Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Yanlış Cumhuriyet
Yanlış Cumhuriyet
Yanlış Cumhuriyet
Ebook554 pages8 hours

Yanlış Cumhuriyet

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

"Bu kitapta, yetmiş yılı aşkın bir süreden beri Türkiye'de pek popüler olmayan bazı görüşleri savunmaya çalıştım" diyor Nişanyan kitaba 1994'te yazdığı Önsöz'de. 'Yanlış Cumhuriyet' yirmi yıl önce yazılmış olmasına rağmen, hala güncelliğini çoğu meselede korumakta. Bu minvalde, bilhassa Türkiye'nin güncel tarihini anlamakta oldukça merkezi bir yer işgal etmekte.

Kitapta, Nişanyanö cumhuriyet ve Atatürk üzerine 51 soruya yanıt veriyor. Sorular, demokrasiden laikliğe, kadın haklarından devrimlere dek birçok meseleye değinmekte.

Yirmi yıl öncesinden hala günümüze ışık tutan, tartışmalara ve polemiklere vesile olan Yanlış Cumhuriyet, Propaganda Yayınları baskısıyla huzurlarınızda.

LanguageTürkçe
Release dateDec 3, 2013
ISBN9781927893197
Yanlış Cumhuriyet

Read more from Sevan Nişanyan

Related to Yanlış Cumhuriyet

Related ebooks

Related categories

Reviews for Yanlış Cumhuriyet

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Yanlış Cumhuriyet - Sevan Nişanyan

    Sunuş

    2008’den Bakış

    Bu kitabı 1993-94'te yazmış, ancak bazı düşüncelerle yayımlamaktan vazgeçmiştim. Aradan geçen yılların kitaba güncelliğinden çok şey kaybettirmediğini düşünüyorum. Bazı değinmeler, bazı vurgular bugün için biraz eskimiş olabilir. Ancak Türkiye'nin düşünce ufkunu kısıtlayan büyük tabu, en ufak değişikliğe uğramadan bugün de hayatiyetini sürdürmektedir. Bu tabu sorgulanmadan her türlü siyasi çıkış çabasının beyhude olduğunu, 15 yıl önce olduğu gibi bugün de düşünmeye devam ediyorum.

    2008’den geriye baktığımda Türk siyasi yaşamını etkileyen iki önemli değişim dikkatimi çekiyor.

    Bunların birincisi, Kemalist düşüncenin sol ve ilerici kisvelerini tamamen terkederek, toplumsal değişimlerden kuşku duyan, milliyetçi, otoriter, askerci, Batı düşmanı bir tepki ideolojisine dönüşmesidir. Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin bu niteliklerini, ulusalcılığın, kızılelma koalisyonlarının henüz gündemde olmadığı bir dönemde yeterli netlikte teşhis ve ifade etmiş olduğumu düşünüyorum. Ama o yıllarda nisbeten yeni olan bu teşhisleri anlatmak için harcamış olduğum çaba bugün için kitaba eski bir tad veriyor. Bugün olsa, artık harcıalem olan bazı gözlemleri daha kısa, daha net belirtip geçerdim.

    İkinci değişim, Türkiye’de uygar yaşama yönelik potansiyel tehdidin yönü konusundadır. Küresel dünyanın ve özgürlükçü demokrasinin – seçeneklere oranla – başlıca temsilcisi olarak İslami kökenli bir siyasi hareketin ortaya çıkması, Türkiye’de 2000’li yılların büyük sürprizi olmuştur. Bu gelişmeyi 1990’larda öngöremezdim; öngörmemişim. Kitapta mesela 18. soruya ya da Sonsöz’ün son paragraflarına egemen olan karamsar hava, kısmen bu öngörüsüzlüğün yansımasıdır. Bugün yazsaydım, mutlaka daha farklı bir şekilde ifade ederdim.

    Kitabın en çok eskiyen yönü şüphesiz kaynakçadır. Son yıllarda Türkiye’de cumhuriyetin kuruluş yıllarına ilişkin son derece ilginç araştırma ve değerlendirmeler yayımlandı. İnternetin gelişi, bilgi kaynaklarına ulaşımda 15 yıl önce hayal bile edilemeyecek kolaylıklar sağladı. Bunların eksikliği kaynakçada kendini açıkça belli etmektedir.

    Kitabı yayıma hazırlamak için yeniden ele aldığımda, önce dipnotlarını ve kaynakçayı revize etmekle işe başladım. Ancak çalışma ilerledikçe farkettim ki revizyon, tahmin ettiğimden çok daha kapsamlı olmak zorundadır. Kaynakların esaslı bir şekilde yenilenmesi ise, ister istemez ana metnin yeni malzemeyle zenginleştirilmesini, dolayısıyla bazı vurguların değişmesini, yer yer argüman zincirlerinin yeniden kurulmasını gerektirecektir. İki-üç ay kadar boğuştuktan sonra bu çabadan vazgeçtim. Kitabı, ufak tefek düzeltmeler dışında, 1994’te bıraktığım biçimiyle yayımlamaya karar verdim. Kaynakçaya, o günden sonra yayımlanmış olan hiçbir şey eklemedim. Hatta etimoloji çalışmalarımın bir tür başlangıç noktasını oluşturan ve bugün geldiğim noktada bana artık pek naiv gelen 22. soruya bile dokunmadım. Hatası ve eksiğiyle ürün budur; bu biçimiyle de sanırım ki bir katkısı olabilir.

    Kitabı yayımlamaktan bazı düşüncelerle vazgeçtiğime değinmiştim. 1994’ü izleyen yıllarda, doğrudan siyasi nitelikte olan konulardan uzak durmaya çalıştım. Ulusal ideolojinin temelindeki problemlere yönelik eleştirel ilgimi hiç kaybetmedim. Ama bunu, turizm ve etimoloji gibi, siyasi konularla doğrudan alakası gösterilemeyecek alanlara yöneltmeyi tercih ettim.

    Hrant Dink’in katli benim için dönüm noktasıydı. Türkiye’in toplumsal yaşamını karartan büyük gölge ile yüzleşmenin, bir kişisel tercih ya da temayül meselesi değil, can alıcı bir yurttaşlık görevi olduğunu 19 Ocak 2007’den sonra daha iyi idrak etme imkânını buldum. Metni fotokopi olarak okuma lütfunu gösteren aklı selim sahibi birçok insan da beni bu konuda teşvik ettiler. 2007-08 kışında Genç Siviller grubunda ve İstanbul Bilgi Üniversitesinde konuya ilişkin verdiğim dizi konferanslar, kitabımı kamuya sunma zamanının geldiğine beni ikna etti.

    Yakın tarihimiz ve siyasi yaşamımız konusunda okurun zihninde ufak da olsa birkaç soru uyandırabilirsem kendimi başarılı sayacağım.

    Sevan Nişanyan

    Şirince, Nisan 2008

    A’dan Z’ye her şeyimiz bozuktur

    Dr. Refik Saydam, Başbakan, Ocak 1939.

