Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Istanbul’da Yaşama Sanatı
Istanbul’da Yaşama Sanatı
Istanbul’da Yaşama Sanatı
Ebook326 pages5 hours

Istanbul’da Yaşama Sanatı

Rating: 4.5 out of 5 stars

4.5/5

()

Read preview

About this ebook

İstanbul erguvanlarının, mimozalarının açıp açmadığını izlemek; kasım sakalarının gelip gelmediğini, bülbüllerin ötüp ötmediğini gözlemek; Boğaz′da lüfer avına, mehtaba çıkmak; bir eski İstanbul tadını yakalamak için köşe-bucak dolaşmak; bir eski İstanbul Efendisi′nin sohbetine koşmak; İstanbul′un anıt ağaçlarının ölçüsünü almak; Haliç′teki son kayıkçıyı, son Bulgar sütçüyü, son İstanbul bostanlarında ne ekildiğini takip etmek; İstanbul sularını tatmak; İstanbul′da güzel sesli bir müezzinin ezanına kulak vermek... gibi İstanbul′da yaşama sanatının bütün güzellikleri...
İstanbul, bir imparator şehir... Roma’nın, Bizans’ın, Osmanlı’nın şaheserlerini bünyesinde toplamış. Tabiatın ona sunduğu muhteşem konumunu büyük sanatkârların güzel eserleriyle uyum içinde gözler önüne sermiş. Geçen yüzyıllar bu şehri her bakımdan yıpratmış, çaptan düşürmüş, ama cami yıkılsa da mihrap yerinde kalmış. Klasik bir nostalji edebiyatıyla yakılıp yıkılanlara, uçup gidiverenlere ağlayıp sızlanmak yerine “ele geçmezse eğer sevdiğimiz, çare ne; eldekini sevmeliyiz” diyerek bu haliyle İstanbul’u yeniden tanımaya, keşfetmeye, keyfini çıkarmaya, orada yaşamayı bir sanat haline getirmeye ne dersiniz?

LanguageTürkçe
Release dateMar 2, 2011
ISBN9786051144207
Istanbul’da Yaşama Sanatı
Author

Haluk Dursun

1957 yılında Hereke’de doğdu, 1968’de ilkokuldan sonra Galatasaray Lisesi’nde okumak için İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yakınçağ ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi kürsüsünden mezun oldu. Aynı yıl Ermeni Terörünün Kaynakları başlıklı kitabını yayınladı. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde, İslam Amme Hukukunda Devlet Anlayışı konulu teziyle yüksek lisans ve II. Abdülhamit Döneminde Ortadoğu’da Osmanlı-İngiliz Rekabeti “Akabe Meselesi” konulu teziyle de tarih doktoru ünvanını aldı. 1982 Aralık ayından itibaren Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nde Öğretim Üyesi olarak Türk Kültür Tarihi, Osmanlı Medeniyet Tarihi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Bizans ve Batı Avrupa Tarihi, Yeni ve Yakın Çağda Avrupa Tarihi gibi dersleri okutmaktadır. TRT 2’de ‘Tarih ve Mekan’ adlı programı hazırlayıp sunan Haluk Dursun, ayrıca Ayasofya Müzesi Başkanı görevini de yürütmektedir. Yazarın ayrıca, İstanbul’da Yaşama Sanatı, Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları ve Tuna Güzellemesi isimli kitapları bulunmaktadır.

Related to Istanbul’da Yaşama Sanatı

Related ebooks

Reviews for Istanbul’da Yaşama Sanatı

Rating: 4.666666666666667 out of 5 stars
4.5/5

3 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Istanbul’da Yaşama Sanatı - Haluk Dursun

    On Sene Sonra Yeni Bir Önsöz

    GİRİŞ

    Nostaljiye Reddiye

    İmparator Şehir

    Şehir, Kültür ve İnsan

    İstanbul’da Yaşama Sanatı

    I-İSTANBUL’UN DERÛNUNA AŞİNA OLMAK

    Aziz İstanbul’a Binbir Tepeden Bakmak

    İstanbul’un Tarihî Panoramasına Bir Bakış

    İstanbul’un Derûnuna Aşina Olmak

    Küçük Cami de Güzeldir

    Bayramda Sinan’ın İstanbul’u

    İstanbul’da Bayram Namazı Tercihi

    Mistik Mekânlarda Bir Gezinti

    Atik Valide’de Bir Gün

    Eski İstanbul’u Aramak

    Eski Evler, Eski Sokaklar...

    Louvre Müzesi’nde Ne Var?

    Fethi Niçin Kutlamayalım?

