Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Türkiye'de Sıkıyönetimler
Türkiye'de Sıkıyönetimler
Türkiye'de Sıkıyönetimler
Ebook358 pages3 hours

Türkiye'de Sıkıyönetimler

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Türkiyedeki militarizmin tarihi denince akla gelen ilk isimlerden olan Serdar Şen’in yeni kitabı, ordu ve siyaset ilişkisini serinkanlı, analitik ve tarihsel bir açıdan ele alıyor.

Çalışma, sivil siyasetin ordu ve militarizmle olan grift ilişkisini kapsamlı bir şekilde ele alarak yola koyuluyor. Ardından sıkıyönetimlerin ‘ötekileştirme’ siyasetine, peşisıra da sıkıyönetimlerin ‘dil’ ile ilişkisini inceliyor. Kitap, sıkıyönetimlerin cinsiyetçilik ve ‘erkek kültür’ ile olan bağını işleyip, son olarak da sıkıyönetimlerin gündelik hayatı nasıl düzenleme gayreti içinde olduğunu tartışıyor.

Türkiye’de Sıkıyönetimler, 1925 - 1980 tarihleri arasındaki militarist siyaseti, yakın Türkiye tarihini ve en önemlisi de günümüz siyasetini anlamak isteyenler için vazgeçilmez bir kitap.

LanguageTürkçe
Release dateNov 23, 2016
ISBN9781927893616
Türkiye'de Sıkıyönetimler

Related to Türkiye'de Sıkıyönetimler

Related ebooks

Reviews for Türkiye'de Sıkıyönetimler

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Türkiye'de Sıkıyönetimler - Serdar Şen

    Önsöz

    TSK üzerine yaptığım çalışmalar sırasında karşıma çıkan konulardan biri sıkıyönetimlerdi. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de ilan edilen sıkıyönetimler üzerine kafa yormaya başladım. Zamanla gördüm ki sıkıyönetim, sadece anayasa-yasalar ve TSK düzeyinde ele alınamayacak kadar kapsamlı bir konuydu. Söz konusu olağanüstü uygulamaya başvurulmasının gerekçelerini ve yarattığı sonuçları anlayabilmek için çerçeve daha geniş tutulmalıydı. Böylesi bir tercihte bulunmakla karşılaşacağım zorlukların farkındaydım. Bekleyen güçlüklere rağmen sıkıyönetim üzerine çalışmaya karar verdim. Karşıma çıkan ilk sorun belge eksikliğiydi. İğneyle kuyu kazmaya çalıştığım günlerde hoş bir sürprizle karşılaştım. Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Zafer Üskül imdadıma yetişti. Görüşme talebimi tereddütsüz kabul etmekle kalmadı, yıllarca emek harcayarak topladığı belgeleri bana emanet etti. Kitabın ortaya çıkmasında bu belgelerin büyük payı bulunmaktadır. Gösterdiği sıcak ilgiden ötürü Prof. Dr. Zafer Üskül’e ne kadar teşekkür etsem azdır.

    Çalışmanın kitaplaştırılması hayli zaman aldı. Bu arada iki güzel gelişme oldu. Bunlardan ilki TBMM internet sitesinde tutanakların erişime açılmasıydı. Böylelikle sıkıyönetim görüşmelerine ait eksik tutanaklara da kolayca ulaşabildim. İkinci güzel gelişme, Milliyet Gazetesi’nin tüm arşivinin internet üzerinden herkesin kullanımına sunulmasıydı. Böylelikle, elimde olmayan sıkıyönetim bildirilerine ve bazı kupürlere ulaşma şansını yakaladım. Her iki çalışmada emeği geçen herkese kendi adıma teşekkür ederim.

    Can Başkent başta olmak üzere, kitabın yayınlanma sürecindeki emeklerinden ötürü Propaganda Yayınlarındaki arkadaşlara ve karikatürlerini kullanmamıza izin veren İzel Rozental’e teşekkürlerimi sunarım.

    Umarım bu kitap sıkıyönetim uygulamalarının etki ve sonuçlarına dair literatürde hissedilen boşluğu doldurur.

