Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Kuran'ın Kaynakları
Kuran'ın Kaynakları
Kuran'ın Kaynakları
Ebook229 pages3 hours

Kuran'ın Kaynakları

Rating: 4.5 out of 5 stars

4.5/5

()

Read preview

About this ebook

‘Kuran Çalışmaları’ seküler gözlükle sosyolojik bir fenomeni bilimsel kıstaslarla incelemeyi tarif ediyor. Bu kitap, bunu Türkçe’de ilk yapan çalışmalardan biri.

İnanca başvurmadan İslamiyet’in temelini oluşturan bir metni didik didik ediyor bu kitap. Kuran’daki kıssaların kökenini hem tarihsel hem de dilbilimsel, kökenbilimsel araçlar kullanarak yapıyor. ‘Yedi Uyurlar’dan ‘Hızır’a, ‘İbrahim’den ‘Lut’un Kızlarına’ birçok öykünün Kuran’a nereden nasıl girdiğini bu kitaptan öğreniyoruz.

Detaylı bir kaynakçaya dayalı bu kitap, Kuran’ın insan ürünü olduğu tezlerini delillerle ve akılcı tezlerle destekliyor.

LanguageTürkçe
Release dateSep 27, 2016
ISBN9781927893579
Kuran'ın Kaynakları

Related to Kuran'ın Kaynakları

Related ebooks

Related categories

Reviews for Kuran'ın Kaynakları

Rating: 4.5 out of 5 stars
4.5/5

2 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Kuran'ın Kaynakları - Tufan Çelebi

    Başlarken

    Kuran denizlerin dibinde yatan bir taşın içinde gömülü varlık atomundan, mahrekinde tayin olunmuş gayesine doğru cevelan eden seyyareye kadar her şeyi hikâye etmektedir. İnsan kalbinin en ücra ve loş köşelerini tetkik eder, müminin ve kâfirin ruhlarına en fark edilmeyecek kımıldanışları yakalayan bir bakışla dalar. İnsanlığa bugünkü vazifelerini öğretmek için, yerine göre beşer tarihinin en eski devirlerine döndüğü gibi en uzak istikbale de uzanır

    (Bin-Nebi, s136)

    Bu satırlar İslam coğrafyasında Kuran için kaleme alınmış övgü dolu —ama Müslümanların Kuran’a genel bakış açısını güzel özetleyen—  binlerce satırdan sadece birkaçı. Kuran Müslümanlar için insan ve kâinatın geçmiş ve geleceğini anlatan bir kitap. Bir medeniyetin ve ahlakın temeli olmuş, bu medeniyetin yetiştirdiği insanların benlikleri ve kişiliklerinin ister istemez bir parçası haline gelmiş, üzerinde ve üzerinden nice kavgalar verilmiş bir metin. Herhangi bir kitap değil, tartışmasız olarak Tanrı kelamı. Tarihte çok az kitabın bıraktığı etkiyi bırakmış, çok az kitaba nasip olmuş bir hegemonya kurabilmiş bir kitap.

    Kendi iddiasına göre apaçık¹ bir kitap ama buna rağmen yeterince anlaşılmamış, birbirlerine tamamen zıt yorumlara ve okumalara geçit vermiş. Geçmiş ve geleceğe dönük sırlara, batini anlamlara, derin katmanlara sahip olduğuna inanılan enigmatik bir kitap.

    İşte bu muammalarla dolu kitabı okuyan herkesin aklına düşebilecek bazı temel soruları soran ve cevaplarının peşine düşen bir araştırma bu elinizdeki. Sorduğu her sorunun cevabını mutlak olarak verebilme gibi çok büyük bir iddia sahibi değil elbette, ancak bulduğu bazı cevapların da tatminkâr olacağından emin bir araştırma.

    Bu çalışma ömrünün büyük bir kısmını dine adamış, dindar olarak geçirmiş geri kalanını da inşa ettikleri kozada geçirmeye niyetli müminler için yazılmadı. Dinle daha yeni haşır neşir olmaya başlamış, içten içe şüphe duyan, kafası karışık ‘gençler’ için kaleme alındı bu kitap.