    Levhaların Dilinden

    II-YAŞAYAN BOĞAZİÇİ

    Yaşayan Boğaziçi

    Boğaziçi’nde Erguvan Bayramı

    Boğaziçi Bir Su Yolu Değil, Bir Kültür Odağıdır

    Fethi Gören Üsküdar

    Boğaziçi’nde Güzelce Bir Semt

    İstanbul’a Bir Emirgân Kâfi...

    Kuzguncuk’ta ve Rodos’ta Fethi Paşa

    Mehtapta Uyuyan İstanbul

    Kanlıca’da Kuyuya Atılan Taş

    III-İSTANBULLULUK

    İstanbul’da ve Paris’te Yahya Kemâl’i Aramak

    İstanbul’un Son Osmanlıları

    Boğaz’a Atılan Haç

    Ramazan’da Garip Takıntılar!

    Ermeniler’in Gözünde İstanbul

    IV-İSTANBUL’DA MUSİKÎ

    Yirminci Yüzyılda İstanbul’da Cami Musikîsi ve Müezzinler

    Akçe ile Sema!

    İmandan Estetiğe...

    Bir Ehl-i Dilin Dilkeş-Hâverân Salâsı

    Klasik Musikîmizin Güzel Yüzü

    V-İSTANBUL’UN FLORASI VE KUŞLARI

    İstanbul’da Ağaç Seyri

    Bir Çitlembik Devrildi

    Mimozaya Methiye, Kavağa Reddiye

    Çubuklu’da Ağaç Kültü

    Sünbül Muhabbeti

    Nergis Muhabbeti

    İstanbul’u Gülzâr Yap

    İstanbullu’nun Gülhatmisi, Lavantası, Demirhindisi

    İstanbul’un Cideli Bostancıları

    İstanbul Kültüründe Kuş

    Çayırova’nın Aşûfte Bülbülü

    VI-İSTANBUL’DA AĞIZ TADI

    Osmanlı’da Ramazan

    Eski Konak İftarları, Yeni Ramazan Şovları

    İstanbul’da Hıdrellez ve Aşure

    İstanbullu’nun Sakız Koçu

    Baharda Koyun Yoğurdu

    Akidenin Sırrı

    Balığa Aşina Olmayan İstanbullular

    Lüfer Bayramı

    Darıca Enginarı

    İstanbul’un Bamya Muhabbeti

    Fasulye Gibi Aziz Bir Nimet

    İstanbullu’nun Çavuşüzümü

    Osmanlı’nın Çileği ve Rumlar

    II. Abdülhamit’in Kayısı Politikası

    VII-SU ŞEHRİ İSTANBUL

    Dünyanın En Güzel Su Şehri

    Bana Çeşmeni Söyle

    Su Üstüne Yazı Yazmak

    VIII-İSTANBUL’UN BÖYLEDİR BAHARI

    İstanbul’da Baharı Beklemek

    Fenerbahçe’de Bahar

    İkinci Teşrin Düşünceleri

    Göztepe’de Nisan Yağmuru

    Evvel Yoğ İdi...

    ÖNSÖZ

    İstanbul’a ilk defa 1968 yılı sonbaharında geldim. Buradaki geldim sözü, İstanbul’u görmeye değil, İstanbul’da kalmaya, İstanbullu olmaya geldim olarak değiştirilebilir. Ortaköy’de Çırağan Sarayı’nın bir bölümü olan (Fer’iye Sarayı) tarihî sahil sarayında -Galatasaray Lisesi’nde- ilk gecem geçti. İstanbul’un ilk manolyasını o sarayın bahçesinde, ilk lüferini önündeki denizde, ilk Boğaziçi mehtabını oradaki bir gecede, ilk açmış erguvanını hemen karşısındaki Fethi Paşa Korusu’nda gördüm.

    Denize nazır bir sınıfta ders yapıyor, Boğaz’ın dudağında, Boğaziçi’ne bakan bir yatakhanede gece kalıyor ve Boğaz kıyısında top oynuyordum. İstanbul’da ilk senem Boğaz’da, Boğaziçi’nde, hatta bana göre daha doğru bir deyimle Boğaz’ın içinde geçti. Sonra, yine Galatasaray Lisesi’nin diğer sınıflarını okumak için Beyoğlu’na çıktım. İlk gençliğimde Beyoğlu’ndaydım. Orada henüz Pera’yı terketmeyen, ladino konuşan Yahudi madamları, Ermeni kokanaları, Rum kopilleri, Levanten Mösyölerini gördüm. İstiklâl Caddesi’nde piyasa eden pırıl pırıl iskarpinli, jilet gibi ütülü pantalonlu, fötr şapkalı, ellerinde bastonlu son İstanbul Efendileri’ni seyrettim.

