Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Bahçeden Ötede
Bahçeden Ötede
Bahçeden Ötede
Ebook130 pages1 hour

Bahçeden Ötede

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Kendini bulmaya dair bir yolculuğun öyküsü.
Hayatın kayıp anlamından kendini keşfetmeye, kaybettiğimiz ezeli bahçeden aşka ölüme ve yaşama dair kişisel bir hayat öyküsü.

LanguageTürkçe
PublisherFatih Canitez
Release dateJan 3, 2019
ISBN9780463072639
Bahçeden Ötede
Author

Fatih Canitez

Seeker of truth, wisdom and meaning. Born and lived in Istanbul until the age of 30, now living in London. Researcher and transport consultant at Imperial College, Transport Strategy Centre. Email: fatihcanitez40@gmail.com

Related to Bahçeden Ötede

Related ebooks

Reviews for Bahçeden Ötede

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Bahçeden Ötede - Fatih Canitez

    Bahçeden Ötede

    by Fatih Canıtez

    Copyright 2019 Fatih Canıtez

    Smashwords Edition

    BİRİNCİ BÖLÜM – UZAK GEÇMİŞ

    Başlangıçta

    Başlangıçta elbette Söz vardı.. Uyum vardı.. Güzellik vardı.. Her şey yerli yerindeydi.. Bütünlük dağılmamıştı.. Ovalar, kırlar, okyanuslar, dağlar ve kuşlar gerçekten ovaydılar, kırdılar, okyanustular, dağ ve kuştular. Her şey gerçekten o şey olmanın mutluluğu ve huzuru içinde sonsuzlukta yüzmekteydi. Uzaklarda bir yerde o bahçe vardı. Her şey o bahçenin içindeydi. Bahçenin dışında hiçbir şey olmamıştı. Bahçe her şeyi kapsayan ve aşan güzelliğiyle sonsuzluğa uzanıyordu. Bahçenin ağaçları, ağaçların yaprakları ve meyveleri gerçek bir ışıkla parlıyordu. Güneş yoktu, her şey doğal bir ışıkla aydınlıktı. Gökyüzü sonsuz bir mavilikte kaybolmuştu. Her şeyi kuşatan yumuşak ve ılık bir mavilik…

    Evet, başlangıçta Söz vardı, ama kelimeler henüz ayrışıp dağılmamıştı. Söz kendini sonsuz bir mutlulukta, bütünlükte, iyilikte ve aydınlıkta kuşatıyordu. Bahçe ve Söz birbirinden ayrı değildi. Bahçeye henüz yılan girmemişti çünkü. Elma ağacı da görünürde yoktu. Görülen huzurlu bir aydınlık, duyulan kuşların neşeli ötüşleri, hissedilense rüzgârın hafif hafif okşayışıydı. Ne gören görülenden ayrıydı, ne duyan duyulandan ne de dokunulan dokunandan. Her şey, bitimsiz bir ayrılmamışlığın içinde mutlu bir varlık sürüyordu. Neşeli sincaplar zıpır tavşanlarla sonsuz bir oyuna dalmış, vahşi hayvanlar bile evcil ve huzurlu görünmekteydi..

    Aslında bir başlangıçtan söz etmek de zor olurdu. Sonrası ve öncesi olmayan bir andan ibaretti her şey. Kuşlar sonsuz bir şarkıyı mırıldanıyor, ovalar anın ötesinde bir düzlükte uzanıyor, ağaçlar bitimsiz gökyüzünün derinliğinde kayboluyordu. Tüm varlık, sonu gelmeyen ritmik bir müzikte neşe içindeydi. Müziğin sonsuz ritimleri dinleyenleri bıktırmıyor, usandırmıyor, aksine her ritimde tüm varlık kendinden geçiyor, daha taze bir solukla hayata uyanıyordu. Hayat, canlılık ve neşe bir bütün halinde var olan her şeyi kuşatmıştı..