    Başlamadan birkaç not:

    - Bu sorulara cevap ararken İslam dininin özellikle Türkiye bağlamında önerdiği ve ürettiği teolojiyi de irdeleyebilmek adına —asıl konumuz bu olmasa da— bazı tanınmış tele-vaizlerin önermeleri, tavsiyeleri, yorumları oldukça kullanışlı bir alan açıyor. Bu vaizlerden alıntılar yapmanın iki çarpıcı faydası var kanımca. Birincisi İslam adına konuşan bu kişilerin yazarken kısmen süsledikleri, maskeledikleri, yumuşattıkları kimi zaman tevil ettikleri görüşlerinin en çıplak en tabi haliyle dışa vurumuna şahit oluyoruz. İkincisi ise birbirleriyle olan ihtilaflarına, çelişkilerine ve aralarındaki varsayılan kalite, ciddiyet ve etki farkına rağmen hepsinin aslında gerçeklerden ne kadar uzakta seyrettiklerini görüyoruz.

    - Çalışma boyunca parantezsiz ve duru Türkçesi yüzünden ayet çevirileri için aksi belirtilmediği takdirde Yaşar Nuri Öztürk çevirisi kullanıldı. Eski Ahid ve Yeni Ahid çevirileri için ise genellikle http://www.bibleonline.ru/bible/tur/ sitesinden faydalandım.

    Bölüm 1

    Dinlerin ABC’si

    Dinlerden bahsedeceksek sıkıcı da olsa ister istemez bir tanımla başlamamız gerekiyor ama din aslında hiç de kolay tanımlanabilecek bir mefhum değil. Bugüne dek farklı disiplinlerde pek çok farklı tanımı yapılmış; kimileri dinlerin barındırdıkları mitleri, kişisel aşkın tecrübeleri kimileri de hiyerarşileri, kuruluşları, ahlaki prensipleri veya ritüelleri ön plana çıkarmış (Eller, s187, Diamond, s329). Din kavramı birbirinden oldukça farklı pek çok fenomeni barındıran bir şemsiye tabir olsa da ve bu fenomenlerden bazılarına sahip olup da bazılarına sahip olmayan dinler olsa da,  oldukça geniş bir halkayı kapsayan filozof Daniel Denett’in tanımı ile yola koyulabiliriz (Dennett, s9): ¨[din] takipçilerinin bir —veya birden fazla— doğaüstü faile iman ettiği ve bu fail veya faillerin tasdiğini aradığı sosyal sistemlerdir. Böyle geniş çerçeveli bir tanım bile din saydığımız bazı oluşumları dışarıda bırakabilir ve yeterince açıklayıcı olamayabilir ama konumuz için kâfi kapsayıcılıktadır.

    Ve elbette Türkiye’de din deyince aklımıza önce ülkenin çoğunluğunun mensubu olduğu İslam daha sonra da tarihi ve coğrafi bağlarından ötürü diğer İbrahimi dinler olan Hıristiyanlık ve Musevilik gelir. Biraz daha düşünürsek belki yaygınlığından, bilinirliğinden dolayı Budizm ve Hinduizm gibi büyük doğu dinlerini de listeye ekleyebiliriz. Oysa mevcut dinlerin —sadece yaptığımız tanımın sınırlarını zorlamadan tanıma sadık kalsak bile— bundan çok daha kabarık bir listesi var. Ve bu her geçen gün yeni dinlerin doğmasıyla ve bazı eski dinlerin tarihe karışmasıyla oldukça dinamik olarak güncellenen bir liste. Yeni ortaya çıkan bir dinin başarılı olup olamayacağını (başarıyı toplumda karşılık bulup yayılması ve nesilden nesile aktarılması, uzun vadede hayatta kalması olarak tanımlarsak) kestirmek elbette oldukça güç. Lakin yapılan bazı araştırmalar bu manada başarılı sayılabilecek hemen bütün dinlerin genellikle içinde doğdukları dinlerin, düşüncelerin, akımların bir ölçüde devamı olduklarını ama bir dereceye kadar da onlarla aralarında bir gerilim ve çatışma barındırdıklarını gösteriyor.

    İşte ele aldığımız bu geniş tanımı açabilmek için alışık olduğumuz çerçevenin biraz dışına çıkıp, her gün —dindar bir insan olmasanız bile— bir dereceye kadar muhatap olduğunuz bu dinler haricinde bazı hikâyeleri tartışmakta fayda var. Bu aynı zamanda konumuz olan İslam ve Kuran’a geçmeden önce cevabını arayacağımız bazı soruları somutlaştırmamızı sağlayacak.