    Üniversite yıllarım ve gençlikten orta yaşa geçişim gerçek İstanbul’da, Suriçinde oldu. Çemberlitaş’ta tarihî Atik Ali Paşa Medresesi’nin bir hücresinde kaldığım yıllarda eski Bâb-ı âlî’yi, Nur-ı Osmani’yi, Kapalıçarşı’yı, Mahmutpaşa’yı; sonra Beyazıt’ta Çınaraltı’nı, Sahaflar’ı, Beyaz Saray’ı (kitapçılar çarşısı) yaşadım. Fatih’te evlendim, o tarihî semti Haliç sırtlarından Marmara Kıyıları’na kadar dolandım, durdum.

    Hem Avrupa yakasında, Rumelihisarı’nda Boğaziçi Üniver-sitesi’nde öğrenci olarak, hem de çok daha uzun yıllar Marmara Üniversitesi’nin Anadoluhisarı kampüsünde hoca olarak bulundum ve aradan bir hayli süre geçtikten sonra Boğaziçi’ni tekrar keşfetmek imkânına kavuştum.

    İstanbul’da doğmadım, ama İstanbullu oldum. İstanbul’da yaşayıp da bir türlü İstanbullu olamayanlara, bir türlü İstanbul’u yaşayamayanlara hep acıdım, onları hiç anlayamadım. İstanbul’u geçmişte bırakıp, nostalji feryatlarına katılmadan elde kalanlarla yetinmeye, onları keşfetmeye çalıştım.

    1983 yılından beri İstanbul’u sadece ben yaşamıyor, Cangözüyle sadece ben bakmıyor, talebelerime de aynı tavrı, aynı yaklaşımı vermek için çalışıyor, bu amaçla İstanbul gezileri yapıyorum. İstanbul erguvanlarının, mimozalarının açıp açmadığını izlemek; kasım sakalarının gelip gelmediğini, bülbüllerin ötüp ötmediğini gözlemek; Boğaz’da lüfer avına, mehtaba çıkmak; bir eski İstanbul tadını yakalamak için köşe-bucak dolaşmak; bir eski İstanbul Efendisi’nin sohbetine koşmak; İstanbul’un anıt ağaçlarının ölçüsünü almak; Haliç’teki son kayıkçıyı, son Bulgar sütçüyü, son İstanbul bostanlarında ne ekildiğini takip etmek; İstanbul sularını tatmak; İstanbul’da güzel sesli bir müezzinin ezanına kulak vermek; Ramazan’da bir hafız efendinin İstanbul usûlü okuduğu Kuran-ı Kerim tilavetini dinlemek... gibi İstanbul’da yaşama sanatının bütün gereklerini yapmaya gayret ettim.

    İstanbulluların, İstanbul’u sevmesi için tanıması, geçmişteki önemini ve tarihî güzelliklerini bilmesi gerekir. Yeni İstanbullu, eski hemşehrilerinin nasıl yaşadığını, hangi güzellik ortamı içinde bulunduğunu görüp tadamamış olsa bile, en azından duyabilmeli, öğrenebilmeli ve imrenebilmelidir. Günümüzde, maalesef artık kalmayan ortak İstanbul kültürü, ancak ortak İstanbul tarih bilinciyle oluşturulabilir.

    Bu çalışma Batılıların tabiriyle bir şehirde yaşama sanatı, bizim eski tabirimizle, şehrin hususiyetini anlatan bir şehrengiz özelliğindedir. Her biri ayrı ayrı konularının uzmanı bir ekip tarafından yazılabilecek olan bu kitap benim belki de haddimi ve boyumu aşarak ortaya çıkardığım yine eski tabirle bir kırk ambar dır. Bu vesileyle eski İstanbul’u yaşayıp bizlere de çok iyi aktaran Reşat Ekrem Koçu, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Rasim, Sermet Muhtar Alûs, Refî Cevad, Yahya Kemâl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Süheyl Ünver ve Samiha Ayverdi gibi sanatkâr insanları rahmetle anıyorum.

