Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Cezaevinden Anahit’e Mektuplar
Cezaevinden Anahit’e Mektuplar
Cezaevinden Anahit’e Mektuplar
Ebook153 pages1 hour

Cezaevinden Anahit’e Mektuplar

Rating: 5 out of 5 stars

5/5

()

Read preview

About this ebook

"Birkaç haftalıktın, aklımda altı yedi hafta diye kalmış, ilk kez yüzümüzü tanıyarak gülümsedin. İlyastepe’de küçük evimin giriş holünde, ayakkabı dolabının üstünde, bebek koltuğu içindeydin. Mucize gibi bir şeydi. O gün bir “şey” olmaktan çıkıp bir insan oldun. Mutluluktan uçtum. Yeniden baba olduğumu hissettim. Hayatıma bir odak ve bir amaç geldi."

Nişanyan'ın cezaevinden kızına yazdığı mektuplar...

LanguageTürkçe
Release dateApr 16, 2018
ISBN9781927893678
Cezaevinden Anahit’e Mektuplar

Read more from Sevan Nişanyan

Related to Cezaevinden Anahit’e Mektuplar

Related ebooks

Related categories

Reviews for Cezaevinden Anahit’e Mektuplar

Rating: 5 out of 5 stars
5/5

2 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Cezaevinden Anahit’e Mektuplar - Sevan Nişanyan

    10 Haziran 2016

    Menemen T Tipi Kapalı Cezaevi

    Güzel kızım, canım Anahit’im,

    Doğduğun gün, Diyarbakır Kitap Fuarı’nda önceden ilan edilmiş bir konuşmaya davetliydim. Doğumuna daha birkaç gün var diye hesaplıyorduk. O yüzden sabah annen doğum belirtileri gösterdiğinde çok ciddiye almadım. O da almadı sanırım.

    Havaalanına gitmeden önce köydeki marangoza uğradım, yarım saat kadar oyalandım. (Yeni Konak’ın alt katının kapı ve pencereleri yapılıyordu o sırada.) Annen sancıları artınca İris’i çağırmış. İris panik içinde bana telefon etti, bu kız doğuracak çabuk gel diye bağırdı. Apar topar döndüm, ikisini birden alıp Kuşadası’ndaki hastaneye yetiştirdim. Hastaneye vardığımızda anneni hemen doğum odasına koşturdular. Kolay bir doğum oldu, yirmi dakikada bitti. İris doğumhanenin kapısından içeri başını sokup seni ilk gören kişi oldu. Bana seni ancak bir saat sonra, temizleyip giydirdikten sonra gösterdiler.

    Yüzünü yazık ki şimdi hatırlamıyorum. Ama çok güzel, sağlıklı, eni boyu yerinde, sakin bir bebektin. O anda annen de ben de sana aşık olduk. Hayattaki tüm zorlukları seninle aşabileceğimize inandık. Annenin sağlığı iyiydi, birkaç saat içinde tamamen kendine geldi. Ertesi sabah eve döndük. Yeni hayat düzenimize alışmaya başladık.

    Diyarbakır’daki konferansa ben gitmeyince protestolar olmuş, birkaç kişi yuhalamış. Diyarbakır insanı duygusaldır; o dönemde Kürt hassasiyetleri zirvedeydi. Benim gitmeyişimi belki saygısızlık olarak görenler olmuştur. Yayınevimle konuştum. Kendimi affettirmem için hemen bir imza günü düzenlediklerini söylediler. Kabul ettim. Doğumunun üçüncü günü Diyarbakır’a uçtum. Niyetim bir gün kalıp gece geri dönmekti. İmza günü başarılı geçti; etrafımı hayranlarım sardı. Kürt ulusal hareketinin simge isimlerinden olan Leyla Zana ile sohbet ettim. Önceden tanıdığım ve misafirliğine gitmek için söz verdiğim genç gazeteci Barzan Şerefhanoğlu ile karşılaştım. Karşı koyamadığım bir ısrarla beni Bitlis’teki evine davet etti. Kıramadım. Bitlis’e gittim. (Doğuluların misafirlik konusundaki ısrarını henüz tanımıyorsan yakında mutlaka tanırsın. Karşı koymak imkânsızdır. Direnirsen dostluklar bozulur, reddin hakaret olarak algılanır, yıllarca altından kalkamazsın.)

    Arkadaşımın babası eski Kürt aristokrasisinin köklü bir ailesinden, Şerefname yazarı Şeref Han soyundan, yaşlı ve yorgun bir sosyalistti. Gece yarısına kadar sohbet ettik. Olağan dışı bir ölçüde mutlu oldu. Belki taşradaki monoton ve kasvetli hayatında beni bir dostluk ve heyecan ışığı olarak gördü. Daha kalmam için ısrar etti. Ertesi gün, Kürt dağlarının en uzak ve el değmemiş köşelerinden Hizan ve Müküs’e (Bahçesaray) günübirlik bir tur düzenledik. Eski Müküs beylerinin varisi ve altı dönemden beri oranın belediye başkanı olan Ziya Orhan’ı ziyaret ettik. Ziya Bey benim Taraf’taki yazılarımın hayranı imiş. Büyük ısrarla bizi evine yemeğe davet etti; gece emrivaki ile misafir etti. O sırada kasaba yakınındaki ormanda, Kürt mistik şairlerinden Feqiyê Teyran için oyma taştan bir anıt-mezar yaptırıyordu. Benim de kaya mezarı yaptırdığımı duyunca sohbetimiz derinleşti. Tarihe, kültüre, ölüme, ölümsüzlüğe dair konuştuk. Ertesi gün oradan ayrılmak için neredeyse zor kullanmak zorunda kaldım. Üç gecelik bir ayrılıktan sonra Şirince’ye ve sana döndüm.