    Moroni ve Altın Tabletler

    1823’de Moroni adında bir melek Joseph Smith’i ziyaret eder ve müteakip ziyaretlerinden sonra onu en sonunda Altın Tabletlere yönlendirir. Rivayete göre tabletler bir çeşit hiyeroglif ile yazılmışlardır ve melek Moroni Smith’e bunları okuma ve tercüme etme yeteneği bahşeder (Brodie, s39). Melek tabletleri tercüme etmesine izin verse de herhangi birine göstermesini yasaklanmıştır. Smith, uzun çalışmalar sonunda yardımcısı Martin Harris’e 116 sayfa dikte ettirir, ancak Harris başka kopyası olmayan bu sayfaları kaybeder. Bir rivayete göre Harris’in evini ipotek edip Smith’in peşine bu şekilde takılmasına kızan eşi sayfaları saklamış ve Smith’e sayfaları tekrar üretmesi için meydan okumuştur (Hitchens, s163). Melek Moroni bunun üzerine tabletleri de tercüme yeteneğini de Smith’in elinden alır.

    1828’de tabletler Smith’e geri verilir ve tercüme çalışması bu kez Oliver Cowdery’nin yardımı ile yeniden başlar. Smith bir yardımcıya ihtiyaç durmaktadır zira az da olsa okuması olsa da yazamamaktadır.² Yoğun çalışmalar neticesinde tercüme tamamlanır; artık yeni bir kutsal metin ortaya çıkmış ve yeni bir din kurulmuştur. Yeni dinin en büyük kutsal kitabı ise Smith’in aldığı, tercüme ettiği vahiylerden oluşan Mormon kitabıdır. Tabletler ise Moroni tarafından cennete —aslında ait oldukları yere— çıkartılır. Kitap başka şeylerin yanında Amerika kıtasının bilinmeyen tarihini, kurulan-yıkılan medeniyetlerini anlatmaktadır (Smart, s359).

    Bu anlatıya göre Babil sürgününden önce Musevi bir aile inşa ettikleri gemi ile Batı’daki vaat edilmiş topraklara, Amerika’ya gelir. Zamanla Nefililer ve Lamanlılar isimleriyle ikiye bölünen aileden Nefililer doğru yolda —Musa’nın kanunları ile— yaşamaya devam ederler; tarımla, hayvancılıkla uğraşır metal işlerler. Lamanlılar ise Tanrı buyruklarına uymayı bırakır bu yüzden de derileri kararır! Savaşlarla ve gelip giden peygamberlerle örülü bu tarihte suyun öte yanında cereyan eden olayların akisleri de görülür; örneğin İsa dirilişinden sonra Amerika’da da belirir ve 12 havari atar (Brodie, s48).

    Bilinen tarihe, arkeolojik ve genetik verilere taban tabana zıt; anakronik maddi hatalarla dolu, hiç bir kanıta dayanmayan bu akıl almaz derecede saçma anlatı, kitleleri Smith’in zamanında etkiledi; bugün de etkilemeye devam etmekte. Smith, gençliğinden beri define avcılığına ve dine olan düşkünlüğünü akıllıca mezcetmiş (tabletlerin altın olması boşuna değildi); insanlara tartışacakları üzerinde akıl yürütecekleri değil iman edip kabul edecekleri, takip edecekleri bir fantezi sunmuştu. Erişebildiği bölük pörçük bilgileri, Eski Ahit’i, Yeni Ahit’i ve özellikle Amerika kıtasındaki yerlilerin İsrail’in kayıp kavmi olduğuna dair yazılmış dönemin popüler-amatör tarih kitaplarını (Brodie, s45) kullanarak meydana getirdiği vahiylerle peygamber rolüne soyunmuş bir şarlatandı. Ama başarmıştı; zira hem karizmatik, insanları etkileyen biriydi hem de hitap ettiği kitle yeni bir fanteziye, kendilerini daha Batı’ya yeni topraklara taşıyacak yeni bir lidere açtı (Hitchens, s166). Böylece aynı coğrafyada aynı tarihlerde ortaya çıkan benzeri peygamberler tarihten elenip, izleri silikleşirken Smith becerileri ve koşulların uygunluğu sayesinde aralarından sıyrılıp kalıcı olmayı başarabildi.

    Mormonizm bugün —anlattığı tarihin bütün kurgusallığına, akıl dışılığına rağmen—  çoğunluğu Amerika’da yaşamakta olan on beş milyon civarında mümini olan güçlü ve etkin bir din olarak varlığını sürdürmekte.