    Önsöz

    Bu kitapta, yetmiş yılı aşkın bir süreden beri Türkiye’de pek popüler olmayan bazı görüşleri savunmaya çalıştım. Geriye baktığımda, beni bu çalışmaya sevk eden başlıca üç hareket noktası buluyorum.

    Hepimiz, Osmanlı imparatorluğunun son yüz yılını bir gerileme ve çöküş dönemi olarak tanımlayan bir düşünce ikliminde yetiştik. Yıllar içinde Anadolu’yu gezmek ve tanımak fırsatını buldukça, bu modelin yetersizliğiyle adım adım yüzleşmek zorunda kaldım. Cumhuriyetten önceki yüz yıl, gerçekte Türkiye’nin taşrasına, hiç yabana atılmayacak bir kalkınma ve ilerleme çağı olarak yansımıştı. Dönemin mimarisinden, günlük yaşama ait nesnelerinden, kurumlardan ve anılardan bugüne kalanlar, belirgin bir yükselme ve iyimserlik dönemine işaret etmekteydiler. Cumhuriyetin ilk yirmi-otuz yılı ise, taşraya ekonomik ve kültürel bir duraklamadan, hatta çöküş ve çözülüşten başka bir şey getirmemişti.

    Önce belirsiz bir kuşku olarak filizlenen bu gözlem, zamanla zihnimde kesinlik kazandı. Türkiye’nin 1950’den bu yana yaşadığı fırtınalı gelişmede aksak ve yanlış olan bazı yönlerin kaynağını, ne 1950 sonrasında, ne 1914 öncesinde, fakat ikisi arasındaki karanlık dönemde aramak gerektiğini düşünmeye başladım.

    Araştırmamı yönlendiren ikinci unsur, son yıllarda yükselen İslamî radikalizme karşı, kendini laik düşüncenin temsilcisi sayan kesimin sergilediği inanılmaz sığlık ve saldırganlık oldu. Atatürkçü düşüncenin çağdaş sözcülerini izledikçe, bende, bu zihniyetin ardındaki düşünsel temelin pek sağlam olamayacağı kuşkusu pekişti.

    İslamcıların, yüzyıllardır kendini yenilemeyi başaramamış bir ideolojinin yardımıyla vermeye çalıştıkları cevaplar belki yetersizdi. Ama sordukları, sormaya çalıştıkları, sormaya cesaret ettikleri temel soru, hafife alınacak bir soru değildi: Kişisel ahlakla toplum düzeni nasıl bağdaşır? Kişisel ve toplumsal düzeyde, doğru yaşamın ilkeleri nelerdir?

    Türk toplumunun kültürlü sayılan kesiminin yetmiş-seksen yıldır unutmuş göründüğü bu sorularla yüzleşme çabası, kitabımın hareket noktalarından birini oluşturdu.

    Şark tipi dalkavukluğa karşı her insanın doğal olarak duyacağı ya da duyması gereken tepki, sanırım oldukça erken yaşlardan başlayarak zihinsel gelişmemi etkilemişti. İzindeyiz edebiyatının son yıllarda gösterdiği ani artış, bu duygunun nüksetmesine neden oldu. Duygusal planda hissettiğim tepkinin rasyonel temellerini araştırma çabası, bu kitabın ortaya çıkmasına yol açan etkenlerin üçüncüsü oldu.

    *

    Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu hakkında, son zamanlarda sayı ve nitelikleri artan eleştirel yaklaşımlardan, bu kitabın bir-iki noktada ayrıldığını sanıyorum.

    Öncelikle: Demokrasi konusundaki tartışma ve eleştiriler, bu çalışmanın ana eksenini oluşturmuyor. Kemal Atatürk’ün kurduğu rejimi demokrasi olarak tanımlama çabalarının abesle iştigal ettiğinden kuşkum yok. Ancak Tek Parti rejiminin demokratikliğine ilişkin eleştiriler, bence güçlü iki argümanla yüzleşmek zorundadır. Birincisi: daha yüksek birtakım ulusal amaçlar uğruna demokrasiden geçici veya kalıcı olarak fedakârlık edilmesi, savunulamayacak bir düşünce değildir. İkincisi: 1920’ler Türkiye’si koşullarında, hukuk devleti normlarına saygılı bir demokrasinin kurulup kurulamayacağı tartışılabilir. Bundan ötürü sorgulamamı, demokrasi gibi nihayet yüzelli senelik geçmişi olan bir kavrama değil, siyasi düşüncenin çok daha eski ve köklü birtakım değerlerine dayandırma zorunluğunu duydum. Hukukun üstünlüğü, zorbalığın neden olduğu ahlaki yozlaşma, vicdani değerlerin toplum özgürlüğünü korumadaki rolü gibi kavramlar – bugün çok revaçta olmasalar da – sanıyorum içinde bulunduğumuz koşulları anlamakta yararsız değildirler.

    İkincisi: Batı uygarlığı adı verilen akılcılık, evrensellik ve bireysel sorumluluk idealinin, Türkiye (veya başka herhangi bir toplum) için, yegâne alternatifi barbarizm olan bir değer ve bir hedef olduğuna inanıyorum. Bu kitapta İslami kesimden kaynaklanan bazı eleştirilere hak veriyor olmamdan, Batı’ya alternatif bir İslamî siyaset anlayışına sempati beslediğim anlamı, doğal olarak, çıkarılamaz. Ancak Batı uygarlığının kendi diniyle varmış olduğu son derece çetrefil ve ilginç uzlaşmanın bir benzeri veya eşdeğeri bu toplumda gerçekleştirilemediği sürece, Batılılık davasının Türkiye’de bir hayal olmaktan öteye gidemeyeceğini düşünüyorum.

    Nihayet, 1910’lardan bu yana Türk toplumunun egemen kesimini etkisi altına alan katı ulusçuluğun, uygarlık, hukuk, siyasi ahlak, ekonomik kalkınma ve evrensel değerlere intibak gibi alanlarda bu topluma ne derece fayda sağladığına ilişkin ciddi kuşkularım var; ve bu kuşkuları bu sayfalarda ifade etmekten çekinmedim.

    Çalışmama yön veren temel düşünsel çerçeveyi 17. soruda özetlemeye çalıştım. 17. sorunun cevabı bir bakıma bu kitapta anlatılmaya çalışılan bakış açısının hülasası olarak okunabilir.

    *

    Kitap, Kemalist düşüncenin ana dayanak noktaları arasında bulunduklarına inandığım 50 kadar tez çevresinde kuruludur. Yıllardır tekrarlana tekrarlana, sorgulanamayacak birer gerçek görünümüne bürünen bu önermelerin her biri üzerinde objektif bir gözle biraz durup düşünmeyi denedim.