    Serdar Şen

    Giriş

    Cumhuriyet tarihiyle ilgilenenlerin görmezden gelemeyeceği kurumlardan biri TSK’dır. Gerek ülke dışından gerekse ülke içinden bakan farklı görüş sahibi insanların, Osmanlının son döneminden itibaren yaşanan süreci her ne şekilde adlandırırlarsa adlandırsınlar, ordunun baskın role sahip olduğu değerlendirmesinde buluştukları ortadadır. Modernleşme-batılılaşma-çağdaşlaşma gibi kavramlarla karşılanan süreçte¹ Osmanlının savaş meydanlarında yaşadığı yenilgiler neticesinde devleti kurtarma amacıyla başlatılan çalışmaların merkezinde yer tutan ordu (askerler), zaman içinde ortaya çıkan ideolojik kültürel farklılaşmalar neticesinde çok daha köklü dönüşümlerin öznelerinden biri –belki de en önemlisi- haline geldi. Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kurucu unsurları arasında yer alan ordu, hem kurumsal düzeyde hem de mensupları aracılığıyla devletin-rejimin inşa sürecinde etkin bir rol üstlendi. Rejimi-devleti kollama ve koruma görevi salt yasal düzeyde tanımlanmakla kalmadı; gerek askerler gerekse toplumun diğer üyeleri arasında ordunun bu müdahaleci konumuna meşruiyet kazandıran bir bilinç de gelişti. TSK, bu kapsamda yürütülen çalışmalarda yoğun şekilde yer aldı.

    Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu (çalışmanın kapsamına giren dönemdeki içeriğiyle madde-35)’nda Umumi Vazifeler başlığı altında Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır² şeklinde düzenlenen madde ile kendine verilen vazifeye ve yetkiye dayanarak TSK, çeşitli zamanlarda ve farklı yollarla müdahalelerde bulunmuştur. Bu konudan söz açıldığında genellikle, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi daha çok devleti-rejimi kollama ve koruma amaçlı ve görünümlü müdahaleler akla gelmekle birlikte, Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal uygulamalarına başvurulduğu dönemler de TSK’nin etkinliğinin gözardı edilemeyecek düzeye ulaştığı zaman dilimleridir. Tarihsel rolünün ve gündelik yaşam içindeki ağırlığının kanıksanmasından olsa gerek, ordunun siyasal alana yönelik açık müdahaleleri dışındaki faaliyetleri ve yol açtığı sonuçlar genellikle sorun haline getirilmemiştir. Oysa tam da tarihsel rolü gözetilerek, Cumhuriyet tarihinin önemli bir kısmını kapsayan sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamaları üzerine son derece kapsamlı çalışmalar yapmak gerekir.³ Fakat konunun genişliğinden ötürü bu kitabı olağanüstü yönetim biçimlerinden sadece sıkıyönetim uygulaması ile sınırlandırdım.

    Sıkıyönetimi düzenleyen Anayasa maddelerine bakıldığında sıkıyönetimin ilanında yetkinin Bakanlar Kurulu’na ait olduğu ve TBMM’nin onayına sunulma koşulu bulunduğu açıkça görülmektedir. İnisiyatif her ne kadar sivil organların elindeyse de, sıkıyönetimden söz edildiğinde genellikle ilk akla gelen kurum TSK’dir. Ortaya çıkan bu durum, ordunun salt anılan dönemlerdeki icraatlarına ve baskın rolüne bağlanarak açıklanamaz. Ancak, kökleri modernleşme sürecinin başlangıç yıllarına kadar uzanan bir dizi gerekçe ve farklı düzeylerde kurulan meşruiyet zemini ordunun bu önde konumunun anlaşılmasında yol açıcı olabilir. Bu anlama-açıklama tarzı aynı zamanda, sıkıyönetim dönemlerinin, aydınlar ve farklı çevreler tarafından insan hakları ihlalleri ve hukuksal sorunlar bağlamında sorgulanmasına rağmen, neden halk tarafından sorun haline getirilip kitlesel eleştiriye tabi tutulmadığı sorusunun karşılığının verilebilmesini de olanaklı kılar.

    Kitapta sıkıyönetim uygulamalarıyla insan hakları ve hukuk bağlamında ilgilenilmeyeceğinden, bu olağanüstü yönetim biçiminin temel dayanağı olan Anayasa maddeleri ile sıkıyönetim kanununda tanımlanan görev ve yetkilere, giriş bölümünün hemen ardındaki Ekler kısmında yer vermekle yetindim. Aynı kısımda, hangi gerekçeyle, hangi illerde ve ne kadar süreyle sıkıyönetim uygulamasına gidildiğine dair tabloları da bulabilirsiniz.

    Sıkıyönetim uygulamalarını farklı bağlamlarda incelemek mümkünse de, elinizdeki çalışmada, özellikle toplumsal kültür ile siyasal bilinç ve kültür üzerinde sonuçlar doğuran boyutları ele alarak irdelemeye çalıştım.