    Ayrılık? O henüz adı sanı duyulmayan bir kelimeydi. Bilen ve bilinen bile ayrı değildi. Rüzgâr sadece birliğin şarkısını taşıyordu. Ayrılıkla beraber hüzün de yoktu, o da olmayınca ne bir kaygının ne de bir kederin acı müziği duyulmuş bir şey değildi. Hani filmler mutlu sonla bittikten sonra bunun nasıl bir şey olduğunu merak ederiz, hiç mi olay olmaz sonrasında, hiç mi ayrılık yaşanmaz, hiç mi ağlanmaz. Masalların sonunda gökten üç elma düştükten, prenses prensine kavuştuktan sonra, çok sonra, romanlardaki kahraman tüm güçlüklerin üstesinden geldikten de sonra derin bir sessizlik olur, her şey olması gerektiği hale gelmiştir. Sonrasında mutlu ve mesut yaşarlar. Biraz da öyle bir hal içindeydi bahçe. Ama dinginlikle birlikte canlılık ve hareket de vardı. Öncesi ve sonrasından kurtulmuştu. Belki de fırtına öncesi sessizlikti yaşananlar…

    Bahçenin içinde, yüksekçe bir yerde, insanlar gördüm. Her şeyden çok, gerçektiler. Mutlulukları yüzlerinden okunuyordu. Hepsi tatlı bir meşguliyet içindeydiler. İçlerinden birine ölümü sordum, önce sorumu anlamadı galiba, uzun uzun yüzüme baktı. Sonra tekrar kendi işine döndü. Kimi gördüysem, kendini sonsuz bir oyunun her zaman kendini yenileyen farklılığı ve heyecanı içinde kaybetmişti. Oyunlardaki çocuksu merak ve zafer duygusu herkesin yüzünden okunuyordu. Bir başkasının yanına yaklaştım, evinin nerede olduğunu ve ne iş yaptığını sordum. Evinin gördüğüm her yer olduğunu, işininse gördüğüm gibi olduğunu söyledi. Arkadaşlarıyla derin ve tatlı bir sohbete koyulmuştu tekrar. Sanki birisinin herhangi bir şey söylemesine gerek kalmadan öbürü anlıyor, sonra tekrar gülüşmeler başlıyordu. İnsanların yer ve gökle aralarındaki mesafe de yok gibiydi. Gökler, elini uzatsan avuçlayacak kadar yakındı. Şahdamarından daha yakın sanki. Arada esen tatlı bahar rüzgârıyla insanlar bir an kendinden geçiyor, yenileniyor, daha sağlıklı ve hayat bulmuş bir şekilde iş dedikleri oyunlarına ve muhabbetlerine dönüyorlardı. Sadece insanlar değil her şey birbiriyle muhabbet içindeydi sanki. Ne insanların birbiri arasında, ne de insanlarla diğer varlıklar arasında pek bir mesafe olmadığından, muhabbet hiç zorlanmadan, kendiliğinden bir akışla her şeyi birbirine bağlıyordu. Her şey sürekli bir kavuşma ve sarılma halindeydi. Kadın ve erkek de..Can da Canandan ayrı değilmiş o vakitler..

    Nasıl oldu, neden oldu hatırlamıyorum. Sanki birden kıyamet koptu. Önce bir kıpırtı, sonra çok derinden gelen bir sallantı.. Göklerin ve yerin birbirinden ayrıldığını gördüm. Hayvanların kaçıştığını, insanların birbirinden koptuğunu dehşet içinde gördüm. Her şey çözülüp birbirinden ayrılırken, hiç bitmeyecekmiş gibi çalan müziğin sesi de acı bir siren sesine dönmüştü sanki. Çok sonraları, o olayla birlikte birliğin yerini çokluğa bırakmakta olduğunu söyleyecekler olacaktı. Artık herkes başının çaresine bakacakmış. Sonsuz gibi gelen o mutlu günler yavaş yavaş eski ve tatlı bir hatıraya dönüşecekmiş. O sırada gece ve gündüz birbirinden ayrılmıştı bile. Artık bahçe doğal bir ışıkla aydınlanmayı bırakmış, yerini güneş denen, bazen görünen bazen kaybolan yoğun ve yakıcı bir şeye vermişti. Peki bahçe? O bahçeden de eser kalmamış tabi. Fırtına; tüm ağaçları meyveleriyle birlikte yerlerinden söküp atmış, artık ne uzayıp giden gölgelerinde serinleyecek bir ağaç kalmış ne de varlığın akışını seyre daldığımız ırmaklar akar olmuş. Her şey tozpembeyken, birden siyah beyaz kasvetli bir filme dönüşmüş. Felaketin üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra bile olay aydınlatılamamış, bilirkişiler elmayı mı ayvayı mı yediği tam olarak anlaşılamayan iki kişiden şüphelenmişler.

