You are on page 1of 607

KÜTÜB-İ SİTTE’NİN

ELEŞTİRİSİ
VE
KUR’ÂN’A ARZI

Fereç Hüdür

Fereç Hüdür’ün

KUR’ÂN ARAŞTIRMALARI

1
ÖNSÖZ

Zamanımızda, dünyada kendisine Müslüman diyen ve


kendilerine ait elli kadar devletleri bulunan bir milyardan
fazla insan bulunmaktadır. İsmen kendilerini Müslüman
olarak tarif etmelerine ve dini kitaplarının Kur’an olduğunu
söylemelerine rağmen, aralarında inanç yönünden büyük
farklılıklar ve derin ayrılıklar mevcuttur. Bu ayrılıkları
nedeniyle çeşitli mezheplere ve fırkalara bölünmüşlerdir.
Bölünmüş olan bu gruplardan her birisi kendi mezhebine
dayalı olarak bağlısı olmadığı diğer fırka veya mezhep
bağlılarını dini açıdan yalanlayıp, hatta tekfir etmektedir. Bu
durum günümüzde de öyle olduğu gibi, asırlardan beri
süregelen bir olaydır. Olay bununla da bitmemektedir, aynı
fırka veya mezhebi benimsediğini söyleyen herhangi iki şahıs
bir araya geldiğinde, inanç yönünden bir birlerinden
farklılıklar gösterip, tartışma içerisine girerek birbirlerini
tekfir edebilmektedirler. Ve dini tartışma içerisine girip
ayrılığa düşen şahısların halktan kimseler olması veya fırka
ve mezheplerin dini temsilcileri olması durumu
değiştirmemektedir. Ve hatta bunlardan herhangi tek bir şahıs
dahi kendi nefsinde çelişkili olup, dinle ilgili olarak sabah
söylediğine akşam, akşam söylediğine sabahleyin aykırı
sözler söyleyip kendi kendisiyle çelişkiye düşebilmektedir.
Bu gibi hususlar normal olmayan ilginç durumlar olduğu
gibi, muhakkak bir nedeni olmalıydı. İşte bu nedenin dayalı
olduğu öğretiyi merak ederek araştırıp ortaya koymayı
amaçladım. Bu amaçla ilgili olarak 1991 yılında başladığım
çalışmamı 2000 yılının sonunda tamamladım. 10 yıllık
çalışma ve araştırmam neticesinde iki kitaplık bir çalışma
meydana getirmiş oldum. Bu kitabın hareket noktası, gruplar,
mezhepler ve meşhur fertler tarafından İslam dini adına
söylenmiş birçok söz ve öğretinin kaynaklara dayalı
örneklerini göstermek suretiyle kendi içlerindeki ve
aralarındaki çelişkileri göstermek ve bu örnekleri Kur’an
açısından ele alıp, Kuran’a aykırı olarak ihtiva ettikleri
hususları göstermektir.

FereçHÜDÜR
SİİRT

2
Kuran’ın İslam öğretisine rıza göstermeyen çeşitli fert ve
topluluklar, Allah’ın koruması nedeniyle Kur’an’ı
değiştiremeyince İslam’a saldırmak için başka yollara
başvurdular. Bu yolları başlıca şöyle sıralıya biliriz:

1. Peygamber adına yalan hadisler uydurmak,

2. Uydurulan hadislere dayalı mezhepler meydana getirmek,

3. Tasavvuf adı altında faaliyette bulunmak suretiyle sofistlik


yapmak,

4. Felsefe yoluyla saldırmak,

5. Kur’an ayetlerine yanlış ve batini manalar vermek.

6. Ayrıca İslam’a, İslam’da olmayan Irkçılık, Babadan oğula


saltanat, diktatörlük gibi kavramlar ve oluşumlar isnat etmek
ve bunları İslam’a karşı kullanmak.

Bunları anlatırken geniş kitlelere yayılmış olanlarına ağırlık


verecek, diğerlerine ise kısaca yer vermeye çalışacağım.

HADİS FAALİYETİ:

Bu faaliyet hicri üçüncü asırdan itibaren başlıca iki dalda


gelişme gösterdi. Bunlar Kütüb-i Sitte adı altında ehli
sünnetin kabul ettiği rivayetler ile Kütüb-i Erbaa adı altında
İmâmiyye Şiasının kabul ettiği rivayetlerdir. Bunların
durumu şu şekildedir:

A- EHLİ SÜNNET VE KÜTÜB-İ SİTTESİ: Kütüb-i sitte’nin


kelime manasından kastedilen, altı kişinin hadis kitapları
şeklinde olup, bu şahısların kitaplarında 35647 hadis
bulunmaktadır. Bu hadisler ayrı ayrı olmayıp, her biri bazen
on beş yirmi kerelik tekrarlar halindedirler. Ayrıca bir şahsın
kitabında yer alan bir hadis diğer bir şahsın kitabında ya
aynen ya da biraz değişiklikle, büyük çoğunlukla yer

3
almaktadır. Öyle ki tekrarlar dikkate alınmasa 35647 hadis
4000 hadisi bile bulmamaktadır. Bu 4000 hadis bir kitaba
sığdırılabilecekken, gerek tekrarlar suretiyle, gerekse
şerhlerle büyük bir külliyata dönüştürülmüş. Öyle ki
inceleme yaptığımda her biri yüzlerce sayfalık 57 cilde
bakmak zorunda kaldım. Ayrıca dikkatimi çeken şeylerden
bir tanesi de bu hadis uydurma faaliyetinin iddia ettikleri gibi
fertler tarafından din gayretiyle yürütülmüş bir hareket
olmayıp, birbirlerine çağdaş kimseler tarafından ve bağlantılı
olarak yürütülmüş sistemli bir hareket olduğudur. Şöyle ki:

1- Buhâri (Hicri 194-256) tekrarlarıyla birlikte 9082 hadis.

2- Müslim(Hicri 204-261) " " 7275 “

3- Nesai (Hicri 215-303) " " 5724 “

4- Ebû Dâvud (Hicri 212-275) " " . 5274 “

5- Tirmizi (Hicri 209-279) " " . 3951 “

6- İbnû Mace (Hicri 209-273) " " .. 4341 “

TOPLAM 35647

Ayrıca diğer bir hususta bu şahısların Arab asıllı olmayıp,


Buhara, Merv, Horasan tarafında yaşayan kimseler oldukları
ve İslam’ın yayılmasını engellemek için Kur’an öğretisine
karşı bir ekol oluşturmuş olmaları hususudur. Arab asıllı
değildirler derken ırkı söz konusu ettiğim zan edilmesin.
Ancak şunu demek istiyorum ki, ne sahabeler nede tabiin
tarafından ortaya atılmış bir hareket olmadığı gibi, Araplar
arasında o döneme kadar hadis öğretisi söz konusu değildi.
İslam derken sadece Kur’an öğretisi anlaşılıyordu. Zira hadis
rivayeti konusunda yasaklarda mevcuttu, ondandır ki bu
hareket Mekke ve Medine’nin çok uzağında hicri üçüncü
asırda geliştirildi. Hadis diye peygamber adına uydurdukları
iftiralara delil olarak yine kendilerince uydurulmuş ravi
senetlerini gösterdiler. Kur’an’ı ölçü olarak kabul etmediler.
4
Bunlara sormak gerekir! Hadis metnini uyduran insanların
senedi de uydurmamaya verilmiş bir sözlerimi var? Yada
senedin uydurulmamsına mani olan şey nedir ki, ravi zinciri
şeklinde uydurulmuş sened hadisin sağlamlığına delil
olabilsin? İş bununla da bitmiyor. Kur’an’ı ölçü olarak kabul
etmedikleri gibi, uydurdukları rivayet iftiralarının Kur’an’ı
nesh edebileceğini, yani ayetleri iptal edebileceğini iddia
ettiler. Ve bu iddia çerçevesinde mezhepler geliştirdiler. Çok
ilginçtir, geliştirmiş oldukları dört mezhebin imamları da
Arab asıllı değildirler. İddia ettiklerine göre bu imamlar adına
oluşturulan mezheplerden birine bağlı olmak İslâmi bir
mecburiyetmiş. Ayrıca yukarıda belirttiğim, gibi iddia
ettiklerine göre hadisin doğruluk güvencesi ancak ve ancak
isnat ettiği ravi senedidir. Bu senet uydurmalarını da ağırlıklı
olarak 5374 hadis ile hayali bir şahıs olan Ebû Hüreyre’ye
isnat ettiler. Ebû Hüreyre’nin kelime manası “kedinin babası"
demektir, ve güya bu bir şahsın takma adı imiş. Böyle bir
şahıs bilinmediği gibi ne kendi adı, nede babasının adı
bilinmemektedir. Adı hakkında 30 değişik rivayet olup adının
ne olduğu tespit edilememiştir. Babasının adıyla ilgili de
çeşitli rivayetler yapılmaktadır El-Kutb El-Halebi bunları
kırk dört değişik rivayete çıkarmaktadır. Ve bu

iddiaların hepsi bir yakıştırmadan öteye gidemez, zira böyle


bir şahıs kanaatimce hiçbir zaman yaşamamıştır. Hadis
ekolünü kuran bu ekip, bu şekilde hayali bir şahsa hadislerini
dayandırmakla bu yönden yalanlanmalarının yolunu
kapatmak istemişlerdir. Zira gerçek bir şahsa isnat etmeleri
halinde birilerinin çıkıp da bizim dedemizin dedesinden
duymadığımızı sen kimden duydun deyip onları
yalanlayabilirlerdi. Benim kanaatimce hiçbir zaman böyle bir
şahıs yaşamamıştır. İşte hadislerinin gerçek olduğuna dair
verdikleri en büyük güvencelerden biri bu hayali şahsiyettir.
Kaldı ki senedin hadisin sahihliğiyle (gerçek olmasıyla) ilgili
hiçbir manası olamaz. Hadis metnini uyduranlar kolayca
senedi de uydura bilirler. Falan, falana söyledi şeklindeki bir

5
uydurmanın zorluğu veya imkansızlığı nedir ki hadisin
sahihliğine güvence olabilsin.

Buhâri’nin altıyüzbin hadisi senedleriyle birlikte ezbere


bildiğini ve kitabına aldığı hadisleri bunlar arasından seçtiğini
iddia etmişlerdir, bundan da anlaşılmaktadır ki senedleriyle
birlikte yüz binlerce hadis uydurması mevcuttur ve hadisleri
uyduranlar senedlerini de uydurmuşlardır. Bu onların kendi
ifadeleridir. Öyleyse senedli olmalarına rağmen güya sahih
görmemiştir ve dolayısıyla hadis metniyle beraber
senedlerinde uydurulduğunu itiraf etmiş olurlar. Bu mantık
kitabına aldığı hadisler içinde geçerlidir. Bir hadisin ne
şekilde olursa olsun sened ihtiva etmesi onun sahih olduğuna
delil teşkil edemez. Bu konuda daha birçok eleştiriler
getirmek mümkündür. Kitabın çok hacimli olmasını
amaçlamadığımdan bu kadarla yetiniyor ve işin esasına
değinmek istiyorum.

Bu kadar yoğun bir şekilde asırlardan beri insanlara din diye


takdim ettikleri ve Kur’an’dan üstün tuttukları hadislerin
içeriği nedir ve bunları öneren imamları kimlerdir, bunları
belirtecek olursam:

BUHARİ: Künyesi "Şeyhu’l İslam ve İmâmul-Huffaz Ebû


Abdullah Muhammed İbnu İsmail, İbnu İbrahim, İbni’l
Muğire, İbni’l-Berdizbe el-Buhâri el-Cu’fi" (H.194-256).
Doğum yeri Buhara olup ölüm yeri de Semerkant’ın Hertenk
köyüdür. Görüldüğü gibi yaşayıp öldüğü yer Arabistan’ın çok
dışındadır. Kendisinden Müslim ve Tirmizi hadis almışlardır.
Tirmizi ile Ebû Dâvud (ö.316) talebeleridir. Müslim
kendisine “Müsaade et, ayaklarını da öpeyim, ey üstadlar
üstadı, ey muhaddislerin seyyidi, İlel’de hadi doktoru"
demişti. Sahihinin en meşhur nüshaları Nesefi Nüshası ve
Firebri Nüshasıdır. Nüshalar

arasında farklılıklar vardır. Bazen “Babun" şeklinde kalıp


hiçbir fıkhı hüküm ifade etmeyen başlıkların yer alması,
bazen başlık olduğu halde arkadan hadis kaydetmeden bir
6
başka bab başlığına geçmesi. Sonrakiler tarafından bu boşluk
doldurulmuştur.

Meşhur Çağdaşları, Ahmed İbnu Hanbel, Yahya İbnu Main,


Ali İbnu’l Medeni, Salih Cezere, Nesefi, Firebri.

Buhari hadisleri kitabına yazarken sahih olmaları konusunda


Allah’a danışmış olduğu garantisini de vermektedir. Bu
hususla ilgili olarak şöyle demiştir. “Herhangi bir hadisi
Sahih’e dahil etmezden önce yıkanıp iki rekat namaz kılarak,
Allah’a istihârede Bulunup manevi bir işaret aramış, ondan
sonra hadisin sıhhatine hükmetmiştir”. “Bu şekilde sıhhati
nazarımda sübût bulmayan hiçbir hadisi Sahih’e almadım”
der. Ayrıca Sahihini 16 yılda altıyüzbin hadisten seçerek
tekrarlarıyla birlikte 9082 hadis yazmıştır, iddiası da vardır.
Şöyle bir hesap yaparsak bu sözlerin herhangi bir gerçeği
ifade etmediği ortaya çıkar. Altıyüzbin hadis için, altıyüzbin
defa yıkandığını ve her bir hadis içinde iki rekat namaz
kıldığını söylemekle, böylece (600.000.-: 16.-): 365 = 103
kere her gün yıkanmıştır. Ayrıca (600.000.- X 2.-): (16.- X
365.-) = 205 rekat namaz kılmıştır. Her rekatı üç dakika da
kılsa 3 X 205 = 605 dakika, bu da yaklaşık on saat demektir.
Günde 103 kere yıkanıp on saat Namaz kıldığını ve bunu 16
sene devam ettirdiğini iddia etmek ciddiyetten uzak bir
iddiadır. Zira değil günde 103 kere yıkanmak hiç uyumasa
bile en az saatte dört defa giyinip soyunması demektir.

MÜSLİM: Künyesi, “El-İmam el-Hâfız Hüccetül- İslam


Ebu’l Hüseyn, Müslim İbnul-Haccâc el el-Kuşeyri, en
Nişâburi" (H.204-261) Horasanın Nişabur kentinde doğup
ölmüştür. Müslim, Sahihini bizzat işiterek aldığı üçyüzbin
hadisten seçtiğini ifade eder. Tekrarları nazara alınmadığı
takdirde kitabında 3033 hadis mevcuttur. Rivayete göre, bir
hadis ararken dalgınlıkla bir sepet hurmayı yemiş ve
hastalanarak ölmüştür. Kitabında yazmış olduğu hadislerin,
bazı senedlerinin ricâlinde şahıslar sayıca farklıdır. Bazı
metinlerde elfaz değişmektedir.

7
NESAİ: Künyesi. “El-Hafız el-İmam Şeyhûl-İslâm Ebû
Abdurrahmân İbnu Şuayb İbnu Ali İbnu Sinân Bahr el
Horâsani el, Kâdi" (H.215-303).

Aslen Horasanın Nesâ şehrindendir, orada doğmuştur.


Tahsiline Belh şehrinde başlamıştır. Kitabının adı Kitab’ı el-
Müctebâ Mine’s-Sünen (es-Sünenu’s-Suğra)dır. Tekrarlarıyla
beraber 5724 hadis ihtiva eder. Şafii fukuhasındandır.

EBÛ DÂVUD: Künyesi, “El-İmam es-Sebt, Seyyüdü’l


Huffâz Süleyman İbnul-Eş’es İbni İshâk es-Sicistani" (H
212-275). Doğum yeri Horasan Bölgesinin Sicistân şehridir.
Kitabı hakkında "Ben Resûlullah’a nispet edilen Beşyüzbin
hadisten şu Sünen’i seçtim. Kitabımın içerisinde 4800 hadis
mevcuttur." der. Ebû Dâvud Sünen’ini kendisinden yüklenip
rivâyet izni alan yedi kişi mevcuttur. Bunlardan dört tanesi
yaygınlık kazanmıştır. Nüshalar arasında farklar mevcuttur.

TİRMİZİ: Künyesi “Muhammed b. İsâ b. Sevre b. Musa b.


Ed-Dahhâk es Sülemi el-Bûği ed-Tirmizi" Tirmizi Orta Asya
şehirlerinden Termiz, Türmiz şeklinde de telaffuz edilen,
Tirmiz şehrine nispettir. Tahsilini memleketinde ve
Horasan’da yapmıştır. Buhari’nin en meşhur talebesidir. Bir
müddet Buhara’da hadis okutmuş. İlelu’l-hadisi Semerkant’ta
tasnif etmiştir. Anadan doğma âmâ olduğu rivayet edilmekte.
Tekrarlarıyla birlikte 3951 hadis yazmıştır.

İBNÛ MACE: Künyesi, “Muhammed b. Yezid b. Abdullah


er-Raba’i el-Kazvini" (209-273). Tahran yakınlarındaki
Kazvin şehrinde doğmuştur ve ölüm yeri de Kazvin’dir.
Tekrarlarıyla birlikte 4341 hadis yazmıştır. İbnu Mace’nin
Süneni hicri yedinci asırdan itibaren Kütüb’i Sittenin altıncı
kitabı olarak benimsenir. Bazıları altıncı Kitab olarak
Muvatta’yı görmüştür.

Görüldüğü gibi Kütüb’i Sittenin hiçbir yazarı aslen Arab


olmadıkları gibi, seyahat amaçlı olsa dahi Mekke ve Medine
taraflarına gittikleri pek bilinmemektedir. Bir iki tanesinin
8
Mekke ve Medine taraflarını gidip gezdikleriyle ilgili kayıt
varsa da bence uydurmadır. Zira böyle bir şey vuku bulmuş
olsaydı Hac ve Umre yaptıklarıyla ilgili kayıtlarda mevcut
olacaktı böyle bir şeye rastlamadım. Bunların öğretileri
üzerine bir fıkıh oluşturularak mezhepler meydana
getirilmiştir. Ehli Sünnet adı altında oluşturulan dört
mezhebin İmamları da aynı şekilde Arab asıllı değillerdir. Bu
şahısların ismi etrafında oluşturulan bütün fıkıh bu İmamlara
mal edilmiştir yada adı kullanılmıştır. Öyle ki İmam Ebû
Hanife’den hiçbir Kitab intikal etmemiştir, buna rağmen
mezhebinin fıkhı ona dayandırılmıştır. Bundan dolayı konular
işlendiğinde falan şahıs şu sözü söyledi veya şunu yaptı
derken o sözün veya fiilin o şahsa ait olabileceği gibi, onun
adına uydurulmuş olabileceğinin de dikkate alınması gerekir.
Zira Allah’a ve Peygambere iftira edip yalan söz uyduran
kimselerin, başkaları adına da yalan söz ve iftiralar
uydurmaları gayet mümkündür. İnsanlar nasıl ki öbür semavi
kitapları değiştirdiyseler, Allah, Kur’an’ı korumamış olsaydı
onu dahi değiştirmeye çaba sarf edeceklerdi. Bundan dolayı
amacım bizzat şahıslar olmayıp, asırlardan beri süre gelen
uydurma rivayetler ve onları gerçek manada uydurmuş
olanlardır.

Konumuza dönüp, dört mezhep imamı konusunda, geçerli


kaynaklara dayalı olarak bilgi verecek olursam:

EBÛ HANİFE: Numan b. Sabit (H.80-150), Arab olmadığı


kesin olmamakla beraber, Türk veya İran asıllı olduğu
hakkında farklı rivayetler mevcuttur. Onun Tirmizli bir Türk
kabilesine mensup olduğu söylenmekle beraber M. Ebu
Zehra’ya göre ise Farslıdır. Abdulbaki Gölpınarlı’ya göre de
Ebû-Hanife Nu’man b. Sabit’in babası, Zerdüşt dinindeyken
İslamı Kabul eden Kâbül’lü Zevtâ’dır, bu şahsın adının Tâvus
yahut Merzubân olduğunun rivayet edildiği şeklindedir.

Fıkıh öğretisini öğrencileri oldukları iddia edilen Ebu Yusuf


(H.113-182) ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybani’ye (H.135-

9
189) isnat ettirilmiştir. Ebû Hanife’nin bizzat kendisi
tarafından kaleme alınmış eseri yoktur. Sünnet konusunda
onun hakkında dendiğine göre ravisi güvenilir olduğu zaman
Muhaddislerin çoğunluğunun eğilimine aykırı biçimde
Mürsel hadisi delil olarak değerlendirmekteydi.
Muhaddislerce zayıf karşılanan ve kendisiyle amel edilemez
diye değerlendirilen bir çok hadisi delil olarak ileri sürme
yoluna gitmiştir. Hanefiler şöyle söylemektedirler: “Kur’an,
mütevatir veya meşhur sünnetle nesh edilebilir. Sadece ahad
hadisle nesh edilemez”. böylece hadislerin Kur’an’ı nesh
edebileceğini yani iptal edebileceğini fıkıhlarına esas Kabul
etmişlerdir. (Bak. Dr. İsmail Hakkı Ünal. İmam Ebu
Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis
Metodu. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları No.327 Baskı-
1994 Sayfa 213)

İMAM MALİK: (H.93-179) Bazıları aslen Yemenli olduğunu


söylerken, bazı siyer yazarları İmam Malik ve ailesinin Arab
olmadığını söylemişlerdir. Büyük atası Ebû Amir’in, Beni
Teym kölelerinden olduğu söylenmiştir.

İmam Malik, üstadının özellikle İbni Hürmüz olduğunu


belirtir. “Yedi, sekiz yıl yalnız ondan okudum, başkalarını bu
işe hiç karıştırmadım" der. Hürmüz adı Acem asıllı olanların
kullandığı bir isimdir. Bir rivayette de "On üç yıl oturup İbni
Hürmüz’den ders okudum” der. (16 yıl rivayeti de vardır)
Ondan öğrendiklerini, başka bir kimseden almadığını söyler.
İmam Malik üstadı İbni Hürmüz’den aldıklarının tamamıyla
tesiri altında kalmış denebilir. Medarik’de şöyle denir:
"Malik derki, İbni Hürmüz’ü şöyle derken işittim" ifadeleri
bunu açıkça ortaya koyar. Meşhur Kitabı Muvatta da 1826
hadis mevcuttur. Sünnet Kur’an ile Tearruz ederse, Bazı
hallerde Kur’an’ı sünnete takdim eder, bazı hallerde sünneti
Kur’an’a hakim kılar. Böylece sünnetin Kur’an’ı iptal
edebileceğini Kabul etmiştir. (Bak, İmam Malik, Hayatı-
Görüşleri- Fıkıhta yeri, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hilal
Yayınları 1984 sayfa 283)

10
İMAM ŞAFİİ: Ebû Abdullah Muhammed bin İdris bin Abbas
Şafii (H.150-204).

Suriye’de (Filistin) doğduğunu söyleyenler olduğu gibi ayrıca


Askalan’da (gazze yakınında) Hatta Yemen’de doğduğunu
söyleyenlerde vardır. Kureyş kabilesinden olmadığı halde,
“kölelik yönünden kureyşli sayılmıştır. Zira atası Ebu
Lehebin kölesi imiş" rivayet edilmiştir. Ömer, atası Şafii’yi
Kureyş kölelerine katmamış, Osman onu bunlara katmış.

İmam Şafii, Huzey kabilesinin yanında yaklaşık on yıl


kalarak, kendilerinden Arap dili ve şiirini öğrendi. Ana dili
Arapça olmayıp Arapça’yı sonradan öğrendiği
anlaşılmaktadır. Hocası İmam Malik’tir. El-Risale ve El-Üm
isimli kitapları vardır.

Şafii derki: “Fıkıh öğrenmek isteyen Ebu Hanife’nin iyalidir.


Siyer isteyen Muhammed b. İshak’ın iyalidir. Hadis isteyen
Malik’in iyalidir. Tefsir isteyen Mukatil b. Süleyman’ın
iyalidir" diyerek tavsiyede bulunur. Ebu Hanife ve İmam
Malik’ten bahsettik, diğer ikisi ise:

Muhammed b. İshak: (H.85-151). Bilhassa Siyer Meğazi


çalışmaları vardır. Siyerin dışında müstakil olarak
Kitâbu’ssünen telif etmiştir. İbrahim b. Sa’d ez Zuhri ondan
sadece ahkama dair 17 bin hadis rivâyet etmiştir. Yahya’l-
Kattan onun hakkında “kezzab" yani yalancı demiştir.
Ayrıca, hakkında Şiiliğe meyyal olduğu ve kaderi olduğu
rivayetleri de vardır. Yalnız ahkama dair 17 bin hadis
söylemesi “ne kadar" yalancı olduğuna dair kuvvetli bir
delildir. (Bak. İlk üç Asırda İslam Coğrafyasında Hadis. Dr.
S. Kemal Sandıkçı. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 299.
Baskı 1991 s. 45-46)

Diğer tavsiye ettiği:

Mukatil b. Süleyman Şiânın Zeydiye Mezhebindendir. Şafii


onun kitaplarını okudu, inceledi ve neticede onları da

11
okumağa teşvik etti. Onu bu hususta imam addetti. Bu
maddede kendisine başvurulan bir âlim saydı. (Bu konuda
bak. İmam Şafii. Osman KESKİOĞLU. Diyanet Başkanlığı
yayınları 1987 s. 46).

Şafii’nin kendiside Harun Reşid zamanında Şiilikle itham


edilmiş ve takibata uğrayarak, Harun Reşid’in huzuruna bu
konuda çıkarılmıştır.

Kur’an ve Sünnet Konusundaki görüşü:

Şafii’nin bu konudaki görüşü, Sünnetin Kur’an’la nesh


edilemeyeceği şeklindedir. Resûlullah’ın sünnetini ancak
Resûlullah’ın sünneti nesh edebilir. Kur’an bir sünneti nesh
edemez, nesih olayı olması için bunu başka bir sünnetin ilân
etmesi gerekir der. Kur’an’ın sünnetle nesh edilip nesh
edilemeyeceği konusuna gelince, her ne kadar Kur’an’ı ancak
Kur’an nesh eder diyorsa da, uygulama konusunda durum hiç
de öyle değildir. Örneğin, Kur’an’a rağmen, zina olayında
Recim cezasını kabul etmekle, sünnetin Kur’an’ı nesh
edebileceğini açıkça beyan etmiş olur. Yani kısaca iddiası;
Kur’an sünneti iptal edemez fakat sünnet Kur’an’ı iptal eder
şeklindedir. (Konu hakkında bak: İmam Şafii. Osman
KESKİOĞLU s.238-239. Büyük Şafii İlmihali, Yazan Halil
Gönenç. Hilâl Yayınları 1979, 2. Baskı s. 375.)

AHMED İBN-HANBEL: (H. 164-241): Anası O’na gebe


olarak Merv’den Bağdat’a geldi. Merv’de doğduğunu
söyleyenler var. Kendisinden yapılan rivayette Bağdat’ta
doğduğu söylenmiş. Merv asılı olup Arab değildir.
(Yazılarımda Arab değildir derken, bununla o devirlerde ilk
etapta Kur’an’ın yayıldığı coğrafyaya yakınlığa veya
uzaklığa dikkat çekmek suretiyle Kur’an dışı bazı kültürlerin
etkinliğine dikkat çekmek içindir. Yoksa İslam dini evrensel
olup, herhangi bir ırktan olmak veya olmamak avantaj veya
dezavantaj değildir.)

12
Kitabı “Müsned”de yaklaşık 40.000.- hadis vardır. Kur’an’ı
esas alıp sünneti terk edenlere red için Kitab bile yazmıştır.
Ona göre Kur’an’ın batını vardır. Halbuki Kur’an’a batın
bilgi isnat etmek küfürdür. Zira Kur’an açık manalı bir
kitaptır.

Ahmed, Sünnetin Kur’an’a hakim olduğunu, fakat Kur’an’ın


sünnete hakim olmadığı ve sünnetin Kur’an’ı nesh yani iptal
edebileceği iddiasındadır. Şöyle ki: “Ahmed’e göre sünnet
beyan bakımından Kur’an’a hakim sayılır, onun ahkamını
takrir eder. Şatıbi sünnetin Kur’an’a hakim olmasını şöyle
açıklar. Ulemaya göre sünnet, kitaba hakimdir, Kitab hakim
değildir, çünkü kitabın iki ve daha ziyade şeye ihtimali
vardır."demekte.

“gerek iman itikade, gerek amel ve akla dair olsun, Hadisler


arasında bir fark yapmazdı." (Konu hakkında bak.Ahmed
İbn-i Hanbel. Hilâl Yayınları 1984 s.242-255 Prof.
Muhammed Ebu Zehra. Terc. Osman KESKİOĞLU .)

Bütün korkuları Kur’an’ın İslam dini öğretisine esas


alınmasıdır. Zira Kur’an esas alınmış olsa ve Peygamber
adına ileri sürmüş oldukları sözler Kur’an ölçüsüne vurulsa,
bütün iftira ve yalanları hemen ortaya çıkar ve sünnet diye
ileri sürmüş oldukları sözlerden geriye pek bir şey kalmaz.
Bu hususu onlarda kabul eder mahiyette şu şekilde itiraf
etmektedirler.