    Elbette başka dinamiklerin de etkisi bulunmakla birlikte, iktidar etme tarzının bir sonucu olarak başvurulan sıkıyönetimler, yürürlükte bulunduğu süre içinde gerçekleştirilen icraatların yol açtığı sonuçlarla iktidar etme biçiminin yeniden üretilmesini desteklerken, hem kendisinin hem ordunun toplumsal meşruiyetini de güçlendirdiğini lafı dolandırmadan söyleyerek konuya giriş yapılmalıdır. Bunun ardından, sıkıyönetim konusu ele alınırken çok katmanlı ve çok boyutlu bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu görmek gerekir. Yoksa, salt dönemsel kriz durumunun aşılmasına yönelik uygulamaya konulan, kimi zaman (sık sık) insan hakları bağlamında sıkıntıları barındıran olağanüstü bir araç olduğu algısının sınırları içinde sıkışma riskiyle karşı karşıya kalınabilir. Oysaki söz konusu edilen olağanüstü dönemlerde yasama ve yürütme üyelerinden toplumun tüm katmanlarına varıncaya kadar içselleştirilmiş resmi ideolojiyle ve ona dayanılarak gerçekleştirilen sıkıyönetimin tanımlanmış çerçevesini aşan icraatlarla yoğun biçimde karşılaşılmaktadır. Kitabın ilgili bölümünde ele alınacağı üzere, devleti yönetme iddiasıyla halk desteğini arkasına alarak Meclise giden vekiller (çift meclisli dönemdeki farklı statüye sahip senatörler dahil) arasında –sınırlı sayıdaki ismi bir kenara bırakırsak- resmi ideoloji nerdeyse tek gerçeklik durumundadır. Her şeyden önce, yürütme ve yasama organlarında yer alanlar, içselleştirilmiş ideolojinin etkisiyle olsa gerek, zaman içinde refleks haline gelen çözümlere sarılmaktan kendi meşruiyetlerini zedeleme pahasına kaçınmamışlardır. Sıkıyönetimin ilanını takiben onaylanması aşamasında TBMM çatısı altında farklı siyasal hatların temsilcisi olarak bulunan isimlerin (ve partilerin) benzer şekilde orduyu göreve çağırdıkları görülebilmiştir. Tahmin edileceği üzere inisiyatifin kendi ellerinde bulunduğu şeklinde ifadelere rastlanılmaktaysa da, 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde bile, TSK’nin Cumhuriyetin kuruluş döneminden beri süregelen misyonunun devam ettiği şeklinde bir bilinçle ve söylemle yaygın biçimde karşılaşılması, seçilmişlerin bu sözleri sadece zevahiri kurtarmak niyetiyle söylediklerini düşündürtmektedir. Sıkıyönetim ilan edilirken ve  onanırken sanki TSK, kendisine olağanüstü koşullarda kanunların çizdiği sınırlar çerçevesinde görev verilen bir baskı aygıtı olmaktan çok, yüce katında duran, devletin/rejimin özünü temsil eden kurum sıfatıyla duruma müdahale etmek üzere çağrılmaktadır. Sivil siyasetin kendisini önemsizleştirmesi anlamına gelen ifadeler ilgili bölümde aktarıldığından burada herhangi bir örneğe yer vermeyeceğim. Çoğunluk tarafından bastırılmaya çalışılan sınırlı sayıdaki tepkiyi gözardı ettiğimizde, sıkıyönetim uygulaması esnasında ortaya çıkan kimi sorunların sorumluluğunun siyasetçiler tarafından yaygın biçimde askerlerden çok yürütme organında görülmesinin gerekçesi, içselleştirilen resmi ideolojinin açığa çıkmasından başka bir şey değildir. Mecliste yapılan konuşmalara bakıldığında görülmektedir ki, seçilmişler arasında, sıkıyönetim komutanlarının o muhteşem ordu tarihini temsil ettikleri şeklindeki düşünce ve inanç son derece yaygındır. Benzer bir anlayışa halkın geneli de sahip olmakla birlikte, kendisini sistem içi siyasetinin merkezinde ve üstünde tanımlayan kurumun üyelerince sergilenen yaklaşım demokratik siyaset adına ciddi sorunlar bulunduğunu göstermektedir. Böylesi bir atmosferde parlamentonun askerlerin gölgesinde kalması engellenemezdi; nitekim engellenemedi de. Sıkıyönetim dönemlerinde seçilmişlerin gösterdiği tavır, açık askeri müdahaleler karşısında sivil siyasetin genel olarak neden başarılı sınav veremediğinin gerekçelerinden en azından birini açığa çıkartmaktadır. Kimi durumlarda hükümette yer alanlar ile muhalefette bulunanlar arasında sıkıyönetim konusunda tutum farklılıklarına rastlanmaktaysa da, bu ayrışma, TSK’nin demokrasi çerçevesinde yerinin belirlenmesi konusundaki anlayış çatışmasından kaynaklanmamaktadır genellikle. Tam tersine, kendine muhalif gördüğü partiyi devre dışı bırakabilmek, güçsüz kılabilmek için orduyu bir şekilde devreye sokma niyetinin sonucunda karşıt irade beyanları yapılmaktadır. Dışarıdan bakan biri TBMM çatısı altındaki konuşmaları dinlediğinde, siyasetçilerin, askerlerin otoritesi altında yasama-yürütme görevini yerine getirmeyi peşinen kabul ettikleri, aralarındaki mücadelenin ise iktidar hiyerarşisinin daha alt katmanlarında yer tutma hedefi çerçevesinde yürütüldüğü sonucuna varabilir. Özellikle olağanüstü dönemlerde açığa vurdukları düşünceyle ve sergiledikleri tutumlarla siyasetçilerin, demokrasiyi, meşru gördükleri otoriter yapıda sistem içi partiler arasında gerçekleşen mücadelenin sürdürülebilmesi sorununa indirgedikleri kolayca düşünülebilir. Çeşitli konular ve kimi kurumlar karşısındaki tutum farklılıklarından ötürü kendilerini daha demokrat görüyorlarsa da, farklı geleneklerin temsilcisi olan partilerin ordu konusundaki anlayış benzerlikleri, aslında militarizmin yapıya ne kadar içsel olduğunu göstermektedir. 1980 darbesinin ardından yaşanan sivilleşme sürecinde bu türden yaklaşımların ne kadar aşılabildiği, günümüzde durumun ne olduğu üzerine yapılabilecek tartışmaları bir kenara bıraktığımızda, olağanüstü koşullarda ilan edilen sıkıyönetimler karşısındaki tutumlarından ötürü seçilmişlerin ve partilerin demokrasi bağlamında çok da iyi bir sınav vermedikleri söylenilebilir.