    Tahran’dan Akka’ya

    Aynı yıllarda bize çok daha yakın bir coğrafyada da yeni bir din filizleniyordu. Mehdiliğini 1844’de ilan eden Bab’ın mehdilik serencamı Şah’ın ordusu tarafından kuşatılıp, Tebriz’de kurşuna dizilinceye kadar sürdü. Buna rağmen takipçilerine liderlik eden Bahaullah 1863’de sürgündeyken Bab’in müjdelediği kişinin kendisi olduğunu ilan edip peygamberliğe soyundu (Smart, s479). Babilerin atanmış lideri ile aralarında liderlik konusunda bir mücadele başladı (lider ölünce cemaat içinde yeni lider seçme, biat etme tartışmaları, bölünmeler elbette Bahaîliğe has değildi). Fakat hayatı boyunca karizması sayesinde Babilerin çoğunu yanına çekmeyi başardı ve topluluk bundan böyle Bahaîler olarak anılmaya başlandı.

    Bahaullah’ın Tahran zindanlarında başlayan macerası Osmanlı topraklarına sürgünle devam etti. Buradan da Bağdat, İstanbul, Edirne gibi değişik bölgelere sürgün edildi ve hayatının büyük kısmını Osmanlı topraklarında geçirdi. Muhammed Peygamberin varsayılan örneğini izleyip çeşitli dini ve politik figürlere misyonunu mektuplarla ilan etti. Son durağı 1892’de Akka şehri oldu.

    Üzerinde kök saldığı Ortadoğu coğrafyasının tüm dini mirasına sahip çıkıyordu Bahailik; bütün İbrahimi dinleri kabul edip bunlardan uygun bulduğu prensipleri sentezliyordu. Onlara göre zaten bütün dinler izafiydi, aynı hakikatin farklı yüzleri, tecrübeleriydi.

    Kodlamaya çalıştığı eklektik ahlaki sistemle ırkçılığın her türlüsüne, sınıflara, kast sistemlerine ve cinsiyete dayalı hiyerarşilere karşı çıkmaya çalıştı. Dünyayı tek bir ülke ve bütün insanları onun vatandaşı olarak gören, zamanın ve coğrafyasının çok ötesinde oldukça barışçı, modern, eşitlikçi bir dindi lakin —belki tam da bu yüzden—  takipçileri tarih boyunca büyük zulümlere, sürgünlere uğradı (Smart, s480). Bugün dünyanın hemen her yerine dağılmış vaziyette beş milyonun üzerinde Bahaî yaşamaktadır.

    Asrın Müceddidi

    İslam’ın içinden Bahaîliğin doğmasından sonra daha bir kaç on yıl geçmişti ki bu sefer Hint Müslümanları arasında yeni bir hareket doğdu. 1889’da Mirza Gulam Ahmed asrın muceddidi ve beklenen Mehdi olduğunu ilan ederek Mesiyanik bir hareket başlattı. Mehdilik iddiasının yanında Hıristiyanlar ve Museviler tarafından beklenen Mesih olduğunu ve aynı zamanda Krişna’nın en son avatarı da olduğunu iddia ediyordu (Jeffery, s230-247; Smart, s487). Madem İsa Mesih Musa’dan 14 asır sonra gelmişti ve elbette yeni Mesih de Muhammed’den 14 asır sonra gelecekti. Zaten Kuran ayetleri ve hadisler de açık bir şekilde Gulam Ahmed’i işaret ediyordu!

    Mehdi olarak kâfirlere karşı savaş vermesi gerekirken barıştan yana tavrını koyuyor, Mehdiliği Hıristiyanlık ve Sufi eklektizmi ile yorumluyordu (Jeffery, s230-247). Diğer Müslümanlarca özellikle son peygamber Muhammed’den sonra peygamberlik iddiasında bulunmasından dolayı heretik ve kâfir ilan edildi; kendisi ve takipçileri için ölüm fetvaları bile çıkartıldı. İngilizlere karşı yürütülen cihadı baltalamak amacıyla onlar için çalıştığı iddia edildi. İsa’nın ise gökyüzüne yükselmediğini, bir yolculuk sonunda Keşmir’de öldüğünü söylediği için Hıristiyanların da tepkisini çekti (Smart, s487).