“İmam Ahmed’e gelince, o İmam Şafii’nin usulüne uygun


hareket eder. İbni Kayyım, Ahmed’in ve Şafii’nin görüşlerini
destekleyerek şöyle der: Eğer bir kimsenin kitabın zahirinden
anlayışına göre Hz. Peygamber Aleyhisselamın sünnetleri red
olunacak olursa o zaman sünnetlerin çoğu red olunur ve
sünnet batıl olur."(Ahmed ibn-i Hanbel, Hilal Yayınları
S.247)

Bu ifadeler bile, Sünnetle Kur’an’ın ne kadar bir birleriyle


bağdaşmayan bilgiler ihtiva ettiğini belirtmeye kafidir.
13
Sonuç olarak, İmam Ahmed birçok sözlerinde belirtmiştir ki,
İslam dinini öğrenilmesi, aynı zamanda Kur’an’a hakim olan!
sünnetle mümkündür. Kur’an bilgisi sünnet yoluyla olur,
Kur’an sünnete hakim olamaz. Bu din sünnet yoluyla
öğrenilir. İslam fıkhının en kestirme ve en işlek yolu
sünnetten geçer. Sünnetin beyanından yararlanmaksızın
sadece Kur’an’dan öğrenmeğe çalışanlar, doğru yolu
şaşırırlar, hak yolu şaşırırlar iddiasındadır.

750 bin hadis arasından seçtiği rivayet edilen. Müsned teki


hadislerin 10 bini tekrarlanmış hadislerdir. Hadislerin
sahihliğine ölçü olarak Kur’an’ı değil de kendi Müsned ini
kabul ve tavsiye eder, Şöyle ki: “Resûlullah’ın hadislerinden
olup olmadığı konusunda anlaşmazlığa düştüğünüz
rivayetlerle ilgili olarak Müsned’e başvurun. Orada
bulduysanız delil, bulmadıysanız delil olmaz ."demiştir.

Mahiyeti ne olursa olsun, Kur’an’ı hadise tabi kılar, şöyle ki:


“hatta ona göre haberi, vahid olan Hadisler bile, Kur’an’ın
umumini tahsis eder."(Ahmed İbn-i Hanbel. Hilâl Yayınları
s.245)

Görüldüğü gibi dört mezhep imamı da fıkıhlarına hadisleri


esas almaktadırlar. İttifakla hadislerin Kur’an ayetlerini iptal
edebileceğini fakat Kur’an’ın hadisleri iptal edemeyeceği
iddiasındadırlar. Bu da başka bir ifadeyle, Allah’ın Kur’an’la
bildirdiği İslam’a, öncelikle hadislerle peygamberin karşı
çıktığı ve peygamberin sözünün Allah sözünden daha üstün
olduğu manasındadır. Bu ise İslam dinine saldırı ve
peygambere büyük bir iftiradır.

Şimdi hadis adı altında, peygambere yaptıkları iftiraları ve bu


iftiralara dayalı olarak kabul edilen İslam Dini anlayışlarını
örneklerle belirtmeye çalışacağım ve görülecektir ki
öğretmek istedikleri İslam olmayıp, Kur’an’ın İslam
öğretisini engellemek gayretleridir. Zira görüleceği gibi
birçok konuda Kur’an’a aykırı ve bol bol çelişkili
rivayetlerde bulunmak suretiyle, İslami değerlere, Müslüman
14
şahsiyetlere ve Allah’a karşıda saygısızlık etmekten geri
durmamışlardır. Bunların öğretileri esas alındığında hiçbir
İslam farzının uygulanması mümkün olmadığı gibi, İslamı ve
Tevhidi anlamakta mümkün değildir. Bu öyle bir saldırıdır ki
planlı ve kasıtlı olarak yapılmıştır. Çünkü önerdikleri sistem
ve öğreti bundan başka bir ifadeyle izah edilmeyeceği gibi,
kendileri zaman içerisinde açıkça bu amaçlı bir ekip
çalışması ortaya koymuşlardır. Şia ve Vahhabilik’tede durum
bundan farklı olmayıp, sistem olarak ehli sünnettirler. Sırası
gelince bunları da örneklerle izah etmeye çalışacağım.

ALLAH’A, KUR’AN’A, PEYGAMBERLERE VE


MÜSLÜMANLARA SALDIRI VE İFTİRA İÇEREN
KÜTÜB-İ SİTTE’DEKİ HADİSLERDEN ÖRNEKLER VE
ELEŞTİRİLMELERİ

ALLAH’A KARŞI İFTİRA VE SAYGISIZLIK ETMELERİ


VE BU KONUDA UYDURDUKLARI HADİS
ÖRNEKLERİ:

1- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah a.s.v.


buyurdular ki:

"Cehennem içerisine âsiler atıldıkça: "Daha var


mı?"demekten geri durmaz. Bu hal, Rabbu’l-İzze’nin
cehennemin içine ayağını koyup, iki yakasını dürüp
birleştirmesine kadar devam eder. işte o zaman Cehennem:

“Yeter, yeter. İzzet ve keremine yemin olsun yeter" der.


Cennette fazlalık devam eder. Allah, ona mahsus yeni bir
halk yaratır ve bunları cennetin fazla kısmına yerleştirir.
(Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan, Akçağ Yayınları
1992 - Ankara. Cilt 14 s.445 Hadis sırası 5226, Alıntıları:
Buhari, Tefsir, Kâf 1. Eymân 12. Tevhit 7, Müslim, Cennet
37, (2848), Tirmizi, Tefsir, Kaf, (3268))

(Not: Bundan sonra İbrahim Cananın Kütüb-i Sitte isimli 18


ciltlik hadis kitapları kaynak gösterildiğinde, kaynak ismi K.

15
S . Olarak kısaltılacak ve önüne sıra numarası yazılacak.
Örneğin K.S. 5126 gibi)

HADİSİN TENKİDİ: Yıllarca inanç sistemlerini inceledim


bunlardan başka İlahı’nı cehenneme layık görenine hiç
rastlamadım. Putperestler dahi, taptıkları putlarına böyle bir
şeyi yakıştırmazlar, tercümeyi yapan İbrahim CANAN, asıl
metinde geçen cehennemin içine ifadesini tam tercüme
etmeyerek, (belli ki, ifade ona da ağır gelmiş) cehennemin
üzerine ifadesini kullanmış. Halbuki asıl metinde “aleyhe"
değil, ifade “fiyhe" yani “içerisinde" şeklindedir.

Bunlar, Allah’ı tecsim ederek ona ayak isnat ettiler ve bu


ayağı da cehenneme koydular. Cennet için ise doldurulmak
üzere imtihansız halk yaratılacağını iddia ettiler. Cehennemin
boşluğunu Allah’ın ayağıyla, Cennetin boşluğunu ise hiç
dünyaya gelmemiş halkla doldurmak öylemi! Allah, bunların
bu küfründen münezzeh ve yücedir. Allah’a ayak isnat
etmeleri teşbih değil tecsimdir. Zira cehennem cisimdir ve
cisimlerin doldurulması ancak cisim ile olur.

Allah’ın, cehennemi neyle dolduracağına dair Kur’an’dan


mealen:

- Eğer Rabb’in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı.


Oysa, işte ihtilaf edip durmaktadırlar. 11/118

- Ancak Rabbının merhamet ettikleri, (Bu ihtilaftan) istisna


teşkil ederler. Zaten Allah, onları bunun için yaratmıştır. Ve
böylece, Rabbının “muhakkak cehennemi hep cin ve
insanlarla dolduracağım" sözü yerine gelmiş olacaktır.
11/119

- Dileseydik, herkese hidayetini verirdik, (herkesi doğru yola


getirirdik). Fakat (hikmetim uyarınca) benden (çıkan) şu söz
gerçekleşecektir: “mutlaka cehennemi, cinlerden ve
insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağım."32/13

16
Görüldüğü gibi, cehennemin doldurulması konusunda
uydurdukları hadis Kur’an’a ters düşmektedir.

2- Hz. Ebû Hüreyre r.a. Anlatıyor: “Resûlullah a.s.v.


buyurdular ki: Sizden biri kardeşiyle dövüşünce yüze
vurmaktan sakınsın."(Buhari, Itk 20, Müslim, Birr, 112,
(2612))

Müslim’in ifadesinde şu ziyade var. “... Zirâ Allah Âdem’i


kendi sûretinde yaratmıştır."(K.S. 3483 Cilt 10 Baskı 1990)

3- Yine Ebu Hüreyre r.a. Anlatıyor: “Resûlullah a.s.v.


Buyurdular ki: Allah’u teala hazretleri, Hz. Adem a.s.mı
kendi sureti üzere ve boyunu da atmış zira olarak
yaratınca:.... (K.S. 3382 C.10 S.177 B.1990, alıntısı Buhari,
İstizan 1, Müslim, Cennet 28 (2841)).

4- İbnu Abbâs r.a. Anlatıyor: Resûlullah a.s.v. Buyurdular ki:


Bu gece Rabb’imden bir (melek, elçi olarak) geldi. -Bir
rivayette ise şöyle demiştir: “Rabbim bana en güzel bir
surette geldi"-ve: Ey Muhammed."dedi.

“Buyur Rabbim, emrindeyim."dedim.

“Mele’i A’la (da bulunanların) nelerde yarıştıklarını biliyor


musun dedi.

“Hayır" dedim. Bunun üzerine elini omuzlarımın arasına


koydu. Hatta onun serinliğini göğüslerimde
hissettim......."(K.S. 4668 C.13 B 1992 alıntı: Tirmizi, Tefsir
Sâd, (3231,3232)).

5- Hz. Übey İbnu Ka’b r.a. Anlatıyor: Resûlullah a.s.v.


Buyurdular ki:

“Hakk’ın musafaha ettiği ilk kimse Ömer’dir. İlk selam


verdiği kimsede o olacaktır."(K.S.6012 C.16 B. 1993) Alıntı
İbn!i Mace 104.

17
HADİSLERİN TENKİDİ: Allah’a insan şeklin de suret iddia
ettiler, öyle bir benzerlikten dolayı yüze vurulmamasını
tavsiye ettiler. Aslında istedikleri saygı gayreti değildir.
Allah’ın yüzü ile insanın yüzünün aynı olduğunu vurgulamak
için yüze vurulmamasını tavsiye etmişlerdir. Allah’ın eline
serinlik atfetmeleri de tecsim vurgulamasıdır, aynı şekilde
Allah’ın Ömer ile tokalaştığını ve onun elinden tutup cennete
koyduğu iddiası da apaçık tecsimdir. Allah’ı tecsim etmek
yani cisim saymak apaçık küfürdür.

Ayrıca Ömer’i Peygamberimiz dahil tüm Peygamberlerden


ve Müslümanlar dan üstün olarak rivayet etmeleri, karışıklık
çıkarma amaçlı bir yalan uydurmasıdır, yoksa Ömer’i
sevdiklerinden falan değildir.

6- Hz.Ebu Hüreyre r.a. Anlatıyor: Resûlullah a.s.v.


buyurdular ki:

“Üzümü Kerm diye isimlendirmeyin. “Vay şu dehrin


mahrumiyet ve hüsranına" diye kahırlı söz söylemeyin. Zira
Allah’ın kendisi dehr (zaman) dır.”(K.S. 5938 C.16 B.1993
Alıntıları, Buhari Edep 101, Müslim Elfaz 516, (2246, 2247),
Ebu Davud, edeb 81 (4974), Muvatta, Kelam 3.(2.984))

HADİSİN TENKİDİ: Allah hiçbir şekilde zaman olarak


tavsif edilemez, zira zamanın kendisi yaratıktır. Geçer ve
noksanlaşır, bağlı olduğu olaya ilişkin tükenir. Yoktan var
edilmekte ve vardan yok edilmektedir. Dün yok olmuştur,
yarın yaratılmakla yoktan varlığa gelecektir. Var iken yok
olan, yokken var olan hiçbir şekilde İlah olmaz, zira bu
hususlar noksanlık ve acizliktir. Allah ise hiçbir şekilde
zamanın bu özelikleriyle noksan ve aciz değildir. Zira Allah
noksan sıfatlardan münezzehtir.

Zaman konusunda Kur’an’dan mealen:

-İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı


uzun bir süre geçmedi mi. 76/11

18
Görüldüğü gibi zaman gelip geçici bir şeydir, Allah zaman
olarak tavsif edilemez, hadis diye iddia ettikleri Kur’an’a
aykırıdır.

7- Sahiheyn (Buhari ve Müslim) ve Tirmizi de Ebu


Hüreyre’den gelen diğer bir hadiste Resûlullah şöyle
buyurmuştur:

“Allah Teala Hz. şöyle buyurdu: “Ben, kulumun benim


hakkımdaki zannına göreyimdir."(K.S.5849 C.16 B.1993
alıntıları Buhari, Tevhit 35, Müslim, Zikr 1, (2675), Tirmizi,
Züht 51, (2389))

HADİSİN TENKİDİ: Kullar, Allah hakkında iyi veya kötü


zanda bulanabilirler. Bir kimsenin Allah hakkında iftira en
kötü zanda bulunması mümkündür, o taktirde iddia ettikleri
hadise göre Allah kötüdür manası çıkar ki, Allah’ı öyle bir
şeyden tenzih ederiz. Allah kullarının zannına göre değil,
kendi zatına göredir. Zan kendi başına hakikatten hiçbir şey
ifade etmez. Bununla ilgili olarak Kur’an’da şöyle
bildirilmiştir. Mealen:

-Onların çoğu zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise


gerçekten hiçbir şey kazandırmaz. Muhakkak ki Allah onların
ne yaptıklarını bilir.10/36

-Allah’ı gereği gibi bilemediler. Halbuki Kıyamet günü yer,


tamamen O’nun avucu içindedir, göklerde sağ elinde
dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzak ve
yücedir.39/67

-Allah’a yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Onlar


Rab’lerine sunulacaklar, şahitler de: “İşte Rab’lerine karşı
yalan söyleyenler bunlardır."diyecekler. İyi bilin ki Allah’ın
laneti zalimlerin üzerinedir. 11/18

-Bak nasıl Allah’a yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah


olarak bu yeter. 4/50

19
Görüldüğü gibi uydurdukları hadis, Kur’an’a aykırıdır ve
Allah’a karşı bir iftira ve isyandır.

8- İbnu’l -Museyyib, Ata İbnu Zeyd el- Leysi, Ebu Hureyre


r.a. den naklen anlatıyor: Resûlullah’a atfen mahşerde
içlerinde münafıkların da olduğu halde (yalnız) bu ümmet
kalacak, derken Allah Tebareke ve Teala onlara evvelce
tanıdıklarından başka bir surette tecelli edecek ve:

-Ben sizin Rabb’inizim, diyecek. Onlar (Allah’ı tanımadıkları


için)

“Biz senden Allah’a sığınırız! Rabbımız geldiği zaman biz


onu tanırız" diyecekler. Bunun üzerine Allah Teala hazretleri
(karşılarında) onların tanıdıkları suretiyle tecelli edecek ve:
“Ben sizin Rabb’inizim" buyuracak. Onlarda:

“Evet, bizim Rabbımız sensin" diyerek ona tabii olacaklar......


(K.S.5072 C.14 B.1992 alıntılar Buhari, Rikak 52, Ezan 129,
Tevhit 24, Müslim, İman 299, (182), Tirmizi, Cennet 20,
(2560))

(Sahih-i Müslim,Ahmed Davudoğlu, Sönmez neşriyat A.Ş.


C.2 299/665)

HADİSİN TENKİDİ: Birinci seferki, Allah’ın tecelli ettiği


iddialarında, Allah’ın kendisine uygun gelmeyen ve
münafıklar içlerinde olduğu halde tüm Muhammed
ümmetinin onu tanımayacakları bir surette tecelli ettiğini
iddia etmeleri, Allah’a bir saygısızlığı ifade eder. Zira
Allah’ın, hem müminler, hem de münafıklar tarafından
reddedilecek, (haşa O’ndan) çirkin bir surette tecelli ettiğini
iddia etmişlerdir. Öyle ki, inancı ve ameli ne olursa olsun
Allah’ı kimse beğenmemiş demektedirler. Ayrıca bu hususu
vurgulamak için rivayet yalanlarına münafıkları da dahil
etmişlerdir. Ayrıca, Allah’ın suretten surete şekil değiştirme
ile tecelli edip göründüğünü iddia etmeleri tecsimdir. O

20
tecsim edilmekten yani yaratıklara benzetilmekten onlarla bir
sayılmaktan münezzehtir.

9- İbnu-l Museyyib, Ata İbnu Zeyd el-Leysi, Ebu Hureyre r.a.


Den naklen anlatıyor: Resûlullah’a atfen, insanlar Resûlullah
a.s.v.’e "Ey Allah’ın Resulü: Kıyamet günü Rabb’imizi
görecek miyiz?"diye sordular. O da: “Siz bulutsuz dolunay
gecesinde Ay’ı görmekte şüpheye düşer misiniz?"diye cevap
verdi. Onlar:

“Hayır! Ey Allah’ın Resulü."diye cevap verdiler. Bunun


üzerine:

“Şunu bilin ki siz Rabb’inizi böyle göreceksiniz....(K.S. 5072


C.14 Alıntılar Buhari, Rikak 52, Ezan 129, Tevhit 24
Müslim, İman 299, (182), Tirmizi, Cennet 20, (2560))

10- Ebu Zerr r.a. anlatıyor: “Resûlullah a.s.v. a’ “sen Rab


teala yı hiç gördün mü?" diye sordum.

“Nurdur, ben O’nu nasıl görürüm" buyurdular.”(K.S. 5159


C.14 alıntılar, Müslim, İman 291.(178): Tirmizi, Tefsir,
Necm,(3278))

HADİSLERİN TENKİDİ: Son hadiste Allah’ın


görülmeyeceğini tahdis etmeleri, görüleceği hususunda tahdis
ettikleri evvelki diğer iki hadisle çelişkilidir. Zaten
metotlarının ana temellerinden biride budur. Bir konuda bir
hadis rivayet ederken o hadise aykırı bir veya birden fazla
hadis, tahdis etmeye özenle gayret gösterirler, böylece
çelişkili hadisleri işlerine geldiği yerde kullanmak, hem de
zihinleri iyice karıştırmak için bunu yaparlar.

KUR’AN HAKKINDA UYDURDUKLARI HADİS


ÖRNEKLERİ

I- KUR’AN TAHRİF EDİLMİŞTİR İDDİALARI:

21
11- Aişe (r.anha)nın azatlısı Ebu Yunus şöyle demiştir: -Aişe
(r. anha) kendisi için bir Mushaf yazmamı emretti ve,
"Namazlara ve orta namazına devam edin" ayetine gelince
bana haber ver dedi. Ben de o ayete varınca kendisine haber
verdim. Bana o ayeti namazlara, orta namazına ve ikindi
namazına devam edin, Allah için tevazu halinde namaz kılın"
şeklinde yazdırdı. Sonra da:

“Ben bunu Resûlullah s.a.v. den duydum" dedi. (Sünen-i Ebû


Dâvud terceme ve şerhi, şamil yayın evi 1998. Doç. Dr. İ.
Lütfi Çakan K. Salat (2), Bab 5 H. 410 sayfa 148 C.2)

HADİSİN TENKİDİ: Bu hadis uydurmasıyla, Kur’an’da


noksanlık olduğunu iddia etmişlerdir. Zira bahsi geçen ayette
ikindi ifadesi mevcut değildir. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen

-Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve


saygı ile Allah’ın huzuruna durun. 2/238

Olarak ifade edilmiştir. Amaçları Kur’an’a olan itimadı


sarsmak için zihinleri bulandırmaktır. Bu hususta başka hadis
uydurmalardı vardır. Örneğin:

12-Ubey İbnu Ka’b (r.a.)’ın anlattığına göre, Resûlullah


(a.s.v.) kendisine: “Allah, sana Kur’an okumamı emretti"
demiş ve Lem yekunullezine kefere’yu ve bu sureden olmak
üzere şunu okumuştu: “Allah indindeki din muvahhid İslam
dinidir, ne Hıristiyanlık, ne Yahudilik nede Mecusilik
değildir. Kim bir hayır yaparsa asla zayi olmayacaktır”.

Ubey İbnu Ka’b: "Bana şunu da okudu" dedi: “Adem


oğlunun bir vadi dolu malı olsa ikincisini de arar. İkinciyi de
elde etse üçüncüsünü de arar. Ademoğlunun iç boşluğunu
ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenleri affeder."(K.S.943
C.4 B. 1988. Alıntısı, Tirmizi, Menakıp (3894))

22
HADİSİN TENKİDİ: Tırnak içindeki ifadeler kendilerince
uydurulmuş sözlerdir. Kur’an’da bu şekilde ayetler mevcut
değildir. Dolayısıyla Kur’an dışında ayet iddia etmişlerdir.

13-......Ebu’d- Derda:

-Abdullah ibn Mesûd “Ve’l - leyli iza yağşa..”yı nasıl okuyor


diye sordu.

Ben kendisine (Alkame)

-- “Ve’l leyli izâ yağşa ve’n -nehari izâ tecelli ve’ zekeri ve’l
ünsâ" şeklinde okudum.

Ebu’d- Darda:

--Vallahi Resûlullah beni böyle okutmuştur. Ben Resûlullah


tan ağız ağıza böyle öğrendim dedi. (Sahih-i Buhari, Ötüken

yayınları, Mütercim, Mehmet SOFUOĞLU, cilt 8 B.1987


Kitabu Fedailü Ashâbi’n-Nebi Rivayet 82 s.3521)

HADİSİN TENKİDİ: Böylece Leyl süresi (92/3) Ayette


geçen yaratma kelimesinin fazlalık olduğunu, Kur’an’dan
olmadığını iddia etmişlerdir. Yani, Kur’an’a ekleme yapılmış
olduğunu iddia etmişlerdir.

Yine rivayet ettiler ki:

14- ........ Said ibn Cubeyr şöyle demiştir: Bizler muhakkak


İbn Abbas’ın Yanında bulunduk: O şöyle dedi: Bana Ubeyy
İbn Ka’b tahdis edip şöyle dedi: Resûlullah (s):....... "Gemiye
gelince, o denizde iş yapan yoksulların dı. Onun için ben onu
kusurlu yapmak istedim ki, arkalarında her sağlam gemiyi
zorla almakta olan bir hükümdar vardı" (el-Kehf 79).
“Verâehum (= Arkalarında) "sözünü "Emenehum melikun"(=

23
Önlerinde bir melik vardır) şeklinde okumuştur. (Buhari,
Kitabu’ş-şurut 15 Cilt 6 s. 2551 Ötüken 1987).

HADİSİN TENKİDİ: Bu hadis rivayetleriyle Kur’an’da


geçen (18/79) “Verâehum" (=Arkalarında) kelimesini.
“Emenehum"(=Önlerinde) şeklinde olduğunu iddia etmekle
yine Kur’an’da tahrifat olduğunu iddia etmişlerdir. Bu kabil
örnekler uydurmuş oldukları hadislerde epey vardır, böylece
elde mevcut Kur’an’ın orijinal olmadığını iddia etmek
suretiyle insanlarda şüphe meydana getirmek istedikleri
açıktır. Böyle bir iddia Kur’an’ın Allah tarafından korunmuş
olduğunu inkar manasında olduğu ve bu itibarla da Kur’an’ı
inkar etmek olduğu meydandadır. Gerçeklere de aykırıdır,
zira dünyada iki ayrı kelime ihtiva eden iki Kur’an mevcut
değildir.

II- KUR’AN’IN PEYGAMBERDEN SONRA TOPLANMIŞ


OLDUĞUNU İDDİA ETMELERİ:

15- ............ Zeyd İbn Sabit el-Ensâri ye atfen yaptıkları


rivayette: Ebu Bekir ve Ömer’in görevlendirmesiyle Zeyd
diyor ki, “Ben kalktım, Kur’an’ın ardına düşüp gereği gibi
araştırdım ve onu yazılı bulunduğu deri parçalarından, kürek
kemiklerinden, hurma dallarından ve hâfızların ezberlerinden
bir yerde topladım. Ve et-Tevbe Sûresinden iki ayeti, Ebû
Huzeyme el-Ensâri’nin yanında buldum. O iki âyeti ondan
başka kimsenin yanında bulmadım.

Neticede içlerinde Kur’an toplanılan bu sahibeler, Allah


kendisini vefât ettirinceye kadar Ebû Bekr’in yanında kaldı
(Buhari, Kitabu’l-Tefsir 199 Cilt 9 s. 4423-4424 Ötüken
1987)

16-............ Ebû İshak şöyle dedi: Ben el-Berâ (R)’ dan


işittim, şöyle diyordu: "Mü’minlerden oturanlarla, Allah
yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlar müsâvi olmaz...

24
"Ayeti indiği zaman, Resûlullah (S) Zeyd’i çağırdı. Zeyd bir
kürek kemiği ile geldi ve o ayeti yazdı..... (Buhari, Kitabu’l-
Cihâd ve’s-siyer 47 cilt 6, s.2674. Ötüken 1987)

HADİSİN TENKİDİ: Kur’an’ın, Peygamber zamanında kitap


halinde mevcut olmadığı, sonradan rast gele bir araştırmayla,
hurma dallarından, deri parçalarından, taş levhalardan, kürek
kemiklerinden, hafızların ezberlerinden toplanmış bir kitap
olduğu hususunda müteaddit rivayetler uydurmuşlardır. Öyle
ki, Kur’an bu dedikleri şeylere yazılı bir Kitab olmuş olsaydı,
bir ambarı doldurması gerekirdi, bu iddiaları Kur’an’a bir
iftira ve saygısızlığın ifadesidir. Allah, Kur’an’da Kitab
indirmiş olduğunu ayetlerle bildirmiştir. Kur’an Kitab halinde
Peygamber zamanında mevcut değil idiyse insanlar Kitab
mevcut olmadığı halde, ayetlerde niçin Kur’an’dan Kitab
olarak bahsediliyor diye sorarlardı. Peygamber zamanında
Kur’an Kitab olarak mevcut idi, ve iddia ettikleri gibi, taş
parçalarına, hurma dallarına v.s. yazılmıyordu. İnce ceylan
derileri üzerine yazılan bir Kitab halindeydi. Bu hususta
Kur’an’dan mealen:

- Andolsun Tûr’a (52/1)

- Satır satır yazılmış Kitab’a (52/2)

- Yayılmış ince deri üzerine (52/3)

İfadeleri Kur’an’ın nasıl yazılmış bir Kitab olduğunu belirtir.


Ayetler peygambere inmişti, eğer Kur’an ince deri üzerine
yazılıp tespit edilmemiş olsaydı bu ayetleri duyanlar, siz
hangi ince deri üzerine yazılmış kitaptan bahsediyorsunuz
diye sormaz mıydılar! Kur’an’ın peygamber zamanında
özenle yazılmış olduğuna dair diğer bir örnek, Kur’an’dan
mealen:

- Hayır, o ayetler bir mesajdırlar. (80/11)

- İsteyen onları idrak eder. (80/12)

25
- Onlar, değerli sayfalardadır. (80/13)

- Yüksek ve temiz sayfalarda. (80/14)

Bu örneklerden anlaşıldığı üzere, Kur’an’ın sonradan rast


gele, taş parçalarından,ağaç kabuklarından, kürek
kemiklerinden toplanmış bir kitab olduğu yolundaki
rivayetler Kur’an’a uymamaktadır, ve aslı yoktur.

Rivayetler uydurulurken, daha öncede belirttiğim gibi bazen


kasıtlı, bazen de tutarsızlık şeklinde bir çok çelişkilere
düşülmüştür. Fert ve kişilere kabul ettirmek ve sıkıştıklarında
kendilerini kurtarmak için bazen doğrulara da yer
vermişlerdir. Öyle ki bir konu hakkında bir rivayet
uydurduklarında, muhakkak ona muhalif bir veya birden
fazla rivayet uydurmaya özen göstermişlerdir. Sık sık bu tür
çelişkili ifadeleri yan yana yazarak okuyucunun bu hususa
dikkatini çekmeye çalışacağım. Zira hadis uydurma
sistemlerinin kökü budur. Örneğin, Kur’an’ın sonradan rast
gele toplanmış bir kitap olduğunu söylerken başka bir yerde,
peygamberin onu Mushaf halinde bıraktığını rivayet etmek
onlar için gayet normal bir durumdur. şöyle ki, uydurdukları
diğer bir rivayette şöyle diyorlar:

17- ......Abdülaziz İbn Rufey’ şöyle dedi: Ben Şaddat İbn


Ma’kıl ile beraber İbn Abbas’ın yanına girdim. Şaddat İbn
Ma’kıl, Abbas’a:

-Peygamber (s) bir şey bıraktı mı? diye sordu.

İbn Abbas:

- Mushaf ‘ın iki yanını kuşatan ciltler arasında bulunandan


başka bir şey bırakmadı, dedi.

Biz yine beraberce Muhammed İbnu’l -Hanefiyye’ nin yanına


girdik ve ona’da aynı suali sorduk. Muhammed İbnu’l
Hanefiyye de:

26
- İki kapak arasında bulunandan başka bir şey bırakmadı,
dedi. (Buhari,Kitâbu Fedail’l -Kur’an 39 Cilt 11 sayfa 5112
Ötüken 1988)

Bu hadis evvelki hadislerle çelişkili olduğu gibi, Kur’an’ın


Peygamber zamanında kitap halinde mevcut olduğunu ve
Peygamberin hiçbir rivayet bırakmadığını itiraf etmişlerdir.

Diğer bir rivayette de şöyle demektedirler:

18-.......Enes İbn Mâlik el -Ensâri den rivayet ettiler ki:........