    Talebelerim ve yakın çevremle yapmış olduğum bu İstanbul’u yaşama faaliyetlerinin bir kısmını parça parça yazmıştım. Şimdi bunları yeni baştan gözden geçirmek, derleyip toparlayıp ilaveler yaparak meraklılarına bir kitap olarak sunmak Osmanlı Devleti’nin 700. kuruluş yıldönümünde kısmet oldu. Yıllardan beri süren İstanbul araştırmalarında bana yardımcı olan talebelerimden Salim Aydın’a, kitabın hazırlanmasında katkıları bulunan Arzu Nurdoğan ve Reyhan Mete’ye, ayrıca çalışmanın basımı ile yakından ilgilenen başta Beşir Ayvazoğlu ve Ali Satan olmak üzere bütün dost ve okuyucularıma teşekkürü bir borç bilirim.

    A. Halûk Dursun

    16 Şubat 1999

    Göztepe - İstanbul

    On Sene Sonra Yeni Bir Önsöz

    Bugün tam on yıl olmuş, 16 Şubat 2009! On sene önce 16 Şubat 1999’da İstanbul’da Yaşama Sanatı kitabını yazmışım. Ama bir kerelik kitabını yazmakla İstanbul hiç biter mi? İşte yine bugün Üsküdar’dan Eminönü’ne, Fatih’ten Eyüp’e dek dolaştık durduk İstanbul’da. Klasik dönem eserlerinden İshak Paşa Camii’ne, Harabe Hamamı’na, Küçük Ayasofya Camii’ne baktık. Doğu Roma İmparatorlarının başarılı seferlerden dönüşlerinde tören girişleri için kullandıkları Altın Kapı üzerinden Yedikule’de Hristiyan Bizans’ın Studios Manastırı’na, Müslüman Osmanlı’nın İmrahor İlyas Bey Camii’ne ve klasik mimarinin son eserlerinden Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi’ne uğradık.

    Sonra oradan gençliğimin geçtiği Fatih’te Emir Buhari Tekkesi’ni, Mesih Ali Paşa ve Hırka-i Şerif Camilerini, Ümmi Kenan Dergahı’nı, Niyazi Mısri Dergahı’nı, Bali Paşa Camiini, Yavuz Selim Medresesi’ni, Mimar Sinan Mescidi’ni dolaştık. İstanbul’un en şirin güdük minaresini fotoğraf arşivimize son haliyle ekledik. Eski günlerimin hatırası Barbaros’ta koyun yoğurdu araştırdık. Son günlerin modası Özkilisli’de lahmacunun tadına baktık. Ardından Edirnekapısı’nda Mihrimah Sultan Külliyesi’ne gidip, Tekfur Sarayı, Kariye Camii ni geçerek, karşıda Karagümrük Cerrahi Tekkesi’ne bir hû diye selam verdik.

    Ayvansaray İvaz Efendi Camii, Anemas Zindanları, Buhari Tekkesi, Eğrikapı, Savaklar ve oradan da Feshane-i Amire yoluyla Eyüp Nişanca’ya çıktık. Sertarikzade Tekkesi’ni, Nişancı Mustafa Paşa’nın Camii’ni, Şeyh Murat Efendi’nin türbesini, Abdülmecid-i Sivasi Dergâhı’nı bir kez daha fotoğrafladık. Eyüp Külliyesi’ni, Zal Mahmut Paşa Camii’ni, Cafer Paşa Medresesi’ni, İstanbul’un tek mürekkep hokkalı minaresine sahip Nazlı Mahmut Çelebi Camii’ni ve bilhassa, o güzeller güzeli Şah Sultan Sebili’ni bir kere daha hayran hayran seyre daldık.

    Eyüp’ü tam olarak gezmeye vakit kalmadı. Sadece bir öğleden sonra İstanbul’da gördüklerimiz yukarıda saydıklarımla sınırlı kaldı…

    Ah İstanbul; ne tükenmez bir hazinesin. Ne gezmekle, ne okumakla, ne yazmakla bitersin! Ben bir taraftan hâlâ bu şehr-i azizi gezmeye devam ederken okuyucularım da kitaba büyük ilgi gösterdiler. Bendeki öğrenme, gezme ve yazma, onlardaki okuma aşkı tükenmesin inşaallah…

    On sene önce yazdıklarım hâlâ varlığını, canlılığını koruyor. Yazılarda adı geçen birkaç dost rahmet-i rahmana kavuşmuşlar. Onlarla bezm-i ezelde mülaki olmayı umarken, yeni okuyuculara İstanbul’da Yaşama Sanatı’nın bu sekizinci baskısını yine aynı aşkla ve bir daha sunuyorum. Eski okuyucularımla da yeni İstanbul kitaplarında buluşmayı ümid ediyorum.

    Kitabın en iyi şekilde yayıma hazırlanması ve basılması için gösterdikleri titizlikten dolayı Timaş Yayınları çalışanlarına, Emine Eroğlu ve Adem Koçal’a şükranlarımı sunarım.