    Sıkıyönetim ilanının onaylanması ve uzatılması görüşmeleri sırasında kullanılan dil bir başka soruna daha yol açmıştır: Zaten sorunlu olan devlet dilinin ve toplumsal dilin daha da militaristleşmesi gibi. Sıkıyönetime gerçekten gerek olup olmadığı türünden tartışmalara girme kaygısı taşımadan çalışmayı yaptığımdan, kullanılan dilin militarizmi güçlendirici rolü kendiliğinden ön plana geçti. Konu ilgili bölümde ele alınacaksa da sadece birkaç noktanın altını çizmek istiyorum. Olağanüstülük tanımlamasını gerektirecek yoğunluktaki güvenlik merkezli sorunların aşılmasına yönelik başvurulan uygulamanın (sıkıyönetimin) meşruiyetinin sağlanabilmesi (vekillerin-yurttaşların ikna edilmesi ve/veya inançlarının olağanüstü uygulamayı destekleyecek şekilde pekiştirilmesi) için asayişle ilgili sıkıntılar ve yaşanan olaylar sıralanırken, ötekinin askeri tedbirleri gerektirecek düzeyde donanıma sahip olduğunun örneklerle anlatılması sırasında, militarist dil siyasetçiler eliyle yeniden üretilmiştir. Öte yandan Meclis çatısı altında ordunun tarihsel rolüne, kurucu güç olmasına yönelik yapılan hamaset içeren göndermeler ve askerlerin hem devlet içindeki konumunu meşru gösteren hem de halkla bütünleşmiş oldukları şeklindeki ifadeler, TSK’nin siyaset üstü kurum olarak devletin/rejimin/milletin teminatı olduğu inancını güçlendiren bir işleve sahiptir. Halkın oylarıyla seçilenlerin kullandığı dil, orduyu çözüm üreten bir kurum olarak algılamaya sevk edici karaktere sahiptir. Sıkıyönetim görüşmeleri esnasında yapılan konuşmalara bakıldığında insan, seçilmişlere göre ordunun her şeyin üzerinde bir yere sahip olduğu ve sivil siyaseti, rejimin gerçek gücüne gerek duyulmadığı dönemlerde sürdürülen siyaset oyunu gibi gördükleri duygusuna kapılmaktadır. Vekiller, sivil siyasetin yetemediği anda işi gerçek sahiplerine teslim etmeye hazır oldukları izlenimi yaratmaktadırlar.