“Peygamber hücrenin perdesini açtı da, bizlere bakmaya
başladı. Kendisi ayakta duruyor ve yüzü de Mushaf yaprağı
gibi parlıyordu......" (Buhari, kitabu’l -Ezân 72 cilt 2 sayfa
707 - 708 Ötüken 1987)

Bu rivayette de peygamberin zamanında Mushaf’ın yani kitap


halinde Kur’an’ın, parlak sahifelere yazılı olarak mevcut
olduğunu itiraf etmişlerdir. Zira var idi ki peygamberin
yüzünü onun sahifelerine benzetmişlerdir.

Ayrıca, görüldüğü gibi 15 ve 16 no lu örneklerde verdiğim


rivayetler. 17 ve 18 no.lu örneklerde belirttiğim rivayetlerle
çelişki halindedirler.

III - KUR’AN’IN OKUNUŞUNU TAHRİF İÇİN


UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ

19- .......Ben Abdullah İbni Mes’ûd’dan işittim, şöyle


diyordu: Ben bir kimsenin bir ayeti, benim peygamberden
işittiğim okuyuşun hilâfına okuduğunu işittim. Hemen
elinden tuttum ve onu Resûlullah’a getirdim. Resûlullah (S):
“Her ikinizde güzel okudunuz" buyurdu. Şu’be dedi ki: Ben
Resûlullah’ın şunu da söylediğini zannediyorum: “(Kur’an
hakkında) sakın ihtilaf etmeyiniz. Çünkü sizden evvelki
ümmetler kitaplarında ihtilaf ettiler de bu yüzden helak
oldular"(Buhari, Kitab’ul-husûmat cilt 5 sayfa 2228 Ötüken
1987)

27
20-........ O da İbn Abbâs (R)’tan tahdis etti ki, Resûlullah (S)
şöyle buyurmuştur: “Cibril bana Kur’an’ı bir okunuş üzerine
okuttu. Ben de durmadan bunun artmasını istedim. Tâ yedi
türlü okunuşa erişinceye kadar bu dileğimde ısrar ettim”.
(Buhari, Kitâbu Bed’i’l-Halk 29 Cilt 7 Sayfa 3035 Ötüken
1987.)

Yukarıdaki rivayette Kur’an’ın, bir okunuş üzerine Cebrail


tarafından indirildiği ve peygamberin ısrarıyla yedi okunuşa
çıkarıldığı belirtilmiştir. Buna rağmen şöyle de tahdis
etmekten çekinmediler:

21- "Übeyy b Ka’b’den (rivayet edilmiştir.) Dedi ki:


Resûlullah (s.a.v.) Cebrâil’e rastladı ve:

Ey Cibril, ben ümmi bir kavme gönderildim. Bunların


arasında koca karılar, ihtiyar erkekler, oğlanlar, kızlar, hiç
kitap okumayan adamlar var, dedi.

Cibril o zaman:

- Ey Muhammed, muhakkak’ki, Kur’an yedi harf üzerine


nâzil olmuştur, demiştir."(Kur’an’ı Kerimin faziletleri ve
Okuma Kâideleri. Dr. İsmail Karaçam, Marmara ünv. İlahiyat
Fakl. Yayınları No 7 sayfa 21 alıntısı, et- Tirmizi, Sahihu’t
-Tirmizi bi şerhı’l -İmam İbni’l Arabi, VI.63. Mısır 1934)

Tirmizi’nin bu rivayetinde ise Meğer ki Kur’an zaten yedi


okunuş üzerine inmiş ve Peygamberin bundan haberi
yokmuş, bu ise bir çelişkidir.

İşin ilginç yanı Kur’an harekeli olup, bir okunuştan başka


okunmasına imkan yoktur. Sonradan harekelendi iddiaları
uydurmadır. Rivayetlere tabii olan kimseler dahi yedi harf
iddialarının ne manaya geldiğini bundan dolayı
bilememektedirler. Dr İsmail Karaçam, yukarda bahsi geçen
eserin de bu konuda şöyle demektedir:

28
“Yedi harf ile ilgili haberlerin çok yoğun olmasına her
sınıftaki İslam bilginlerinin bu konuda fikir yürütmüş
olmasına rağmen, “yedi harf”in manası üzerinde bir fikir
birliğine varılmamıştır. “Kur’an ilimleri" ile ilgili bir çok
eserde verildiğine göre, üzerinde en çok ihtilaf edilen konu
budur. Aynı kaynakların haberlerine nazaran Ebû Hatim b.
Hıbbân (354/965) bu konuda 35 ihtilafın varlığına haber
vermiş, hatta bunların tamamının 40 kadar olduğu
söylenmiştir. Biz bunlardan --- ancak--- birkaç tanesini örnek
olarak sunacağız:

1- Alimlerin çoğunluğuna göre, “Yedi harf” den maksat, arab


kabilelerinden meşhur yedisinin lehçeleridir. Fakat yinede bu
kabilelerin hangileri olduğu hakkında ihtilaf vardır....

2- “Yedi harf" tabiri, medlûlü müşkül,manası itibariyle


müteşabih bir deyimdir. Bu tabirin müşkül olmasının sebebi
de, “el- Ahruf" kelimesinden gelmektedir. Çünkü “Harf"
kelimesi bir çok manalara delalet eden müşterek lafızdır.
Müşterek lafız olması hasebiyle de, hangi mananın
kastedildiği --kat’i olarak-- anlaşılmaz.

Dr. İsmail Karaçam böylece devam ederek birkaç örnek daha


veriyor. (sayfa 22)

Şimdi dense ki, mahiyeti belli olmayan bu tür rivayetleri


neden uydurdular? Nedeni; Bir şeyin hatalı söylenmesine
mazeret kabul edilmişse ve bu mazeret belli değilse, o zaman
yapılacak bütün hata ve bozuk uygulamalar bu belirsiz
mazerete mal edilebilir. Böylece Kur’an’a bu yönden
yapılacak bütün saldırıları meşru göstermeyi
amaçlamaktadırlar.

Yapılan yanlış okuyuşlara yapılacak itirazları engellemek


içinde şu şekil de rivayet uydurmuşlardır:

29
22- Ebu Hureyre (r.a) Hz. anlatıyor: “Resûlullah (a.s.v.)şöyle
buyurdular: "Kur’an hakkında münakaşa küfürdür"(K.S 1158
C.5 S. 271 alıntısı, Ebû Dâvûd, Sünnet 5, (4603))

Bu gibi hadis uydurmalarıyla, Kur’an’ın ihtilaflı


okunabileceğini ve bu okunuşlar elde mevcut Kur’an’a
uymasa dahi müdahale etmemek gerektiğini. Hatta münakaşa
etmenin küfür olduğunu söylemektedirler. Kur’an kelimeleri
çeşitli şekilde okunamaz, harekeli olarak nasıl inmişlerse
yalnız ve yalnız o şekilde okunurlar. Ve bir okunuşla
inmişlerdir. Değişik okumak kelimeyi değiştirmek demektir,
bu ise Allah’tan başkası için mümkün değildir. Kur’an’dan,
mealen:

- Rabının kitabından sana vahye dileni oku; O’nun sözlerini


değiştirecek kimse yoktur, O’ndan başka sığınılacak bir
kimsede bulamazsın. 18/27

- Elif, lam, ra. Bu kitap; Ayetleri kesinleştirilmiş sonrada


hakim ve habir olan Allah tarafından uzun uzadıya
açıklanmıştır. (11/1)

Daha önce metotlarının zıt rivayetler uydurmak olduğunu


belirtmiştim. Bu konuda da şöyle rivayetleri vardır:

23- .......Enesten naklen........

“-Sizler Zeyd ibn Sabit ile Kur’an’dan herhangi bir şeyde


ihtilaf ettiğiniz zaman, Kur’an’ı Kureyş lisanı ile yazınız.
Çünkü Kur’an Kureyş lisanı ile nazil olmuştur,dedi.

Onlar da işte böyle yaptılar.(Buhari. Kitabu’l Menâkıb 15 cilt


7 sayfa 3309, Ötüken 1987)

Bu hadis ile Kur’an’ın bir lisan üzerine indiğini ve


yanlışlıklara ihtilaf edilebileceğini rivayet etmekle, yedi lisan
üzerine indiğin ve değişik okunabileceği konusundaki
rivayetlerle çelişkiye düşmüşlerdir.

30
IV - VAHYİN İNİŞ SIRASIYLA İLGİLİ OLARAK
UYDURDUKLARI ÇELİŞKİLİ HADİSLER

24- Hz Âişe’den naklen ...............”(Peygambere ilk gelen


Vahiy âlak suresi 1-5 tir)"(K.S. 5563 C 15 S. 389 - b 1992,
alıntıları Buhari, Bed’ü’l- Vahiy, Enbiya 21, Tefsir, Alâk
Ta’bir 1; Müslim, İman 252, (160); Tirmizi, Menakıb 13,
(3636))

25- Yahya İbnu Ebi Kesir anlatıyor: “Ebu Seleme İbnu


Abdurrahmân a Kur’an’dan ilk inenin ne olduğunu sordum.

"Ya eyyühe’l - Müddessir (Ey örtüsüne bürünmüş): (Suresi)


dir !"dedi......... (K.S. 5564 C. 15 S. 391 alıntıları, Buhari,
Bed’ü’l - Halk 6, Tefsir, Müdessir, tefsir, Alak, Edeb 118;
Müslim, İman 257, (161))

Yukarıdaki iki rivayet birbiriyle çelişkilidir.

V - RESÛLULLAH’IN NEYİ VASİYET ETTİĞİ


HUSUSUNDA UYDURDUKLARI ÇELİSKİLİ HADİSLER

26- imam Malik’e ulaştığına göre, Hz. Peygamber (a.s.v)


şunu söylemiştir: "Size iki şey bırakıyorum. Bunlara
uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitab
ı ve Resûlün Sünneti. (Muvatta, Kader 3, (2, 899), K.S. 53 C.
2 S. 328 - 1988)

27- Yezid İbnu Erkam (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.v)


buyurdular ki “Size uyduğunuz takdirde benden sonra asla
sapmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri
diğerinden daha büyüktür. Bu. Allah’ın Kitabıdır. Semadan
arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim,
Ehli Beytimdir. Bu iki şey, cennette kevser havuzunun
başında bana gelip (hakkınız da bilgi verinceye kadar)
birbirlerinden ayrılmayacaktır. Öyleyse bunlar hakkında,
ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün"(K.S.
31
54 C. 2 S. 328-329 B. 1998 alıntısı Tirmizi, Menakıb 77.
(3790))

28- ..........Bize Talha İbnu Musarruf tahdis edip şöyle dedi:


ben Abdullah İbn Ebi Evfâ (R)’ya:

- Peygamber (S) vasiyet etti mi diye sordum.

O:

- Hayır (vasiyet etmedi), dedi.

- Bunun üzerine ben:

-Öyleyse insanlar üzerine vasiyet etmek nasıl farz yazıldı,


yahut insanlar nasıl vasiyet etmekle emr olundular? Dedim.

-Abdullah İbn ebi Evfâ:

-Resûlullah, Allah’ın kitabı na tutunmak ve onunla amel


etmeyi vasiyet etti, dedi. (Buhari, Kitabu’l -Vesâyâ 3 cilt 6
sayfa 2583, Ötüken 1987)

29-......... Resûlullah’a atfen Veda Hüdbesinde: “Mü’minler!


Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu
hiç şaşırmayacaksınız. O emanet Allah’ın kitabı
Kur’an’dır."(Buhari. Kitabu’l - Hac cilt 4 sayfa 1648, Ötüken
1987)

Görüldüğü gibi, örneklerdeki 26 ve 27. rivayetler kendi


aralarında çelişkili oldukları gibi, 28 ve 29. Rivayetlerle de
çelişkilidirler. Biz ancak Kur’an’dan sorumluyuz, onun için
28 ve 29. rivayetler gerçeğe uygundur.

Sünnet diye uydurdukları rivayetler bir birleriyle çelişkili


olduğundan, doğru yolu onlarla bulmak mümkün değildir.
Ayrıca Kur’an yeterli olup öyle bir şeye ihtiyaç da yoktur.
Ehlibeyt ise, onlarda bizim gibi ancak Kur’an’a uymakla
doğru yolu bulabilirler, kaldı ki bin seneden fazla bir

32
zamandır, ehlibeytten bir kimseyi müşahhas olarak dünyada
kimse görmediği gibi, onları gören kimseyi de gören
olmamıştır. Onun için Kur’an’la birlikte ehlibeyt rehberliği
diye bir şey olmadığı gibi, böyle bir şeye ihtiyaçta yoktur.
Aksine iddialar gerçeklere uymayan hususlardır.

VI- KUR’AN’IN ÜCRETLE OKUNUP-


OKUNAMIYACAĞI KONUSUNDA VE RÜKYE İLE
İLGİLİ UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

30- İmrân İbnu Husyen (r.a.)’ın anlattığına göre, İmrân,


Kur’an okuyan, arkasından da buna mukabil halktan dünyalık
talebeden birisine rastlamıştı, ‘ İnnâ lillahi ve innâ ileyhi
râci’un, deyip arkasından şu açıklamayı yaptı: “Hz.
Peygamber (a.s.v.)’in şöyle söylediğini işittim: “Kim Kur’an
okursa (isteyeceğini) Allah’tan istesin. Zira bir takım insanlar
zuhur edecek, onlar Kur’an okuyup, okudukları mukabilinde
halktan (dünyalık) isteyecekler. (K.S. 434 C.3 S.243 B.1988,
alıntısı Tirmizi, Sevâbu’l-Kur’an 20,2918)

31- Ubade İbnu’s-Sâmit r.a. Anlatıyor: “Ben ehl-i Suffa’dan


bir kısım insanlara yazı ve Kur’an öğretmiştim. Onlardan bir
adam bana bir yay hediye etti. Ben de: “(Bu yay) benim için
(büyük) bir mal değil, onunla Allah yolunda atış yaparım,
gidip Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a soracağım" dedim.
Gidip sordum:

“Ey Allah’ın Resûlü! dedim. Kendilerine yazı ve Kur’an


öğrettiğim kimselerden biri bana bir yay hediye etti. Bu
benim için bir mal da değil. Ben onunla Allah yolunda atış
yaparım! dedim. a.s.v. bana: “Eğer ateşten bir takı takınmayı
seversen kabul et! diye cevap verdi."(K.S. 5787 C.16 s.249
B.1993 alıntısı, Ebu Dâvud, Büyû’ 37, (3417))

30 ve 31. Rivayetlerde, Kur’an okumaktan, Kur’an ve Yazı


öğretmekten ücret alınmasının kesin olarak haram olduğunu
rivayet ettiler. Buna rağmen şu şekilde bir başka rivayette
bulundular:
33
32- İbnu Abbâs r.a. Anlatıyor: “Resûlullah a.s.v. Buyurdular
ki: “Üzerine ücret almada en haklı olduğunuz şey
Kitabullah’tır." (K.S. 5171 C.14 S. 506-507 B.1992, alıntısı
Buhâri, İcâre 16, Tıbb 34.)

Bu rivayette, üzerine ücret almada en meşru olan şeyin


Kur’an olduğunu tahdis etmeleri açık bir çelişkidir.

33. Resûlullah’a atfen: Câbir şöyle demiş “Benim bir dayım


vardı. Akrebe karşı rukye yapardı. Derken Resûlullah rukyeyi
yasak etti, Müteakiben ona gelerek:

- Ya Resûlullah! Gerçekten sen rukyeyi yasak ettin mi? Ben


akrebe karşı rukye yapıyorum dedi. Bunun üzerine: “Sizden
her kim din kardeşine fayda verebilirse bunu
yapsın!"buyurdular. (Sahih’i Müslim, Terc. Ahmet
Davudoğlu, sönmez Neşriyat A.Ş. Cilt 9 62/624)

<33.> Rivayet kendi içeriğinde çelişkilidir, mademki rukye


yapmanın bir mahzuru yok idiyse bunu peygamber neden
yasakladı? Rukye, bir hastanın iyileşmesi için, onun üzerine
okuyup üflemeye, muska ve efsûn yapmaya veya hastanın
üzerine tükürmeye denir. Rukye yapanlar Kur’an ayetleri
okudukları gibi, başka sözlerde söylerler. Örneğin:

34..... Hârice b. Es-Salt, amcasından rivayet ettiğine göre: O


(Hâricenin amcası) bir kavme uğradı. Kavimdekiler onun
yanına gelip;

Şüphesiz sen ozat (Hz. Peygamber)’ın yanından bir şey


getirmişsindir, bizim için şu adama rukye yap, dediler ve
kendisine iplerle bağlı bir adam getirdiler.

Hâricenin amcası sabahlı akşamlı üç gün adama Fâtiha


sûresini okudu. Sûreyi her bitirişinde tükürüğünü biriktiriyor
sonrada tükürüyordu. Adam sanki kösteğinden kurtulmuş gibi
oldu, (iyileşti) (Delinin arkadaşları) rukye yapan zata (ücret

34
olarak) bir şey verdiler. Adam, Resûlullah (s.a.)’a gelip
durumu haber verdi.

Efendimiz (s.a.)

“Ye, ömrüne yemin ederim ki, kimileri bâtıl bir rukye ile
yerler, sen ise hak bir rukye ile yersin."buyurdu. (Ebu Davud,
cilt 12 s.496 rivayet 3420 Şamil Yayınevi 1991; Ahmet b.
Hanbel V. 221)

Kur’an, içindeki bilgilerden istifade etmek suretiyle, doğru


yolu gösteren, nasihat eden, uyaran, İslam dini için gerekli
bütün bilgileri ihtiva eden bir kitaptır. O ne ölülerin üzerine
okunmak için, ne de okunup üflendiğinde hastaları iyileştiren
bir kitab değildir.

Hele Kur’an’ın okunup, ondan sonra şifa verir diye hastaya


tükürülmesi rivayeti Kur’an’a saygısızlık kastıyla
uydurulmuştur.

Kur’an’ın bir rukye kitabı olmadığı hususunda, Kur’an’dan


örnek verecek olursam, mealen:

- Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yâhut arzın


parçalandığı, yâhut ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an
olsaydı (bu Kitab olurdu) Fakat bütün işler Allah’a aittir.
İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün
insanları hidâyete erdirirdi? Allah’ın va’di gelinceye kadar
devamlı olarak inkar edenlere, yaptıklarından dolayı, ya
ansızın büyük bir belâ gelecek, ya da o belâ evlerinin
yakınına inecek, Allah, vadinden aslâ dönmez. 13/31

Görüldüğü gibi Kur’an okunduğunda ne dağlar yürür, ne yer


parçalanır, ne de ölüler konuşur. Onun için Kur’an’dan bir
rukye kitabı olarak bahsetmek, Kur’an’ın iniş nedenini esas
amacından saptırmaya yönelik kasıtlı bir harekettir.

VII- CİN’LERİN KUR’AN DİNLEMELERİYLE İLGİLİ


OLARAK UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ:
35
35- Alkame anlatıyor: “İbni Mes’ud (r.a.)’a dedim ki

-Sizden kimse, cin gecesinde Hz. Peygamber (a.s.v.)’e


refâkat etti mi?"

“-Hayır, dedi, bizden kimse ona refakat etmedi. Ancak bir


gece Onunla (a.s.v.) beraberdik. Bir ara onu kaybettik.
Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca:
“Yoksa uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?"dedik. Böylece,
geçirilmesi mümkün en kötü bir gece geçirdik. Sabah olunca,
bir de baktık ki Hira tarafından geliyor.”

“-Ey Allah’ın Resulü, biz seni kaybettik, çok aradık ve


bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi mümkün en fena gece
geçirdik" dedik.

- “Bana cinlerin davetçisi geldi. Beraber gittik. Onlara


Kur’an’ı Kerimi okudum" buyurdular. Sonra bizi götürerek
cinlerin izlerini, ateşlerinin kalıntılarını gösterdi.......... (K.S.
786 C.4 S.243 B.1988. Alıntıları, Müslim, salat 150(450);
Tirmizi, Tefsir, Ahkâf,(3254); Ebu Dâvud, Tahâret 42,(85))

36- Ma’n İbnu Abdurrahmân anlatıyor: “Babam merhumu


dinledim. Diyordu ki:

“Mesruk’a sordum: “Kur’an’ı dinledikleri gece, cinler(n


geldiğini) Resûlullah a.s.v.’a kim haber verdi?"Bana şu
cevabı verdi: “Babam, yani İbnu Mes’ud bana bildirdi ki:
“Onların yani cinlerin geldiğini bir ağaç haber verdi."(K.S.
5589 C.15 S.441 B. 1992, Alıntıları Buhâri, Menâkıbu’l-
Ensâr 32; Müslim, Sâlat 153,(450))

Cinlerin Kur’an dinlemeleriyle ilgili olarak uydurmuş


oldukları yukarıdaki sözlerin yanında, bu sözleri sanki hiç
söylememişçesine şöyle demeleri gerçekten ibret vericidir:

37- İbnu Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (a.s.v.)


Cinlere Kur’an okumadığı gibi, onları görmedi de..........)
(K.S. 846 C.4 S.343 B.1988. Alıntıları, Buhari, Tefsir, Cinn
36
1, Ezan 105; Müslim, Salat 149,(449); Tirmizi, Tefsir, Cinn,
(3320))

<37.> Rivayetin devamın da uzunca anlatım ve ifadelerin


içinde, Cinlerin Peygamberin haberi olmadan peygamberden
Kur’an dinlemiş olduklarını söylemeleri Kur’an’a uygun
olmasına rağmen, insanların kafalarını karıştırma
metotlarının gereği olarak uydurmuş oldukları 35 ve 36.
Rivayetlerdeki ifadelerle 37. Rivayetteki ifadelerin ayrılık ve
çelişkisi dikkat çekici olup, onların zihniyetini
yansıtmaktadır.

Cinlerin Kur’an dinlemesiyle ilgili olarak, Kur’an’dan


mealen:

- De ki! Bana vah yolundu ki, Cinlerden bir topluluk Kur’an


dinlediler de şöyle dediler: “Biz hârikulâde güzel bir Kur’an
dinledik. 72/1

Yukarıda meali yazılı ifadeler, Cin sûresinde geçmekte olup,


buna göre Cinlerin Kur’an dinlediğiyle ilgili olarak,
peygamberin ancak vahiyle haberi olmuştur. Bundan dolayı
rivayetçilerin uydurmuş oldukları, peygamber kayboldu ve
ona ağaç bildirdi gibi sözler, saygısızca uydurulmuş alayvari
boş sözlerdir.

VIII- KUR’AN’I ANLAMA ANLAYIŞLARI VE


KUR’AN’IN NASIL OKUNMASI GEREKTİĞİ
KONUSUNDAKİ RİVAYET ÖRNEKLERİ

38-............ Ebû Hureyre şöyle diyordu: Resûlullah (S):


“Allah, Peygambere Kur’an’ı teganni etmesi karşılığı kadar
hiçbir şey için mükâfat vermemiştir" buyurdu.

Râvi Ebû Seleme’nin bir arkadaşı ona “Yeteğenne bihi"


sözüyle “Yecheru bihi (= Demek istiyor)"dedi (; aslında:
İstima’ etmemiştir" fakat bundan mûrad bol mükâfattır).

37
(Buhari, Kitabu Fadaili-Kur’an, Hadis 43 S. 5116 C.11
Ötüken 1988).

Teganni etmek şarkı makamıyla söylemek demektir, yani


Kur’an’ın şarkı sözü gibi söylenmesi gerektiğini rivayet
etmişlerdir. Bu ise Kur’an’ın okunuşuyla ilgili olarak,
Kur’an’da bildirilen şekle uymamaktadır.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Ey örtüsüne bürünen. 73/1

- Geceleyin kalk, yalnız gecenin birazında (uyu). 73/2

- Gecenin yarısın da (kalk) yâhut bundan biraz eksilt. 73/3

- Veyâ bunu artır ve ağır ağır Kur’an oku. 73/4

Görüldüğü gibi, Kur’an’ın ağır ağır yani güzel, tane tane ve


açık okunması istenmiştir. Zira “Tartil" kelimesi bu manaya
gelmektedir. Bu itibarla, Kur’an teganni edilemez! O şarkı
sözü değildir. Rivayet uydurma olup, Kur’an’a
uymamaktadır.

39- Ammâr İbnu Yâsir (r.a.) anlatıyor: Resûlullah (a.s.v.)


buyurdular ki: (Kur’an’ı Kerimde zikri geçen) sofra gökten
ekmek ve et olarak indirildi. Bu mucizeye mahzar olanlara,
ihânet etmemeleri ve ertesi gün için, o yiyeceklerden
ayırmamaları emredildi. Ancak onlar bunu dinlemediler, hem
ihânet ettiler hem de yemeklerden ayırıp ertesi gün için
sakladılar. Bunun üzerine ceza olarak maymun ve hınzır
sûretine çevrildiler”. (K.S. 597 C.3 S.465 B.1988. Alıntısı,
Tirmizi, Tefsir, Maide, (3063)).

Bu rivayet Kur’an’a uymadığı gibi. İsa Peygamberin


‘Havarilerine hakaret kastıyla uydurulmuştur. Havarinin
kelime manası: Seçilmiş halis kimse olup, Peygamberlere
taraftar çıkıp yardım edenler hakkında kullanışı ile şüyu’
bulmuştur.
38
İsa Peygamberin havarileri ve onlara inen sofrayla ilgili
olarak, Kur’an’dan mealen:

- Ve Ben, Havarilere: “Bana ve elçime iman edin" diye vah


yetmiştim. Onlar: “Biz iman ettik, Sen şahit ol ki, biz
Müslümanlardanız!" dediler. 5/111

- Havariler demişlerdi ki: “Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize


gökten bir sofra indirebilir mi?"(İsa): “Eğer mü’min iseniz
Allah’tan korkun" demişti. 5/112

- “İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalbimiz iyice yatışsın, senin


bize doğru söylediğini bilelim ve bizzat görenlerden
olalım."dediler. 5/113

- Meryem oğlu İsa da: “Allah’ım, Rabb imiz, bizim üzerimize


gökten bir sofra indir ki bizim için, önce ve sonra
gelenlerimiz için (o gün) bir bayram olsun ve (o olay), senden
bir delil olsun. Bizi rızıklandır, sen rızık verenlerin en
hayırlısısın."dedi. 5/114

- Allah buyurdu ki: “Ben onu sizin üzerinize indireceğim,


ama ondan sonra sizden kim küfür ederse, ben ona
alemlerden hiç kimseye yapmayacağım azabı yaparım."
5/115

Görüldüğü gibi, İsa peygamberin Havarileri Allah’ın vah


yetmesiyle iman etmiş kimseler olup, İsa peygamberin
yardımcılarıydılar. Onların sofradan yemek çalmış olmaları
söz konusu olmadığı gibi, maymuna ve hınzıra çevrilmiş
olduklarının rivayet edilmesi bir iftiradır.

40- Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor:...............Resûlullah (a.s.v)


buyurdular ki: Hz. Adem’in yaşı kırk yıl eksik olarak
kesinleşince hemen ölüm meleği geldi. Adem (a.s) ona:

“-Yani benim ömrümden kırk yıl geride kalmadı mı?"dedi.


Melek:

39
“-İyi ama, dedi, sen onu oğlun Davud’a vermedin mi?"Adem
inkar etti zürriyeti de inkar etti.........(K.S. 614 C.3 S. 488 B.
1998 alıntısı, Tirmizi, Tefsir, A’raf, (3078) 9.)

Tahdis edilen rivayette, Adem peygamberin ömür süresinden


hibe yaptığı ve dolayısıyla ömür süresini bildiği iddia
edilmiştir. Bu iddia Kur’an’a uymamaktadır.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

-Eğer Allah, insanları yaptıkları (her) haksızlıkta


cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat
onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Süreleri geldiği
zaman da bir saat dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler.
16/61

- Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah’ın katındadır.


Yağmuru yağdırır ve rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın
ne kazanacağını bilmez. Yine hiç kimse nerede öleceğini
bilmez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden
haberdardır. 31/34

Görüldüğü gibi rivayet edilen hadisin aslı yoktur. Zira ecel


takdir edilmiş kesin bir süredir, herkesin eceli kendisine aittir.
Sürüleri geldiği zamanda bir saat dahi ne geri kalırlar ne de
ileri geçerler. Hiç kimsede nerede öleceğini bilmez.

41- Yine İbn’u Âbbâs (r.a)’nın anlattığına göre, kendisine


Cenâbı Hâkkın şu mealdeki kelamından sorulmuştur: "Bilin
ki onlar, Kur’an okunurken gizlenmek için iki büklüm
olurlar. Bilin ki elbiselerine büründüklerinde bile Allah
onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü O
kalplerdeki olanı bilendir." (Hud 5)

İbnu Abbas (r.a) şu açıklamayı yapmıştır: "Bunlar helada


soyununca avret mahallerinin açılıp, o manzaralarının semaya
ulaşmasından, keza hanımlarıyla cinsi mukarenet sırasında
soyununca çıplak hallerinin semaya ulaşmasından korkup

40
haya duyan (Bu yüzden kendilerine sıkıntı veren) kimseler
hakkında nazil olmuştur. (K.S. 660 C. 4 S. 29-30 B. 1988
alıntısı Buhari, Tefsir Hud 1.)