    Olayın hemen ardından insanların o yüksekçe yerden kafile kafile aşağılara indiğini görmüşler. Aralarındaki tatlı muhabbet yerini endişe ve güvensizliğe bırakmış, hatta bazılarının olanlar için birbirlerini suçladığını görmüşler. Herkes birer yabancıya dönüşmüş sanki. Kara kara bulutlar gökleri kapatırken, yerde de dikenli çiçekler çıkmaya başlamış. Gruplar arasında yer yer taşlı sopalı kavgalar da görülmüş, kavgalar yerini hiç bitmeyen düşmanlıklara bırakmaya başlamış bile. Tepeden inen kalabalık gruplar arasında gözü yaşlı ve başı öne eğik birini gördüm. Ara ara geriye, o tepeye doğru bakıp iç çekiyor, sonra tekrar başını önüne eğip yoluna devam ediyordu. Kendi aşağı inerken sanki ayakları geri geri gidiyordu. Zoraki bir inişti onunki. Yanına yaklaştım ve sordum. Neydi bunların açıklaması? Nasıl olmuştu da gökler kararmış, bahçeden kovulmuşlardı? Neden olduğunu tam olarak bilmediğini, hatta konu hakkında açıklama yapmak da istemediğini söyledi. Yüzünde şaşkınlıkla karışık pişmanlık ve keder okunuyordu. Sonra derin bir sessizlik oldu. Pişmanlık yerini merak duygusuna, keder de yerini sebebi bilinmeyen bir umut duygusuna bırakmış gibiydi. Bedeli ne olursa olsun o bahçeye dönmek istediğini, aşağıya doğru inen bu kıvrımlı yolların bir yerinden yukarı doğru bir çıkış bulacağını, bulması gerektiğini söyledi. Bahçede bir söz verdiğinden bahsetti, sözünü her zaman tutacağından kimsenin şüphesi olmaması gerektiğini de ayrıca belirtti. Şimdi kendisini biraz rahat bırakmamı, sadece yapacak işleri ve geleceğe dönük planları olduğunu bilmemi istedi. Başına geleceklerden habersiz, kederli ve kararlıydı.. Bir benzetme yapacak olsak, her şeyini geride bırakarak ülkesinden ayrılmak zorunda kalan bir mülteciyi, sürgüne gönderilmiş bir mahkumu andırıyordu hali.. Göklerden yağmur boşanıyordu..