    Kemalist cumhuriyet olgusu hakkında eksiksiz bir değerlendirme yapmış olma iddiasında değilim. Kitabın kapsamı son derece basit ve basit olduğu kadar mütevazıdır: Cumhuriyetin kuruluşu ve kurucusu lehine ileri sürülen bir dizi önermeyi eleştirel bir analize tabi tutmak! Dolayısıyla, her soru başlığı altında, sadece o sorunun konusu olan önermeyi ilgilendiren mantıksal ve olgusal delillere yer vermeye özen gösterdim. Örneğin Kemalist rejim demokrasi miydi? sorusuna cevap ararken, a. Demokrasi ne demektir? b. Kemalist rejimin olguları nelerdir? c. Biri birine uyar mı? sorularından başka bir konuya değinmeye gerek duymadım. İrticaa prim mi versindi? veya Demokrasi uğruna vatanı feda mı etsindi? gibi itirazlar, muhakkak ki çok ilginç olmakla beraber, burada sözü edilen konu ile herhangi bir mantıksal ilişkiye sahip olmadıkları için, ilgi alanımın dışında kaldılar.

    Çok defa sorulara kesin bir cevap aramaktan çok, muhalif tezi mantıkî bir tutarlık çerçevesinde ifade etmekle yetindim. Acaba Dünya Harbi sonunda Batılı devletlerin amacı gerçekten Türkiye’yi işgal etmek miydi? Acaba Cumhuriyetin kurucuları son devir Osmanlı elitine oranla daha Batılı bir zihniyetin temsilcileri miydiler? Acaba harf devrimi Türkiye’de okuryazarlığın gelişmesine bir katkıda bulunmuş mudur? Bu sorulara verdiğim cevaplar, kategorik bir hayır değildir. Sadece hayır tezini destekleyici nitelikte ciddi ve inanılır birtakım deliller bulunduğu ve Kemalist literatürde bu kuşkuları giderici yeterli bir kanıta rastlanamadığı ifade edilmiştir. Tek tip düşüncenin egemen olduğu bir ortamda, bunun da yararlı bir çaba olacağını düşünüyorum. Yerleşik yargıların ne derece zayıf, kanıtsız, afaki, üzerinde cidden düşünülmemiş şeyler olduklarını göstermek, acaba gerçekten doğru mu? kuşkusunu uyandırmak da, daha kapsamlı bir çalışmanın ön adımları olarak, büsbütün faydasız olmayabilirler.

    Araştırmam esnasında karşılaştığım ve cevap verme zorunluluğunu hissettiğim soruların her birini etraflıca ve eksiksiz bir şekilde incelemek, gerek vakit gerek imkân olarak beni çok aşacaktı. Türkiye’de tarih konularını araştırmak kolay değildir; hele asıl mesleği akademik tarihçilik olmayan ve bu işe ayırabileceği olanaklar kısıtlı olan biri için neredeyse imkânsızdır. Kitabın doğal akışı içinde keşki araştırabilseydim dediğim konular, birkaç düzine doktora tezi konusu oluşturabilecek niteliktedir. Eğer bu kitabın vereceği ilhamla – veya doğuracağı infialle – bu konulardan bir-ikisini etraflıca araştırmaya girişenler olursa kendimi mutlu sayacağım.

    Ağustos 1918’de Mustafa Kemal’in Suriye cephesine atanmasıyla Suriye yenilgisi arasında siyasi bir bağlantı var mıdır? 1918 sonu ile 1919 Mayısı arasında İngilizlerin Türkiye’ye karşı izledikleri yumuşak politikanın gerekçeleri nedir? İslamcı-muhafazakâr kesim Milli Mücadeleyi ne ölçüde desteklemiş ve hangi aşamada TBMM rejimi aleyhine dönmüştür? Türk toplumsal elitinin Batı ile iletişim olanakları 1923’ten sonra artmış veya azalmış mıdır? Gazi’nin heykel tutkusu Bolşevik rejim modelinden ne ölçüde ve nasıl etkilenmiştir? Mussolini rejiminin hukuki ve siyasi evrimi CHP yönetimine ne şekilde yansımıştır? 1930’larda Recep Peker’in yükseliş ve düşüşünün gerçek nedenleri nelerdir? 1933’ten sonra İngiltere ile askeri-ekonomik yakınlaşmanın Türk iç ve dış siyasetine etkileri nelerdir? Türkçü-Turancı kesimin rejim içindeki ağırlığı 1930’dan sonra gerçekten artmış mıdır? Atatürk’ün 1929-30 dönemindeki uzun suskunluğu neye atfedilebilir? Türkiye’den birçok alanda daha geri oldukları bir devirde komşu Balkan devletleri meşruti-liberal bir siyasi düzeni nasıl yürütebilmişlerdir?

    Bu kitapta sadece yüzeysel ve kısmen spekülatif bir biçimde değinebildiğim bu ve benzeri konuların her biri, ciddi bir akademik araştırmanın hareket noktasını oluşturabilir.

    Kemalist Cumhuriyetin, şüphesiz, bu kitapta ele alınanlardan başka birçok olumlu hizmeti ve birçok haklı gerekçeleri olabilir: hiçbir büyük tarih olayının büsbütün olumlu ya da olumsuz sayılamayacağının bilincindeyim. Ancak Kemalizm lehine ileri sürülebilecek tezleri aramak ve ön plana çıkarmak kaygısı, bu mütevazı kitabın kendine seçtiği hedefler arasında yer almadı. Piyasada, bu görevi üstlenen sayısız araştırma vardır. Kemalist devrimin burada değinilmemiş olan başka hizmet ve gerekçelerini tespit etmek isteyenler, bu değerli eserlere başvurabilirler.

    Sevan Nişanyan

    Şirince, Haziran 1994

    Atatürk İnkılabı ölçülmez bir değerdir; yeryüzünde vuku bulan ihtilallerin en şumullüsü, en radikalı ve en hayret vericisidir. Atatürk, gelmiş geçmiş dehalar arasında en kudretlisi, eseri eserlerin en muazzamıdır. (Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, Türk İnkılabının Üniversel Değeri, Cumhuriyet 4.12.1963.)

    Ben her zaman yığınları büyüleyip kendinden geçiren liderlerden hoşlanmamışımdır. Ulusal kahraman olmak ayrı bir durum. Bir ülkeyi, bir ulusu düşmanlarından kurtarmak, o toplumu, o halkı yeni aşamalara götürmek için savaşım vermek, yani Atatürk olmak, Atatürk olarak önderlik etmek, o büsbütün ayrıdır. Tektir, benzersizdir böyleleri. (Oktay Akbal, Cumhuriyet, 17.8.1986)

    SORU 1 - Kemal Atatürk, dünyada eşi olmayan bir siyasi anlayışın temsilcisi midir?

    Birinci Dünya Savaşının büyük yıkımını izleyen dönemde, liberal parlamenter ve demokratik rejimlerin artık tarihe karıştığı düşüncesi, yeryüzünün hemen her yanında kabul gördü. Ulusal bir Şef ve Tek Parti yönetimi etrafında kenetlenerek birtakım toplumsal bunalımları aşmayı öngören siyasi hareketler, iki dünya savaşı arasındaki dönemde, birçok ülkeye egemen oldu. Bu eğilimin en keskin şekilde ortaya çıktığı yerler Orta ve Doğu Avrupa ile, uzun süre Avrupa uygarlığının gölgesinde yaşamalarına rağmen tam anlamıyla o kültürün bir parçası olmayan çevre ülkeleri oldu. Benzer eğilimler, Asya’da ve Latin Amerika’da da kendilerini gösterdi. Sadece Avrupa’nın en Batı ve Kuzeyindeki yedi-sekiz ülke ile ABD bu gidişin dışında kalmayı başardılar.