    A. Halûk Dursun

    16 Şubat 2009

    Ayasofya

    GİRİŞ

    Nostaljiye Reddiye

    Herkes gibi benim de yaşlandıkça eski günlere özlemimin artması, moda deyişle nostaljik yönümün ağır basması gerekirken tam tersi olmaya başladı. Bu, belki biraz da karakterimdeki muhalefet ruhundan kaynaklanıyor. Bütün insanlar aynı şeyi söyleyince sürüye karışır olmaktan korkuyor, bir nev’i agorafobik içgüdüyle marjinalliğe sığınıyorum. Evet, şu anda nostaljik olmak in, neredeyse entelektüel olmanın ön şartı. Eskiye methiyeler düzmek, başta ekmekler olmak üzere herşeyin bozulduğunu ileri sürmek! Halbuki biz inanıyoruz ki, eskinin kötü tarafları, eksik yönleri olabileceği gibi, yeninin de hâlâ mevcut güzellikleri olabilir. Tabii görene ve görmek isteyene, yoksa köre ne! Kör ölür badem gözlü olur misali birşeyler ortadan kalktıktan, ele geçirme imkânı olmadıktan sonra ballandıra ballandıra anlatılmaya başlanıyor. Böylece yazarın bir zamanlar yaşadığı eski ortamlara özlemi, acı bir dille anlatılırken, onları görüp yaşamayanlara da iç çektiriliyor. Sonuçta hem yazan pişman, hem de okuyan pişman!

    Oysa biz, her iki tarafta bulunmuş birisi olarak, yani hem nostaljik yazılar yazmış -Elveda Boğaziçi dizisi- hem de bol bol o tür yazıları okumuş birisi olarak, şöyle bir orta yol teklif ediyoruz: Yeni nesillere sadece görmedikleri güzellikleri, yetişemedikleri devirleri, tanıyamadıkları insanları, unutulan tatları anlatmayalım. Hiç olmazsa arada sırada bir nebze mevcutlardan bahsedelim.

    Nostalji yazıları hemen hemen her konuda kendisini gösteriyor, ama özellikle İstanbul’da nostalji aldı başını gidiyor. Hep nerede o eski İstanbul, Boğaziçi?, nerede o eski yalılar, özlenen konaklar, sokaklar edebiyatı, nerede o eski tatlar, kokular, eski insanlar, geçmiş günler teranesi...

    Uzun zamandan beri Beylerbeyi’ndeki yanmış Hasip Paşa Yalısı’nı bize anlatıp duranlar şimdilerde de Said Halim Paşa Yalısı’nın arkasından nostaljik ağıtlar döktürmeye başladılar. Halbuki bütün yananlara, yakılanlara, yıkılanlara, yıktırılanlara rağmen hâlâ Boğaziçi’nde nice leb-i derya yalı arz-ı endam ediyor. Gelin isterseniz hemen belli başlılarını sayıverelim:

    Anadolu Hisarı’nda sadece divanhanesi kalsa bile, denizin dudağına bir buse kondurmuş, Osmanlı siyasî tarihinin canlı bir şahidi Amcazade yalısı (Köprülüler’den kalma, 17. yüzyıl). İşte II. Mahmut döneminden kalma Arnavutköy Halet Çambel, Çengelköy Sadullah Paşa -restorasyonlarında üstad Turgut Cansever’in emeği geçmiştir- yalıları.

    Edebiyat dünyamızda adı geçen Küçüksu’da Kont Ostrorog, Kıbrıslı yalıları. O meşhur gülleri ve asimetrik mimarisiyle Hekimbaşı Salih Efendi yalısı, arka tarafındaki müstakil hamamıyla Zarif Mustafa Paşa yalısı, hele sırtını Kuzguncuk erguvanlarına dayamış eli böğründe, nazenin Fethi Paşa yalısı durmuyorlar mı? Eli böğründe denilince Emirgan’daki Şerifler (yola gitse de), nazenin deyince Kanlıca’daki Ethem Pertev Bey unutulur mu? Biraz sert bakışlı da olan Beşiktaş muhafızı Yedi-Sekiz Hasan Paşa’nın leb-i derya yalısı hâlâ nöbette. Peki ya Çubuklu’daki Halil Ethem Paşa’ya ne oldu?

    Mimarî tarzları millî olmasa da Tarabya Huber Cumhurbaşkanlığı Köşkü, art nouveau’nun örneklerinden meşhur Raimondo d’Aranco’nun İtalyan Büyükelçiliği Yazlığı yanınca mı kıymete binip akıllara gelecek!

