirildiğinde, ancak o zaman tüm pey-
gamberlerin ve kutsal kişiliklerin yolunda yüründüğünden bahsedi-
lebilir, ancak o zaman gerçek bir iman ve ahlak sahibi olunabilir.
449
Sümer Rahip Devletinden
Hem PKK, hem de Urfa’daki yaşamın önde gelen bir sorumlusu
olarak, tarihe karşı özeleştirimi ve çağa karşı savunmamı bu temelde
doğru yaptığım inancındayım. Ülkemizde ve bölgede insanlık için
yararlı ve gerekli gördüğüm yolu aydınlattığıma, bundan sonra yaşa-
mın daha affedici ve özgür gelişeceğine, emeğin hakkı olan değeri
bulacağına, tarihin bu konuda gerçek tanık olacağına dair umudumu
dile getiriyor, herkesi üzerine düşeni yapmaya çağırıyor, saygılarımı
sunuyorum.
10 Temmuz 2001
Abdullah ÖCALAN
İmralı
450