Hud Suresi 5. Ayetinde, Kur’an’dan kaçmak için


peygamberden gizlenip saklanan kimseler tenkit edilmiştir.
Allah kendisinden hiç bir şeyin gizlenemeyeceğini belirterek
bu şahısları tenkit etmiştir. Rivayette ise bu şahıslar,
Allah’tan haya duyan şahıslar olarak tarif edilmiş ve
kendilerince övmüşlerdir. Bu anlayışlarının Kur’an’la ilgisi
olmadığı gibi, Allah’a karşı İslam da bu şekilde bir tesettür
anlayışı olmayıp, Allah tan hiç bir şeyin gizlenemeyeceği de
açıktır. Haya anlayışları buysa o zaman bilsinler ki, Allah’tan
hiçbir şey gizlenemez.

Hud suresinin bu iddialarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu konuda


Kur’an’dan mealen:

- İyi bilin ki, onlar O’ndan gizlenmek için göğüslerini büker


(Allah’ın Resulünü görmemek, Kur’an’ı dinlememek için
sırtlarını çevirir)ler. İyi bilin ki onlar, örtülerine büründükleri
zaman dahi (Allah onların) içlerinde gizlediklerini ve açığa
vurduklarını hep bilir. Çünkü O göğüslerin özünü bilendir.
11/5

Ayet İslam’dan kaçanlar hakkında inmişken, ayetle hiç ilgisi


olmayan uydurma bir nüzul sebebi rivayet edilmiş olduğu
açıktır.

42- İbnu Abbas (r.a) anlatıyor: “Resûlullah (a.s.v)’ın


arkasında çok güzel bir kadın namaz kılıyordu. Cemaatten
bazıları onu görmemek için ön safa kaçıyor, bazıları da en
arka safa geliyor, rükuya vardığı zaman koltuğunun altından
ona bakıyordu. Bu durum üzerinde Cenabı Hakk şu ayeti
indirdi: “And olsun, sizden öne geçenleri de biz biliriz, geri
kalanları da biz biliriz" (Hicr,24), (K.S. 671 C.4 S.39 B. 1988
alıntısı, Nesâi, İmamet (2,118);Tirmizi, Tefsir, Hicr, (3122))

41
Sahabedeler hakkında saygısızca uydurulmuş bu nüzûl sebebi
rivayeti uydurmasının, Hicr Suresiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Hicr 23-24-25 ayetlerini mealen yazarsak iftira ettikleri
ortaya çıkar. Şöyle ki:

-Biziz, elbette biz ki, yaşatır ve öldürürüz: Gerçek vâris


olanda biziz. 15/23

-And olsun, sizden önce geçenleri de bildik, sonra gelenleri


de bildik. 15/24

-Gerçekten onları toplayacak olan, Rabbindir. O, hikmet


sahibidir, bilendir. 15/25

Allah bu ayetlerle, yaşatıp öldürdüğünü, gerçek olarak


mülkün kendisine ait olduğunu, ölüp gidenleri bildiği gibi
gelecek olanları; sonraya tehir edilmiş olanları bildiğini. Ölüp
gidenlerle gelecek olanları bir araya toplayacağını
bildirmiştir. Bu itibarla bu ayetlerin onların sapık nüzûl
sebebi uydurmalarıyla bir ilgisi yoktur.

43- Hz. Enes (r.a), “Rabbine and olsun ki hepsini


yaptıklarından sorumlu tutacağız" (Hicr 92-93) ayetiyle ilgili
olarak: “Onlar ‘ La ilahe İllâllah’ demekten sorumlu
olacaklar" demiştir." (K.S. 675 C.4 S. 43 B. 1998 alıntıları,
Tirmizi, Tefsir, Hicr, (3126); Buhari hadisi bab başlığı olarak
kaydetmişti.))

Bu ayetler, Kur’an’ın bir kısmını kabul edip, bir kısmını red


eden kimseler hakkında inmişlerdir, şöyle ki Hicr 89-90-91-
92-93-94 ayetlerinin meallerini yazarsak durum açıkça
anlaşılır. Şöyle ki

-De ki: Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım. 15/89

-Tıpkı o bölücülere indirdiğimiz (azâb) gibi, 15/90

-Onlar ki Kur’an’ı parça parça ettiler. 15/91

42
-Rabb’ın hakkı için biz onların hepsine mutlaka soracağız:
15/92

-Yaptıkları şeylerden. 15/93

-O halde sen emr olunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak


koşanlara aldırma. 15/94

Görüldüğü gibi ayetler müşrikler hakkında indirilmişken,


Müslümanlar hakkında indiği rivayet edilmiş olup, rivayet
asılsız bir iftiradır.

44-Ebu Sa’id el Hudri’den, Resûlullah’a atfen:


“(sağcılar) ........... ve kadri yükseltilmiş
döşeklerdedirler"(Vâkıa,24) mealindeki ayet hakkında,
Resûlullah’ın şunu söylediğini nakleder: ”bunların yüksekliği
sema ile arz arasındaki mesâfe kadardır. İkisi arasındaki
uzaklık ise beş yüz yıllık yürüme mesafesidir."(K.S. 809 C.4
S.287 B. 1988 alıntısı, Tirmizi, 2543)

Sema ile arz mesafesinin beş yüz yıllık yürüme mesafesi


olduğunu ve cennet döşeklerinin yüksekliğine denk olduğunu
rivayet etmelerinin hiçbir tutarlı tarafı yoktur, değil beş yüz
senelik yürüyüşle semayı kat etmek, kişi günde yüz km
yürüse 3500 yılda güneşe dahi varamaz. Cennet döşekleriyle
alay etmek için bu rivayeti uyduran bilse ki sema ne kadar
yüksektir. Cennet döşeklerinin beş yüz yıllık yol
yüksekliğinde olduğu iddiası da keyfi bir iddiadır.

45 - Hz. Âişe (r.a) diyor ki: “Resûlullah (a.s.v) ölmezden


önce bütün kadınlarla nikah kendisine helal kılındı."(K.S. 751
S.198 C.4 B 1998 alıntısı Tirmizi, Tefsir, Ahzab, (3214);
Nesai, nikah 2(6.56) 9.)

Bu rivayet, Ahzab sûresinin 52. Ayetine uymamaktadır. şöyle


ki mealen:

-Bundan sonra artık sana (başka) kadınlar(la evlenmek),


bunları başka eşlerle değiştirmek helal değildir. İsterse
43
güzellikleri çok hoşuna gitsin, (artık başka kadınlar
alamazsın); yalnız elinin altında bulunan (câriye)ler hariç,
Allah her şeyi gözetleyicidir. 33/52

Bu itibarla rivayetin aslı yoktur.

46- Esma bin tu Yezid (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.s.v)


buyurdular ki: “Allah’ın İsmi Azam ı şu iki ayettedir:

1- “İlahınız, tek olan İlahtır, O’ndan başka ilah yoktur. O


Rahman ve Rahimdir"(bakara 163)

2-Al-i İmran sûresinin baş kısmı: Elif lam mim. O Allah ki,
O’ndan başka ilah yoktur. O Hayy ve kay yumdûr"(Âl i
İmrân 1-3). (K.S. 1793 C.6 S. 556 b. 1989 alıntısı, Ebû
Dâvud, Salât 358 (1496) Tirmizi Da’avât 65, (3472))

Yaygın bir şekilde, bir çok kimse tarafından şu iddiada


bulunulmuştur. Allah’ın isimleri arasında bir tanesi vardır ki,
bu O’nun en büyük ismidir. Kim Allah’ın bu ismini
söyleyerek, Allah tan bir şey isterse muhakkak o dua kabul
olur, velev ki taşın altın olmasını istesin, veya ölüleri
kaldırmak istesin derhal yerine gelir. Ve bu ismin hangisi
olduğu hususunda bir çok rivayetler uydurulmuş ve
iddialarda bulunulmuştur. Bu iddiaların hepsi Allah’a bir
iftiradır. Zira Allah’ın bütün isimleri yüce ve güzeldir. Allah
duaları kabul ederken şahsın durumuna bakar, dua eden şahıs,
duasının kabul edilmesine layıksa Allah duasını kabul eder.
Yoksa iyi işler yapmayan veya kafir olan bir şahıs, Allah’ın
bütün isimlerini duasında tekrarlasa dahi, Allah onun duasını
kabul etmez. Bu konuda Kur’an’dan örnek verecek olursam,
mealen:

-O dur ki kullarından tövbeyi kabul eder, kötülüklerinden


geçer ve yaptıklarınızı bilir. 42/25

44
-İman eden ve iyi işler yapanların duâsını kabul eder, lütuf ve
kereminden onlara (istediklerinden) fazlasını verir. Kafirlere
gelince: onlara da çetin bir azab vardır. 42/26

-De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın.
Hangisiyle çağırırsanız, nihâyet en güzel isimler O’nun dur.
Salatında pek bağırma, pekte (sesini) gizleme, bu ikisinin
arasında bir yol tut. 17/110

- En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na onlarla (o güzel


isimlerle) dua edin ve Onun isimleri hakkında eğriliğe
sapanları bırakın; Onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.
7/180

Görüldüğü gibi, ismi âzam konusunda tahdis edilen rivayet


uydurma olup, Kur’an’a uymamaktadır. Sadece bu tür
rivayetlerle insanları asırlarca boş hayaller peşinde
sürüklemiş ve gerçeklerden kopmalarına sebep olmuşlardır.
Bu iddialarda bulunan kimseler, Allah’ın İsimleri hakkında
eğriliğe sapan kimselerdirler.

47- ..........Abdullah ibn Mesûd (r) şöyle demiştir: Peygamber


(S) Mekke de iken Ve’n -Necmi Sûresini okudu da bunun
sonunda secde yaptı. Onunla beraber olanlarda, bir ihtiyar
müstesna (mü’min ve müşrik) hep secdeye vardılar. O ihtiyar
kimsede bir avuç çakıl veya toprak alıp alnına götürdü ve: bu
kadarı bana yeter, dedi. İşte o kimse ki, ben onu bundan sonra
(Bedirde) kafir olarak öldürülmüş olarak gördüm.(Buhari,
Ebvâbu Sucûdil- Kur’an 1. Cilt 3 sayfa 1044 Ötüken 1987)

48- .........Ata, İbnû Kuseyt’a şöyle haber vermiştir: Kendisi


Zeyd ibn Sâbit e, Ve’n Necmi sûresinin sonunda ki Sucûddan
sormuş. Zeyd te Peygamberin huzûrunda Ven -Necmi
sûresini okuduğunu ve Peygamberin bu sûrede secde
etmediğini söylemiştir. (Buhari, Ebvâbu sucûdil -Kur’an
6.cilt 3.sayfa 1044 Ötüken 1987)

45
Yukarıdaki iki rivayet birbirine aykırı olup, birbirini iptal
etmektedirler.

Müşriklerin Ve’n Necmi sûresi, peygamber tarafından


okunurken, secde ettikleri konusunda uydurulmuş olan 47 no
lu örnekteki rivayetle, benzeri rivayetler etrafında Ğaranik
hadisesi adı altında daha bir çok sözler söylenmiş ve
uydurulan rivayetlerle ilgili olarak bir çok meşhur kimseler
bu konuda fikir beyan etmişlerdir. Günümüzde de bu husus
“Şeytan ayetleri" adı altında konu edilmiştir. Bu iddiaları
ortaya koyup cevaplandıracak olursak, şöyle ki:

Kur’an tutarsız manalara gelmeyen, apaçık Arapça bir dille,


hiçbir Batıni veya çelişik ifade ihtiva etmeyen, kelimelerinin
değiştirilmesi Allah’tan başkası için mümkün olmayan bir
korunmayla korunmuş olup, peygamberde ancak bu Vahyi
tebliğ ediyordu. Zira ona şöyle vahye dilmişti, Kur’an’dan
mealen:

- Rabının kitabından sana vahye dileni oku; O’nun sözlerini


değiştirecek kimse yoktur, O’ndan başka sığınılacak bir
kimsede bulamazsın. 18/27

Görüldüğü gibi, O na Rabbının kitabından sana vahye dileni


oku diye emredilmişti ve okunması istenende asla
değiştirilemezdi. Bizzat, peygamberin kendiside vahyi aynen
bildirme hususunda, Allah tarafından sağlamlaştırılmıştı. Zira
müşrikler gelen vahyin dışında çeşitli tuzaklar kuruyorlardı.
Onlara uymaması için Peygamber bu konuda sebatkar bir
kimse olarak sağlamlaştırılmış ve gelen vahye her ne suretle
olursa olsun kendi sözünü vahiy diye bildirmesi Allah
tarafından engellenmişti, şöyle ki: Kur’an’dan mealen;

-Az daha onlar, seni, sana vah yettiğimizden ayırarak, ondan


başkasını bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi. İşte o
zaman seni dost edinirlerdi. 17/73

46
-Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, azda olsa onlara
meyl edecektin. 17/74

-O takdirde de sana hayatında, ölümünde kat kat (azab)ını


tattırırdık. Sonra bize karşı bize bir yardımcıda bulamazdın.
17/75

Eğer peygamberin ağzından vahiy olmadığı halde, vahiy diye


tek bir söz çıkmış olsaydı, Allah onu düşman kabul edecekti.
Hayatında ve ölümünde kat kat azab tattıracak ve Allah’ın
azabından kurtulma hususunda hiçbir yardımcıda bulamazdı.
Allah böyle bir olayın vuku bulmadığını bu konuda
peygamberin yüksek bir şahsiyetle donatılarak
sağlamlaştırıldığını bildirmek suretiyle vahye şüpheyle
bakılmasını bertaraf etmiştir.

- Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, az da olsa


onlara meyl edecektin. 17/74

İfadesiyle belirtilen ayetin meali üzerinde düşündüğümüzde,


Allah tarafından sebatkar kılınmayla peygamberin birazcık
dahi de olsa vahyin dışına kaymadığı manası açıkça anlaşılır.

Tarih boyunca Kur’an’a ve peygambere bir çok saldırılar


yapılmıştır, bunlardan bir tanesi de Ğaranik olayı diye
adlandırılan iftiradır. Kur’an karşısında acze düşen kafirler,
Kur’an ile hiçbir alakası olmayan ve bizzat Kur’an’a muhalif
olan uydurma rivayetleri Kur’an gibi, hatta ondan üstün kabul
ederek, İslam’a saldırıda bulunmuşlardır. Böyle yapmalarına
delil olarak ta, kendilerine büyük İslam alimi denilen bir
takım meşhur kimselerin bu rivayetleri uydurmuş veya
onaylamış olmalarıdır. Gerçekte bu rivayetleri uyduran veya
onaylayan kimselerin, bu rivayetleri ele alıp İslam’a saldıran
kafirlerden hiçbir farkları yoktur. Taraflardan biri kendisine
Müslüman deyip, İslam’a iftira yoluyla saldırmakta. Diğer
taraf ise bu iftirayı ele alıp kendisine Müslüman demeden
İslam’a saldırmaktadır. Bu şeytani ittifakın bir örneği de

47
belirttiğim gibi Ğaranik olayı iftirasıdır. Şöyle iddia
etmektedirler;

Önce konuyla ilgili olarak, Necm Sûresinin bazı ayetleri şu


şekildedir, mealen:

-Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ yı? 53/19

-Ve üçüncüleri olan öteki Menât ı. 53/20

-Demek erkek size, dişi Allah’a mı? 53/21

-O halde bu insafsıca bir taksim! 53/22

-Bunlar (putlar)sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka


bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil
indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin alçak hevesine
uyuyorlar, halbuki kendilerine Rableri tarafından yol
gösterici gelmiştir. 53/23

Necm suresinden mealen yazdığım yukarıdaki ifadelerde


görüldüğü gibi, putperestlerin taptığı Lat, Menat ve Uzza
putları reddedilmekte ve bunları ilah olarak kabul edenlere
ağır tenkitler yöneltilmektedir. Putperestler Meleklere,
Allah’ın kızları diyorlardı. Haliyle haşa Allah’ın kızları
olmuş olsaydı onlarda ilah olacaklardı. Putperestler bu
mantıkla hareket ederek Lat, Menat ve Uzza putlarını
Allah’ın kızları dişi melekler telakki ederek onlara
tapmışlardır. Halbuki kendilerine bir kız çocuğu olsaydı
büyük üzüntüye kapılıp, halk içine çıkmaya utanır veya o kız
çocuğunu diri diri toprağa gömerlerdi. Erkek çocukları
olduğu zamanda büyük sevinç duyarlardı. Allah bu zihniyette
olan putperestlere, “Demek erkek size, dişi Allah’a mı? O
halde bu insafsızca bir taksim" demek suretiyle, kendileri için
istemediklerini Allah’a isnat eden zalim iftiracılar olduklarını
vurgulamıştır. Allah çocuk edinmekten münezzehtir. Durum
böyle iken, Rivayetler dininin mensubu bir kısım meşhur
kimseler iddia etmektedirler ki, Necm Sûresinin ayetleri

48
inerken peygamber (haşa), Allah tarafından vahye
dilmemesine rağmen, şeytanın İlkaysıyla Lat, Menat ve Uzza
putları için “Tilke’l garânikat-el ulâ ve inne şafaatehünne le
tercâ"yani “Bunlar, dolgun beyaz vücutlu güzel dilberler ve
rütbeleri yüksek ilahelerdir. Onların şefaati muhakkak
beklenmelidir."dediğini iddia etmişlerdir. Ğarânik kelimesi
Arapça da mana itibariyle, Kuğu kuşu, örülmüş saç topu
manalarına gelmekle beraber, bir manası da, bedeni beyaz,
dolgun vücutlû güzel dilberler manasına da gelir. Bura da
kastedilen mana budur. Zira putperestler ilahelerini dişi
melekler olarak telakki ediyorlardı. Şimdi bu iftirayı asıl
Necm sûresinin ayet mealleri arasına, parantez içinde
ayırarak koyarsak nasıl, mantıken uyum sağlaması imkansız
bir durumla karşılaştığımızı görürüz, Şöyle ki:

- Gördünüz mü o lât ve Uzzâ’yı. 53/19

- Ve üçüncüleri olan öteki Menât’ı 53/20

(Bunlar dolgun vücutlu güzel dilberler ve rütbeleri yüksek


ilahelerdir. Onların şefaati muhakkak beklenmelidir.)

- Demek erkek size, dişi Allah’a mı? 53/21

- O halde bu insafsızca bir taksim. 53/22

-Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka


bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil
indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin alçak hevesine
uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol
gösterici gelmiştir. 53/23

Övgü ve yerginin tamamen zıt manada ve bir arada


ifadelendirilmesinin ortaya koyduğu bu çok çelişik durum,
fazlaca izah gerektirmeyecek şekilde açıktır. Değil bir
peygamber sıradan bir kimse dahi bu tür ifadeleri bir arada
kullanırsa onun delililiğine hükmedilir. Peygamber deli
olmadığı gibi, haşa ki böyle bir söz söylemiş olsun.

49
Denilse ki, hal böyle olunca, bu iddia nereden ortaya çıktı.
Rivayetler dinine mensup çok sayıda meşhur kimseler bu
rivayetlerine mesnet olarak neyi iddia etmektedirler. Konu
şudur:

- (Ey Muhammed) Senden önce hiçbir resul, hiçbir nebi


göndermedik ki, o bir temennide bulunduğu zaman, şeytan
onun temennisine bir şey sokmuş olmasın, Fakat Allah,
şeytanın soktuğu şeyi iptal eder; sonra da ayetlerini
sağlamlaştırır. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hikmet
sâhibidir. 22/52

Yukarıda mealini yazmış olduğum, Hac sûresinin 22. Ayetini


ele alarak demektedirler ki: “Resûlullah, kafirlerin hidayete
ermelerini o kadar çok istiyordu ki, onların hoşuna gidecek
ve İslam’a yaklaşmalarını sağlayacak vahiylerin gelmesini
arzu ediyordu. Bu arzusu içerisinde ve Kureyşlilerin bir
toplantısında iken Necm sûresi nazil oldu ve kendisi onu
okumaya başladı. “Gördünüz mü o Lat ve Uzzâ’yı, Ve
üçüncüleri olan öteki Menât’ı" sözlerine gelince ağzından şu
kelimeler dökülü verdi. “Bunlar, dolgun beyaz vücutlu güzel
dilberler ve rütbeleri yüksek ilahelerdir. Onların şefaati
muhakkak beklenmelidir."Bundan sonra, Resûlullah sûrenin
diğer ayetlerini normal olarak okumaya devam etti ve sûrenin
sonunda secde etti. Onunla birlikte Müslümanlar ile
müşrikler beraber secde ettiler. Mekkeli kâfirler dediler ki,
artık bizimle Muhammed arasında her hangi bir fark
kalmamıştır. Bizde zaten aynı şeyi diyoruz. Kainatı yaratan
Allah’tır, fakat ilahelerimiz Allah katında bizim için şefaatte
bulunacaklardır. Bilahare akşam Cebrâil gelerek peygambere
putları övücü sözleri getirmediğini bildiriyor. Bu olay
peygamberi çok üzüyor ve tedirgin ediyor. Taki Hac
sûresinin 52. Ayeti indi. Bu ayette Resûlullah teselli edildi.
Kendisinden önceki Peygamber ve Resûllerin aynı hataya
düştüklerini. Arzlarına şeytanın müdahale ederek karıştığını,
fakat şeytanın bu karıştırdığını Allah’ın iptal ettiğini ve

50
sonrada ayetlerini sağlamlaştırdığını vahiyle bildirdi. Bunun
üzerine peygamber rahatlıyor."İşte iddiaları budur.

Bu uydurma rivayet, İbn Cerir’in tarihinde ve diğer birçok


müfessirlerin tefsirlerinde, İbn Sa’d’ın “Tabakât’ında,
Vahidi’nin “Esbâb-ün Nuzül"ünde, İbn İshâk’ın “Siyeri”inde,
Musa bin Ukbe’nin “Meğazi’sinde, İbn Ebi Hâtim, İbn
Munzir, Bezzâr, İbn Merdûye ve Taberâni’nin hadis
kitaplarında yer almıştır. Başka bir çok kitaplarda konu
olarak yer almış ve üzerinde konuşulmuştur.

Hâfız İbn Hacer (Meşhur mühaddis); Ebu Bekr Dessâs


(tanınmış Fakih unvanlı); Zemahşeri (Müfessir); ve İbn Cerir
gibi tarihçi müfessir ve Fıkıhçı iddialı meşhur kimseler bu
rivayetin doğru olduğunda ısrar etmişlerdir. Muhalif olanlar
da bunu tam manasıyla eleştirmemişlerdir. Muhaliflerin bir
grubu bunu reddediyor zira, bunun kaynakları veya senetleri
zayıftır demektedirler. Demek ki bu kimseler de, senetlerin
kuvvetli olması halinde bu rivayeti aynen kabul edeceklerdi.
Örneğin, İbn Kesir bu hususta şunları yazmıştır. “Bu hikâye
hangi senetlerle rivâyet olunmuşsa hepsi, mürsel ve münkat’ı
dırlar."Beyhâki de diyor ki: “Nakil itibariyle bu hikâye
ispatlanmış değildir”. İbn Huzeyme; Kadı İyâz gibi kimseler
de aynı fikirdedirler. Mesela: Kadı Iyâz’ın reddetmesine
sebep, Kütüb-i Sitte de yer almaması ve senedinin zayıf
olmasıdır. Halbuki, 47 örnekte görüldüğü gibi, Buhari
Ğaranik kelimesini rivayet etmemekle birlikte Ve’n-Necm
süresi okunurken müşriklerin secde ettiğinden bahisle dolaylı
olarak değinmiştir.

Bunların esas problemi, Tevhidi ve Kur’an’ı anlamamış


olmalarından kaynaklanmaktadır. Peygamber hakkındaki
kanaatleri de içinde bulundukları durum gibidir. Değil mi ki
diyorlar, Cebrail bilahare haber verince peygamber yaptığı
yanlışın farkına vardı. Bu anlayışları onların durumunu
göstermesi bakımından çok manidardır. Zira değil bir
peygamber, herhangi bir Müslüman dahi, Allah’a şirk

51
koşmanın manasını bilir ve anında farkına varır. Bunların
güya karşı olanları emin oldukları ravilerin söylenmesi
halinde, Allah’a şirk koşmakta bir an bile tereddüt etmeyecek
kimselerdir. Değil mi ki, bu kimseler kendilerine Allah’ın
(haşa) ayağını Cehenneme soktuğu rivayet edilince kabul
edip, buna iman ettiler. Bunlara sormak lazım ilahları
Allah’mı yoksa raviler mi. Red veya kabul gerekçelerine
bakılırsa ravileri ilah edinmişlerdir. Hem bunlara sormak
gerekir. Yalan yere rivayet metinleri uyduran kimselerin,
ravilerini de uydurmamaya verilmiş bir sözleri veya bir
garantileri mi var. Yalan yere her çeşit rivayet uyduran
kimselerin, ravileri de uydurduklarını bir çocuk dahi anlıya
bilirken. Bunlar o kadar dahi akıllarını kullanamayan ve
Kalpleri, Allah tarafından mühürlenmiş, kör ve sağır
kimselerdirler. Kendilerine Müslüman deyip, Ğaranik
rivayeti iftirası gibi bir çok rivayetler uydurup veya bunlara
taraf olup, İslam’a saldırmakta hiçbir mahzur görmezler.
Fakat, bazen aynı şeyi kendisine Müslüman demeyen bir
kimse ele alıp İslâm’a saldırırsa görünüşte güya çok kızarlar,
sanki kendilerinin yaptıkları farklıymış gibi.

Şimdi iddialarını bir başka açıdan ele alıp çürütmek


istediğimizde deriz ki: İsra sûresi 74. Ayette gördüğümüz
gibi, peygamber Allah’ın kendisini sebatkar kılması
sayesinde, azda olsa dahi vahyin dışına çıkmadığı, ağzından
vahiy diye vahiy olmayan tek bir kelime dahi çıkmadığı, daha
önce belirttiğim gibi açıktır. Şimdi şöyle bir mantık
yürütelim, peygamber Ğaranik rivayeti iftirasındaki bozuk
ifadeleri sarfetmiş olsaydı, İsra sûresi 74. Ayeti geçersiz
olacaktı, bu İslamiyet te öyle mühimdir ki, bir tek ayetin
geçersiz boş olması, Kur’an’ın tamamının, Allah sözü
olmayıp, kul sözü olduğu manasına gelirdi. İsra sûresi 74.
Ayetinin bu iddia edilen iftira olayından önce veya sonra
inmesi bir şey değiştirmez. Peygamber zamanın da iman eden
ve vefatından sonra yaşayan binlerce sahabe aklı başında
sağlam mantıklı kimselerdirler. Bu kadar büyük bir çelişkiyi
hemen görürlerdi. Ne bu gün ne de o gün tek bir Müslüman
52
bulmak mümkün olmazdı. Tam tersine bu gün olduğu gibi o
gün de Müslümanlar bulunduğuna göre böyle bir olay vuku
bulmamıştır. Böyle bir olayın vuku bulmadığına dair,
Kur’an’dan başka örnekler verecek olursak, şöyle ki; mealen:

- Batmakta olan yıldıza an dolsun ki. 53/1

- Arkadaşınız sapmadı, azmadı. 53/2

- O havadan konuşmaz. 53/3

- İlla ki O, kendisine (Allah tarafından) vahye dilen bir


vahiyden başka bir şey değildir. 53/4

- Ona, müthiş kuvvetleri olan biri (Cibril) öğretti. 53/5

- Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar


bize gizli kalmaz. O halde, ateşin içine atılan mı daha iyidir,
yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın!
Kuşkusuz O, yaptıklarınızı görmektedir. 41/40

-Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz


bunun sonucuna katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir
kitaptır. 41/41

- Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet


sahibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir. 41/42

Ğaranik hadisesi rivayetinin gerçek olmadığına dair bir başka


açıdan bakacak olursak: Evvelce belirttiğim gibi, bu uydurma
rivayeti, Hac sûresi 52. Ayetiyle ilişkilendirmektedirler. Bu
konuda büyük bir mana sapması içerisindedirler, Şöyle ki:

- (Ey Muhammed) Senden önce hiçbir resûl, hiçbir nebi


göndermedik ki O bir temennide bulunduğu zaman şeytan
onun temennisine bir şey sokmuş olmasın. Fakat Allah,
şeytanın soktuğu şeyi iptal eder; sonra da ayetlerini
sağlamlaştırır. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hikmet
sahibidir. 22/52

53
Yukarıda mealini yazmış olduğum, Hac sûresi 52. Ayetinde,
dikkat edilirse temenniden bahsedilmektedir. Temenni de
istek, dilek veya arzu demektir. Fiiller ise istek veya arzu
olmayıp hayata geçirilmiş olaylardır. Başka bir deyişle
olması istenen olaylar arzu halinde kaldıkça temenni olarak
adlandırılırlar. Eğer o temenni yerine gelirse, artık o temenni
olmayıp yapılmış bir iştir. Eğer peygamber onların iddia
ettiği gibi öyle bir şey söylemiş olsaydı ki bu mümkün
değildir, bu arzu olmayıp yapılmış bir iş olacaktı. Onun için
Hac sûresi 52. Ayette bahsedilen temenniyle böyle bir iftira
rivayeti ilişkilendirmek mümkün değildir. Zira rivayette bir
temenniden değil yapılmış bir işten bahsedilmektedir.