    Doğum ve Dünya

    Ondan sonraki günleri hayal meyal hatırlıyordum. Sanki aradan uzun çok uzun asırlar geçmişti. O bahçe çoktan unutulmuş, içime silik hatırasını bırakıp uzaklaşmıştı. Kendimi coğrafyasını bilmediğim, insanlarını da tanımadığım yepyeni bir dünyanın içinde bulmuştum. Uzak bir gurbet havası…Dayanılmaz yalnızlık duygusu…Dilini de bilmediğim bu uzak alemin içinde müthiş bir soğukluk hissettim önce…Sonra titreme…Sonra hıçkırıklar ve gözyaşları içimden kendiliğinden boşandı…Belki saatlerce ağladım…Sonra biraz dinlenip tekrar ağladım…Uyandığımda kendimi sıcak bir yatakta daha sonra kendisini anne diye çağıracağım kadının kollarında buldum. O bahçenin sıcaklığından bir parça da oraya sinmişti sanki. Daha sonra konuştuğum doktorlar, ondan sonra biraz sakinleştiğimi anlattılar. Derin bir uykuya dalmışım. Rüyamda o meleği de gördüm. Beyaz bembeyaz bir aydınlık halinde indi. Önce hoş geldin dedi, sarıldık, ağlaştık tekrar. Sonra yüzünde umutla korku arasında bir ifade sezdim. Sordum neydi bunun anlamı? Çok güzel şeyler göreceksin dedi. Aydınlık evlerden, iyi kalpli insanlardan, bulutlardan, maceradan ve başarıdan, o güzel kızdan ve aşktan, şiirlerden, roman kahramanlarından, eski Türk filmlerindeki kavuşma sahnelerinden, annemin yemeklerinden, uzak ülkelerdeki ilginç insanlardan uzun uzun bahsetti. Sonra uzaklara daldı gözleri. Bekledim. Kollarımdan sıkıca tuttu. Yavaşça bıraktı. Sen akıllı ve sabırlı birine benziyorsun dedi. Sözlerimi kesme, anlamını da sorma, ben de tam olarak bilmiyorum, hepsini tek tek göreceksin zaten. Sonra ayrılıklardan bahsetti, savaşlardan, mücadeleden ve yenilgiden, şüpheden, karanlık insanlardan, hayalkırıklığından, yalnızlıktan, hastalıktan, parasızlıktan, korkudan, dar sokaklardan ve ölümden bahsetti. Bir an belli belirsiz gülümsedi, bir şey biliyor da benden saklıyor gibiydi. Tam neye güldüğünü soracakken haydi bana eyvallah dedi. Çok uzun zaman görüşemeyeceğiz de dedi. Arkasından bakakaldım. Dışarda yağmur dinmiş, güneş tüm parlaklığıyla odanın içine dolmuştu. Biraz daha uyudum.

    Oyun

    Uyanığımda, kendimi genişçe bir bahçenin içinde upuzun, sonsuzca uzanan meyve ağaçlarının arasında arkadaşlarla oyun oynarken bulmuştum. Her bir oyun sanki bir şeylere hazırlık gibiydi. Kovalamaca oynarken, amaçsızca birbirimizi yakalamayı, sonra tekrar koşturmayı öğrenmiştik. Hiç sonu gelmeyen bu oyunu oynarken bazen amaçsızlık ve kaybolmuşluk duygusuna kapılırdık. Sonra yorulur, başka bir oyuna geçerdik. Köşe kapmaca; hayat dediğimiz oyunu belki de en iyi yansıtan oyundu. Köşemizde hiç rahat durmaz, sürekli daha iyi bir köşe ararken; ortada kalana üzülmemeyi de o yıllarda oynadığımız bu oyunla öğrenmiştik. Birdirbir oynarken birilerinin üstünden atlayarak kazanmayı, tavla oynarken de kazanmak için hayatta şansın da zekânın da önemli olduğunu öğrenirdik. Sonra şansa bağlı bu zafer ve yenilgiden bıkar, sadece aklımızı kullanarak da rakibimizi yenmenin mümkün olduğu satranca dalardık. Ama bu oyun da ince hesaplarla saatlerce sürer, tüm heyecanımızı kaybeder, sonra mahalle maçı yapmaya başlardık. Zayıf olanı kaleye koyduktan sonra, kendimiz de forvete geçip golleri sıralamanın ve bizi seyreden kızların gözüne girmenin hayallerini kurarken bilmezdik ki takımca golleri yerken attığımız bireysel gollerin çok bir anlamı olmayacaktı. Takım oyununun da önemli olduğunu tekrar tekrar böylece öğrenirdik. Sonra hemen unuturduk tabi. Öne çıkıp sivrilmek her seferinde daha çekici gelirdi.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1