    İki dünya savaşı arasında kurulan diktatörlüklerin en ünlüleri Rus Bolşevizmi, İtalyan Faşizmi ve Alman Nazizmi oldu. Bu üç örneğin yanı sıra, İspanya’da Franco Falanjizmi ile Portekiz’in Yeni Devleti; Avusturya’da Dollfuss’un halkçı-katolik korporatizmi; yeni Japon militarizmi; Macaristan, Polonya, Baltık ülkeleri, Bulgaristan ve Yunanistan’da kurulan (Romanya ve Yugoslavya’da ise kurulamayan) ulusçu diktatörlükler; Meksika’da Cardenas ve Brezilya’da Vargas’ın ilerici baskı rejimleri, çağın anti-liberal felsefesinin – ülkenin koşullarına ve Şefin kişiliğine bağlı olarak farklılaşan – çeşitli uygulamalarını sergilediler.

    Dönemin tablosu bir bütün olarak ele alındığında, dikta rejimlerini sınıflandırmada kullanılan sağ ve sol terimlerinin uygulamada ciddi bir farkı ifade etmedikleri görülür. Fark, yönetim biçimi, siyasi hedefler ve kurumsal yapılardan çok, imaj ve söylem (ve bazen dış politika tercihleri) düzeyindedir. Çağa damgasını vuran dikta araçlarını ilk kez ve en radikal biçimde uygulayan, sol Rus Bolşevizmidir. Sağ İtalyan Faşizmi, Bolşeviklerin kitle ajitasyon yöntemlerini, Parti modelini, topyekün devrim anlayışını, hukuku ayaklar altına almaktaki cüretini bilinçli olarak kopya ederek İtalya koşullarına uyarlamıştır. Diğer ülkelerin çoğu, siyasi pratiklerinde Bolşevizmden çok İtalyan Faşizmini örnek alırlar. Bolşeviklerin halk ve işçi sınıfı retoriği yaygın olarak taklit edilir; ancak Faşizmin daha yalın, pragmatik devletçiliği, Tek Parti-Tek Şef rejimlerine daha kullanışlı bir yönetim modeli sağlar. Milliyetçi söylem, çoğu ülkede, kitleleri harekete geçirmekte Bolşeviklerin soyut enternasyonalizmine oranla daha elverişli bir yol olarak benimsenir. Alman Nazizmi ise, başlıca iki özelliğiyle 1930’ların sağ ve sol dikta rejimlerine (ve bu arada Sovyetler Birliğine) örnek oluşturur. Bunlardan ilki militarist amaçlara yönelik olarak topyekün sanayileşme çabası, ikincisi ise, ulusal azınlıkların, yerine göre sert veya yumuşak yöntemlerle tasfiyesidir.

    Olay Sosyalizm ve Faşizm arasında bir ikileme indirgendiğinde, dönemin siyasi rejimlerinden bazılarını sınıflandırmakta zorluk çekilir. Örneğin Polonya’da Pilsudski diktatörlüğünü Sosyalist ve Faşist kalıplarından birine uydurmak güçtür. Almanya’da Nazi partisi, siyasi kimliğini Ulusal Sosyalizm olarak tanımlamıştır. Doğu Avrupa’nın sağ diktatörlüklerinin çoğu, din müessesesine yaklaşımlarında, Faşistlerden çok Bolşeviklere yakınlık gösterirler. Mussolini siyasi kariyerini solda başlayıp sağda bitirmiştir. Sol ve sağ etiketlerin ardındaki ortak öz kavrandığında, iki savaş arası dikta rejimlerine yön veren eğilimler daha iyi anlaşılacaktır.

    Diktatörler geçidi

    Rusya: 1917’de gerçekleşen Bolşevik devrimi, savaş-sonrası diktatoryal hareketlerin ilk ve en önemli modelini oluşturur. Sovyet rejimi, Tek Partiye dayalı devlet modelinin yeryüzündeki ilk (veya belki ikinci) örneğini vermenin yanı sıra,¹ devrimci diktatorya kavramının – toplumsal amaçlar uğruna kişi ve kamu hukukunu çiğnemenin geçerli bir yol olduğu inancının – genel saygınlık kazanmasına da hizmet etmiştir. 1924’te Stalin’in başa geçmesiyle, lider-tanrı olgusunun yirminci yüzyıla özgü bazı formları (askerimsi üniforma; trenle yurt gezisi; lider portresinin her ev ve işyerine asılması; meydanlara lider heykellerinin dikilmesi; cadde ve kentlerin lider adıyla adlandırılması; lidere bağlılık yemini eden paramiliter gençlik örgütleri; kitlesel jimnastik gösterileri vb.) klasik ifadelerine kavuşurlar.

    Bireyin toplum içindeki özerkliğinin başlıca dayanaklarından biri olan özel mülkiyeti tahrip etmekle Bolşevikler, homojen ve güdülebilir bir kitle toplumu elde etmek yönünde, eşine az rastlanır radikallikte bir adım atarlar. Marksist düşünceden miras aldıkları işçi sınıfı kavramı, 1917’den sonra pratikte fazla bir anlamı kalmamakla birlikte, Sovyet rejiminin ideolojik dayanaklarından birini oluşturmaya devam eder. Gerek rejimin Marksist kökleri, gerekse Rus devletinin çokuluslu yapısı, Rusya’nın milliyetçi bir söylemi reddederek bir çeşit uluslarüstü Sovyet vatanperverliğini vurgulaması sonucunu doğurur.

    Rejimin burada saydığımız üç özgül yönü (özel mülkiyetin tahribi, işçi ayaklanması taraftarlığı, enternasyonalizm), gerçekte Bolşeviklere birçok açıdan benzer bir toplum idealini paylaşan savaş-sonrası siyasi hareketlerin çoğunun, pratikte Sovyet rejimine karşı düşmanca bir tavır almasına yol açtılar. Uygulamada SSCB yandaşlığı veya karşıtlığı dışında fazla bir anlam ifade etmeyen sol-sağ ayrımı, yapı ve işleyiş itibariyle birbirine benzeyen bir dizi rejim arasında suni bir ikilik oluşturdu.

    İtalya: Benito Mussolini önderliğindeki Faşist hareket 1922’de iktidara geldi; 1925’te tüm muhalefet partilerini yasaklayarak Tek Parti yönetimini kurdu; 1925 ile 1928 arasında aldığı bir dizi yasal önlemle Faşist diktatörlüğü kurumsallaştırdı.