    1908’deki ölümüne dek büyük bir coğrafyada faaliyetlerini sürdürdü. Bugün Ortodoks İslam tarafından İslam içinde kabul edilmeyen —hatta Pakistan’da İslam’ın bir formu olduğunun iddia edilmesi yasak olan— Ahmediyye akımına mensup on milyonun üstünde insan yaşamaktadır. Mensupları halen İslam coğrafyasında büyük baskılar görmektedir (Economist, 2015, s51).

    Bilim-Kurgu

    Rob Hubbard 1950 yılında insan zihni üzerinde devrim niteliğinde olduğunu iddia ettiği yepyeni bir bilim olan Dianetics sistemi ile ortaya çıktı (Urban, s3). Bir nevi kişisel gelişim ve terapi sistemi olan Dianetics’e göre bilinçaltına işlenen acı dolu travmatik anlar (engram) insanda zihinsel rahatsızlıklardan fiziksel problemlere dek bir çok soruna neden oluyordu (Urban, s46; Reitman, s25). Dianetics, denetleme (auditing) denilen sorgulama temelli bir süreçle engramların kökenine inmeyi, travmatik anların etkisini yok ederek insanı bunların zihinsel ve bedensel etkilerinden kurtarmayı, insan potansiyelini geliştirmeyi vaat ediyordu.

    Kendisini kimi zaman nükleer fizikçi, mühendis, felsefe alanında doktora sahibi, savaş kahramanı ya da bir gezgin gibi tanıtan Hubbard aslında hiç bir işte tutunamamış patolojik bir yalancı, hikâye anlatmasını seven bir hayalperesti. Başarılı sayılabileceği tek işi ise dönemin popüler dergilerine çok miktarda bilim-kurgu hikâyeleri yazmaktı (Urban, s32). Zamanın diğer bilim-kurgu yazarları gibi de fanteziye, büyüye, paranormale, okültizme merak salmış ve bunlarla uğraşan çevrelerle ilişki kurmuştu (Urban, s28). Dianetics hem kendi okumalarını hem de bu çevrelerle olan ilişkisinden edindiği bilgileri içeriyordu, bunların üzerine de bolca bilimsel terim boca edilmişti. Kullanılan yöntemler ise yeni değildi daha önce Freud ve Jung tarafından da benzeri yöntemler denenmiş ve vazgeçilmişti (Reitman, s25).

    Dianetics’in çok satması, popüler olması için tüm koşullar hazırdı. II. Dünya savaşı sonrası Amerika’sında insanlar yeni bir arayışa girmiş hem değişik Kiliselerin, dini akımların ve psikologların kapılarını aşındırıyor hem de kişisel gelişim kitapları, New Age hareketleri bu hareketli piyasada alıcı buluyordu. Böyle bir ortamda Dianetics en çok satan kitaplar listesine girmiş, etkisi hızla yayılmaya başlamıştı. İnsanlar evlerinde Dianetics partileri verip birbirlerini oyun oynar gibi audit ediyordu (Reitman, s27). Bilim insanları ve kuruluşları kitabın tezlerine karşı çıksalar da ülke çapında Dianetics merkezleri kuruldu ama aynı hızla organizasyon ekonomik olarak çöktü ve iflas etti. Hubbard, 1952’de Dianetics’in isim hakkı dâhil her şeyi kaybetmişti (Reitman, s38).

    Fakat bu kadar verimli bir yazarın, hayalperest bir maceracının küllerinden yeniden doğması gecikmedi. Hubbard bu sefer de yeni bir sistemle, Scientology ile ve daha büyük iddialarla ortaya çıkmıştı. Bu sisteme göre her insan bir thetana, bir nevi ölümsüz ruha sahipti. Theatanlar zamanın varoluşundan önce var olan kozmik ruhlardı ve kendi kurdukları kâinata simdi sıkışmışlar, bedenden bedene geçtikçe biriken engramlar yüzünden güçlerini unutmuşlardı (Reitman, s40). İşte Scientology’nin amacı benzer bir denetleme süreciyle insanın içinde saklı olan süper-insanı, Tanrı-insanı özgürleştirerek gerçek potansiyele ulaştırmaktı. Bu ise 40’lı yıllarda Hubbard’in da yazdığı ucuz bilim-kurgu öykülerinin sıkça işlenen temalarından birisiydi (Urban, s79).

    İşini bu sefer baştan sıkı tutan Hubbard dönemin pazarlama ve reklam tekniklerini de kullanarak yeni sistemini (vergi indirimlerinden

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1