    Sıkıyönetim dönemlerinde halkı Mecliste konuşulanlardan çok sıkıyönetim komutanlıklarının tutumu ilgilendirmektedir. Sıkıyönetim üzerine yapılabilecek teorik, hukuksal değerlendirmeler büyük öneme sahip olmakla birlikte, vatandaşlar ile sıkıyönetim komutanlıkları arasındaki ilişki toplumsal kültür üzerinde çok daha doğrudan etkiler yaratmıştır. Sıkıyönetim vatandaş adına her şeyden önce askerle somut karşılaşma anlamına gelmektedir. Halkın büyük bölümünün orduya verdiği açık destek, egemen bilinç durumuna ve toplumsal kültüre dair yeterince ipucu sunmaktadır. Sıradan vatandaşın böylesi bir bilinç ve ruh haliyle, üzerine derinlemesine düşünmeden sıkıyönetimler hakkında vardığı ilk sonuç; siyaset mekanizmasının çözemediği sorunların halledilmesi için askerlerin devreye girdiğidir. İleride aktarılacak kimi örneklerde hemen dikkatleri çekeceği üzere, halk, sıkıyönetim komutanlıklarından zaman zaman sıkıyönetim ilan gerekçesinin çizdiği kapsama girmeyen taleplerde bulunmuştur. Bu durum halkın sivil siyaset ve askerler hakkındaki bilincini gözler önüne sermektedir. Böylesi bir bilincin ve algının bulunması ve ilişkinin bu şekilde kurulması, sıkıyönetimi ilan edenler-onayanlar ile askerler arasındaki hukuksal zemini önemli oranda anlamsızlaştırmıştır: Asker ile sıkıyönetim nerdeyse özdeş hale gelmiştir. Kimi gazete haberlerine bakıldığında Sıkıyönetim Komutanları mutlak irade konumundadır çoğu zaman. Halkın bilinci ve toplumsal kültür sıkıyönetimlerin meşruiyetinin genellikle daha da güçlenmesine hizmet etmiştir. Olağanüstü dönemlerde askerler üzerinden devletle/rejimle vatandaşın ilişki kurması ordunun güçlü konumunun süreklilik kazanmasına katkı sağlamıştır. Seçilmişlerin Meclis çatısı altında yaptıkları konuşmalar sistem partilerinin aksi yöndeki süreçleri besleyecek iradeye sahip olmadıklarını göstermektedir.

    Sıkıyönetim dönemlerinde halk ile askerler arasındaki gerçek ilişkinin çerçevesi ilk bildiri ile kurulurken, takip eden günlerde yayınlanan bildiriler ve açıklamalarla içerik doldurulmuştur. Sıkıyönetim Komutanının yayınladığı ilk bildiri aynı zamanda otoritenin irade beyanı anlamına gelmektedir. Genellikle bu bildirilerde resmi ideolojinin genel çerçevesiyle uyumlu bir şekilde ötekileştirilenler dışında kalanlar bizin parçası kabul edilmektedirler. Çeşitli vesilelerle ifade edilen yasaklar bu ayrımı derinleştirilmiştir. Bizi tanımlayan sıkıyönetim komutanlıklarının iradesiyle uyumlu saflarda yer almak için büyük çoğunluğun özel çaba sarf etmesine gerek duyulmamaktadır çoğu zaman. Çünkü karşıt etkinlik içinde bulunmayanlar kendiliğinden bu iradenin yanında saf tutmuş olmaktadırlar. Bu ilk düzeyin ötesinde bazen vatandaşın sıkıyönetime, ihbarcılık gibi şekillerde, aktif destek vermesi beklenmektedir.

    Toplumun büyük bölümü farklı düzeylerde de olsa mutlak güç kabul ettikleri askerlerin iradesiyle bütünleşmektedir. Sıkıyönetim komutanlıkları vatandaşların bu yöndeki tutumlarını çeşitli zamanlarda takdir etmişlerdir; kimi zaman teşekkür yoluyla kimi zaman da yasakların dışına çıkartıldıklarını duyurarak. Sıkıyönetimin icra boyutundaki özneleriyle (kurum-kişi) aynı tanımlanmış alanda saf tutanların, ilerleyen zamanda da olsa bu olağanüstü dönemlere karşı eleştirel tutum takınmaları ve etkinlikte bulunmaları yaşanan süreçler neticesinde neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Tam tersine yapının geneline dair sorunların aşılmasına yönelik geliştirilen askere dayalı çözümler TSK’nin sistemin teminatı olduğu yargısını perçinlemeye hizmet etmiştir.