Denilse ki o zaman Hac sûresi 52. Ayette vurgulanan ve


Resûlullahtan önceki resûl ve nebilerin de yaşamış olduğu,
şeytanın temennilerine bozukluk karıştırma olayının manası
nedir? Ben derim ki Kur’an bütün misalleri açık bir şekilde
ihtiva eden bir kitab olduğundan, bu soruya cevap teşkil eden
örnekleri onda bulabiliriz. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Surat astı ve döndü. 80/1

- Yanına kör bir kimse geldi diye. 80/2

- Ne bilirsin belki o arınacak. 80/3

- Yâhut öğüt dinleyecek de öğüt, kendisine yarayacak. 80/4

- Kendisini öğütten müstağni gören kimse gelince. 80/5

- Sen ona yöneliyorsun. 80/6

- Onun arınmasından sana ne? 80/7

- Fakat koşarak sana gelen. 80/8

- (Allah’tan) korkarak gelmişken. 80/9

- Sen onunla ilgilenmiyorsun. 80/10

54
- Bir daha bundan sakın; zira Kur’an bir öğüttür. 80/11

- Dileyen onu düşünüp öğüt alır. 80/12

- (Ey Muhammed) Sen, keyfince istediğini doğru yola


iletemezsin. Fakat Allah, istediğini doğru yola iletir. O,
hidayete gelecek olanları daha iyi bilir. 28/56

Peygamberin, hidayete layık olmayan kimsenin hidayet


etmesinde; kişi hidayete ilgisiz olmasına rağmen ısrar etmesi
ve o kişinin hidayete ermesi halinde, bundan hoşlanmış
olacağı ile hidayete layık olanla; o kişinin hidayetle
ilgilenmesine rağmen, ilgilenmemesi. Şeytanın, Peygamberin
insanların hidayete erme temennisine attığı bir yanlış arzudur.
Allah bu arzuyu iptal ederek, doğruyu göstermiştir. Dikkat
edilirse peygamberin temennisi gerçekleşmemiş yani fiile
dönüşmemiştir. Allah’ın istediği gerçekleşmiştir.

Diğer bir örnek, Kur’an’dan mealen:

- İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel


bir misâl var; onlar, kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve
sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin(n
taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya
kadar sizinle bizim aramızda düşmanlık ve nefret
belirmiştir."Yalnız İbrâhim’in babasına: “Senin için mağfiret
dileyeceğim, fakat senin için Allah’tan (gelecek) hiçbir şey(i
önlemeğ)e gücüm yetmez" demesi hariç. (Bu söz size misâl
değildir. Zira kâfire mağfiret dilenmez. Yine onlar demişlerdi
ki): “Rabb’imiz, sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş(ümüz)
sanadır." 60/4

Örnekte görüldüğü gibi, İbrahim peygamberin güzel arzuları


arasına, şeytan putperest olan babasının affedilmesini talep
arzusu katmıştır. Allah, bu hususu örnek almamamızı
belirtmiştir. İbrahim peygamberin bu temennisi
gerçekleşmemiştir, iptal olmuştur.

55
Diğer bir örnek, Kur’an’dan mealen:

- Nûh seslendi: Rabb’im dedi, oğlum benim âilemdendir.


Senin sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin."
11/45

- (Allah): “Ey Nûh, dedi, o senin âilenden değildir. Çünkü


(onun ameli) iyi olmayan bir ameldir. Bilmediğin bir şeyi
benden isteme. Sana câhillerden olmamanı öğütlerim." 11/46

- (Nûh) dedi ki: “Rabb’im, bilmediğim bir şeyi senden


istemekten sana sığınırım, Eğer beni bağışlamaz, bana
acımazsan ziyâna uğrayanlardan olurum! 11/47

Burada da, Nûh peygamberin, Allah’ın gazabına uğramış


oğlunun Affını ve Tufandan kurtulmasını Allah’tan dilemesi.
Kendisinin ve yanındaki Müminlerin kurtulması sevinç ve
arzusu arasına, şeytanın attığı bir yanlış temennidir. Allah bu
temenniyi kabul etmemekle ve Nûh peygambere ihtar
etmekle, şeytanın attığını iptal ediyor. Ve Allah doğruyu
göstererek ayetlerini sağlamlaştırmıştır.

Diğer bir örnek, Kur’an’dan mealen:

- (Lût kavminin oturduğu Sedom) şehr(inin) halkı, (Lût’un


genç konuklarını duyup) keyif içinde (koşarak) geldiler.
15/67

- (Lût onlara): “Bunlar benim konuğumdur, dedi, beni


mahcup etmeyin!" 15/68

- “(ne olur), Allah’tan korkun, beni rezil etmeyin!" 15/69

- “Seni âlemlerden (başkalarının keyfine engel olmaktan)


men etmemiş miydik?"dediler. 15/70

- Dedi ki:”Eğer yapacaksanız, işte kızlarım." 15/71

56
- (Ey Resûlüm), senin ömrüne andolsun ki, onlar,
sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı. 15/72

- Güneşin doğma zamânına girerlerken korkunç ses onları


yakaladı. 15/73

- (Şehrin) üstünü altına getirdik ve üzerlerine de çamurdan


pişmiş taşlar yağdırdık. 15/75

Lût peygamberin konuklarını, cinsi sapık insanların elinden


kurtarma arzusu güzel bir temennidir. Fakat buna karşılık
kızlarını teklif etmesi, şeytanın onun güzel arzusuna kattığı
bir yanlış temennidir. Zira kızları da o cinsi sapık kimselere
layık değildiler. Allah o zalim kavmi helak etti ve Lût
peygamberin kızlarına da el süremediler. Zaten konuklara da
el sürmeleri mümkün değildi. Onlar, onları mahvetmeye
gelmiş olan, Allah’ın elçileriydiler. Böylece Lût peygamberin
yanlış temennisi iptal edildi ve Allah’ın kavme gazap emri
yerine getirilmekle de. Allah ayetlerini sağlamlaştırdı.

Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, Hac Sûresi 52. Ayeti,


onların Ğaranik olayı diye iddia ettikleri uydurma rivayetle
hiçbir ilgisi yoktur.

49- ........ Ma’kıl b. Yesar’dan (rivâyet olunduğuna göre)


Peygamber (s.a.) “ölülerinizin üzerine yâsin
okuyun."buyurmuştur.

Bu (lafız ravi) ibnü’l- Ala’nın lafzıdır. (Ebu Davud, cilt 11


R.3121 S.497 Şamil 1991; İbn Mâce, Cengiz, 4.)

Bu uydurma rivayete dayanarak, asırlarca insanlar ölülerinin


mezarları başında Kur’an okumuşlardır. Ve Kur’an
yaşayanlara hitap eden bir kitap değil de, ölülere okunan bir
kitap olarak telakki edilmiştir. Öyle ki yıllarca namaz kılan
bir kimse bile yaygın şekilde toplumsal olarak, her rekatta
okuduğu Fatiha Sûresinin dahi manasını merak etmez hale
düşmüştür. Fakat buna rağmen, ölüsünün başında Kur’an

57
okumak veya okutmak suretiyle, ölüsüne, içki içme, kumar
oynama, oruç tut, ahret hayatı gerçektir gibi ifadelerle,
ayetleri tebliğ etmiştir. Sanki ölüsü kumar oynayabilecektir
veya ölmemiştir de ahretten şüphesi olmasın gibi şuursuz bir
davranış içine girer. Kendisinin öğrenmesi gereken Kur’an
bilgilerini ölüsüne öğretmeye çalışır. hal bu ki, ölü kendisine
yaşayanlar tarafından yapılan hiçbir hitabı duymadığı gibi.
Okunan Kur’an nedeniyle de hiçbir sevap alamaz. Zira, İslam
da ameller şahsidirler. Hiç kimse başkası için amel
işleyemez. Örneğin: Kim Kur’an okuyorsa ve Kur’an’a göre
yaşayıp dinliyorsa, Allah tarafından kabul edilmesi halinde
sevabı o şahsa aittir. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 27/53

Evet, görüldüğü gibi insana ancak bir fiil kendi çalıştığı


vardır.

Ölülerin yaşayanları duyduğu iddiasına gelince. Böyle bir şey


İslam inancına göre mümkün değildir. Bu konuda,
Kur’an’dan mealen:

- Allah, eceli gelenlerin ruhlarını ölümleri anında, eceli henüz


gelmeyenlerin de uykularında alır. Haklarında ölüme
hükmettiklerini tutar, diğerlerini belli bir süreye kadar
salıverir. Bunda, düşünebilen kimseler için, muhakkak
ibretler vardır. 39/42

Ayet mealinde görüldüğü gibi, ölüm ve uyku aynı şeydir.


Şimdi şöyle düşünelim, her ne kadar ölmemiş olan bir kimse,
ölüm halini bilmiyorsa da. Uyku uyumuş bir kimse uyku
halini bilir. Uyuyan bir kimse için şu kesindir ki, uyanmadığı
müddetçe, baş ucunda bulunan kimselerin kendisine
yapacakları seslenmeleri duymaz. Duyması halinde uyanmış
demektir. İşte ölüler içinde aynı durum söz konusudur.
Dirilmedikleri müddetçe dünyada yaşayanlar tarafından
kendilerine yapılacak hiçbir seslenmeyi duymazlar. Dünya
hayatıyla yaşayanlarla, kendileri arasındaki irtibat veya başka
58
bir ifadeyle iletişim kesin olarak kesilmiştir. İslam Dinine
mal ederek, ölülerin dünyada yaşayanları duydukları
konusunda uydurulmuş her rivayet Kur’an’a uymayan boş bir
iddiadır.

50-........... Bana ibnu Vehb tahdis edip şöyle dedi: Bana


Yûnus ibn Yezid, ibn Şihâb’dan; o da Ubeydullah ibn
Abdillah’tan; o da ibn Abbâs’tan haber verdi. İbn Abbâs (R)
şöyle demiştir: Peygamber (son hastalığında) ağrısı
şiddetlenince: “Yazı yazacak şey getiriniz, size öyle bir kitap
yazayım ki, ondan sonra hiç dalâlette kalmayasınız" buyurdu.
Umer (R): Peygamberin hastalığı ağırlaştı. Bizim elimizde de
Allah’ın Katâbı vardır. O bize yeter, dedi. Bunun üzerine
oradaki sahâbiler ihtilafa düştüler. Sözleri birbirine karıştı.
Resûlullah (S): “Yanımdan savulun; benim yanımda
nizâlaşmak olmaz" buyurdu. İbn Abbâs, bu sözleri râvi
Ubeydullah ibn Abdillah’a nakl ettikten sonra odadan
çıkmaya davranıp: Âh ne büyük musibettir ki, Resûlullah ile
yazmak istediği kitap arasına perde oldu" diyerek dışarı çıktı.
(Buhari, Kitâbu’l-İlm 55 Cilt 1 S.267 Ötüken 1987)

Bu rivayet, Peygambere karşı uydurulmuş büyük bir iftira.


Ve insanların Kur’an’a olan güvenini sarsmak için
uydurulmuş, Kur’an’a yönelik düşmanca bir saldırıdır.

Kur’an ayetlerinin indiği dönemden bu tarafa, kafirler her


zaman Kur’an’dan başka bir kitap hasretiyle yaşamışlardır.
İşte peygamber son hastalığında, Kur’an’dan başka bir kitap
yazmak istedi rivayeti uydurması, bu arzularının tipik bir
örneğidir. Bu arzularına Kur’an’dan örnek verecek olursak;
mealen:

- Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman, bize


kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’an getir
veya bunu değiştir."dediler. De ki: “Onu kendi tarafımdan
değiştirmek imkânsızdır. Ben sâdece bana vahy olunana
uyarım. Şâyet ben Rabb’ime karşı gelirsem, büyük günün
azâbından korkarım." 10/15
59
Bu itibarla, peygamberin Kur’an yerine yeni bir kitap yazmak
istediği yolundaki rivayetin aslı yoktur. Zaten bu kadar hadis
adı altında rivayetler uydurmaları da bu arzuları nedeniyledir.
Zira bunlar hiçbir zaman Kur’an’a razı olmamışlardır.
Kur’an’a rakip bir kitap meydana getirmek, kalplerinde ki
köklü bir hasrettir. Uydurdukları rivayetler, Müslümanlar
faydalansın diye değildir. Eğer düşünülürse, rivayetler
Kur’an’ı nesh eder yani iptal eder demeleri çok manidardır.
Neyle, neyi yok ve iptal etmek istedikleri gayet açıktır.

Yine bu rivayette, Ömer’in diliyle, “Bizim yanımızda


Allah’ın Kitab’ı vardır. O bize yeter."ifadesi geçiyor ki,
Kur’an yönünden gerçeği de öyledir. Peygamberin son
hastalığında, Kur’an elde mevcut idiyse ve bunu kendi
ağızlarıyla rivayet ediyorlarsa, Peygamberin vefatından
sonra, Kur’an’ın ordan, burdan derlendiğini nasıl oluyor da
rivayet ediyorlar? (Bak, örnek 15) Bu da işlerine geldiği
zaman her çeşit ifadeyi aradaki çelişkilere bakmadan
kullanabildiklerinin açık bir göstergesidir.

51- Bize Abdullah ibn Mesleme, Mâlik’ten; o da Nâfi den; o


da Abdullah ibn Umer (R)’den Resûlullah (S)’ın, Kur’an
(metni) ile düşman arâzisine sefer edilmesini nefyettiğini
tahdis etmiştir. (Buhari, Kitâbul’l-Cihâd ve’s-Siyer Cilt 6
Sayfa 2792 H.195 Ötüken (1987) )

Bu rivayetle, güya Kur’an’a saygısızlık edilmesini önleme


gayesi güdüldüğü belirtilmek istenmişse de, işin aslı Kur’an
vahyinin tebliğ edilmesini önlemektir. Zira Kur’an vahyinin
yazılı olarak, kafirlere tebliğinde bir mahzur yoktur.
Süleyman peygamberin Sebâ melikesine gönderdiği mektup,
o sıra Sebâ halkı Müslüman olmamasına rağmen, Allah’ın
adıyla başlıyordu ve bu ifadeler Kur’an’da ayet olarak
mevcuttur. Şöyle ki, mealen:

- (Hüdhüd mektubu götürüp attıktan sonra Sebâ melikesi


Belkis) müşâvirlerine dedi ki. “Ey ileri gelenler, bana çok
önemli bir mektup bırakıldı." 27/29
60
- O, Süleyman’dan (geliyor) ve ‘Rahmân ve Rahim Allah’ın
adıyla (başlamakta)dır. 27/30

- “Bana karşı büyüklük taslamayın ve bana teslim olarak


gelin ‘ (diye yazıyor)”. 27/31

Bir tebliğ mektubu, Allah adıyla başlanarak gayri mislim lere


gönderile biliyorsa. Ayetleri yazıp tebliğ etmenin de bir
mahzuru yoktur. Zira, Allah en üstündür, adı da en üstün
zikirdir. Allah adı Kur’an’ın bir sözü olarak Kur’an’da yer
almaktadır ve Kur’an’da Allah’ın adından daha üstün bir
kelime yoktur. Allah adı yazılıp kafirlere gönderilebildiğine
göre Kur’an ayetleri de gönderilebilir. Bu itibarla uydurulan
rivayetin aslı yoktur.

52- ...........Ebû Hureyre, Nebi (s.a.)den naklen O’nun şöyle


buyurduğunu haber verdi: “Orada temiz olmayı arzu eden ve
seven kişiler vardır"(Tevbe (9), 108) âyeti, Kubâ’daki
Müslümanlar hakkında nâzil olmuştur”. Ebû Hureyre "su ile
taharetlenmelerinden dolayı bu âyet onlar hakkında nazil
oldu" dedi. (Ebû Dâvut, K.Tahâre 1, Bâb 23, Cilt 1 Sayfa 86
H.44, Şamil 1987; Tirmizi, Tefsirü’l-Kurân et-Tevbe 10; İbni
Mâce, tahare,28)

Bu rivayette de İslama ve İslam öğretisine bir saldırı ve


öğretide amaç saptırması gayesi güdülmüştür. Öyle ki ayette
islami temizlik kastedilmişken, bunu tuvalette temizlenmeyle
özdeşleştirmeye çalışmak, İslami değerlere karşı açık bir
saygısızlıktır. Tevbe sûresi 108. Ayette şöyle denmiştir,
mealen:

(Peygamberin, Dırar mescidin de namaz kalmasını önlemek


için, Allah, Tevbe 108. Ayeti indirerek)

- Orada aslâ namaza durma, Tâ ilk günden takvâ üzerine,


kurulan mescit, elbette içinde namaza durmana daha
uygundur. Onda temizlenmeyi seven erkekler vardır. Allah da
temizlenenleri sever. 9/108

61
Ayet mealinde görüldüğü gibi; ayette, “takvâ" konu
edilmekle her çeşit kötülükten temizlenmeyi seven
kimselerden bahsedilmiş olunmaktadır. Uydurma rivayette bu
sevgi, kasıtlı şekilde, tuvalette suyla temizlenme olarak
anlatılmıştır.

İSLAM’İ DEĞERLERE, PEYGAMBERLERE,


ŞAHISLARA, KAVİMLERE, V.S. ye HAKARET
İÇERİKLİ SALDIRI ve İFTİRALARINA AİT RİVAYET
ÖRNEKLERİ

53- Ebû Seleme’nin yaptığı diğer bir rivayette şöyle


gelmiştir: “Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin yanına girmiştim.
Yanımda Hz. Aişe’nin süt kardeşi vardı. Kendisine,
Resulullah (aleyhissalatu vesselam)’ın cenâbetten nasıl
yıkandığını sorduk. Bir sa’ miktarında bir kap getirtti ve
onunla yıkandı. Aişe ile aramızda bir perde vardı.
(Yıkanırken) üzerine üç kere su döktü ve dedi ki: “Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’ın zevceleri, saçları kulak memesi
civarında olması için saçlarının başlarını alırlardı." (K.S.
3760 C.10 S.542 Akçağ-1990, alıntıları; Buhari, Gusl 2,
Müslim Hayz 41,42, (319-320); Muvatta, Tahâret 68,
(1,44,45); Ebu Dâvud, Tahâret 97, (238); Nesâi, Tahâret 144,
(1,127))

İddia ettiklerine göre, bir tanesi ki kim olduğu belli değil, iki
kişi Aişe’ye giderek Peygamberin cünüplükten nasıl
yıkandığı konusunda soru sormuşlar. Güya, Aişe yıkanarak
onlara öğretide bulunmuş. Arada perde vardı demeleri ise lafı
dallandırmalarından başka bir şey değildir. Zira yıkanan
görünmeyecekse, yıkanmak suretiyle tarifte bulunmanın bir
manası yoktur. Görünmesi halinde yıkanarak tarifte
bulunması mümkün olur. Nitekim, başına üç kere su döktü
demeleri ve saçın kısalığından bahsetmeleri bunu ima etmek
içindir. Olay iddiaları sırf başa su dökülmesi olayı da
değildir, zira cenâbetten yıkanmada bütün vücudun
yıkanması söz konusu olduğundan asıl anlatmak istedikleri,

62
Aişe’nin bu yıkanmayı tatbiki olarak gösterdiğidir. Aişe’ki,
müminlerin annesidir. Ona yapılmış bir iftira bütün
müminleri derinden yaralar. Yıkanma merak ediliyorsa,
neden gidip kendisinden bayan sahabeler sormadı da, erkek
sahabeler gidip sorsun. Kaldı ki yıkanmayı bir çocuk bile
anlaya bilirken, Aişe yıkanmayı niçin tatbiki olarak
erkeklerin önünde göstersin ki? Kaldı ki, belli bir yaştan
sonra, İslam dinine göre çocuklar dahi öz anne babalarını
çıplak olarak göremezler. Bu konuda daha birçok şey
yazılabilir. Fakat konu üzücü olup uzatmak istemiyorum. Zira
hakaret kastıyla bu rivayeti uydurdukları çok açıktır.

İslam ahlakıyla ilgili olarak, Kur’an’dan örnek verecek


olursam, mealen:

- Ey müminler, ellerinizin altında bulunan (köleler, cariye)ler,


ve sizden henüz erginliğe ermemiş (çocuk)lar. Üç vakitte
(odalarınıza girebilmek için) izin istesinler: Sabah
namazından önce, öğleden sonra elbiselerinizi çıkar(ıp
yat)acağınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin
üstünüzü açabileceğiniz üç vakittir. Bunların dışında (köle,
cariye ve çocukların, izin almadan içeri girmelerinden dolayı)
ne size, ne de onlara bir günah yoktur. (Onlar sizin) yanınızda
dolaşırlar, birbirinizin yanına girip çıkarsınız. Allah ayetlerini
size böyle açıklar, Allah bilendir, hikmet sahibidir. 24/58

Görüldüğü gibi, bir müminin, üstünün açık olabileceği üç


vakitte, müminlerin odalarına, köleleri, cariyeleri ve buluğ
çağına ermemişlerse dahi, yeğenleri ve diğer mümin
çocukları izin almadan yanlarına giremezler. Kendi öz
çocukları da Ergenlik çağına (buluğa) ermeleri halinde,
onların da izin almaları gerekir. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Çocuklarınız ergenlik çağına erdikleri zaman, kendilerinden


öncekilerin izin istedikleri gibi (kendileri de) izin istesinler.
İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor, Allah bilendir,
hikmet sâhibidir. 24/59

63
Bu duruma göre ergenlik çağına ermiş bir çocuk kendi öz
anne ve babasını çıplak olarak göremez, dolayısıyla kendi öz
anne ve babasından tatbiki olarak yıkanmayı öğretmelerini
isteyemez. Bu itibarla, Aişe anamız hakkın da uydurulan
rivayetin, İslam dininde yeri yoktur. Ancak ona yapılmış bir
iftiradır. Bu tür iftiralar epey yapılmıştır, Şöyle ki:

54- Ebu’s-Semh (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’a hizmet ediyordum. Yıkanmak
isteyince:

“Bana enseni dön! derdi. Ben de ensemi dönerdim. Böylece


ona perde olurdum."(K.S. 3764 C.10 S.545 B.1990, alıntısı;
Nesâi, Tahâret 143, (1,126))

Bir kimse, şahısla bir cepheden perdelenirse, öbür üç cephesi


açıkta kalır. Üç cephesi kapalıysa biz buna oda diyoruz, ya
kapı takarız, yada en azından bir bez perde ile örteriz. Kaldı
ki, şahıs, şahsa bir cepheden dahi tam olarak perde olamaz,
cüsse farkından dolayı ve biraz kıpırdama ile dahi sütre açılır.
Hem peygamber yıkanırken hizmetçide olsa başkasının onun
yanında ne işi var? Onun için bu rivayet peygambere bir
iftiradır.

55-......... Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hâni’nin himâyesinde


bulunan Ebû Murre haber vermiştir. O da Ebû Tâlib’in kızı
Ümmü Hani’den işitmiştir ki, o şöyle diyordu: Ben fetih yılı
Resûlullah’ın yanına gittim ve O’nu yıkanır hâlde buldum.
Fatıma da O’nu perdeliyordu. “Bu kadın kimdir?"diye sordu.
Ben Ümmü Hâni’im dedim. (Buhari, Kitâbu’l-Gusl 31 s.387
cilt 1, Ötüken 1987)

Bu rivayette aynı şekilde bir iftiradır.

56- ........... Huzeyfe (R) şöyle demiştir: Ben kendimi bildim


ki, ben peygamber ile berâberce yürüyorduk. Derken
Peygamber bir kavmin bir duvar arkasındaki süprüntülüğüne
geldi ve herhangi birimizin dikilmesi gibi dikilip işedi. Ben

64
de ondan uzaklaştım. Kendisi bana işâret etti. Ben de yanına
vardım ve işemesini bitirinceye kadar topuğunun yanında
dikildim. (Buhari, Kitâbu’l-Vudu 88 s.352, c.1 Ötüken 1987)

İşerken arkadaşlar istemese de çağırıp seyrettirmek lazım


demek istiyorlar. Peygamber bu kabil bir ahlaktan uzaktır ve
bu rivayetin İslam dininde yeri yoktur.

57- Ebu Sa’id radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’ı işittim, şöyle demişti: “İki kişi (asıl
metinde iki adam) beraberce helaya gidip, avretleri açık kaza-
yı hacet ederken konuşmasınlar. Zirâ Allah Teâla Hazretleri,
bu hale gadap eder. (K.S. 3556 C.10 S.375 B.1990, alıntısı;
Ebu Dâvud, Tahâret 7, (15))

Uydurdukları bu rivayette, iki kişinin ki, bunlar herhangi iki


kişi olabilirler. Beraberce tuvalete gidip avretlerini
açabileceklerini, bunun bir mahzuru olmadığı, fakat
konuşmalarının büyük günah olduğunu rivayet etmeleri,
İslam ahlakına aykırıdır, ve bu rivayet asılsız bir iftiradır.
Daha önceki örneklerde belirttiğim gibi, Kur’an’a göre İslam
dininde, müminlerin öz çocukları bile, anne veya babalarının
odalarına onlar soyunukken giremezler. Anlaşılacağı üzere
izin istemek tesettür olayının sağlanması içindir. Anne veya
baba soyunuksa, odada tek başlarına iseler dahi, çocuklar
odaya girmeden önce örtünmeleri gerekir. Ondan sonra izin
verebilirler. Buna rağmen Kütüb-i Sitte’de İslami tesettüre
karşı rivayetler uydurulmuştur. Yukarıdaki örnekten başka
örnek verecek olursak, Şöyle ki:

58- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissâlatu vesselâm buyurdular ki:

.............. Kim helâya giderse (imkân nispetinde) tesettürde


bulunsun, (kuytu bir yer) bulamazsa, hiç olmazsa kum (taş
vs., den) bir tümsek yapıp ona arkasını dönsün, zira şeytan,
insan oğlunun makatlarıyla (oturak kısmıyla oynar. Kim bunu
yaparsa en güzelini yapmış olur, yapmayana bir beis (zararı)
65
yok. (K.S. 3558 C.10 S.376 B.1990, alıntısı Ebu Dâvud,
Tâharet 19, (35))

Görüldüğü gibi, gizlenmeden açıkta tuvalet ihtiyacını


görmenin bir mahzuru olmadığı tahdis ettiler.

59- ............. Sehl (R) şöyle demiştir: (Bâzı kereler) bir takım
erkekler, bellerindeki fûtaları çocuklar gibi boyunlarına
bağlamış olarak Peygamber’le birlikte namâz kılarlardı da.
(cemâate gelen) kadınlara: Erkekler doğrulup oturmadıkça
başlarınızı secdeden kaldırmayınız, denirdi. (Buhari,
Kitab’ul-Salât 14 S.458 C.1 Ötüken 1987)

Burada da erkek sahabelerin secdeye gittiklerinde avretlerinin


açıldığını, bayanların görmemesi ihtar edilmekle beraber,
erkeklerin, bir birinin gösterilmesi ayıp olan yerlerini
görmelerinin bir mahzuru olmadığını rivayet etmeleri. İslami
tesettüre aykırı asılsız bir iddiadır.

60- ... Amr b. Selime dedi ki, Biz halkın Peygamber (s.a.)’i
(ziyârete) gidip geldikleri (yol üzerinde bulunan) bir yerleşim
bölgesinde idik. (İnsanlar ziyâretten) dönerlerken bize
uğrarlar ve “Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu."diye
konuşurlardı. Ben zeki bir çocuktum. Bu sebeple Kur’an’ı
Kerimden pek çok (âyetler) ezberledim. Babam (bir defa)
kabilesinden bir heyet içerisinde Peygamber (s.a.)’e elçi
olarak gitmişti. (Resûlullah-s.a.-) onlara namazı öğretip:
“Kur’an’ı Kerimi)"“en çok bileniniz size imam olsun"
buyurdu. (içlerinde) ezberinde en çok Kur’an-ı Kerim
bulunan kimse olduğum için, Kur’an-ı Kerimi en çok
bilenleri ben idim. Beni öne geçirdiler, onlara üzerimde sarı
küçük bir hırkam olduğu halde imamlık yapıyordum.
Secdeye vardığım zaman hırka vücudumdan sıyrılıp
kısalıyordu. Kadınlardan biri “İmamınızın avret mahallini
bizden gizleyiniz" dedi ve bana Umman kumaşından bir
gömlek satın alıverdiler. Müslümanlıktan sonra onun kadar
hiçbir şeye sevinmiş değilim. Onlara yedi, yahut sekiz
yaşında iken imamlık yapıyordum. “Ebû Dâvud, K. Salât (2),
66
Bâb 60 Cilt 2 S.424 H.585 Şâmil-1988. Buhari, Ezan 54;
Tirmizi, salâ 60; Nesâi, imâme 3,5,11,43; Kıble 16; İbn
Mace, ezan 5; ikâme 46;)

Daha önce ki örnekte, namaz kılan cemaat erkeklerinin secde


ederken avret mahallerinin açıldığını rivayet etmişlerdi, bu
örnekte ise secdede avret yeri açılan çocuk imam icat
ediverdiler. Her halde bu rivayeti bu şekilde uydurmalarının
nedeni, yetişkin imamın avret yerinin açıldığı rivayetini kolay
yutturamayacaklarını düşünmeleri nedeniyledir.