    Hâlâ gözünü bir an olsun Kız Kulesi’nden ayırmayan, her akşam Topkapı’da gurub seyrine çıkan, aşı boyası rengine tabii sarmaşık yeşilini katan Çürüksulu, yahut Muharrem Nuri Birgi yalısı, önündeki sahil doldu diye mi gözden, dilden ve kalemden düştü?

    Bunlar sadece ahşap olanlar yoksa Boğaziçi’nde daha nice yalılar, kasırlar, saraylar var. Biz burada sadece yalılardan belli başlı örnekler verdik. Daha başka konularda da nostaljik yazılara elimizden geldiğince cevap vermeye çalışacağız.

    Yalıları, köşkleri, konakları, eski sokakları, kuş evleri, anıt ağaçları, selsebilleri, dinî-sivil mimarisiyle yaşayan İstanbulu tanıtmaya çalışacağız. O eserlere cangözüyle bakacağız.

    Bu işin zorluğunu biliyoruz. Ne kaldı ki?, Ne kadarı kaldı ki?, Gidenler yanında bunlar ne ki? şeklinde nostaljik cephenin muhalefetini duyuyoruz. Nerede o eski İstanbul, nerede senin ufak tefek, bölük pörçük örneklerin şeklindeki itirazlara hak vermemek elde değil ama, bu kronik nostaljilere Uğur Derman Beyefendi’nin Türk Hat Sanatının Şaheserleri albümünde zikrettiği o zarif beyitle cevap veririz:

    "Ele geçmezse eğer sevdiğimiz

    Çare ne? Eldekini sevmeliyiz!"

    İmparator Şehir

    İstanbul’un diğer şehirlerden ayrılan, farklılaşan birçok özgün tarafı sıralanabilir; kıtalar arasında geçiş noktası olması (Avrupa, Asya, Afrika) ve üç büyük deniz ulaştırma ağının (Akdeniz, Karadeniz ve Azak, Hint Okyanusu ile Kızıldeniz) düğüm noktasını oluşturmasının yanısıra, dünyada hakkında en çok şiir yazılmış, en çok şarkı bestelenmiş, en çok devlet tarafından sahip olunmak için uğraşılmış...vs. gibi birçok özelliği ile de ön plana çıkarılabilir. Bunlar ve bunlara benzer hususiyetlerinden dolayı İstanbul sıradan şehir, herhangi bir büyük şehir (megapolis) yahut Toynbee’nin deyimiyle geleceğin dünya şehri tanımıyla ifade edilemez.

    Hellen kültürü ve dönemi, Roma ve Bizans İmparatorluğu ve en sonunda da Osmanlı İmparatorluğu bu şehre gözbebeği olarak bakmış baş şehir ünvanı vermiştir. İstanbul daha 11 Mayıs 330 tarihinde kurulurken, İkinci Roma (Deutera Rome)-Yeni Roma (Nea Rome) olarak ortaya çıkmış ve işin başlangıcında kendisine rakip olarak Roma’yı seçmiştir. Roma, sadece Batı kültürünün ve Batı Roma İmparatorluğu’nun baş şehri olarak kalırken, İstanbul Bizans’la Batı’nın, Osmanlı’yla Doğu’nun şehri olmuştur. Pax Romana ve Pax Ottomana İstanbul’da birleşmiş ve kaynaşmıştır. İstanbul suriçi, Grek-Ortodoks Bizantik özelliğini yansıtırken; Galata Latin-Katolik cephesiyle dikkati çekmiş; Üsküdar ve Eyüb ise İslâm-Türk yönüyle belirmiştir.

    Aslında suriçini sadece Bizans değil, Bizans ve Osmanlı yönüyle vurgulamak daha doğru olur. Çünkü, iki imparatorluğun mücadelesi, 29 Mayıs 1453’te bitmemiş, yüzyıllarca süregelmiştir. Bu mücadele bir askerî fetih, bir harb değil; İstanbul’a O’ndan daha güzelini yapma, öbürünün kattığından daha çok şey katma estetik doğrultusundaki mücadeledir. Bizanslıların 1123 sene boyunca İstanbul’a yaptıklarını, Osmanlılar 470 sene içersinde geçmek için hummalı bir faaliyette bulunmuşlar ve gerçekten de şehrin siluetine, panoramasına damgalarını vurmuşlardır. Bizans’ın suriçindeki İmrahor İlyas Bey (461), Küçük Ayasofya (526-530 eski Sergios Bakkhos Kilisesi), Ayasofya (532-537), Bodrum, Vefa, Eski İmaret (1081-1118 Pantepoptes’in kilisesi), Zeyrek (1136), Molla Gürani (X-XI. Yüzyıl), Kariye (Khora Manastırı’nın bir bölümü), Fethiye (1284-1294), Koca Mustafa Paşa ve Fenari İsa (Lips Manastırı’nın bir bölümü) gibi kiliselerine karşılık; Osmanlılar da Topkapı Sarayı, Bayezıd, Şehzadebaşı, Sultanahmet, Süleymaniye, Eminönü-Yeni Camii, Cerrahpaşa, Fatih, Yavuz Sultan Selim, Edirnekapı-Mihrimah, Topkapı-Kara Ahmet, Kadırga-Sokullu, Hekimoğlu Ali Paşa, Haseki Külliyesi, Rüstem Paşa, Hadım İbrahim Paşa, Laleli, Nur-ı Osmani gibi camilerle cevap vermişlerdir.