    Sıkıyönetim dönemlerinde kullanılan dilin ötekileştirici, militarist özelliğine dikkat çekip de cinsiyetçi karakterini görmezden gelmek büyük eksiklik olur. Hem yasama ve yürütme hem de uygulama boyutuna bakıldığında sıkıyönetimin erkek egemen karaktere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar olağan dönemlerde de erkek egemenliği en kaba haliyle gözlemlenebilirse de sıkıyönetim dönemlerinde rejimin erkek yapısı çok daha çarpıcı bir hâl almıştır. Yasama ve yürütme organlarında erkeklerin niceliksel üstünlüğünün (hatta ezici çoğunluk denebilir) yanı sıra zihni dünyanın da erkek merkezli kurulduğu ilk bakışta dikkat çekmektedir. Sıkıyönetimi ilan eden ve onaylayanların erkekler olması kadar icra boyutundakilerin cinsel kimliği de bir o kadar önemlidir. Sıkıyönetim komutanları ve sokakta vatandaşla yüz yüze ilişki kuran görevliler erkek olduğundan olağanüstü dönemler olağan dönemlerden daha erkeksi karaktere bürünmektedir. Rejimi/devleti temsil edenlerin, onu kollayıp koruyanların erkek olmaları erkek egemen yapının meşruiyetini güçlendirmenin yanı sıra toplumsal kültürün de cinsiyetçi karakterini pekiştirmiştir. Toplumsal kültür ve yeniden üretim süreçleri üzerine kafa yorulduğunda sıkıyönetim dönemlerinde böylesi bir sürecin yaşandığını düşünebiliriz. Ötekileştirilenlerin cinsel kimliğinin -genellikle- erkek olması da bu yapıyı güçlendirici etkiler yapmıştır. Meclis çatısı altında sıkıyönetim uygulamasını eleştiren kadın olduğunda yöneltilen şiddet dili daha da ağırlaştırılırken, sıkıyönetim dönemlerinde kontrol altına alınmaya, bertaraf edilmeye çalışılanların arasında kadınların bulunması halinde cinsel kimlik ağırlaştırılmış ötekilik diyebileceğimiz bir durumu karşımıza çıkartmaktadır. Kadının toplumsal konumundan ötürü genel siyasal alandaki zayıf temsili ötekileştirilenlerin cinsiyetini de erkekleştirmektedir. Devletin/rejimin muhatabı erkekler olduğundan resmi dil de erkek karaktere sahiptir. Yani olağanüstü dönemlerde tüm tarafların cinsiyeti erkektir. Sıkıyönetim süresince pratik sorunlarla ilgilenen askerlerin (Sıkıyönetim Komutanlıklarının) kullandığı dilin erkek egemen yapıyı daha da güçlendirici etki yaptığını düşünebiliriz.