61-........Bana Ukeyl, İbn Şihâb’dan; o da Urve’den; o da Âişe


(R)

‘den tahdis etti (ki o şöyle demiştir): Peygamberin zevceleri


geceleyin hâceti def’e çıktıklarında (Medine’nin kenârında
olan) Menâsı’a kadar giderlerdi. O (Menâsı denilen yer) açık
bir yerdir. Umer, Peygambere: Kadınlarını perde arkasına
koy (yâni evden çıkmalarını menet),der idi de, Resûlullah (S)
onun dediğini yapmıyordu. Nihâyet Peygamberin zevcesi
Sevde bin tu Zem’a gecelerden bir gece yatsı namâzı
vaktinde dışarıya çıktı. Sevde uzun boylu bir kadı idi. Umer,
hicap emrinin indirilmesine çok arzu duyduğu için, ona: Yâ
Sevde, bilmiş ol ki, biz seni muhakkak tanıdık, diye bağırdı.
Bundan sonra Allah “Hicap Âyeti’ni indirdi. (Buhari,
Kitâbu’l-Vudû 12, C.1 S.298 Ötüken 1987)

Bu rivayette de, yine Peygamberin zevcelerine ağır iftiralar


vardır. Ayrıca iddialarına göre Ömer ayıbı bilmekte ve
önemsemekte Peygamberden daha ileri bir seviyede idi. Ve
Peygamberin zevceleri gece Medine’nin kuytu bir yerine
değil, açık bir yer olan Menâsı’a defi hacet için giderlermiş.
Kadın olsun, erkek olsun hiç kimse, eğer defi hacet ihtiyacı
varsa, gündüzden geceye, geceden gündüzü bekleyemez.
Hatta sıkışan bir insan için birkaç dakika beklemek dahi bir
sorun olabilir. Hal böyle olunca, gündüz defi hacet ihtiyacını
giderecek gizli yeri olan kimse, gece oldu diye neden şehrin
ta açık yerlerine kadar gidip defi hacetini görsün. İnsan
67
gecenin herhangi bir saatinde sıkışa bilir. Yatağından kalkıp
defi hacet için şehirde seyahat etmenin ne manası vardır.
Hele her çeşit zarar verebilecek, fırsat kollayan kafir ve
münafıkların olduğu bir ortamda. Onun için ne böyle bir
davranışın pratiği vardır, nede böyle bir olay vuku bulmuştur.
Ancak hakaret kastıyla uydurulmuş bir rivayettir.

Peygamber zevcelerinin gizlenme derecelerine bir örnek


verecek olursam, Kur’an’dan mealen:

- Ey peygamberin kadınları! Siz başka kadınlardan herhangi


bir kadın gibi değilsiniz. Eğer (Allah’ın azabından)
sakınıyorsanız, ince, yumuşak konuşmayın ki kalbinde
hastalık olan biri, kötü ümide kapılmasın, sözü ciddi ve güzel
söyleyin. 33/32

Görüldüğü gibi, değil Peygamber zevceleri kendilerini teşhir


etsin, nasıl konuşmaları gerektiği dahi Kur’an vahyiyle
bildirilmiştir.

Bu konuyla ilgili olarak Kur’an’dan bir örnek daha verecek


olursam, mealen:

- Ey iman edenler! Hazırlanmasını beklemeyeceğiniz bir


yemeğe çağrılmanız hariç, izin verilmeden Peygamberin
evlerine girmeyin, Fakat çağrıldığınız zaman girin, Yemek
yediğiniz zaman, hemen dağılın, sohbete dalmayın, Çünkü bu
durum, Peygamberi üzüyor. O (sizi evden çıkarmaktan)
utanıyor. Halbuki Allah, hak olan bir şeyden utanmaz,
Peygamberin hanımlarından bir eşya istediğiniz zaman bir
perdenin arkasından isteyin. Bu durum, sizin kalpleriniz ve
onların kalpleri için daha temizdir. Resûlullah’a eziyet
etmeniz, ondan sonra onun hanımlarıyla evlenmeniz asla caiz
değildir. Şüphesiz bu durum, Allah katında büyük bir
günahtır. 33/53

Bu duruma göre, Sahabelerin bir eşyayı dahi, Peygamberin


hanımlarından yüz yüze isteyemeyeceği düşünülürse,

68
yapılmış olan rivayetin ve benzeri rivayetlerin asılsız bir iftira
olduğu anlaşılır.

62- Bize Müsedded Yahyâ ibn Said’den: o da Humeyd’den; o


da Enes’ten tahdis etti: Enes ibn Mâlik (R) şöyle demiştir:
Umer (R):

- üç şey hakkındaki dileğim Allah’ın vahyine uygun geldi,


yâhut Rabb’im bana muvafakat etti. Ben: Yâ Resûlullah!
Makaamu İbrahim’den bir namâz yeri edinseniz! dedim. (Bu
lafızla âyet indi.) yine ben: Yâ Resûlullah! Yanınıza iyi ve
kütü kimseler giriyor. Müminlerin anaları olan kadınlarınızın
örtünmelerini emretseniz! dedim. Bunun üzerine Allah Hicap
(el-Ahzâb: 59) âyetini indirdi. (Buhari, Kitâbu’t-Tefsir C.9
H.10 S.4182, Ötüken 1987)

Bu rivayette de, yine bir iftira mevcuttur. İnsanın aklına şöyle


bir soru geliyor. Allah’ın öğretmesiyle, Peygamber mi
insanlara iyi ahlakı öğretip örnek oluyordu, yoksa insanlar mı
peygambere iyi ahlakı öğretiyorlardı. Rivayetler dininin
mensuplarına göre insanlar peygambere öğretiyorlardı.
Halbuki ahlak konusunda Kur’an’da onun için şöyle
denmiştir:

- Nûn. Kaleme ve yazdıklarına andolsun! 68/1

- Sen, Rabb’inin nimetiyle cinlenmiş değilsin. 68/2

- Senin için kesintisiz bir mükâfat vardır. 68/3

- Ve sen, büyük bir ahlâk üzerindesin. 68/4

- Andolsun Allah’ın Elçisinde sizin için, sizden Allah’ı ve


ahreti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için (uyulacak)
en güzel bir örnek vardır. 33/21

Yaptıkları iftiralarda diğer bir hususta, özellikle erkeklerin,


Peygamber eşlerinden, cenabetten yıkanma, hayız v.s. gibi
konularda gidip soru sorduklarını iddia etmeleridir. Bu gibi
69
konuları gidip soracak bayan sahabe yok muydu? Erkek
sahabeler gidip Peygamberden veya bu konuda bilgisi olan
diğer erkek sahabelerden soramaz mıydılar? Eğer bu gibi
hususlar düşünülse asıl maksatlarının bir şeyi sormak değil,
Peygamber eşlerine iftira etmek olduğu kolayca anlaşılır.
Şimdi bu tür rivayetlerinden başka örnekler verecek olursam:

63- ........... Bize Mâlik, Hişâm’dan; o da babası Urve’den; o


da Peygamber’in zevcesi Âişe’den haber verdi (şöyle
demiştir): Peygamber (S) cünüplükten yıkandığı zamân
ellerini yıkamaktan başlardı. Sonra namâz için ab dest alır
gibi ab dest alırdı. Sonra parmaklarını suya daldırır ve onlarla
saçlarının diplerini hilâl lardı. Sonra iki eliyle başı üzerine üç
avuç su dökerdi. Ondan sonra suyu bütün bedeni üzerinden
akıtırdı. (Buhari, Kitâbu’l-Gusl C.1 H.1 S.370, Ötüken 1987)

64-.............. İbn Abbâs’tan; o da Peygamber’in zevcesi


Meymûne’den tahdis etti. Meymûne (R) şöyle demiştir:
Resûlullah (S) yalnız ayaklarını yıkamayarak namâz için ab
dest alışı gibi ab dest aldı. Bacak aralarını ve oralarına isâbet
eden yıkanacak şeyleri de yıkadı. Sonra kendi üzerine su
döktü. Sonra ayaklarını yerinden ayırıp yıkadı. Onun
cünüplükten dolayı yıkanması işte budur. (Buhari, Kitâbu’l-
Gusl C.1 H.2 S.370, Ötüken 1987)

65-............ Bana Eflâh, el-Kaasım’dan; o da Âişe’den haber


verdi. Âise (R): Peygamber (S) ile ben bir kaptan yıkanırdık,
ellerimiz, o kabın içinde gidip gelirdi, demiştir. (Buhari,
Kitâbu’l-Gusl C.1 H.14 S.377, Ötüken 1997)

66-............ Bize Şu’be, Hammâd’dan; o da babası Urve ibn


Zubeyr’den; o da Âişe’den tahdis etti. Âise (R): Resûlullah
(S) cünüplükten dolayı yıkandığı zamân ellerini yıkar idi,
demiştir. (Buhari, Kitâbu’l-Gusl C.1 H.15 S.377, Ötüken
1997)

Böylece yıkanan bir kimsenin ellerini de yıkadığını öğrenmiş


olduk, bu bilgi kaybolsaydı halimiz nasıl olacaktı. Elleri olup
70
ta, elini yıkamadan vücudunu yıkayan tek bir insan varmıdır
veya üç avuç suyla yıkanmak nasıl mümkün olur? Maksatları
iftira etmek değilmi, dillerine ne gelirse düşünmeden
söylerler.

67-.............İbn Abbâs şöyle demiştir: Meymûne (R) şöyle


dedi: Ben Resûlullah için yıkanacağı suyu koydum. Kendisi
elleri üzerine su boşalttı ve onları ikişer defa veyâ üçer defa
yıkadı. Sonra sağ eliyle sol eli içine su boşalttı da bu su ile
hayâlarını yıkadı. Sonra elini toprakla sürttü. Sonra ağzını
çalkaladı ve burnuna su çekti. Sonra yüzünü ve ellerini
yıkadı, başını da üç defa yıkadı. Sonra bedeni üzerine su
döktü. Sonra yerden ayrıldı da ayaklarını yıkadı. (Buhari,
Kitâb’l-Gusl C.1 H.18 S.378, Ötüken 1997)

68-.............Bize A’meş, Sâlim ibn Ebi’l-Ca’d’den; o da İbn


Abbâs’tan; o da Meymûne’den tahdis etti ki (o şöyle
demiştir): Peygamber (S) cünüplükten dolayı yıkandı. Şöyle
ki: Eliyle hayalarını yıkadı. Sonra elini duvara sürttü. Sonra
elini yıkadı. Sora namaz abesti gibi abdest aldı. Nihayet
yıkanmasını bitirince ayaklarını yıkadı. (Buhâri, Kitâbu’l-
Gusl C.1 H.13 S.376, Ötüken 1997)

Burada da yıkanırken elleri duvara sürtüp duvarı kirletmeyi


rivayet ediyorlar.

69-..............Bize İbrahim, o da Esved’den; o da Âişe’den (R)


tahdis etti ki (o şöyle demiştir): Ben, Peygamber ile birlikte
her ikimizde cünüp iken bir kâbdan yıkanırdık. (Hayız
olduğumda) O bana emrederdi, bende fûtamı bağlardım. Ben
hayızlı iken Peygamber tenini tenime dokundururdu. Kazâ O
(mescide) itikafta iken, ben de hayızlı olduğum hâlde başını
(itikâf yerinden dışarıya) çıkarırdı da, ben de yıkar idim.
(Buhari, Kitâbu’l-Hayz C.1 H.14 S.400 Ötüken 1997)

Bu rivayette de, Âişe’nin erkeklere sevişmeyi anlattığı


iftirasında bulunuyorlar, aynı iftirayı (aynı kaynak s.401 deki
rivayetle) Meymûne hakkında uyduruyorlar. Aslında bu tür
71
rivayetleri yazmak ağırıma gidiyor; yüzlerce senedir yazılıp
insanlara anlatılan bu yalanları eleştirmek için, istemezsem
de yazmak zorunda kaldım. Kitabın başında belirttiğim gibi,
uydurmuş oldukları dört bin civarındaki rivayetlerini tekrarlar
yapmak suretiyle 35647 rivayete çevirerek ciltler dolusu
külliyat haline getirmişler. Bundan dolayı konuları anlatırken
fazla detaylara girdiğim de zannedilmesin, konunun özünü
bozmadan fazla detaylara girmekten kaçındım, yoksa merak
edipte ortaya koydukları külliyata bakan bir kimse eleştiri
konusu olabilecek daha başka birçok rivayet bulabilir,
verdiğim tipik rivayetlerin az bir kısmı biraz benzer olmakla
beraber tıpatıp aynı olmayıp içeriğinde konuyu ilgilendiren
farklılıklar vardır. Onlar ciltler doldurdular, ben ise ciltlerle
ortaya koyduklarını bir kitap halinde tam olarak ortaya koyup
eleştirmeyi hedefledim, başardığıma da inanıyorum.

70- ............. El-Kaasım şöyle diyor:Ben Âişe’den işittim,


şöyle diyordu: Biz ancak Hac etmeği düşünerek yola çıktık.
Şerif mevkiine geldiğimiz zamân ben hayz oldum...........
(Buhari, Kitâbu’l-Hayz C.1 H.1 S.397, Ötüken)

71-.............Bana Hişâm, Urve’den haber verdi ki,


Urvetu’bnu’z-Zubeyr’e: Hayızlı kadının bana hizmet etmesi
yâhut kadının cünüp iken yanıma gelmesi câiz midir? diye
sorulmuş. Urve de: Bana göre bunun hepsi câiz, öyle olan da,
böyle olanda bana hizmet eder. Bundan dolayı hiçbir taraf
için beis yoktur. Bana Âişe haber verdi ki, kendisi hayızlı ve
hücresinde ikamet ederken, Resûlullah da mescide itikâf
ettiği zamân, Resûlullah başını uzatır, o da Resûlullah ın
başını tarardı. (Buhari, Kitabu’l-Hayz C.1 H.3 S.398, Ötüken
1997)

Kendi kendilerini yalanlamak üzere birde şöyle bir rivayet


uydurdular.

72-............Zerrate şöyle demiş: Âise (r.anhâ)’dan, şöyle


demiştir:

72
“Ben hayızlı olduğum zaman (Resûlullah’ın) yatağından bir
hasır üzerine iner ve temizleninceye kadar Resûlullah (s.a)’a
yaklaşmazdım."(Ebû Dâvûd, K.Tahâre (1), Bâb 106 Cilt 1
H.271 s.479, Şamil 1987)

Böylece bu konuda da kendi kendilerini tekzip etmiş oldular.


Zaten rivayet uydurmalarında en sık başvurdukları metotları
zıt ve ihtilaflı rivayetler uydurmaktır, bunu da bir konuda
sıkıştıklarında veya işlerine geldiğinde kullanmak üzere veya
ortalığı karıştırmak için planlı tasarlamışlardır. Sık sık bu tür
zıt rivayetlerine örnekler vermeğe çalışacağım. Şimdi iftira
rivayetlerini sıralamaya devam edecek olursam:

73- ...........Enes Bin mâlikten rivayet: Uhud harbinde, Yemin


olsun ki, Âişe binti Ebi Bekir, ile Ümmü Süleym’i paçalarını
sıvamış halde gördüm, Baldırlarının bileziklerini
görüyordum. Su tulumlarını sırlarında taşıyor gâzilerin
ağızlarına boşaltıyorlardı. (Müslim, cilt 8 139/655 ter. Ahmed
Davudoğlu, Sönmez neşriyat a.ş

Burada da savaş heyecanıyla kamufle ederek, Âişe’nin ve


Ümmü Süleym’in baldırlarını gösterdiği iftirası rivayet
edilmiştir.

74- Müslim’in bir diğer rivayetinde: "Hz. Âise radıyallahu


anhaya bir zat misafir oldu. Adam sabahleyin elbisesini
yıkamaya başladı. Hz. Âise ona:

"Sana (meni) bulaşan yeri (gördüysen) orasını yıkaman kâfi


idi. Göremediğin takdirde etrafını yıkardın. Ben, Resulûllah
aleyhissalâtu vesselâm ın elbisesinden (meni bulaşığını)
ovalamak suretiyle çıkardığımı biliyorum. O, (Birde
yıkamaksızın) onun içinde namaz kılardı”.......... (K.S 3517 C.
10 S. 345 Akçağ 1990 alıntısı Müslim, Tahâret 105, 109
(288,290))

Güya Âişe’ye bir adam misafir olmuş da, Âise adama


menisini nasıl yıkayacağını izah etmiş. Biz Âişe’yi böyle bir

73
iftiradan tenzih ederiz. Özellikle cinsel konularda, Âise
hakkında rivayetler uydurmuşlardır. Bu da, Âişe’nin şahsında
Peygambere ve Ebu Bekr’e olan kinlerini göstermektedir.

75-.........Biz Amr İbn Meymûn, Süleyman İbn Yesâr’dan


tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben Âişe’ye elbiseye isâbet eden
meniden sordum. Âişe: Ben onu Resûlullah’ın elbisesinden
yıkardım da, yıkama izi yer yer ıslaklıklar elbisesinde
göründüğü halde çıkardı, dedi (Buhari, c. 1 Kitabu’l-Vudu 93
s. 354 Ötüken 1997)

Bu da önce ki benzerleri gibi iftira içeren bir rivayettir.


Erkekler menilerini nasıl yıkayacaklarını Âişe’den başka
soracak kimse bulamadılar mı, kaldı ki ahmaklar bile meninin
nasıl yıkanacağını bilirler.

76-.........Ben Urve ibnu’z-Zubeyr’den işittin, Peygamber (S)


Âişe’ye (R)’ye:

-”Ebû Bekr’e emret de insanlara namâzı kıldırsın" buyurmuş.

- Ebû Bekr pek yufka yürekli bir adamdır. Ne zamân Senin


makamına dikilirse kalbi incelir, demiş.

Peygamber evvelki emrini tekrar buyurmuş, Âise de “Ebu


Bekr hüzünlü bir adamdır" sözünü tekrarlamış.

Şu’be ibnü’l Haccâc yukarıdaki senedle dedi ki: Peygamber


üçüncü yahut dördüncü defasında:

- Şüphesiz sizler, Yusuf Peygamber’in karşılaştığı


kadınlarsınız. Ebû Bekr’e emredin de namâzı
kıldırsın."buyurdu. (Buhari, Kitabu’l Enbiyâ 59 C.7 S.3148-
3185, Ötüken-1987)

Burada da, Âişe’ye ne tür bir iftirada bulunduklarını


belirtmek için, Yusuf Peygamberin karşılaştığı kadına,
Kur’an’dan örnek vereceğim, mealen:

74
-Yusuf’un evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murâd almak
istedi ve kapıları kilitleyip: “Haydi gelsene!"dedi. (Yusuf):
“Allah’a sığınırım dedi, efendim bana güzel baktı (ben nasıl
onun İyiliği’ne karşı hıyanet ederim), zalimler iflah
olmazlar!: 12/23

- And olsun, kadın onu arzû etmişti, eğer Rabb’inin doğruyu


gösteren delilini görmeseydi Yusuf da onu arzû etmişti.
Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü
o, ıhlâsa erdirilmiştir (seçkin) kullarımızdandır. 12/24

Görüldüğü gibi, Yusuf Peygamberin karşılaştığı kadın evli


olmasına rağmen, Yusuf peygambere zina teklifinde
bulunmuştur. Peygamber nasıl olur da Âişe’yi böyle
kadınlara benzetir, bu ağır bir ithamdır.

77- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Ebu’l-Ku’ays’ın


kardeşi Eflah, örtünmeyi emreden ayet indikten sonra yanıma
girmek için izin istedi. Ben:

“Allah’a yemin olsun, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmdan


izin istemedikçe ben ona girme izni vermeyeceğim! Çünkü
o’nun kardeşi Ebu’l-Ku’ays beni emziren kimse değildir.
Beni Ebu’l-Ku’ays’ın hanımı emzirdi! dedim. Derken yanıma
Aleyhissalâtu vesselâm girdiler.

"Ey Allah’ın Resûlü dedim, Ebu’l-Ku’ays’ın kardeşi Eflah


yanıma girmek için izin istedi. Ben sizden sormadıkça izin
vermekten imtina ettim! dedim. Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm: “amcana izin vermekten seni alıkoyan sebep
ne?"buyurdular. Ben:

"Ey Allah’ın Resûlü! dedim. Beni emziren erkek değil. Beni


onun hanımı emzirdi" dedim. Resûlullah yine:

“Sen onun girmesine izin ver. Zira o senin amcandır, Allah


iyiliğini versin" buyurdular. (K:S 5670 C.16 s.28 alıntısı,
Buhari, Humus 4, Şehadet 7, Nikah 20; Müslim, Radâ’2.

75
(1444); Muvatta, Radâ 2, (2.601,602); Tirmizi, Radâ’1,
(1147); Ebu Dâvud, Nikah 7, (2055); Nesâi, Nikâh 49,(6,99))

78-..........Bize Şu’be, el-Eş’as’tan; oda babası Ebû’s-Sa’sâ


Selim İbnu’l-Esved’den; o da Mesrûk’tan; o da Âise’(R)’den
tahdis etti ki, Âişe’nin yanında bir adam varken Peygamber
(S) içeri girdi. Peygamber bunu hoş görmediğini belli eder
gibi yüzünün rengi değişti. Bunun üzerine Âise:

- Bu benim (süt) kardeşimdir! dedi.

Peygamber de:

-”Süt kardeşlerinizin kim olduğuna iyi dikkat ediniz. Çünkü


süt, ancak açlıktandır buyurdu. (Buhari, Kitâbu’n-Nikâh, 40
S.519 C.11 Ötüken 1988)

İddia ettiklerine göre süt amca, süt kardeş gibi kimselerin,


serbestçe bayanların yanına girebileceğini rivayet ettiler.
Bunun böyle olmadığını Kur’an’dan örnekler vererek
gösterecek olursam, mealen:

- Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan)


korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen
kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir
etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar)
örtsünler. Kocaları, babaları, kendi oğulları, kocalarının
oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız
kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar),
ellerinin altında bulunan cariyeleri, erkeklerden, kadına
ihtiyacı kalmamış (cinsi güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut
henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklardan
başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için
ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden
Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. 24/31

Görüldüğü gibi ziynet eşyalarının gösterilebileceği kimseler


arasında, süt kardeş veya süt amca bildiril memeştir. 24 Nur

76
31 de belirtilen kardeş lafzı öz kardeşler hakkındadır. Zira,
Kur’an’da süt kardeşlerden bahsedilirken “süt kardeş" olarak
ayrı bir şekilde belirtilmişlerdir. Bunlar nikah yönünden
yasaklanmışlardır, fakat nikahlarının haram oluşu, onlara öz
kardeş hususiyeti vermemektedir. Yani mümin bayanlar için
gizlenme konusunda diğer süt kardeş olmayanlardan bir
farkları yoktur. Buna benzer olarak dikkat edilirse,
Peygamberin zevceleri, Kur’an’da müminlerin anneleri
olarak belirtilmişlerdir. Peygamberden sonra müminlerin
onları nikahlamaları ebediyen haramdır. Buna rağmen
müminler onlardan yüz yüze eşya dahi isteyemezler, ancak
bir perde arkasından olursa, yani aralarında bir perde varsa
isteye bilirler. Demek ki bazı akrabalıklar vardır ki
gizlenmeyi ortadan kaldırmaz. Müminlere anne olmak
gizlenmeyi ortadan kaldırmıyorsa, nasıl olurda süt kardeş
olmak, hele kavramı dahi İslamiyet te olmayan, süt amca diye
uydurdukları akrabalık, gizlenmeyi ortadan kaldırsın. Şimdi
bu hususlara ait Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı: Analarınız,


kızlarınız, kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş
kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt
kardeşleriniz, karılarınızın anaları, birleştiğiniz karılarınızdan
olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, -eğer onlarla henüz
birleşmemişseniz (kızlarını almaktan ötürü) üzerinize bir
günah yoktur- kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları
ve iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar
hâriç. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan çok merhamet edendir.
4/23

Dikkat edilirse süt kardeşler, ismen süt kardeş olarak


belirtilmiştir. Öz kardeşler sadece kardeşleriniz olarak
isimlendirilmiştir. 24 Nur 31 de süt kardeşlere ruhsat
verilmemiş, 4 Nisa 23 te ise nikahlanmaları yasaklanmıştır.

- Müminlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri


gerekir; onun eşleri onların anneleridir; akraba olanlar, miras

77
hususunda, Allah’ın Kitabında birbirlerine müminler ve
muhâcirlerden daha yakındırlar. Dostlarınıza yapacağınız
uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bu Kitab’ta yazılı
bulunmaktadır. 33/6

Görüldüğü gibi, Peygamberin eşleri müminlerin anneleridir.


Fakat, müminlere anne olma vasıfları gizlenmelerini ortadan
kaldırmaz, Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Hazırlanmasını beklemeyeceğiniz bir


yemeğe çağrılmanız hariç, size izin verilmeden Peygamberin
evlerine girmeyin, Fakat çağrıldığınız zaman girin, Yemek
yediğiniz zaman, hemen dağılın, sohbete dalmayın, çünkü bu
durum, Peygamberi üzüyor. O, (sizi evden çıkarmaktan)
utanıyor. Halbuki Allah, hak olan bir şeyden utanmaz,
Peygamberin hanımlarından bir eşya istediğiniz zaman bir
perdenin arkasından isteyin. Bu durum, sizin kalpleriniz ve
onların kalpleri için daha temizdir. Resûlullah’a eziyet
etmeniz, ondan sonra onun hanımlarıyla evlenmeniz ebediyen
caiz değildir. Şüphesiz bu durum, Allah katında büyük bir
günahtır. 33/53

Bu itibarla, süt amca ve süt kardeş konusunda rivayet edilen


hadisler, uydurma olup aslı yoktur.

Süt çocukluğu konusunda iddiaları da, Kur’an’da


belirtilenden çok değişiktir. Kûr’an’da çocuk en fazla iki yıl
emzirilir, yani iki yaşından sonra öz annesi dahi onu
emziremez. Fakat onlar adamlarında emzirilebileceğini
rivayet ettiler.

Emzirme ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Anneler, çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse


için- tam iki yıl emzirirler. Onların uygun biçimde yiyeceğini
ve giyeceğini sağlamak, çocuğun babasına aittir. Herkes
ancak gücü ölçüsünde bir şeyle mükellef tutulur. Ne anne
çocuğu yüzünden, ne de çocuğun ait bulunduğu baba, çocuğu

78
yüzünden zarara sokulmasın. Mirasçının da aynı şeyi
yapması gerekir. Eğer (ana, baba) anlaşıp danışarak (çocuğu
memeden) kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur.
Çocuklarınızı (süt annesi tutup) emzirmek isterseniz,
vereceğinizi güzelce verdikten sonra yine üzerinize bir günah
yoktur (emzirirseniz) Allah’tan korkun ve bilin ki, Allah
yaptığınız her şeyi görmektedir. 2/233

Çocukların en fazla iki yaşına kadar emzirtilebileceği açıktır,


buna rağmen şu rivayette bulundular:

79-.............. Aişe’den naklen rivayet:

Ebû Huzeyfe’nin âzâdlısı Sâlim, evlerinde Ebû Huzeyfe ile


ailesinin yanında bulunuyormuş derken, Sehle binti Süheyl,
Peygambere gelerek:

- Sâlim artık erkeklik çağına geldi; ve erkeklerin akıl ettikleri


şeylere akıl erdirmeye başladı ama yanımıza giriyor.
Zannediyorum ki, bundan Ebû Huzeyfe’nin hatırına bir şey
geliyor; demiş.

Bunun üzerine peygamber ona:

“Salim’i emzir, ona haram ol da Ebû Huzeyfe’nin hatırına


gelen şey gitsin!"buyurmuş.

(Sehle bunu yapmış ve) dönerek:

- Ben onu emzirdim; Ebu Huzeyfe’nin hatırına gelen şey de


gitti; demiş. (Müslim, 27/371 Cilt 7 Ahmet DAVUTOĞLU,
Sönmez Neşriyat A.Ş.)

Salim’in yaşı konusunda yine Müslim’de şu ifadeler


geçmektedir.

- Koskoca adam olduğu halde onu nasıl emzireyim dedi.


“Resûlullah gülümseyerek onun koskoca adam olduğunu

79
biliyorum."cevabını verdi. (Müslim, 26 C.7 Sönmez
Neşriyat).

- Sehle; ama o saçlı sakallı (adam)dır, dedi. (Müslim, 30/373


C.7 Sönmez Neşriyat) .

80 ............. Âise (Radıyallâhü anhâ)’dan; Şöyle demiştir:


(Ebû Huzeyfe’nin karısı) Sehle binti Süheyl (Radıyallâhü
anhüm) Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e gelerek:

- Yâ Resûlullah! (Evlatlığımız) Sâlim’in yanıma girmesinden


dolayı (kocam) Ebû Huzeyfe (bin Utbe)’nin yüzünde cidden
bir hoşnutsuzluk görüyorum, dedi. Bunun üzerine Peygamber
(Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) (Sehle’ye:)

- “Sen Sâlim’e süt emzir" buyurdu. Sehle:

- O, yetişkin bir adam olduğu halde ben nasıl onu emzireyim?


dedi. Bunun üzerine Resûlullah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)
gülümsedi ve:

- “Ben onun yetişkin bir adam olduğunu şüphesiz


biliyorum."buyurdu. Sehle (Radıyallâhü anhâ) (gidip bu işi)
yaptıktan sonra Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’e)’e
gelerek:

Ben (Sâlim’e süt emzirdikten) sonra (kocam) Ebû Huzeyfe


(Radıyallâhü anh)’ ın yüzünde bir hoşnutsuzluk görmedim,
dedi. Sâlim (onun sütünü emmeden önce) Bedir savaşına
katılmış idi." (İbn’i Mace, H.1943, Sünen-i İbn-i Mace, S.412
C.5 Baskı 1992 Kahraman Yayınları.)

Görüldüğü gibi süt emzirmeyle ilgili iddiaları ve rivayetleri


İslam la ilgisi olmayan sapık iddialardır. Hangi kadın
göğsünü açıp bir adama kendini emzirirde, bunun adına süt
çocukluğu denir. Kur’an öğretisine karşı o kadar kin ve nefret
doludurlar ki, dillerine ne gelirse söylemekten
çekinmemişlerdir.