    Annen bu üç günlük yolculuğumu hiç affetmedi. Yapayalnızmış, kimse onunla ilgilenmemiş, aç kalmış, İlyastepe mutfağına kadar gidip yiyecek aramak zorunda kalmış. İşlediğim suç bir kere değil, iki kere değil, beş kere değil, on kere değil, belki yüz kere, belki bin kere başıma kakıldı. İki üç yıl boyunca hemen her gün bu konu açıldı, ne kadar umursamaz ve sorumsuz bir adam olduğum hatırlatıldı. İlk söylendiğinde elbette üzüldüm, özür diledim, belki gönül alıcı sözler söyledim. İkincisinde sabırsızlandım. Üçüncüsünde irrite oldum. Sonrakilerde sadece öfke ve inat damarım kabardı; kendimi haklı ve mağdur hissettim; her lafa lafla karşılık verdim.

    Anahit’im, güzel kızım, hayatın boyunca ne yaparsan yap, kocana veya sevgiline veya arkadaşına karşı bu hatayı yapma. Şikâyetin varsa bir kere söyle. En iyisi krizin geçmesini ve öfkenin küllenmesini bekle, ondan sonra söyle. Karşındaki kişi büsbütün hissiz değilse anlayacak ve etkilenecektir. Hemen tepki vermese de mutlaka etkilenir, üzerinde düşünür. İkinciden sonra iş inada dönüşür. Üçüncüden sonra apaçık düşmanlıktır. Amacı çözüm bulmak değil can yakmaktır. Bir evliliği ya da dostluğu yokuşa sürmenin en emin yoludur. İyi bir insan, akıllı bir insan bu yanlışa düşmez. Sen de sakın düşme. Daha mutlu, daha sevilen bir insan olursun.

    11 Haziran

    Üç hafta önce doğum günündü. Sana bir mektup yazdım. Seni çok sevdiğimi, hapiste her gün seni düşündüğümü, senden uzak kaldığım için içimin yara gibi acıdığını, belki seni bir daha göremeyeceğimi düşünerek kahrolduğumu anlattım. Seni çok seven bir baban olduğunu hayatın boyunca unutmamanı diledim. Uzun zamandan beri kimseye bu kadar içten, buradaki favori deyimle damardan bir mektup yazmamıştım. Yazmak bana iyi geldi. İyi ki varsın diye düşündüm.

    Cezaevinde bazı mahkûmlar vakit geçirmek için boncuk işi yaparlar. Yarım milimetre büyüklüğünde renkli boncukları örerek resim, arma, el çantası, biblo üretirler. Doğum günü hediyesi olarak sana gönderebileceğim en uygun şeyin bu olduğuna karar verdim. Sana kırmızı bikinili genç kız şeklinde bir anahtarlık, Mihran’a da bir Mickey Mouse gönderdim. Altı yaşında artık bir genç kız olmaya adım attığını düşünüyorum, ya da öyle düşünmek istiyorum. Seninle iki yetişkin insan gibi sohbet edebileceğimiz günleri hayal ediyorum. O yüzden sana çocuk hediyesi değil, bir genç kız hediyesi aldım.

    Burada geçirdiğim iki buçuk yılın sonunda artık direnme gücümün tükendiğini hissediyorum. Yakın gelecekte buradan çıkma umudum kalmadı. Sağlığımın beni daha ne kadar taşıyabileceğini bilmiyorum. İçinde bulunduğum koşullar iki buçuk yılda adım adım kötüleşti, daha da kötüleşmesi kaçınılmaz görünüyor. Sana yazdığım gün, sıklığı ve derinliği gitgide artan karamsarlık günlerimden biriydi. Kolay mektup yazan biri değilim. Bir daha Anahit’ime mektup yazma fırsatım belki de olmayacak diye düşündüm. Bir çeşit veda mektubuydu. Seni belki terk edip gittiğine inandığın, ya da yarın kendini yalnız ve terk edilmiş hissettiğin günlerde acı ile suçlayacağın babanın gerçekte seni çok sevdiğini, öbür dört çocuğundan fazla seni düşündüğünü, senden uzak kaldığı için canının yandığını bilmeni istedim. Yıllar sonra, üzgün ve umutsuz olduğun bir gün, geriye dönüp okuduğunda içini ısıtacak, sana sevgi ve güven verecek bir mektup olmasını istedim. Beni duyman için uzaktan bir çığlık attım.