    Mussolini’nin diktatörlüğünü hemen hemen hiç kan dökmeden kurmayı başarması,² hareketin tüm dünyada belli bir sempati ile karşılanmasına yardımcı oldu. Ekonomik ve kültürel bakımlardan geri, tutucu, demoralize İtalyan toplumunu, kısa sürede (trenlerin zamanında hareket etmesi örneğiyle simgelenen) yeni bir ruh ve şevkle harekete geçirmeyi başarmış görünmesi ise geniş takdir topladı. Sovyet modelinin kendine özgü ideolojik aşırılıklarından ötürü dünyada henüz yeterli destek görememiş olan totaliter felsefe, Mussolini sayesinde tüm dünyada saygınlık kazandı. Günümüzde faşist teriminin kazanmış olduğu olumsuz anlam, bu hareketin 1920’li yıllarda – ve özellikle ilerici ve aydın kesimlerde – sahip olduğu etkiyi bize unutturmamalıdır.

    Ancak dış politikada İngiltere ve Fransa’yla girdiği çatışma nedeniyledir ki Mussolini,1930’lardan itibaren, Batı kamuoyunda puan kaybetti.

    1920’ler Avrupa’sı: Ulusal ve modernleşmeci diktatörlüklerin iki önemli örneği 1919’da Macaristan’da iktidarı ele alan Amiral Horthy rejimi ile 1926’da Polonya’da bir darbeyle başa geçen General Pilsudski yönetimi oldu. Polonya’dan birkaç hafta sonra Litvanya’da Antanas Smetona diktatörlüğünü ilan etti. Aynı yıl Arnavutluk’ta krallığını ilan eden Ahmed Zogo tüm siyasi partileri kapattı.

    İtalyan faşizminden esinlenen bir dizi siyasi hareket özellikle Avrupa’nın katolik ülkelerinde siyasi yaşamda seslerini duyurdular. Fransa’da en ünlüsü Action Française olmak üzere bir dizi sağ-radikal hareket, Belçika’da Rexistler, Avusturya’da Sosyal-Hıristiyan Parti’nin kleriko-faşizmi anayasal çerçevenin çok dışına taşmadan totaliter bir anlayışı iktidara taşımaya çalıştılar. Portekiz’de 1926’da iktidarı ele alan askeri rejim kısa bir süre sonra faşist ideolojiye dayalı Yeni Devlet’i (Estado Novo) ilan ederken, İspanya’da Primo de Rivera’nın sağ totalitarizm denemesi, diktatörün 1929’daki zamansız ölümü üzerine geçici bir süre için sekteye uğradı.

    Almanya: 1933’te Hitler’in iktidara gelmesi, tüm dünyada liberal demokrasilerin devrinin kapandığı inancına büyük bir ivme kazandırdı. Nazi rejimi, dönemin diğer dikta yönetimleriyle özünde paylaştığı ulusal birlik ve topyekün devrim fikirlerini Almanlara özgü bir sistemlilikle mantıki sonuçlarına götürmesiyle ünlendi. Bireyin kendini ulusal davaya feda ettiği bu rejimde, geleneksel hukukun, dinin, sanatın, kurumların ve ahlakın bir değeri olamayacağı açıktı. Avrupa tarihinde yüzyıllardan beri görülmemiş birtakım zulüm ve haksızlıklar, bu anlayış çerçevesinde makul sayıldı ve Alman toplumunun çok büyük bölümünün gönüllü desteğini aldı.

    Nazilerin başlattığı olağanüstü ekonomik ve moral kalkınma hamlesi dikta rejimlerine tüm dünyada saygınlık kazandırırken, Führer’in gerek siyasi rakiplerini, gerekse ulusal idealin dışladığı unsurları – Yahudileri, komünistleri, çingeneleri, eşcinselleri vb. – yok etmekte gösterdiği eşi görülmemiş kararlılık, Tek Parti devletlerine zengin bir ilham kaynağı oldu.

    1930’lar Avrupa’sı: İlahlaştırılan bir Önder rehberliğinde büyük bir ulusal Devrimi hayata geçirmeyi amaçlayan rejimler, İkinci Dünya Savaşı öncesi yıllarda Avrupa ülkelerinin çoğunda iktidara geldi. Ulusal davayı benimsemeyen veya ona yabancı ve zararlı sayılan unsurlar vatan haini ilan edildiler. Ortak ideal uğruna bilim, sanat ve ahlakın geleneksel normlarından gitgide daha fazla sapan uygulamalar taraftar buldu.

    1933’te Avusturya’da, aynı yıl Estonya’da, 1934’te Letonya’da parlamento ve siyasi partiler kapatılarak ulusal seferberlik rejimleri kuruldu. Bulgaristan’da elli yıllık liberal demokrasi geleneğini yıkarak 1934’te iktidara gelen Velçev-Giorgiev yönetimi, radikal inkılaplarla Bulgar ulusunun yeniden doğuşunu amaçladı; gençlik ve halk örgütlerine dayanan bir toplumsal mobilizasyon modelini benimsedi; ancak ertesi yıl kral Boris’in muhafazakâr darbesine yenik düştü.

    Polonya’da Pilsudski’nin ilan ettiği ulusal arınma (sanacja) hareketi, kısır siyasi çekişmelerden bunalan ulusun, yeni bir ideal etrafında birleşmesini hedefledi. Halkçı, fakat ideoloji-üstü olduğu ileri sürülen bir Devlet Partisi (BBWR) kuruldu. Alman, Musevi ve Rus azınlıklardan, Polonya ulusal idealini benimsemeleri talep edildi; okullarda Lehçe dışındaki dillerin öğretilmesi yasaklandı.

    Litvanya’da 1938’de çıkarılan bir kanunla Tautos Vadas (Halkın Rehberi) adını alan Smetona, Ulusal Cephe partisi dışındaki partileri yasakladı. Katolik kilisesinin geleneksel bir ağırlığa sahip olduğu bu ülkede anayasa değişikliğiyle din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı; kilise mallarına el kondu ve Katolik eğitim kurumları kapatıldı.

    Gitgide radikal bir kesimin etkisi altına giren Macaristan’da, Macar ulusunun Orta Asya’ya dayandığı ileri sürülen tarih-öncesi kökleri yüceltildi; Macar dili yabancı etkilerden arındırıldı; Macar köy gelenekleri ve müziği araştırıldı. Hz. İsa ve Cengiz Han dahil, tarihteki önemli şahsiyetlerin Macar asıllı olduklarını kanıtlayan araştırmalar yaygınlık kazandı. Rejimin aşırı bir ucu, Katolik kilisesini gerici ilan ederek, eski Macar halk dinini canlandırmaya çalıştı; savaş tanrısı Hardur’a tapınma törenleri düzenlendi.

    Portekiz’de Yeni Devlet bir dizi radikal ekonomik ve sosyal reforma girişti. Ulusal Kültür Hareketi başlatılarak, Portekiz ulusunun tarihteki büyük kahramanlıkları anımsandı. 1930’larda kurulan Ulusal Birlik Partisi, Portekiz gençliğini devrimin gerçek sahibi ilan etti; partiye bağlı olarak kurulan Portekiz Gençlik Hareketinde (Moçidade Portuguesa) genç kızların – mutaassıp Portekiz toplumunda ilk kez – erkeklerle birlikte paramiliter bir örgütlenmeye katılması, kitlesel jimnastik gösterilerinde yer alması sağlandı.