    Osmanlıların yukarıda saydığımız camileri özellikle şehre hâkim olan tepelere ve ön cephelere yerleştirmeleri, İstanbul’un kubbe ve minarelerle İslâmî görünüşünü ön plana çıkarma arzusuyladır. Fakat bu isteğe rağmen Osmanlı müsamaha anlayışı içersinde hristiyanlık her zaman yaşama şansı bulmuştur. Şöyle ki, Osmanlılar İstanbul’u güzelleştirirken sadece Hayreddin, Sinan, Davut Ağa, Dalgıç Ahmet Ağa, Sedefkâr Mehmet Ağa, Kasım Ağa, Tahir Ağa gibi Türk ve müslüman mimarlarla değil; Serkis (Beylerbeyi ve Çırağan Sarayları), Nikogos Ağa (Ortaköy Camii), Garabet (Dolmabahçe Camii) Balyanlar gibi İstanbul Ermenileri ile İsviçreli Fossati, Fransız Valloury, Alman Jachmund (Sirkeci Garı), Otto Ritter ve Helmuth Cuno (Haydarpaşa Garı), İtalyan Montani (Aksaray-Pertevniyal Camii) ve Raimondo d’Aranco (Şeyh Zafir Külliyesi) gibi Avrupalı mimarlardan da faydalanmışlardır.

    İstanbul ayrıca, Şah Sultan’ın (Şah Sultan Külliyesi), Haseki Sultan’ın (Haseki Külliyesi), Mihrimah Sultan’ın (Edirnekapı-Üsküdar Mihrimah Sultan Camiileri), Nur Bânu Sultan’ın (Atik Vâlide Külliyesi), Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın (Dolmabahçe Camii), Pertevniyal Sultan’ın (Aksaray Camii) yaptırmış olduğu eserlerle, dünyada en çok kadın elinin değdiği bir şehir olma özelliği kazanmıştır.

    İstanbul, Hekimoğlu Ali Paşa, Koca Ragıp Paşa, Topkapı III. Ahmet gibi güzel kütüphaneleriyle kitaba verilen kıymeti, bina kitâbelerinden, mezar taşlarına kadar sanatın incelikleri ve hayvanlar için kurulmuş özel vakıfları, kuşlar için yapılmış kuş evleriyle başka örneği olmayan bir şehirdir.

    İstanbul, imparatorluk siyasetinin biçimlendiği merkez olunca halkın günlük yaşayışına kadar tüm işler bir devlet meselesi olarak bu çerçeve içinde görülmüştür. İstanbul’da belediye hizmetlerinden Sadrazam sorumlu tutulmuş ve şehir halkının beslenmesinden, çarşı pazar fiyatlarının denetimine kadar bizzat kendisi meşgul olmuştur.

    Türklerin İstanbul’a en büyük katkıları ise, bir Boğaziçi kültürü ve medeniyeti meydana getirmeleridir. Dünyada suyla sevişen, suya en iyi uyum sağlayan ev türleri -yalı-, su üzerinde yüzen sandal türlerini -kayık- Türkler bulmuşlardır.

    İstanbul tarih boyunca sadece coğrafî ve mimarî güzelliğiyle değil, tabiatı ve florası ile de ünlüdür. Bizans’tan miras kalan, hristiyanlığın erguvanına (cercis siliquastrum) Osmanlılar sahip çıkmışlar, değişik dönemlerde İstanbul’daki erguvan sayısını arttırmak üzere Anadolu’dan getirtmişler, hemen hemen her mahalleye ve meydana çınar (platanus orientalis) dikerek de bu florayı zenginleştirmişlerdir. Boğaziçi’nde bu zenginlik manolya (magnolia grandiflora), servi (cupressus sempervirens), fıstık çamı (pinus pinea), hatta Lübnan sediri (cedrus Libani) ve at kestaneleri (aesculus hippocastanum) ile daha da renklenmiştir.