    Sıkıyönetim dönemlerinde halkın orduyu egemen güç olarak görmesini sadece basit bir yanılsama durumu ya da algı sorunu gibi ele almak pek de doğru bir yaklaşım değildir. Bunun iki gerekçesi var: İlki; TSK’nin faaliyetleri hiçbir zaman (olağan ve olağanüstü dönemlerin bütünü kastedilmektedir) sadece askeri alanla ya da kollama ve koruma kapsamındaki etkinliklerle sınırlı kalmamıştır. İkincisi; sıkıyönetim komutanlıkları sıklıkla sıkıyönetimin ilan gerekçesiyle hiçbir alakası bulunmayan faaliyetler de yürütmüşlerdir. Dolayısıyla ordunun tarihsel rolünü, rejimle/devletle ilişkisini doğru kavrayan vatandaş muktedir kurum olarak orduyu görmüş ve bu nedenle de siyasetçilerden umudu kestiği anlarda çözümü askerlerden beklemiştir. Kitabın ilgili bölümünde örnekleri bulunacağı üzere, sıkıyönetim dönemlerinde vatandaşların beklentilerinin karşılanmasına, sorunların halledilmesine yönelik birçok girişimde bulunan sıkıyönetim komutanları ulaştıkları sonuçlar neticesinde halk tarafından takdir edilmiş ve gazeteler farklı kesimlerden gelen olumlu değerlendirmeleri aktardıkları kadar kendileri de benzer bir yaklaşım sergilemişlerdir. Sıkıyönetim süresince trafik, temizlik, sağlık, eğitim, fahiş fiyatlar gibi güncel sorunlara müdahale üzerinden toplumla pozitif ilişkiler kuran askerler somut problemlere el atmakla, halk tarafından içselleştirilen orduya dair bilincin de yeniden üretilmesini sağlamıştır. Sıradan konularda bile çözüm merci konumuna gelen ordu böylelikle meşruiyetini bir kez daha güçlendirmiştir. Sınırları belli görev alanının dışına çıkarak gündelik yaşam dahil her alanda kendini görünür kılan ordu, söz konusu edilen faaliyetleri üzerinden militarizmin sıradanlaşmasını da sağlamıştır. Kitabın ilgili bölümlerinde görüleceği üzere, sivil siyasetin en üst kurumu sayılan Mecliste, karşılaşılan sıra dışı sayılabilecek sınırlı sayıdaki örneği gözardı edersek, seçilmişler, tarihsel rol atfettikleri orduyu nihai çözüm merci gibi görürken, halk da gündelik yaşamına temas eden askerlerin bu konumunu sorgulamak bir yana olumlamıştır.

    Sıkıyönetim uygulamasına başvurulduğu dönemlere bakıldığında görülmektedir ki, siyasal kültüre ve toplumsal kültüre içsel hale gelen militarizm olağanüstü koşullarda üretilen çözümleri ortaya çıkarttığı kadar, o süreç de militarist kültürün yeniden üretimine katkı yapmıştır. Çoğunluğun sorunun tanımı ve çözümden ne anladığı tartışmasına girmeden ifade edersek, ordunun sorunları halledeceği yönündeki beklentiler toplumun büyük bölümü adına boş çıkmamıştır. Halkı siyasal alanda en üst düzeyde temsile etme iddiasındakiler sivil-demokratik mekanizmalar üzerinden çözüm üreteme becerisini gösteremedikleri noktada askerlerden medet umarlarken, vatandaşların çoğu da askerlerin icraatlarını desteklediğini çeşitli şekillerde göstermiştir. Olağan dönemlerde geliştirilemeyen sorgulayıcı tutumun olağanüstü koşullarda ortaya konulması nerdeyse olanaksızdı. Eleştirel tutum takınan ya da böylesi bir tavır takınma potansiyeline sahip olanlar da, genellikle resmi ideoloji (ve savunucuları) tarafından ötekileştirildiklerinden, arkalarına geniş halk kesimlerinin desteğini alamamışlardır. Özetle ifade edecek olursam; yürütmenin-yasamanın olağanüstü koşulları aşmak üzere ilan ettiği ve onayladığı sıkıyönetimler militarist kültürün üzerinde yükseldiği kadar, söz konusu edilen dönemlerde yapılan uygulamalar da ordunun meşruiyetini güçlendirmiş ve militarizmin toplumsal-siyasal kültürün sorgulanamaz özelliklerinden biri olma durumunu pekiştirmiştir.

    Giriş bölümünü bitirirken son olarak şunu belirtmek isterim. Bu kitapta 12 Eylül 1980 darbesini takip eden yıllardaki sıkıyönetim uygulamasını dikkate almadım. Çünkü askerin-ordunun devletleştiği dönemde yürürlükte bulunan sıkıyönetim diğer örneklerle karşılaştırılabilir karaktere sahip değildir. 27 Mayıs sıkıyönetimine ilişkin sınırlı sayıda bildiri ve haberi aktarmam çelişki gibi görülebilirse de, ele alınan konuyu tamamladığını düşündüğüm için ve başka dönemlerde de benzer örneklerle karşılaşıldığından (söz konusu diğer örneklerden bazılarına ilgili dipnotlarda ve diğer sayfalarda yer verdim) bu alıntılara yer vermekte bir sakınca görmedim.

    Ek 1

    Anayasalarda Sıkıyönetimle İlgili Maddeler

    (Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları (1924 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu, 1945 tarihli Anayasa, 1961 tarihli Anayasa, 1982 tarihli Anayasa), Derleyen: Av.Ayhan Yalçın, Geçit Kitabevi, Kasım 1982)

    1924 Anayasası

    (Daha kolay anlaşıldığı için 20 Nisan 1340 (1924) tarih ve 491 Sayılı Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun  yerine, anlam ve kavramda değişiklik yapılmaksızın Türkçeleştirilmiş olan 10 Ocak 1945 tarihli Anayasa’nın ilgili maddesini  aktardım.)