    "Sevgili canım bebeğim Anahitçiğim, biricik prensesim,

    Seni o kadar çok özlüyorum ki anlatamam. Her gün sabah seni düşünerek uyanıyorum, her akşam gene seni düşünüyorum, seni göremediğim ve seninle konuşamadığım için kalbim paramparça oluyor. Ne kadar büyüdüğünü düşünüyorum. Artık kocaman bir kız oldun. Beraber olsak seninle neler neler konuşurduk, düşüncelerini bana anlatırdın, beraber gezmeye giderdik, bisiklete binerdik. Seninle ve Mihran’la beraber Potsdam’da güzel bir kafeye gidip kahvaltı etmiştik hatırlıyor musun? Belki gene oraya giderdik.

    Sana mektup yazmayı hep istiyorum ama yapamıyorum. Seni düşünmek bana acı veriyor. Ne yazarsam yazayım içimdeki acıyı anlatamayacağım için mektup yazmaktan vazgeçiyorum. Bu kötü yerde gerçekten özlediğim, sevdiğim, üzüldüğüm biricik insan sensin. En çok üzüldüğüm şey senden uzak olmak. Bu kötü yerde beni ayakta tutan tek şey de bir gün sana gene kavuşmak ümidi.

    Bu ayrılık ne kadar sürecek bilmiyorum. Belki yıllar sürer. Belki de bir daha hiç görüşmeyiz. Bir gün buradan kurtulursam hiç durmadan Berlin’de senin yanına geleceğim, bir daha hiç senden bu kadar uzak kalmayacağım. Kurtulamazsam ve bir daha görüşmezsek sakın unutma, seni çok seven ve seni özlediği için kalbi kanayan bir baban var, her gün seni düşünüyor, seni tekrar göreceği günün hayaliyle yaşıyor.

    Eğer istersen bana mektup yazabilirsin. Okulda neler yaptığınızı, Mihran’la neler yaptığınızı, anneni ya da anneanneni bana anlatabilirsin. Ama istemezsen yazma. Bunun bir görev olmasını istemiyorum. Sadece burada seni çok seven bir baban olduğunu unutma.

    Mihran’ı da benim için öp. Mihrancığımı da çok seviyorum. Ama sen benim hayatımın biricik ışığısın. Ben çok şeyler yaşadım, birçok insan tanıyorum, başka çocuklarım var. Ama sen benim için bambaşkasın, herkesten çok farklısın. O yüzden seni çok özlüyorum, sevgili kızım benim."

    Yazık ki sesimi sana ulaştıramadım. Mektuptan on gün kadar sonra annene bir mesaj atıp ne oldu diye sorduk. Kan dondurucu bir öfke ve düşmanlık diliyle yazılmış kısa bir yanıt geldi. Aynen aktarıyorum:

    Kusura bakmayın ama bir selamı bile esirgediği bir insanı aracı olarak kullanması[nı] yanlış buluyorum. Zamanımı harcamayın lütfen. İhtiyaç duyulduğunda aile olup diğer zamanlarda ise umursanmayan birisi olmak istemiyorum ve olmayacağım da. Tek başına anne, öğrenci, işçi ve gerekli her şey olmaya çalışan bir insanın tek bir saniyesini bile harcamanız terbiyesizlikten başka bir şey değil. Duygusal ağırlıkları da benim çocuklarıma değil kendi ailesine yüklesin. Bu kadar da arabesk olmasın yakışmıyor.

    Düşün ki bu insan, hayatımın mahvolduğu, belki bir daha gün yüzü göremeyeceğim şekilde karanlık bir kuyuya atıldığım, yalnızlık ve umutsuzluktan başka bir şeyimin kalmadığı günlerde bana bir not gönderip geçmiş olsun demeyi aklına getirmedi. Çocuklarımın bir fotoğrafını görmenin benim için bir umut ışığı ve dayanak olacağını bildiği halde, bırak resim göndermeyi, resimlerinizi görmemi önlemek için sosyal medya hesaplarını kapattı. Merak etme çocuklar iyi diye bir mesajı bile benden esirgedi.

    Bir kere daha kahroldum. Bir kere daha isyan ve çaresizlik kıskacına sıkıştım. İki buçuk yılda beni cezaevinin kendisinden fazla yaralayan, iki eski karımdan, Müjde ve Aynur’dan yediğim darbelerdi. Onlara bir yenisi eklendi.

    Haksızlık öfke doğuruyor. Öfke ise, paradoksal bir şekilde, umudu canlı tutan bir duygu. Kendini çaresiz ve kaderine teslim olmuş hissettiğin bir anda yediğin tekme, karşı koyma güdüsünü harekete geçiriyor. Ben haklıyım diyebildiğin sürece yaşarsın. Annenden o mesajı aldığım gün, sana yüzlerce mektup yazma düşüncesi kafamda filizlendi. Hayır, teslim olmayacağım. Küçük kızıma karşı yıllardan beri içimi yakan, ruhumu kemiren duyguları suskunluk batağına gömmeyeceğim.

    Aradan birkaç gün geçti, Özlem’den bir mektup geldi. Özlem beni gerçekten düşünen, gerçek bir sevgiyle

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1