    Yunanistan’da General Metaksas, Yunan ulusunu ıslah ederek çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmayı ve Üçüncü Helen uygarlığını kurmayı amaçlayan devrimini 1936’da başlattı. Siyasi partiler kapatıldı. Metaksas’a Rehber (Odigos), Ulusun Atası (Patir ethnis), En Büyük İşçi ve En Büyük Köylü unvanları verildi. Ulusal Gençlik Teşkilatı (EON) kurularak, rejimin temel direği ilan edildi. Rehber, başlattığı devrimin bekçiliğini Yunan gençliğine emanet etti.

    İspanya’da üç yıl süren bir iç savaş sonunda iktidara gelen General Franco rejimi, geleneksel sağ bir askeri diktatörlükten radikal bir ideolojiye doğru evrildi. Faşist ideolojiyi benimseyen Falange, Tek Parti ilan edildi. Partinin amacı sadece siyasi bunalımı ulusal disiplin yoluyla çözmek değil, aynı zamanda İspanya’nın dört yüzyıllık gerileme sürecini tersine çevirerek İspanyol ulusunun Avrupa’da layık olduğu üstün mevkie gelmesini sağlamak idi. Katalan ve Bask kimliklerini kanlı bir şekilde ezmek, bu hedefe yönelik bir araç olarak algılandı. Parti programının önemli bir unsurunu oluşturan sendikalizm, bir yandan özel mülkiyeti korurken, bir yandan da kapitalist sömürüyü önleyen; işçi sınıfının ulusal devleti kurma davasına entegral bir şekilde katılmasını sağlayan bir önlem olarak sunuldu.

    Romanya’da 1922-23’ten itibaren gizli ve silahlı bir örgütlenmeyle ülke yönetiminde söz sahibi olan Codreanu’nun Demir Muhafızlar hareketi, Romen ulusunun köklerine dönerek arınmasını ve yeniden doğmasını önerdi; bu çabada kiliseyi, burjuvaziyi, komünistleri ve Yahudileri başlıca engeller olarak algıladı. 1937’de kral Carol bir darbeyle örgütü tasfiye etmeyi denediyse de, Demir Muhafızların ülke yönetimindeki etkinliğini kırmayı başaramadı.

    Ortak yönleri

    Sayılan dikta denemelerinin, birbirinden farklı birçok özellik ve nüanslara sahip oldukları muhakkaktır. Ancak ortak bazı temalar belirgindir. Bunlar, modern (1918-sonrası) diktatörlükleri eski zaman müstebitlerinden, örneğin Neron’dan, Timurlenk’ten, IV. Murat’tan, XIV. Louis’den, Büyük Petro’dan, II. Abdülhamid’den, net çizgilerle ayırırlar.

    1. Ortak hedef, toplumu yerleşik alışkanlıklarından ve köhne kurumlarından topyekün arındırarak yeni bir ruh ve enerjiyle donatmak, ulusal amaçlar uğruna harekete geçirmektir. Böylece kısa sürede dünyanın egemen uluslarının düzeyine ulaşmayı sağlayacak dev toplumsal adımlar atılabilecektir. Belli kurumların belli aksaklıklarını gidermeyi tasarlayan ıslahatçılığa (reformizme) kıyasla, topyekün değişimi hedefleyen bu eğilimi inkılapçılık (transformizm) diye adlandırabiliriz. Kültür devrimi, yenilenme, ilerleme, ulusal uyanış, yeniden doğuş, büyük ileri atılım gibi temalar, bu düşünce tarzının tipik ifadeleridir.

    Adı geçen rejimler, yerleşik toplumsal alışkanlık ve kurumlardan en az etkilendiği varsayılan toplum kesimi olan gençliğe olağanüstü bir siyasi misyon yüklerler. Özellikle Sovyet, İtalyan ve Alman rejimleri, Devlet Partisine bağlı gençlik örgütlerini, devletin başlıca ideolojik dayanaklarından biri olarak değerlendirmişlerdir.

    2. Köhne kurum ve alışkanlıkların başlıcası sayılan dine yaklaşımda izlenen yüzeysel farklılıklar, temeldeki ortak bakış açısını gizler.

    Sovyetlerde dinî kurum ve inançlara karşı açık düşmanlık ön plandadır. Nazi Almanya’sında kiliseler rejimin üstü örtülü baskılarına hedef olmuşlardır. İtalya, Avusturya ve İspanya’da ise, sağ rejim, ortak sol düşmana karşı kilisenin siyasi desteğini sağlama çabasına girişmiştir. Solun yöntemi, o halde, dinî inanç ve kurumların inkılaba direnişini kırmak ise; sağın yöntemi, onları inkılap davasının içine çekmek, ya da en azından inkılaba direnmemelerini sağlayacak tavizleri vermek diye tanımlanabilir. Her iki halde de din, siyasi ve milli davaya hizmet ettiği oranda yüceltilir, aksi halde zararlı ideoloji sayılarak lanetlenir. Ortak hedef, dinî inanç ve kurumların devlet güdümüne alınması, güdülemeyenlerin ise tasfiye edilmesidir.

    3. Siyasi meşruiyet, "halka (Sovyetlerde: işçi sınıfına ve topraksız köylülere) dayandırılır. Modern diktatörler, iktidarı fetih, gelenek, din veya müktesep hak üzerine kuran eski zaman zorbalarından farklı olarak, plebisitler veya benzeri oylama yöntemleriyle halkın onayını almaya büyük önem verirler. Hepsi, bir çeşit demokrasi (devrimci demokrasi, ulusal demokrasi, halk demokrasisi, Romen tipi demokrasi", korporatif demokrasi, öz hakiki demokrasi vb.) olmak iddiasındadır.

    Halkçı yaklaşımın zorunlu bir sonucu olarak, siyasi uyarı ve propaganda işlevlerinin en küçük toplum birimine kadar örgütlenmesi hedeflenir. Diktatör, eski zaman zorbaları gibi siyasi muhaliflerini sindirmekle yetinmez; halkın tümünü kendi tarafına çekmeye çalışır. Halkı uyarmak ve yönlendirmek görevini üstlenen Parti, bundan ötürü olağanüstü önem kazanarak bazen devletin asli kurumlarının (ordu, polis ve bürokrasinin) dahi önüne geçer.

    4. İnkılap projesi, bir yandan yenilenme ve değişimi hedeflerken, bir yandan da bunun, ulusun bir süredir bozulmuş/yozlaşmış/unutulmuş olan aslına (ruhuna, cevherine, köklerine) dönüş olduğunu ileri sürer. Bu anlayışın ifadesi olan milliyetçilik, a) kendi ulusunun aslı itibariyle tüm diğer uluslara üstünlüğüne inanmayı, ve b) ülke içindeki asimile edilmemiş unsurlardan – azınlıklardan, Yahudilerden vb. – nefret etmeyi içerir.