80
Diğer bir rivayet çeşitleri de, İslamiyet’teki, erkeklerin birden
fazla kadını nikahlama ruhsatıyla ilgilidir. Bu rivayetlerini
sıralarken kendilerince alay etmek amacındadırlar. Zira sarf
ettikleri ifadelerden bu anlaşılmaktadır. Bu rivayetlerine konu
olarak ta Peygamberleri ele almışlardır, örneğin:

81- Hz. Enes Radıyallâhü anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalatu vesselâm, hanımlarına gece ve gündüz aynı
saatlerde ziyarette bulunurdu. Onlar on bir tane idiler. Enes’e:
“Buna tâkat getirebiliyor muydu? denmişti. O: “Biz ona otuz
kişinin gücü verildiğini konuşurduk" diye cevap verdi." (K.S.
5713 C.16 S.69 alıntısı, Buhari, Gusl 12; Nesâi, Nikâh 1,
(6,53,54))

82- Bize Müseddet tahdis etti. Bize Yezid ibn Zurey’ tahdis
etti. Bize Said ibn Ebû Arûbe, Katâde’den; o da Enes (R)’den
tahdis etti ki, Peygamber (S)’in dokuz kadını olduğu hâlde,
tek bir gece içinde kadınların hepsi üzerine dolaşırdı.

Ve yine bana Halife ibn Hayyât şöyle dedi: Bize Yezid ibnu
Zurey’ tahdis etti: Bize Said, Katâde den tahdis etti ki, onlara
da Enes, Peygamberden olmak üzere bunu tahdis etmiştir.
(Buhari, Kitâbu’l-Nikâh H.6 C.11 S.5163 Ötüken 1988).

Görüldüğü gibi iki rivayet birbirleriyle çelişkilidir, birinde on


bir eş derken, diğerinde dokuz eş denmiştir. Güya Peygamber
Enes’e söylemiştir, peki Enes on birle, dokuzu ayıramıyorsa
bunu nasıl tahdis etti. Farz edelim ki, ayrı ayrı zamanlar için
tahdis etmiş olsunlar, yani Peygamber iki eş için evlenmiş
veya boşanmış olsun. Buna rağmen rivayetlerin herhangi bir
temele dayalı ciddiyetleri yoktur. Aile yaşantısı içerisindeki
bazı şeyleri insan kendi öz anne babasına söylemezken.
Peygamber gibi bir insan aile sırlarını neden gidip Enes’e
söylesin. Şimdi bu tür iftiralarını yazmaya devam edecek
olursam:

83- Hz. Ebu Hureyre Radıyallâhü anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
81
“Süleyman aleyhisselâm (bir gün)

“Bugün, kesinlikle doksan kadınıma uğrayacağım. Hepsi de


Allah yolunda cihad edecek bir yiğit doğuracak! dedi (veya
melek) ona:

“İnşaallah de bari!"uyarısında bulundu. Ama Hz. Süleyman


İnşaallah demedi.

Söylediği gibi, o gün, bütün hanımlarına uğradı.


Kadınlarından sadece biri hâmile kaldı. O da yarım insan
doğurdu.”

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sözüne devamla:

“Nefsimi elinde tutan Zât’a yemin olsun! Eğer Süleyman


aleyhisselâm “inşallah!"demiş olsaydı hepsi de Allah yolunda
atlı olarak cihad eden çocuklara sahip olacaktı"
buyurdu."(Buhari, Enbiya 40, Eymân 23,(1654); Nesâi,
39,40,(7,25); K.S. 5825 C.16 S.299 Akçağ 1993)

84-............. El-A’rac’dan; Ebû Hureyre (R)’den tahdis etti ki,


Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: “Dâvud’un oğlu
Süleymân: Ben bu gece yetmiş kadını dolaşacağım da
onlardan her biri Allah yolunda mücahide edecek birer süvâri
oğlana gebe kalır, diye kesin konuştu. Arkadaşı olan melek
ona: İnşaallah de, dedi. O diliyle İnşaallah demedi. O
hakikaten o kadınları dolaştı, fakat içlerinden yalnız biri iki
şıkkından biri düşük bir oğlana hâmile kalmıştır”.

Peygamber: “Eğer Süleymân İnşaallah deseydi, elbette o


çocukların hepsi Allah yolunda cihâd ederlerdi"
buyurdu..........

(Buhari, Kitâbu’l-Enbiyâ 97 C.7 S.3237 Ötüken 1987)

85- .............. Bize Vuheyb, Eyûb’dan; o da Muhammed ibn


Sirin’den; o da Ebû Hureyre (R)’den şöyle tahdis etti:
Allah’ın Peygamberi Süleymân Aleyhisselâmın atmış tâne
82
kadını vardı. “Ben bir gecede kadınların üzerine dolaşırım da
onlardan her bir kadın muhakkak Allah yolunda savaşacak
birer süvari oğlan çocuğu doğurur" diye (İnşaallah demeden)
yemin sözü söyledi. Hakikaten kadınları üzerine dolaştı.
Fakat kadınlardan hiçbiri doğurmadı, yalnız bir kadın eksik
doğumlu bir oğlan çocuğu doğurdu. Allah’ın Peygamberi
Muhammed (S):

-”Eğer Süleymân Peygamber İnşaallah diyerek yemininden


bir istisna yapsaydı, kadınlardan her bir kadın muhakkak
gebe kalır ve Allah yolunda savaşacak birer süvâri
doğururdu" buyurdu. (Buhari, Kitâbu’t-Tevhit 95 C.16
S.7340 Ötüken 1989).

Görüldüğü gibi, Peygamberlere iftira ve saygısızlık kastıyla


tahdis edilmiş olan bu rivayetler aynı zamanda çelişkilidir.
Zira, iddia etmiş oldukları kadın sayıları ihtilaflıdır. Din
yönünden Süleyman peygambere ağır sözler içermektedirler,
öyle ki bir peygamber olmasına rağmen, Allah adına
konuşup, İnşaallah dememekte direnen bir kimse seviyesine
indirmektedirler. Bu ise bir peygamber hakkında sarf edilen
çok ağır iftiradır. İnşaallah’ın kelime manası, Allah isterse
demektir. Böyle bir şeyi red etmek, Allah istemezse de
demek olur ki, bu ise Allah’a şirk koşmak demektir.
Süleyman peygamber ise bir müşrik değildi, bu itibarla bu
rivayetlerde bir uydurmadır.

86-........... Âise (R) şöyle demiştir: Fâtıma yürüyerek yönelip


geldi. Fâtıma’nın yürüyüşü tıpkı Resûlullah’ın yürüyüşü
gibidir. ............(Buhari, Kitâbu’l-Menâkıb 126 C.7 S.3393
Ötüken 1987)

Bir bayanın erkekler gibi yürümesi övünülecek bir şey


değildir. Rivayet aslı olmayan bir iftiradır. Hele, rivayeti
Peygamber açısından rivayet etmeleri ise peygambere açıkça
saldırıdır, zira erkeklerin bayanlar gibi yürümesi de İslam
Dininde kabul edilemez.

83
87-................ Hz. İbrahim zalim birinin diyarına (Mısır’a)
beraberinde Sâre de olduğu halde gelmişti, Sâre güzel bir
kadındı. Sâre’ye: “Bu cebbâr herif, bilirse ki sen karımsın,
senin için bana galebe çalar. Eğer sana soracak olursa, kız
kardeşim olduğunu söyle! Çünkü sen, zaten İslâm yönünden
kardeşimsin, din kardeşiyiz. Ben yeryüzünde senden ve
benden başka bir Müslüman bilmiyorum" dedi.

Bunlar zâlim kralın memleketine gelince, adamlardan biri


bunları gördü. Hemen gidip:

“Senin memleketine öyle güzel bir kadın girdi ki, sizden


başkasının olması münasip değildir" dedi. Kral derhal
adamlar gönderip, Sâre’yi yanına getirtti. Hz. İbrahim
namaza durdu. Sâre adamın yanına girince, kral (onu ayakta
karşıladı, fakat) elini ona uzatamadı. Eli şiddetli şekilde
tutuldu. Sâre’ye:

“Elimi salması için Allah’a dua et! Sana zarar


vermeyeceğim!"dedi. Sâre de dediğini yaptı. Ama kral tekrar
Sâre’ye sataşmak istedi. Eli, öncekinden daha şiddetli tutulup
kaldı. Sâre’ye aynı şekilde ricada bulundu. O da kabul etti.
(Adam normal hale dönünce tekrar) sataşmak istedi. Eli
önceki iki seferden daha şiddetli şekilde tutuldu. Sâre’ye
yine:

“Allah’a dua et, elimi salsın sana zarar vermeyeceğim!"diye


rica etti. Sâre dua etti, adamın elleri açıldı. Kral kadını getiren
adamı çağırdı ve ona: “Sen bana insan değil bir şeytan
getirmişsin. Bunu diyarımdan çıkar!"dedi. Sâre’ye, Hâcer’i
bağış olarak verdi.

“Sâra yürüyerek geldi. İbrahim onu görünce:

“Nasılsın, ne haber?"dedi. Sâre:

“Hayır var! Allah cebbârın elini tuttu (bana) bir hâdim


verdi!"dedi.".................. (K.S. 5212 C.15 S.6-7 Akçağ 1992

84
alıntısı, Buhari, Enbiyâ 9, Büyû’ 100, Hibe 36, Nikâh 6;
Müslim, Fezâil 154, (2371); Ebû Dâvud, Talâk 16, (2212);
Tirmizi, Tefsir, Enbiya, (3165))

İddia ettiklerine göre, İbrahim peygamber neyle


karşılaşacağını bile bile, kralı zalim olan bir memlekete
gitmiş. Kendisinin de önceden tahmin ettiği gibi, karısı
“Sâra" kral tarafından kendisinden istenmiş ve karısını krala
teslim etmiştir. Canının kurtulmasına sebep de karısını kız
kardeşi olarak tanıtması imiş. Güya da, İbrahim peygamber
kendisinden ve karısından başka yer yüzünde bir Müslüman
bilmiyormuş.

Bu İbrahim peygamber gibi bir kimseye karşı hayasızca


yapılmış bir iftira ve saygısızlıktır. O İbrahim peygamber ki,
Allah rızası için bir kavmin karşısına tek başına dikildi. O’nu
ateşe attıklarında dahi çekinmeyecek kadar cesur bir kimse
idi. Nasıl gidip namusunu zalim bir krala teslim eder.
Allah’ın arzı geniştir, madem ki durumu önceden biliyordu o
zaman, zalim kralın memleketine uğramaz, başka bir yere
giderdi. Deseler ki zaten hiçbir şey olmadı, ne mahzuru var
ki? İslama göre durum hiçte öyle değil zira İslam da mümin
kadınlara sataşma şiddetle yasaktır ve tesettür olayı vardır ve
söyledikleri tesettüre aykırıdır. Öyle ya, kral ve adamları
tesettüre rağmen Sâre’nin güzelliğini nasıl gördüler? Bu
demek oluyor ki, iddialarına göre İbrahim peygamber ya
karısını tesettürsüz gezdiriyordu yada tesettürünün açılmasına
ve kendisine sataşılmasına aldırmıyordu. Ben İbrahim
peygamberi böyle bir şeyden tenzih ederim. O İbrahim
peygamber ki Allah O’nu dost edinmişti. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Hangi insan, din yönünden, iyilik edici olarak yüzünü


Allah’a teslim edip dosdoğru İbrahim’in dinine tabi olandan
daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti. 4/125

Diğer bir hususta, olayı uydurmak için sarf ettikleri, güya


İbrahim peygamberin karısına: “Ben yeryüzünde senden ve
85
benden başka bir Müslüman bilmiyorum."ifadesi de,
Kur’an’a uymayan ve yalancı olduklarını belgeleyen bir
sözdür. Zira kendisine hicretten önce Lût peygamber iman
etmişti. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Bunun üzerine Lût ona iman etti ve (kavmine) dedi ki: “Ben
Rabb’ime hicret ediyorum; zira O, daima gâliptir; hikmet
sâhibidir”. 29/26

Bu itibarla, İslam Dininde ki gerçeklere uymayan bu


rivayetlerin aslı yoktur.

88- .............. (İbn ebi Leyle’den naklen, dedi ki:)..... Bize Ali
şöyle tahdis etti: ................... Müteakiben biz yataklarımıza
girmiş hâlde iken Peygamber bize geldi. Biz hemen
yatağımızdan kalkmağa davrandık. Peygamber (S):

- “Yerinizde durunuz!"buyurdu ve (ikimiz arasına oturdu)


hattâ ben göğsümün üzerine dokunan iki ayağının serinliğini
hissettim......... (Buhâri, Kitâbu’l-Humus 21 C.6 S.2899
Ötüken 1987)

Bu konuda daha önce belirttiğim gibi, İslam’da yatak


odalarına izinsiz girilemez. Bu itibarla, peygamberin, kızının
ve damadının yatak odalarına izinsiz ve aniden girdiği
yolundaki bu rivayet asılsız bir iftiradır. Hele, yatağa girip
aralarına oturması olacak şey değildir.

89- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz buyurdular ki: (Tahâret
maksadıyla) taş kullanmak tektir. Şeytana atılan taş tektir.
Safa ile Merve arasında say tektir. Öyle ise sizden biri
(tahâret için) taş kullanacaksa bunu da tek kılsın." (K.S. 1493
C.6 S.23 Akçağ 1989 alıntısı, Nesâi, Hacc 202, (5,254))

Müslümanlarca tavaf edilen, Kabe tavafı ile Sefa ve Merve


sa’yi’ni. Tuvalette temizlik için kullandıkları taş ile ve
şeytana atılan taşla ilişkilendirmek ve birbirlerine emsal

86
göstermek açık bir saygısızlıktır. Bu itibarla bu rivayette
hakaret kastıyla uydurulmuş asılsız bir rivayettir.

90- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm, mescide otururken, bir bedevi girip
iki rekat namaz kıldı. Sonra da şöyle dua etmeye başladı:
“Allah’ım bana da, Muhammed’e de rahmet et. Bizden başka
kimseye rahmet etme!”

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm atılıp:

“Geniş alanı daralttın!"dedi. Derken adam hemen kalkıp


mescidin içine akıtmaya başladı. Halk ta hemencecik üzerine
yürüdü. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm onları yasaklayıp:

“Kolaylaştırıcılar olarak gönderildiniz, zorlaştırıcılar olarak


gönderilmediniz. Üzerine bir kova su dökün!"ferman
buyurdular."(K.S. 3509 C.10 S.340 Akçağ 1990 alıntısı,
Buhari, Vudû 58; Ebû Dâvud, Tahâret 138, (380); Tirmizi,
Tahâret 112, (147); Nesâi, Tahâret 45, (1,48,49,) )

91- .... Abdullah b. Ömer (r.a.)’den, şöyle demiştir:

“Ben Resûlullah (s.a.) zamanında bekâr bir genç idim ve


Mescid de gecelerdim. Köpekler mescide girerler çıkarlar,
bevl ederler, sahabiler de bundan dolayı hiçbir şey (su)
dökmezlerdi." (Ebû Dâvud K. Tahâre (1), Bâb 137 H.382 C.2
S.97 Şamil 1988, diğer tahdis edenler, Buhari, tabir 36,
fedaili ashabın-Nebi 19; Müslim, fedaili’s-sahâbe 140 )

Peygamber mescidini, insanların ve köpeklerin tuvalet olarak


kullandığını rivayet etmeleri, İslam dinine ve Müslümanlara
duydukları kinin açık ifadesidir. İslam dininde, Allah’ı anma
ile temizlik birlikte emredilmiştir. Bu konuda Kur’an’dan
mealen:

Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla

- Ey elbisesine bürünen, 74/1


87
- Kalk, uyar. 74/2

- Rabb’ini tekbir et(O’nun büyüklüğünü an), 74/3

- Elbiseni temizle, 74/4

- Pislikten kaçın. 74/5

İslam dininde iç ve dış temizliğe büyük önem verilmişken, bu


tür aykırı rivayetler uydurmaları, Kur’an’a uymadığı gibi
yaptıkları aynı zamanda hayasızlıktır.

92- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İbrahim
(aleyhisselâm) Kaddûm nâm-bazısıda şeddesiz olarak Kadûm
demiştir- mevkide seksen yaşında olduğu halde sünnet oldu."
(K.S. 2150 C.7 S.531 Akçağ 1988 alıntıları, Buhari, İsti’zân
51, Enbiya 8; Müslim, Fedâil 151,(2370))

Yukarıda ki, metinde de her ne kadar, Kadûm nam mevkide


İbrahim peygamber sünnet oldu falan diyorsa da, Metnin
aslında, İbrahim peygamber seksen yaşında keserle sünnet
oldu şeklindedir. Kaddum keser demektir, “bil kaddum“,
keser ile manasınadır.

93- Useym İbnu Kesir İbni Küleyb an ebihi an ceddihi’nin


anlattığına göre (ceddi Küleyb) Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm’a gelerek: “Müslüman oldum! der. Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm; “Üstünden küfür saçını at!"der ve
tıraş olmasını söyler. Useym’in babası dedi ki: “Bana bir
başka (sahabe)nin bildirdiğine göre Aleyhissalâtu vesselâm,
beraberinde olan bir diğerine de; “Üzerindeki küfür tüyünü at
ve sünnet ol!"buyurmuştu."(K.S. 3817 C.11 S.33 Akçağ 1991
alıntısı, Ebû Dâvud, Tahâret 131,(356) )

Bu uydurma rivayetleriyle de, Müslümanların sünnet olması


gerektiğini rivayet ettiler. Rivayetlerine delil olarak ta
88
peygambere isnat ettikleri hadiste. İbrahim peygamberin
seksen yaşında keserle sünnet olduğu rivayeti ile Müslüman
olan bir kimsenin derhal sünnet olması gerektiği rivayetidir.
İbrahim peygamber için söyledikleri alay etmekten başka bir
şey değildir. Sünnet olayının yaygın bir şekilde uygulandığı
toplumlarda dahi, bir kimseye baban seksen yaşında balta
veya keserle sünnet oldu deseler bunu hoş karşılamaz alay
olarak kabul eder. Böyle bir iddiayı İbrahim peygambere
yakıştırdılar. bununla da yetinmediler, kızlarında sünnet
olması gerektiği yolunda iddia ve rivayetlerde bulundular.
Ayrıca sünnetin kendilerince ne kadar iyi bir şey olduğu
konusunda şu tür izahlarda bulundular:

94- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Fıtrat beştir: Sünnet
olmak, etek tıraşı olmak, bıyığı kesmek, tırnakları kesmek,
koltuk altını yolmak." (K.S. 2147 C.7 S.523 Akçağ 1988
alıntısı, Buhâri, Libas 63, 64, İsti’zan 51; Müslim, Taharet
39,(257); Muvatta Sıfatu’n Nebiyy 3,(2,921); Tirmizi, Edeb
14,(2757), Ebû Dâvud, Tereccül 16, (4198); Nesai, Taharet
10,11,(1,14,15,))

Böylece sünnet olmayı fıtrattan saydılar.

Kızların sünneti için ise:

95- Ümmü Atiyye (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir kadın


Medine de kızları sünnet ederdi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (kadını çağırarak) kendisine: "Derin kesme. Zira
derin kesmemen kadın için daha çok haz vesilesidir, koca için
daha makbuldür" diye talimat verdi." (Ebû Dâvud, Edeb 179,
(5271)) Rezin rivayetinde Resûlullah şöyle buyurur: “Kızları
sünnet ederken üstten kes, derin kesme, bu şekilde kesilmesi
yüze daha çok parlaklık, kocaya daha çok haz verir."
(K.S.2153 C.7 S.534 Akçağ 1988)

Ehli sünnetçe, Kelime-i Şehadet te olduğu gibi, Müslüman ile


kâfiri birbirinden ayıran âlamet olarak kabul edilen sünnet
89
ameliyesi, bazı Sünni önderlerce vacip ve hatta farz denecek
kadar mühim bir emir kabûl edilmiştir. Şafiiler. “Buluğ
yaşına ermezden önce çocuğu sünnet etmek velisine
vâciptir."derler. Bir kısım önderleri de, sünnet olmadıkça,
mühtedinin Müslümanlığının noksan olacağına, sünnetsizin
namazının câiz olmayacağına, kestiğinin yenilemeyeceğine,
Kabe’yi tavaf edemeyeceğine hükmetmiştir. Hadiste bu
hususta “İslama girince küfür tüyünü at, sonra sünnet ol" diye
emreder iddiasındadırlar. Hülâsa bazı alim kabul ettikleri
kimselere göre: “Hayatına mâl olacak dahi olsa."yaşlı kişinin
bile sünnet olması gerektiği hükmünü verecek kadar bu
meseleye ehemmiyet verilmiştir. Muhtar olan zamanda
doğumun yedinci günüdür derler.

KIZLARIN SÜNNETİ: Kızlarında sünnetinden bahseden bir


hadiste: “Hıtân, erkekler için sünnet, kadınlar için mekrüme
(şeref verici)‘dir." denmektedir. Ebu Hanife, hadisin zahirine
bakarak, sünnet erkekler için mendûb, Şafii ise her ikisi için
de vacip hükmünü çıkarmıştır. Her hâl’u kârda sünnet
mevzûunda kadınlarla ilgili olarak da farklı görüşler ileri
sürülmüştür. Bir kısım kimseler, bu meyânda, Maşrık
kadınları ile Mağrib kadınlarının fizyolojik bakımından farklı
olduklarını kâbul ederek, Maşrık kadınlarındaki yaratılıştan
gelen fazlalık sebebiyle sünnetle yükümlü olduklarına
hükmetmişlerdir. Kızların sünnet edilmesi hakkında, Aliyyu’l
Kâri şöyle der: “Kadının yüzünü taze kılar ve güzelliğini
arttırır. Şehveti teskin eder, cimayı lezzetli ve câzip kılar,
kocanın karısına karşı sevgisini arttırır."Ebû Dâvud’un da bu
konuda söylediği rivayette: “Medine’de bir kadın(ki ismi
ümmü Atiye’dir) kızları sünnet ediyordu, Peygamber ona.
“Fazla derin kesme, böyle yapman hem kadın için ahzâ (en
ziyâde haz ve lezzet vesilesi) hem de kocası için daha hoştur”
der."ifadesinde bulunuyorlar.

Sünnet olayına o kadar ehemmiyet veriyorlar ki, onu


Kelime’i Şehadet’le özleştirerek, müslümanla kafiri
birbirinden ayırma ölçüsü âlameti olduğunu, hatta hayatına

90
mal alacaksa dahi bir kimsenin sünnet olması gerektiği
şeklinde ısrar etmeleri ve sünnetin çok iyi bir şey olduğu
yolunda övgüler ileri sürmelerine asıl temel neden ise. İslam
Dininde bu tür ameliyelerin şiddetle yasaklanmış olmasından
dolayıdır. Zira bu tür ameliye, Allah’ın yarattığını değiştirme
manasındadır. Allah’ın yarattığını değiştirenler ise Kur’an’da
şeytanın payı olarak nitelendirilmişlerdir. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan


başka her şeyi dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da
uzak bir sapıklığa düşmüştür. 4/116

- O (Allah’a ortak koşa)nlar, O’nu bırakıp birtakım dişilerden


başkasına çağırmıyorlar ve onlar, inatçı şeytandan başkasına
yalvarmıyorlar. 4/117

- (O şeytan)ki Allah ona lânet etti ve o da, “Elbette senin


kullarından belirli bir pay alacağım."dedi." 4/118

- Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara


sokacağım ve onlara emredeceğim: hayvanların kulaklarını
yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah’ın yaratışını
değiştirecekler!"Kim Allah’ın yerine şeytanı dost tutarsa,
muhakkak ki açık bir ziyâna uğramıştır. 4/119

- (Şeytan) onlara söz verir, ümit verir, fakat şeytanın onlara


va’di, aldatmadan başka bir şey değildir. 4/120

- İşte onların varacağı yer cehennemdir. Aslâ cehennemden


kaçmak (imkânı) bulamazlar. 4/121

Görüldüğü gibi, bu konuda şeytanın kendisine, Allah’ın


yarattıklarından pay alma tanımlaması; metodu, Allah’ın
yarattığını değiştirme yolunda vereceği emirlerdir. Kim
şeytanın bu emrini yerine getirirse şeytana pay olmuş olur.
İsterse yaptığı değişiklik hayvanların kulaklarını yarma
şeklinde olsun fark etmez. Allah, yaratılışı değiştirme olayı

91
çerçevesinde hayvanların kulaklarının yarılmasına müsaade
etmiyor. Nasıl olurda sünnet veya başka bir şekilde insanlar
üzerinde değişiklik yapılmasına müsaade etmiş olsun.
Yaratılışı değiştirme olayı, hiçbir ihtiyaç, hastalık gibi
zaruretler olmadan, yaratılış üzerine yapılacak değişiklikleri
kapsar. Zira, bir koyun kesilip yenile bilir bu yaratılışı
değiştirme manasında değildir. Veya bir kimsenin çürümüş
dişi çekile bilir; çürümüş böbreği alına bilir, bütün bunlar
zaruret veya tedavi amaçlı ameliyelerdir. Saç sakal veya
tırnağı kesmekte öyledir, yaratılışı değiştirme manasında
değillerdir. Zira tırnağı kesmekle, parmağı kesmek arasında
belli bir fark vardır, biri ihtiyaç içerikli ve geçici, diğeri
sakatlayıcı ve kalıcıdır. Bu zamanda sağlıklı genler üzerinde
meydana getirilen veya getirilmesine çalışılan değişiklikler
yaratılışı değiştirme olayı kapsamına giren işlemlerdir.
Ayrıca, nasıl ki bir kimse tipi değişsin diye hayvanların
kulaklarını yararsa veya sağlıklı dişini çeker veya törpülerse,
vücudunun her hangi bir yerinden sağlıklı bir organı daha
güzel olur diye keser veya vücudunun her hangi bir yerinden
bu bağlamda bir parça et veya deri keserse, kısırlaştırma veya
hadım yaparsa, deriyi tahrip ederek döğme yaparsa, küpe için
kulak delerek kulağın yapısını değiştirmek v.s. Gibi
ameliyelerde bulunursa, bütün bu tür şeyler yaratılışa
müdahale etmek suretiyle, Allah’ın yarattığını değiştirmedir.
Bütün bunlar, Allah’a ortak koşmayla eş anlamlıdır. Bunları
yapan şeytana pay olduğu gibi, asla cehennemden ebediyen
kurtuluş imkanı bulamaz. Sünnet olmak yaratılışa müdahale
etmenin onu değiştirmenin tipik bir örneğidir. Zira küçük,
büyük, kadın, erkek, sağlıklı bir kimseden bu şekilde parça et
koparmanın başka bir izahı yoktur.

Bu itibarla sünnet konusunda uydurmuş oldukları rivayetlerin


aslı yoktur.

ŞEHİT VE ŞEHİTLİK KONUSUNDA UYDURDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

92
Şehit ve Şehitlik olayını tahkir ile şehitlik kavramını
saptırmak için de bazı hadisler uydurmuşlardır. Örneğin:
Onlara göre ishalden ölen şehittir veya kusan bir şehit sevabı
almaktadır, iddialarında bulunmuşlardır. Tahdis ettikleri
rivayetlerde şu şekilde demektedirler:

96- Cabir İbnu Atik’ten, Rasûlullah’a atfen:.............


“Bilesiniz: Tâundan ölen şehittir, boğularak ölen şehittir,
yeter ki seferi taatte olsun, Zâtülcenb’ten ölen şehittir.
İshalden ölen şehittir, yanarak ölen şehittir, yıkık altında ölen
şehittir, çocuk karnında ölen şehittir."(K.S. 5431 C.15 S.254-
255 alıntısı, Muvatta, Cenâiz 36,(1,233,234); Ebû Dâvud,
Cenâiz 15,(3111); Nesâi, Cenâiz 14,(4,13,14))

Saydıkları bu hastalık veya kazalardan ölenler şehit oluyor


da, niçin diğer kaza ve hastalıklardan ölenler şehit olmuyor.
Örneğin: Minareden düşen bir müezzini veya canavar
saldırısıyla ölen bir kimseyi, kanserden veya yüzlerce diğer
bir hastalıktan ölen bir kimseyi şehit olarak tanımıyorlar. Zira
saydıkları şeyler şehitlikle, ishalden ölmeyi
özdeşleştirmelerini kamufle etmek için rast gele uydurdukları
şeylerdir. Maksatları, şehitlikle ishalden ölmenin aynı
olduğunu vurgulamaktır, böylece kendilerince şehit olmayı
küçümsemek amacındadırlar. Halbuki Şehitlik İslam dininde
büyük bir mertebe olup, ancak Allah yolunda mücadele
ederken katl olunan kimseler bu mertebeye
erişebilmektedirler. Bunların haricinde hiç kimseye bu isim
verilemez.