    "Madde 86- Harb hâlinde veya harbi gerektirecek bir durum baş gösterdikte veya ayaklanma olduğunda yahut Vatan ve Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma olduğunu gösterir kesin belirtiler görüldükte Bakanlar Kurulu, süresi bir ay’ı aşmamak üzere yurdun bir kesiminde veya her yerinde Sıkıyönetim ilân edebilir ve bunu hemen Meclis’in onamasına sunar. Meclis Sıkıyönetim süresini, gerekirse uzatabilir veya kısaltabilir.

    Meclis toplanık değilse hemen toplanmaya çağırılır.

    Sıkıyönetim süresi ancak Meclis’in karariyle uzatılabilir.

    Sıkıyönetim, kişi ve konut dokunulmazlığının, basın, gönderişme, dernek, ortaklık hürriyetlerinin geçici olarak kayıtlanması veya durdurulması demektir.

    Sıkıyönetim bölgesiyle bu bölgede hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği harb hâlinde de dokunulmazlığın ve diğer hürriyetlerin nasıl kayıtlanabileceği veya durdurulacağı kanunla gösterilir."

    1961 Anayasası

    "Madde 124- Savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, ayaklanma olması veya vatan ve Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma olduğunu gösterir kesin belirtilerin meydana çıkması sebebiyle, Bakanlar Kurulu, süresi bir ayı aşmamak üzere, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya her yerinde sıkıyönetim ilân edebilir ve bunu hemen, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onamasına sunar. Meclis, gerekli gördüğü zaman, Sıkıyönetim süresini kısaltabileceği gibi, tamamiyle de kaldırabilir. Meclisler toplanık değilse, hemen toplantıya çağrılır.

    Sıkıyönetimin her defasında iki ayı aşmamak üzere uzatılması, Türkiye Büyük  Millet Meclisinin kararına bağlıdır. Bu kararlar, Meclislerin birleşik toplantısında alınır.

    Sıkıyönetim veya genel olarak savaş halinde, hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği, hürriyetlerin nasıl kayıtlanacağı veya durdurulacağı kanunla gösterilir."

    20.9.1971 tarih ve 1488 Sayılı Kanun’la 1961 Anayasası’nın ilgili maddesinde yapılan değişiklik:

    "Savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, ayaklanma olması veya vatan ve Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren veya Anayasa’nın tanıdığı hür demokratik düzeni veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen yaygın şiddet hareketleri hakkında kesin belirtilerin ortaya çıkması sebebiyle Bakanlar Kurulu, süresi iki ayı aşmamak üzere, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya her yerinde sıkıyönetim ilân edebilir ve bunu hemen, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onamasına sunar. Meclis, gerekli gördüğü zaman, Sıkıyönetim süresini kısaltabileceği gibi, tamamiyle de kaldırabilir. Meclisler toplanık değilse, hemen toplantıya çağrılır.

    Sıkıyönetimin her defasında iki ayı aşmamak üzere uzatılması, Türkiye Büyük  Millet Meclisinin kararına bağlıdır. Bu kararlar, Meclislerin birleşik toplantısında alınır.

    Sıkıyönetim veya genel olarak savaş halinde, hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği, hürriyetlerin nasıl kayıtlanacağı veya durdurulacağı ve savaş veya savaş gerektirecek bir durumun başgöstermesi halinde vatandaşlar için konulabilecek yükümler kanunla gösterilir."

    1982 Anayasası

    "Madde 122- Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra, süresi altı ayı aşmamak üzere yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde sıkıyönetim ilân edebilir. Bu karar, derhal Resmi Gazetede yayımlanır ve aynı gün  Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı halinde değilse hemen toplantıya çağrılır. Türkiye Büyük Millet Meclisi gerekli gördüğü takdirde sıkıyönetim süresini kısaltabilir, uzatabilir veya sıkıyönetimi kaldırabilir.

    Sıkıyönetim süresinde, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu sıkıyönetim halinin gerekli kıldığı konularda kanun hükmünde kararname çıkarabilir.

    Bu kararnameler Resmi Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. Bunların Meclisce onaylanmasına ilişkin süre ve usul İçtüzükte belirlenir.

    Sıkıyönetimin her defasında

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1