    Bu hususta tek istisna Sovyetler Birliğidir. Enternasyonalizm idealini uzun süre terk etmeyen Sovyet rejimi, Sovyet halkı ve Sovyet vatanseverliği kavramlarını ön plana çıkaran ve ortak siyasi iradeye dayanan bir milliyetçilik türü oluşturmayı denemiş, ancak bunda çok başarılı olamamıştır.

    5. Ortak ulusal hedefi bireysel hak ve çıkarların üstünde gören anlayış, ekonomide devlet güdümü taraftarıdır. Devletçilik, Sovyetler’deki gibi üretimin topyekün devlet kontrolüne alınması şeklini alabilir; ya da daha gelişkin bir yapıya sahip olan Alman ekonomisindeki gibi, finans sektörü ve sanayiciler Parti güdümündeki siyasi organların denetimi altına sokulabilir. Ancak her iki yaklaşım, bireyin mülkiyet hakkını ve girişim özgürlüğünü temel ilke sayan İngiliz/Amerikan liberalizmini kesinlikle reddeder.

    6. Hanedanın temsil ettiği yerleşik çıkarlara, geleneklere ve dengelere karşı, topyekün toplumsal değişimi amaçlayan rejimlerin cumhuriyetçiliğe meyletmesi doğaldır. Uygulamada cumhuriyet, popülerlik ve/veya kaba güç dışında hiçbir meşru dayanağı olmayan siyasi liderlerin, devlet gücüne rakipsiz ve kısıtsız bir şekilde sahip olmalarını sağlayan bir teori olarak kullanılmıştır. Siyasi Liderin iktidarını daraltma veya tesirsiz bırakma potansiyeline sahip olan hükümdar, ya Rusya ve Portekiz’deki gibi alaşağı edilmiş; ya Almanya, İspanya ve Macaristan’daki gibi, kısa süre önce başkaları tarafından devrilmişken geri dönmesine izin verilmemiş, ya da İtalya ve Japonya’daki gibi marjinal bir konuma itilmiştir. Yukarıda saydığımız ondört Avrupa diktatörlüğünün sekizi resmen, ikisi fiilen cumhuriyet yönetimleridir.

    1917 öncesinde Avrupa ve Asya’da sadece iki cumhuriyet (Fransa ve İsviçre) bulunduğu hatırlanmalıdır. 1917’yi izleyen yıllarda yeryüzünde – resmen veya fiilen – yeni kurulan yirmiye yakın cumhuriyetten ikisi (İrlanda ve Çekoslovakya) hariç tümü diktatörlük rejimleri olmuşlar veya kısa sürede diktatörlüğe dönüşmüşlerdir.

    Saydığımız özellikleri,

    1. inkılapçılık,

    2. dinin devlet güdümüne alınması,

    3. halkçılık,

    4. milliyetçilik,

    5. devletçilik ve

    6. cumhuriyetçilik olarak özetleyebiliriz.

    Bu ilkelerin Cumhuriyet Halk Partisi’nin Altı Ok’uyla paralelliği dikkat çekicidir.

    Türk inkılabının bakış açısı

    Benzerlik, 1920 ve 30’lar Türkiye’sinin düşünür ve siyasetçilerinin de gözünden kaçmamıştır.

    Kemalizmin önde gelen ideologlarından, CHP milletvekili ve partinin resmi organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay’a göre, Türk inkılap fırkasını komünist ve faşist, yani eski bir nizamdan yeni bir nizama geçen memleketlerin partilerinden örnek alarak kurmak gereklidir. Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı için Faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir.³

    Daha 1923’te, CHP mebusu (bu yazıdan birkaç ay sonra Halk Partisi idare kuruluna seçilecek) Feridun Fikri Düşünsel, İtalyan faşizmini yeni kurulan cumhuriyet için model gösterir:

    Bütün Avrupa, faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru atılırken, faşizmin bu suretle, sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşüncelere şevketti. Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılap yapmış ve onu yaşatmaya azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır. Başlıcası vatanın ihtiyaçlarını hiçbir vakit şekli mülahazalara, indî nazariyelere feda etmemektir.

    Türk Ocakları Büyük Reisi, Tek Parti döneminin ünlü hatibi, CHP milletvekili ve iki kez maarif vekili olan Hamdullah Suphi Tanrıöver’e göre,

    Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi refahı, siyasi ve içtimai ahengi tesis etmeyi düşünür. Bu milliyetçiliğin farikası [ayırıcı özelliği], milletin hakim ve mahkûm sınıflara ayırmak değil, her meslek erbabının umumi bir işbölümü içinde çalışma hakkını tanımak ve onun yükselmesini temin etmektir. [...] münevver ve milliyetperver bir gençliğin, İtalya toprakları üzerinde, sınıf gayz ve kininden doğan hareket karşısında derhal kendini toparlamasını ve Büyük Vatanperverin [Mussolini] doğru yolu gösteren emri altında, arzın medeniyet membalarından biri olan güzel memleketlerini siyanet edebilmelerini, hürmet ve takdir ile görmüşüzdür. Biz Faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında, hem mazimizi hem istikbalimizi görürüz.

    Mussolini’nin önerdiği totaliter devlet ideali Kemalist aydın çevrelerde geniş ilgi görmüştür. Faşist liderin inancına göre totaliter devlet (lo stato totalitario), üretim, siyaset, din ve kültür dahil olmak üzere toplumsal yaşamın tüm cephelerini denetimi altına almalı; ortak bir iradenin emrinde, ortak bir ulusal amaca yöneltmelidir. Benzer bir görüşü, Cumhuriyet gazetesinin 3.11.1930 tarihli başyazısı şöyle ifade ediyor:

    Modern devletin ilk zamanlarında, mazinin hukuk zihniyetinden kendini kurtaramamış bazı millet vekilleri, Avrupa’da devletle milleti iki ayrı yapı şeklinde muhakeme etmişlerdi. Üstünden yıllar geçmiş, yosun bağlamış fikirler ile, bugün iş görmek imkânsız bir şeydir. Modern devlet tam sözü ile hakim bir müessesedir. İçilen suya, oturulan yere, tavanın yüksekliğine, pencerenin genişliğine, hulasa her şey karışır. Modern devlet, zaten her şeye karışmak için kurulmuştur.

    1936’da Kemalizmi bütünsel bir doktrin olarak tanımlamaya çalışan Tekin Alp’e göre,

    Filhakika klasik demokrasinin artık modası geçtiği inkâr edilemez. En kültürlü milletler arasında birçokları klasik demokrasiyi silkip atmışlar ve mutlakiyet, diktatörlük ilh. gibi şekiller kabul etmişlerdir. Demokratik devlet telakkisine sadık kalan milletler arasında, bundan memnun bulunanlar nadirdir. Demokrasi, bazan oligarşi, bazan avamferiblik [popülizm] halinde tereddiye uğramakta [yozlaşmakta], ve o zaman, devlet, artık ne milletin hakiki mümessilleri tarafından, ne de milletin hakiki menfaatlerine uygun olarak idare edilmektedir. [...] Yüz binlerce kahraman, İnönü’nde, Sakarya’da, Domlupınar’da, kanını, akıbet bu neticeye varmak için dökmemiştir. Bunca fedakârlıklar bahasına yaptığımız inkılabı, medeni milletlerin büyük bir kısmında iflas etmiş olan [...] bir devlet şeklinde karar kılmak için yapmadık.