    İstanbul dünyada çiçek isimleriyle anılan özel bir döneme sahip tek şehirdir: Lale Devri. O laleler ki Emirgân’da hâlâ görülebilir. İstanbul, Allah’ın bahşettiği ve Mayıs ile Eylül arasında hiç bitmeyen yabanî çiçekleriyle de ünlüdür; mahmuz çiçeği (centranthus ruber).

    Türklerin İstanbul’a kattığı bir diğer özellik, su kültürü; hamamlar, çeşmeler, sebiller, selsebiller, şadırvanlar, havuzlardır. Dünyada İstanbul kadar kamuya açık su tesisi olan başka bir şehir yoktur. Bu büyük meydan çeşmelerinde -Sultan Ahmet, Üsküdar, Tophane, Fatih vs.- sadece su değil, özel günlerde değişik meşrubatlar da ikram edilir.

    İstanbul mutfağı Kırım’ın çiğ böreğinden, Rumeli’nin ıspanaklı böreğinden, Elbasan tavasından, Macarların gulaşından, Akdeniz’in zeytinyağlılarından, doğunun kebabından tatlılarına kadar bütün bir imparatorluk mutfağının sergilendiği yerdir.

    İstanbul bir dinler ve dindarlar şehridir ve orada bir sünnî yahut şiî müslüman, Katolik, Ortodoks, Protestan, Süryani, Keldani, Grek-Ortodoks, Gregoryan-Ermeni gibi hristiyanlar; Romanyot, Sefarad, Karaim, Eskenazim gibi yahudiler, bütün İslâm tarikatları, Cizvitler, Fransiskenler, Dominikenler, Yehova Şahitleri, Karmelitler İslam’ın hoşgörüsü sayesinde rahatça yaşayabilir ve ibadetlerini yapabilirler. Kur’an-ı Kerim’deki ifadeleriyle Leküm diniküm veliyeddin (sizin dininiz size, bizim dinimiz bize) ve La ikrahe fiddin (dinde zorlama yoktur) hükümleri tam anlamıyla pratiğe dönüştürülmüştür.

    İstanbul başka bir yönüyle de tarihteki en talihsiz şehirlerden birisidir. 1204 yılında Latinler gibi düşmanların, değişik tarihlerdeki büyük depremler, yangınlar gibi tabii afetlerin ve şehircilik-imar faaliyetleri adı altındaki yanlış davranışlarla da sorumsuz idarecilerin gazabına uğramıştır. 21. Yüzyıla girerken yapılan yeni ve büyük binalar açıkça ifade etmek gerekirse böyle bir imparator şehre yakışmamıştır. Ama unutulmaması gerekir ki, sanayileşmenin yeni çehresi, İstanbul’u Max Weber’in deyimiyle (la ville patricienne) bir soylular şehri, bir rafine kültür merkezi iken büyük göçlerle bir halk şehrine (la ville plebienne) dönüştürmüştür.

    İstanbul’u tanıtan gerek Türk gerek yabancı pek çok resim ve gravür vardır. Flaman Pieter, Coek Van Aalst, Flensburglu Melchier Lorichs gibi yabancı ressamlar; Türklerden Nasuh Matrakçı, Seyyid Lokman gibi minyatürcüler; Hoca Ali Rıza, Şeker Ahmet Paşa gibi ressamlar; Kırımlı Ayvazovski, Padovalı Fausto Zonaro, Kentish Townlı William Henry Bartlett, Luganolu Gaspare Fossati, Karlsruheli Anton Ignaz Melling, La Vallettalı Amadeo Preziosi, tablolarına İstanbul’un güzelliklerini işlemişlerdir.

    Mösyö Kompa’dan Kargopoulo’ya, Paskal Sebah’tan Abdullah Férres’e, Ara Güler’den Kazım Zaim, İzzet Kehribar’a kadar fotoğrafçılar İstanbul’u film karelerine sığdırmaya çalışmışlardır. Tabii, bütün bir İstanbul’u birkaç karede, tabloda, kitapta tasvire imkân yoktur. Ama İstanbul’u duymak, hissetmek, gerçek anlamda görmek ve anlamak için önce bilgi sahibi olunması gerekir.

    Yukarıda ikinci Roma dendiğini söyledik. Yani dünyada ikinci bir Roma var, ama başka İstanbul yok!

    Şehir, Kültür ve İnsan

    Genelde ülkenin tümünde, özelde

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1