    Türkiye deneyimi, çeşitli yönleriyle, dönemin diğer dikta rejimlerine de örnek olmuştur. 1933’te Cumhuriyetin onuncu yılı münasebetiyle CHP tarafından yayınlanan bir propaganda broşüründe, Alman şansölyesi Hitler’in şu sözlerine yer verilmektedir:

    Alamanya ve Türkiye ayni zamanda ve ayni derecede çökmüşlerdi. Türkiye mukaddes bir hamle ile kurtuldu. Bu netice, Alamanyanın kurtuluşu için başlattığımız milli hareketin mes’ut netice vereceği hakkında bize derin kanaat vermiştir. Filhakika Türkiye’de doğan ve parlayan Yıldız bize yolu gösteriyordu.

    Notlar

    1. Sovyetlerden sonra yeryüzünün ikinci Tek Parti rejimi 5 Ocak 1925’te muhalif partileri resmen yasaklayan İtalya, üçüncüsü ise 2 Haziran 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kapatan Türkiye’dir.

    Tek Parti rejimini klasik istibdat rejimlerinden ayıran başlıca farklar arasında, a) göstermelik de olsa parlamentonun varlığı, ve b) rejimin yerel düzeyde örgütlenerek kitlesel destek sağlamaya çalışması sayılabilir.

    Türkiye’de 1913-1918 arasında hüküm süren İttihat ve Terakki yönetimi, bazı bakımlardan yeryüzünün ilk Tek Parti rejimi sayılabilir. Ancak İttihat ve Terakki’nin gizli örgüt yapısından sıyrılarak gerçek bir kitle partisine dönüşememiş olması, bu yorumu zayıflatan bir faktördür.

    2. İtalyan faşizmi (1943-45 Alman işgal dönemi hariç) siyasi nitelikli hiçbir idam kararı vermemiştir. 1924’te sosyalist milletvekili Matteotti’nin Faşist serserilerce öldürülmesi ve belki 1925’te liberal gazeteci-milletvekili Amendola’nın kimliği belirsiz kişilerce dövüldükten sonra ölmesi dışında, dikta rejiminin direkt olarak sorumlu tutulduğu siyasi cinayetler de yoktur.

    3. Faşist Roma, Kemalist Tiran, 1931, s.171; Moskova-Roma, 1932, s. 5; aktaran Tunçay, Türkiye’de Tek Parti, s. 313.

    4. Yenigün, 22.4.1923; aktaran Demirel, Birinci Meclis’te İkinci Grup, s. 529-530.

    5. Türk Yurdu, Mayıs 1930; aktaran Tunçay, Türkiye’de Tek Parti, s. 297.

    6. Cumhuriyet, 3.11.1930, M. Nermi imzalı başyazı. Bu yazıdan birkaç gün sonra Serbest Fırka kapatılarak Cumhuriyetin ilk güdümlü demokrasi deneyi sonlandırılacaktır.

    7. Tekin Alp, Kemalizm, s. 206-207.

    8. Cumhuriyet’in Şeref Kitabı, der. Dilipak, son sayfa (numarasız).

    Türkiye hiçbir zaman Nazilik veya Komünizm muadili bir totaliter diktatörlük yaşamadı. Tek parti dönemi, neticede sıradan bir otoriter rejimdi. O kadar. Üstelik, o dönem toplumsal seçkinlerinin çok büyük bölümünün gönüllü desteğini almıştı. (Asaf Savaş Akat, Sabah, 9.3.1995)

    SORU 2 - Kemalist rejimin kalıcılığı, eşi olmayan niteliklerinin eseri midir?

    1920 ve 30’larda kurulan dikta rejimlerinin birçoğu, İkinci Dünya Savaşının kan ve ateşi içinde yıkıldılar. Savaştan uzak kalan Portekiz ve İspanya, 1970’lerde eski rejimlerini devirerek radikal bir özeleştiriye giriştiler. 1980’lere kadar dayanmayı başaran Sovyet rejimi, bu tarihten sonra tüm kurumlarıyla iflas ederek dağıldı. Dikta rejimlerin kurucu ve önderleri, gerek kendi ülkelerinde, gerek dünya kamuoyunda, ülkelerinin siyasi, ekonomik ve ahlakî yıkımına neden olmakla suçlandılar. Meydanlardan heykelleri, resmi dairelerden resimleri indirildi; ders kitaplarından isimleri çıkarıldı; kentlere, dağlara, caddelere verilmiş olan adları kamu hafızasından silindi. Çağdaş, demokratik ve dünya ile bütünleşmiş bir yönetimin kurulabilmesi için böyle radikal bir eleştirinin ön koşul olduğu inancı, uygar dünyada genel kabul gördü.

    Atatürk’ün farkı

    Türk deneyimini bu akıbetten bugüne kadar kurtarmış olan ayırt edici özellikler nelerdir? Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın güney ve doğu periferisinde ortaya çıkan yirmiye yakın dikta rejimi içinde bugün sadece Türkiye Cumhuriyetinin kurucu kadrosunun hala saygı ve takdirle anılmasının sebebi nedir? Hangi özgül koşullar Türk örneğini emsallerinden farklı kılmıştır?

    Çeşitli faktörlere kısaca değinerek, muhtemel etkilerini değerlendirmeye çalışalım.

    1. Vatan kurtarmak, önceki soruda ele aldığımız 18 dikta rejiminin ortak ve temel iddiasıdır. Türk rejimini bu açıdan ötekilerden önemli ölçüde ayıran bir özellik tespit edemiyoruz.

    Mustafa Kemal önderliğindeki ulusal hareketin, yıkılmış bir imparatorluktan arda kalan devlete, yeni bir yaşama azmi ve direniş gücü kazandırmaktaki rolü tartışılamaz. Atatürk’ün günümüze dek koruduğu prestijde, bu unsurun etkisi büyüktür.

    Ancak aynı şekilde Lenin önderliğindeki Bolşevik hareket de, savaş sonunda çöken Rus imparatorluğunu minimum toprak kaybıyla yeniden kurmayı başarmıştır. Otuz yıl sonra Stalin, vatanı ateş ve kana boğmaya kararlı düşmana karşı devasa bir kurtuluş savaşını galibiyete ulaştırmıştır.

    Hitler, Versailles antlaşmasıyla askeri, ekonomik ve moral çöküntüye mahkûm edilmiş olan Almanya’yı, tüm dünyaya meydan okuyarak yeniden güçlü bir devlet haline getirmiştir. Horthy, Mussolini, Metaxas ve Franco, iç savaş ve sınıf çatışmalarıyla sarsılan,

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1