Bu konuyla ilgili olarak, yukarıdaki rivayetleri gibi başka


tipik rivayetleri de vardır. Örneğin:

97- ............... Ümmü Haram (r.a)’dan rivayet olunduğuna


göre; Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Denizde başı
dönerek kendisine kusma arız olan kimse için bir şehit,
boğulan kimse için de iki şehit sevabı vardır. (Ebû Dâvud, K.
El_Cihâd (15). Bâb, Hadis 2493 C.9 S.466 Şamil 1989)

93
Demek istiyorlar ki, Allah yolunda savaşmaya veya mücadele
etmeye ve bu yolda şehit olmaya ne gerek var, bir gemiye
binildiğinde deniz tutmasından kusmak bile şehit sevabı
almaya yeterlidir, hele o kimse boğulmuşsa onların iddiasına
göre iki şehit sevabı alıyormuş. İşin ilginç yanı, evvelki
yazmış olduğum rivayetlerine benzer şekilde burada da
tiksindirici olması hesabıyla, kusmuğu şehitlik olayına konu
etmeleridir. Bu iftiralarıyla da yetinmediler, Mücahide ait
atın, mücahitten iki misli daha değerli olduğu rivayetlerini
uydurdular. Şöyle ki:

98-.......... İbn Ömer’den, demiştir ki:

Resûlullah (s.a.) Mücahid ve atı için birisi kendisine ikisi de


atına (olmak üzere ganimet mallarından) üç pay vermiştir.
(Ebû Dâvud, K.el-Cihâd (15), Bâb 143 Hadis 2733 C.10
S.345 Şamil 1990, diğer rivayet edenler, Buhari, cihâd 51;
meğazi 38; Müslim, cihâd 57;Tirmizi, siyer 6,8; Muvatta,
cihâd 21.)

99-... (Ebû Umre’nin) babasından rivayet etmiştir ki: Biz dört


kişi, yanımızda bir(er) atla Resûlullah (s.a.)’nin yanına
gelmiştik. Bizden herkese bir hisse, her bir at için de iki hisse
ayırdı. (Ebû Dâvud,K.el-Cihâd (15), Bâb 143 Hadis 2734
C.10 S.347, Şamil 1990.)

Böylece ganimet dağıtımıyla kamufle ederek, bir atın iki


mücahit değerinde olduğu iftirasında bulundular. İslam da
atlarda ganimetten pay alır diye bir şey yoktur.

Bir de rivayet ettiler ki, Peygamberin rüyasında görmüş


olduğu sığırlar Uhud şehitlerini, kolunda görmüş olduğu iki
altın bilezik ise yalancı peygamberleri remz (temsil)
ediyormuş, şöyle ki:

100- ................ Bize Ebû Usâme, Bureyd’den; o da dedesi


Ebû Burde’den; o da Ebû Mûsâ el-Eş’ari’den zannediyorum
ki, o da peygamberden tahdis etti. Peygamber (S) şöyle

94
buyurmuştur: “Ben ru’yâda kendimi Mekke’den hurmalıkları
olan bir arâziye hicret ediyorum gördüm. Düşüncem, o
hurmalık arâzinin el-Yemâme yâhud da Hecer olduğuna gitti.
Bir de gördüm ki, o, Câhiliyet’te Yesrib denilen Medine’dir.
Ben orada birtakım sığırlar gördüm. Allah en hayırlıdır
(Allah’ın onlar için yapacağı en hayırlıdır). Sonra gördüm ki,
o sığırlar, Uhud günü şehit edilen mü’minlerdir................
(Buhâri, Kitâbu’t-Ta’bir 49 C.15 S.6903 Ötüken 1989)

101- ............... Ebu Hüreyre şöyle haber verdi: Resûlullah


şöyle buyurdu:

- “Ben uyurken ru’yâmda iki kolumda iki altın bilezik


gördüm, bunların hâli beni kederlendirdi. Sonra ru’yamda
bana bu bileziklere üflemekliğim vahye dildi. Ben de bunlara
üfledim; ikisi de uçtu. Ben de bu iki bileziği benden sonra
çıkacak iki yalancı peygamber ile tevil ettim. Bunlardan birisi
Esved el-Ansi’dir, öbürü de Müseylime’dir." (Buhâri,
Kitâbu’l-Mağazi 370 C.9 S.4069 Ötüken 1987)

Görüldüğü gibi, rüya tefsiri adı altında yapmış oldukları


rivayetlerde. Uhud şehitlerini sığırlara, yalancı peygamberleri
altın bileziklere benzetmişlerdir. Bu durum Uhud şehitlerine
karşı bir saygısızlık olduğu gibi. Yalancı peygamberleri altın
bileziklere benzetmekle de kimleri çok sevdiklerini
ifadelendirmişlerdir. Zaten bir çok iftira ve hezeyanları
peygambere mal etmeleri ve bunlar olmazsa İslam dini
anlaşılamaz demeleri, kendilerince peygamberlik iddia
etmelerinden başka bir şey değildir.

Yaptıkları bir kısım rivayetlerle de, gazilerin veya gurbetten


dönen Müslümanların geceleyin evlerine gitmemeleri
gerektiği konusundadır. Şu şekilde demektedirler:

102- Enes b. Malik’ten rivayet, Resûlullah ailesi nezdine


geceleyin gelmezdi. Onlara ya sabah yahut akşamleyin
gelirdi. (Müslim 180/144 C.9 Sönmez Neşriyat A.Ş.)

95
103- ........... Cabir şöyle demiş; Resûlullah erkeğin gurbeti
uzadığı zaman ailesinin yanına geceleyin gelmesini yasak
etti. (Müslim, 183/146 C.9 Sönmez Neşriyat A.Ş.)

104- ............. Cabir şöyle demiş: Resûlullah erkeğin seferden


geceleyin gelerek ailesinin yanına dalmasını onların
hıyânetini anlamak istemesini yahut kusurlarını araştırmasını
yasak etti. (Müslim 184/146 C.9 Sönmez Neşriyat A.Ş.)

Bu yalan rivayetleriyle Müslüman aileleri şüphe altında


bırakmayı amaçlamaktadırlar. Hangi erkek vardır ki,
gurbetten memleketine gelmiş olsun da, o devirde sabaha
kadar evine gitmeyip çölde beklesin veya bu devirde dahi
gidip bir otel de gecelesin ve evine gitmesin. O nasıl evdir ki
bu derece bir erkeğin evinden korkusu olsun, deve kuşu gibi
başını kuma gömsün de evine gitmesin. Kaldı ki bir karı
kocadan müteşekkil aileler yok denecek kadar azdır.
Çoğunlukla, İslam aileleri, ana baba, dede, nine ve
çocuklardan teşekkül eder. Komşularında bir birine
gözcülüğünü katarsak bir kadın kötülük yapmak taraftarı olsa
dahi, istisnalar hariç, İslam toplum yapısında fırsat bulması
pek mümkün değildir. Ayrıca İslam aile yapısı ideal bir
yapıdır. Kitle olarak, Müslüman erkek ailesinden tedirgin
olmadığı gibi, Müslüman kadınlarda kötü değildirler. Bu tür
rivayetler iftiradan başka bir şey değildir.

Yapmış oldukları başka bir rivayet bu rivayetleriyle çelişkili


olduğu gibi, saygısızlık içermektedir. Şöyle ki:

105-............ Resûlullah’a atfen: (Gaza dönüşü) “Ağır olun!


Taki dağınık saçlı kadının taranması, kocası evde olmayanın
kasıklarını tıraş edebilmesi için şehre geceleyin yâni yatsı
zamanı girelim" buyurdular ve şunu ilâve ettiler:

“Medine’ye vardığın zaman cimâ etmeye bak, cimâ etmeye”.


(Müslim 57/410 C.7 Sönmez Neşriyat A.Ş.)

96
Önceki üç rivayetle bu rivayet çelişkilidir. Zira bu rivayette
gece vakti evlere girilmesi gerektiğini tahdis etmişlerdir.
Ayrıca peygambere ve sahabelere saygısızlık içermektedir.
Nasıl olur ki savaş dönüşü büyük ihtimalle, Peygamber
yanında iki kayın pederi Ebu Bekir ve Ömer ile damadı Ali
varken. Orduda kiminin babası, kardeşi, amcası, dayısı,
komşusu ve arkadaşı katledilip şehit edilmişken. Biraz sonra
Medine’de bir çok evde savaşta katledilmiş olanlar için, dul
kalan kadınlar ve yetimleri ağlaşacakken. Bir peygamber,
ordusundakilere böyle sözler söylesin, gidin bol bol cinsi
münasebette bulunun sözlerini sarf etsin, bu olacak şey
midir? Bu tür sözler, peygamberi ve sahabeleri hafife almak
için uydurulmuş hayasızca sözlerdir.

Peygambere saygısızlık için uydurdukları başka bir rivayette


şöyle demişlerdir:

106-..... Hukeyme bint Umeyme annesi Umeyme bint


Rukayka’nın şöyle dediği rivâyet etmiştir:

“Nebi (s.a.)’in sedirinin altında hurma ağacından yapılmış bir


kap vardı. Geceleyin ona küçük abdest bozardı." (Ebû Dâvud,
K.Tahâre (1), Bâb 13-14 H.24 C.1 S.52 Şamil 1987, diğer
rivayet eden, Nesai, tahâre 6)

Daha önce yazmış olduğum rivayetlerde görüldüğü gibi.


Peygamber eşlerinin abdest bozmak için, geceleyin Medine
dışına gittiklerini tahdis etmişlerdi. İşlerine geldiği zaman
peygamber sedirinin altına oturağı koyu verdiler. Bu kadar
bol ve çeşitli yalan uydurmak için epey emek vermiş
olmalılar, utanma denen olayla da bir ilgileri olmadığı kesin.
Bunların yazdıklarına bakan kimse, o devirde Arab evlerinde
tuvalet olmadığı zannına kapılabilir, halbuki, Kur’an’da
belirtilen abdest bozulmasının şartlarından bir tanesi
tuvaletten gelmiş olma olayıdır, bundan da kolayca anlaşılır
ki o devirde Arab evlerinde tuvalet mevcut idi. (Bak, 4 Nisâ
43, 5 Maide 6

97
Bir başka rivayette şöyle dediler:

107- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm namaz için evinden çıkıp (namaz
mahalline gelerek) tekbir getirdi, sonra ashaba (bekleyin
diye) işaret buyurdu. Hemen gidip gusletti geldi. Saçlarından
su damlıyordu. Onlara namaz kıldırdı. Namazdan çıkınca:

“Yanınıza cünüp olarak gelmiştim. Namaza duruncaya kadar


da durumu hatırlayamadım. (Tam kılacağım anda
hatırladım)"buyurdular." (K.S. 6349 C.17 S.69 Akçağ 1993
alıntısı, İbnu Mace 1220,)

Değil bir peygamber, bir cami imamı dahi böyle bir olay
yapsa ne kadar zor durumda kalacağı açıktır. Öyle ki cemaati
namaz için saf tutmuş kendiside namaz için tekbir almışken,
dolayısıyla hem kendisi hem de cemaat tekbir almakla
namaza başlamışken, namazı iptal edip cemaate dönerek hele
bekleyin cenabetimden yıkanıp geleyim demesi halkın alay
konusu olması demektir. Bu rivayeti uydurmalarından amaçta
budur.

Musa peygamber hakkında yapmış oldukları saygısızca bir


rivayette şöyle demişlerdir:

108- .......... Bize Abdurrezzâk, Ma’merden; o da hemmâm


ibn Münebbihten; o da Ebû Hureyre’den tahdis etti.
Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: “İsrail oğulları çıplak
olarak, birbirlerine baka baka yıkanırlardı. Mûsâ ise yalnızca
yıkanırdı. İsrâil oğulları: Allah’a yemin olsun, Mûsâ’yı
bizimle birlikte yıkanmaktan menşeden, ancak O’nun
kasığının çıkık olmasıdır, derlerdi. Mûsâ bir defa yıkanmağa
gitti, elbisesini de bir taşın üstüne koydu. Akabinde taş
elbisesini alıp kaçtı. Mûsâ: Ey taş elbisemi, ey taş elbisemi!
diyerek taşın arkasından koştu. Nihâyet İsrâil oğulları onu
(çırılçıplak) gördüler de: Vallâhi Mûsâ’da hiçbir kusur
yokmuş, dediler. Ve Mûsâ elbisesini aldı da taşı dövmeğe
başladı.”
98
Ebû Hureyre: Vallâhi o taşta muhakkak altı yâhut yedi dövme
izi kalmıştır, dedi... (Buhâri, Kitâbu’l-Gusl 30 C.1 S.386
Ötüken 1987)

Kavmi, kasığı çıkık dedi diye taş neden Musa Peygamberin


elbisesini kaçırsın ki? Böyle bir olay ancak Allah’ın emriyle
olabilecek bir mucizedir, böylece Allah peygamberini
çırılçıplak kavminin önünde teşhir etsin? İslam dinine göre
olacak bir olay değildir. Kaldı ki çırılçıplak beraber
yıkanıyorlar dedikleri kimselerde öyle anlaşılıyor ki
Müslüman Yahudiler idi, bu islamdaki tesettür olayına
aykırıdır. Maksatları, bir rivayet uydurup Musa peygamberin
kavmi önünde çırılçıplak gezindiğini iddia etmektir. Birde
kendilerince komiklik yapıyorlar, güya Ebu Hüreyre Allah’ın
adını anarak yeminle demiş ki, o taşta muhakkak altı yedi
tane dövme izi varmış.

Başka bir rivayette şöyle demişlerdir:

109- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Eğer Beni İsrail olmasaydı, et kokuşmazdı. Eğer Havva


olmasaydı kadınlar kocalarına hiçbir zaman ihânet
etmezdi."(K.S. 5003 C.14 S.260 Akçağ 1992 alıntıları,
Buhari, Enbiya 1,25; Müslim, Radâ’63,(1470) )

Beni İsrail ve Etin kokması öylesine söylenmiş asılsız bir


sözdür. Asıl söylemek istedikleri, Havva’nın kadın ihanetinin
sebebi olduğu yolundaki iftiradır. Bu sözlerine gerekçe olarak
iddia ettiklerine göre, güya Adem’in yasak ağacın
meyvesinden yemesini Havva anamız teşvik etmiş. hal bu ki,
Adem babamızın yasak ağacın meyvesinden yemesini teşvik
eden ve her ikisini kandırıp yasak ağacın meyvesinden
yemelerine sebep olan, Havva anamız olmayıp şeytanın
kendisidir. Böylece Havva anamızı şeytan yerine koymuş
oluyorlar, dolayısıyla kadınları da böyle görüyorlar,

99
unutmasınlar ki onları doğuranda bir kadındır. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

-Andolsun biz, daha önce de, Adem’e ahit (emir ve vahiy)


vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık.
20/115

- Bir zaman biz meleklere: Adem’e secde edin! Demiştik.


Onlar hemen secde ettiler; yalnız İblis hariç. O, diretti.
20/116

- Bunun üzerine: Ey Adem! Dedik, bu, hem senin için hem de


eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten
çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin! 20/117

- Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak


kalmak. 20/118

- Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da


bunalmayacaksın. 20/119

- Şeytan ona vesvese verdi ve “Ey Adem! Seni ebedilik


ağacına ve son bulmayacak bir devlete delâlet edeyim mi?
dedi. 20/120

- Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp


yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeğe
çalıştılar. (Bu suretle) Adem Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı.
20/121

- Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tövbesini kabul etti ve doğru


yola yöneltti. 20/122

(Ayrıca bak. 2 Bakara 34-35-36-37. Ayetler.)

Görüldüğü gibi, uydurmuş oldukları rivayet, Kur’an’a


uymamaktadır.

100
Ayrıca, İnsanlarla yetinmediler Cinlere dahi saldırıda
bulunmayı ihmal etmediler. Öyle ki, Cinlerin içinde
Müslüman olanları da vardır. Şöyle rivayet ettiler:

110-............. Bana dedem Said ibn Amr, Ebu Hüreyre


(R)’den haber verdi: Ebû Hureyre Peygamber’in berâberinde
abdest alması ve istincâ’ suyu için küçük bir kırba taşırdı. Bir
keresinde Peygamber hâcetini yerine getirmek için çıktığında
Ebu Hüreyre arkası sıra kırba ile O’nu takip ederken,
Peygamber:

- “Kimdir o?"diye sordu.

Ebû Hureyre:

- Ben Ebû Hureyre! diye cevâp verdi.

Peygamber:

- “Benim için istincâ edeceğim birkaç taş ara, sakın bana


kemik ve hayvan gübresi getirme" buyurdu.

Ebû Hureyre dedi ki: Ben elbisemin kenârında birkaç taş


naklederek kendisine getirdim ve onları yanı başına koydum.
Sonra yanından ayrıldım. Nihâyet hâcetini bitirdikten sonra
Peygamber’in berâberinde yürüdüm. Yolda kendisine:

- Kemik ve hayvan gübresi ile temizlenmekte ne var ki? diye


sordum.

Peygamber:

- “Bu ikisi cinlerin taâmındandır. Şu muhakkak ki, bana


Nasibin cinlerinin bir hey’eti geldi. Bunlar ne hoş cinlerdir!
Benden azık istediler. Ben de onlar için Allah’a: Cinlerin
uğrayacakları her kemik ve tezek makûlesi üzerinde kendileri
için muhakkak bir taâm bulmalarına duâ ettim" buyurdu.
(Buhâri, Kitâbi’l-Ensâr 80, C.8 S.3610 Ötüken 1987)

101
Cinler, yapıları bizden değişik fakat bizim gibi imtihan
edilerek, Cennet ve Cehennemle muhatap olan kimselerdir.
Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Bir zamanlar, cinlerden bir grubu, Kur’an dinlemek üzere


sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde (bir birlerine): “Susun,
(dinleyin)"dediler. (Okuma) bitirilince de uyarıcılar olarak
kavimlerine döndüler: 46/29

- “Ey kavmimiz, dediler, biz Mûsâ’dan sonra indirilen,


kendisinden öncekini doğrulayan, Hakka ve doğru yola
götüren bir Kitap dinledik." 46/30

- “Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisine uyun, O’na inanın ki


(Allah) günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı
azaptan korusun." 46/31

Görüldüğü gibi, Cinlerden mümin ve takvalı kimseler vardır


ve onlar tezek veya çöpten kemik yemeye layık kimseler
değildirler. Buna rağmen güya, Müslüman cinlerden bir heyet
gelerek peygamberden azık istemişler, peygamberde onların
yerlerden toplanmış kemik ile tezek yemeleri için dua
ediyormuş. Çok ilginçtir, Cinler tezeğe razı olduysalar, acaba
ondan önce ne yiyorlardı? Biz Müslüman Cinleri böyle bir
iftiradan tenzih ederiz. Onlar temiz ve güzel rızıklara
layıktırlar. Kaldı ki yanında su kırbası varken, peygamber
neden suyla taharetlenmedi, bundan da iftira ettikleri bellidir.

Yapmış oldukları diğer bazı rivayetlerle, Peygamber ve Ebû


Bekir’in hicret etmek için iki kişi olarak Mekke’den
çıktıklarını rivayet ettiler. Buna rağmen şöyle rivayetlerde
bulundular.

111- ............ Amr b. Şuayb’ın dedesi (Abdullah b.Amr) den;


demiştir ki: “Resûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu”:

“Tek yolcu şeytandır. İki yolcu iki şeytandır. Üç (yolcu) ise,


cemaattir. “(Ebû Dâvud, K.el-Cihâd (15), Bâb 79 H.2607

102
C.10 S.114 Şamil, diğer rivayet edenler, Muvatta istizân, 35,
Tirmizi, cihâd, 4.)

112- Amr İbnu Şu’ayb an ebihi an ceddihi (radıyallahu anh)


tarikinden naklediyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Bir atlı bir şeytandır, iki atlı iki şeytandır, üç
atlı bir gruptur."(K.S. 2184 C.8 S.20 Akçağ 1989 alıntıları,
Muvatta, İsti’zân 25,(2,978); Ebû Dâvud, Cihâd 86, (2607);
Tirmizi, Cihâd 4, (1674))

Peygamberle, Ebu Bekir’in iki kişi olarak hicret ettiklerini şu


şekilde rivayet ettiler:

113- Bera İbnu’l- Âzib radıyallahu anh anlatıyor: “Hz. Ebu


Bekr radıyallahu anh, evinde babama uğradı. Ondan bir
semer satın aldı. (Babam) Âzib’e:

“Benimle oğlunu gönder, onu evime kadar


götürüversin!"dedi. Babam bana:

“Haydi onu götürüver!"dedi. Ben de götürüverdim. Babam


onunla beraber çıktı, bedelini alacaktı. Babam, Ebu Bekr’e:

“Ey Ebu Bekr! Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmla (hicret


ettiğin) gece ne yaptınız?"diye sordu.

“Evet o gece yürüdük, Ertesi günü de öğle vaktine kadar


yürüdük. Yolumuz tenha idi hiç kimseye
rastlamadık.................... (K.S. 5775 C.16 S.199 Akçağ 1993
alıntıları, Buhâri, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Lukata 11, Menâkıb
25, Eşribe 12; Müslim, Zühd 75, (2009))

Peygamberin ve Ebu Bekr’in iki kişi olarak, hatta yolda hiç


kimseye rastlamamak kaydıyla hicret ettiklerini rivayet
ettiler, bunun yanında da iki kişi olarak seyahat edenlerin iki
şeytan olduğu rivayetlerinde bulundular. Yapmak istedikleri
hakaretin ağırlığı gayet açıktır. Yoksa tek başına veya iki kişi
olarak seyahat eden niçin iki şeytan olsun. İslam dininde,

103
İman şartları arasında en az üç kişi olarak seyahat edilecek
diye bir şey yoktur.

Güneş ve Aya’da saldırmayı ihmal etmeyerek şöyle bir


rivayette bulundular.

114- ............ Ebu Hureyre’den, Rasûlullah’ın (S.A.V.)


“Güneş ve Ay, kıyamet günü dürülüp sarılarak ateşe atılmış
iki öküzdürler.” dediğini rivayet etti. (İbn Kuteybe, Te’vilu
Muhtelifi’l Hadis, S.189 Kayıhan Yayınları 1989 alıntısı,
Buhari 59/4)

Güneş ve Ay’ın büyük faydaları ortadayken, onlara bula bula


cehennemde yer buldular. Bu nankörlüğün tipik bir örneğidir.
Yoksa güzel ve iyi olan her şeye karşı olacaklarına dair
verilmiş bir ahitlerimi var? Rivayet uydurma olup aslı yoktur.

TEDAVİLER KONUSUNDA UYDURDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

Tıbbi Nebevi adı altında uydurdukları rivayetlerde, Okuyup


üflemeyi, hastaya tükürmeyi, dağlamayı ve hurma gibi birkaç
meyveyi konu etmişlerdir. Şöyle ki:

115- ........... Bize Muhammed ibn Adiyy, Hişâm ibn


Hassân’dan; o da ikrame’den tahdis etti ki, İbnu Abbâs (R):
Peygamber (S) ihrâmlı olduğu hâlde kendisinde bulunan bir
baş ağrısı hastalığından dolayı “Lahyu Cemel" denilen bir su
yanındaki menzilde başından kan aldırma tedavisi yaptırdı,
demiştir. (Buhâri, Kitabu’t-Tıbb H.21 C.12 S.5734-5735
Ötüken 1988)

116- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Ebu Hind,


Rasûlullah’ı bıngıldak kısmından hacamat etmişti.
Aleyhissalâtu vesselâm:

“Ey Beni Beyâza, Ebu Hind’i evlendirin, onunla


evlenin!"buyurdu ve şunu ilave etti: “Eğer tedavi için
başvurduğunuz şeylerin birinde hayır varsa bu
104
hacâmattır."(K.S. 5662 C.16 S.13 Akçağ 1993 alıntısı, Ebû
Dâvud, Nikâh 27, (2102))

117- Ebu Keşbe el-Enmâri radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm başından ve iki omuzu
arasından hacamat olur ve:

“Kim bu kandan akıtırsa, herhangi bir hastalık için, bir başka


ilaçla tedavi olmasa da zarar görmez!"buyurdu."(K.S. 4012
C.11 S.314 alıntısı, Ebu Dâvud, Tıbb 4,(3859); İbni Mâce,
Tıbb 21, (3484))

118- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm hacamat oldu ve hacamatı yapan
hacamatçıya ücretini ödedi ve ayrıca burun damlası kullandı."
(K.S. 4006 C.11 S.304 Akçağ 1991 alıntısı, Buhâri, Tıbb 9;
Müslim, Selam 76, (1202); Ebu Dâvud, Tıbb 8,(3867);
Tirmizi, Tıbb 9,(2048) )

119- İbnu Ömer radıyallahu anhümâ (âzatlısına): “Ey Nâfi


bana kan galebe çaldı, benim için bir haccâm getir,
getireceğin haccâm genç olsun, yaşlı veya çocuk olmasın"
dedi. Devamla İbnu Ömer dedi ki: “Ben Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâmın: “Aç karnına hacamat olma idealdir,
aklı arttırır. Hafızayı güçlendirir. Hafız olmak isteyenlerin
hıfzetme kabiliyetini arttırır. Hacamat olmak isteyen Allah’ın
adıyla Perşembe günü hacamat olsun. Cuma, Cumartesi,
Pazar günlerinde hacamat olmaktan kaçının. Pazartesi ve Salı
günüde hacamat olunuz. Çarşamba günü hacamat olmaktan
kaçının............ (K.S. 7038 C.17 S.448 Akçağ 1993 alıntısı,
İbnu Mace 3488)

120- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Kim hacamat olmak
isterse. Ayın veya 19 veya 21’ini arasın. Sakın, kan
fazlalaşmak suretiyle birinize galebe çalıp onu öldürmesin."
(K.S. 7037 C.17 S.447-448 Akçağ 1993 alıntısı, İbnu Mace
3501 )
105
Görüldüğü gibi, hacamat yani kan aldırma hakkında, bütün
hastalıkların tedavisi olduğu, yapılması lazım gelen günleri
ve hacamatçıya ücret ödenmesi gerektiği yolunda rivayetler
uydurarak bunu insanlara çok büyük bir tedaviymiş gibi
tavsiyede bulunmuşlardır. Buna rağmen kendi kendilerini
yalanlayan şu rivayetleri de uydurmaktan geri
durmamışlardır:

121-............ Râfi’b. Hadic (r.a.), Rasûlullah (S.a.)’ın şöyle


buyurduğunu rivayet etmiştir:

“-Hacamat edenin ücreti pistir, köpeğin satışı karşılığında


alınan para pistir, fahişenin zina karşılığı aldığı ücret pistir.
(Ebu Dâvud, K.el-İcâre (22) Bab 38 H.3421 C.12 S.497
Şamil, diğer rivayet edenler; Müslim, müsakât 40,41;
Tirmizi, büyû 46; Nesai, sayd 15.)

122- Resûlullah’a atfen: “Kazancın en kötüsü, fahişenin


mehri, köpeğin parası ve haccamın kazancıdır." (Müslim
40/17 C.8 Sönmez Neşriyat A.Ş.)

123- Resûlullah’a atfen: Köpeğin parası habistir; Fahişenin


mehri habistir; haccamın kazancı da habistir." (Müslim,
41/17 C.8 Sönmez Neşriyat A.Ş.)

124-........... Ebû Cuhayfe’nin oğlu Avn şöyle demiştir: babam


Ebû Cuhayfe bu köleye emretti de, onun kan alma âletleri
kırıldı. Ben babamdan bu kırmayı sordum. O şöyle cevap
verdi: Peygamber (S) köpek bedelinden, kan alma ücretinden
nehyetti.......... (Buhâri, Kitabu’l-Buyû 38 C.4 S.1929 Ötüken
1987 )

Hacamatın serbest, hacamat ücretinin yasak olduğu şeklinde


rivayet ettiklerinin anlaşılmaması gerekir, zira diğer bir
rivayette hacamatçılardan uzak durulması gerektiği rivayet
edilmiştir, Şöyle ki:

125-......... Haccâm çağrılınca Ömer şöyle dedi:

106
- Resûlullah (s.a.)’ı şöyle derken işittim:

“-Ben teyzeme, kendisi için bereket olacağını umarak bir köle


hediye ettim ve ona; köleyi hacamatçıya, kuyumcuya ve
kasaba verme dedim."(Ebû Davud, K. El- İcâre (22) Bab 41
H.3430 S.507 Şamil 1991)

Böylece çok övdükleri bir konuda kendi kendilerini


yalanlamış oldular.

Yine rivayet ettiler ki:

126- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Sa’d İbnu Mu’âz


radıyallahu anh kolundaki (can) damarından isabet aldığı
zaman Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm onu elindeki uzunca
bir demir çubukla bizzat dağladı. Ancak yarası tekrar şişti.
Resûlullah ikinci sefer dağladı." (K.S. 4018 C.11 S.324
Akçağ, alıntısı Müslim, Selam 75,(2208); Ebû Dâvud, Tıbb 7,
(3868) )

127- Tirmizi nin Hz. Enes’ten yaptığı bir rivayette, Enes


radıyallahu anh der ki: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm,
Sa’d İbnu Zürâreyi sivilce sebebiyle dağladı."(K.S. 4019
C.11 S.325 Akçağ 1991, alıntısı Tirmizi, Tıbb 11,(2051) )

128- İmrân İbnu Husayn radıyallahu anhumâ anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bizi dağlama yapmaktan
nefyetti. Ancak biz, (ona başvurmaya zorlu yan) durumlarla
karşılaştık. Birçok defalar dağlama yaptık, rahatsızlığımızdan
kurtuluş bulamadık." (K.S. 4020 C.11 S.325 Akçağ 1991
alıntısı, Tirmizi, Tıbb 10,(2050); Ebû Dâvud, Tıbb 7, (3865))

129- İmran İbnu Huseyn radıyallahu anhumâ anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Ümmetimden yetmişbin
kişi (Mahşer’de) hesaba çekilmeden cennete girecektir!"
buyurdular. Kendisine: “Ey Allah’ın Resûlü! Bunlar
kimlerdir?" diye sual edildi.

107
“Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye baş
vurmayanlar, teşâ’üm’e (uğursuzluğa) inanmayanlar ve
Rablerine tevekkül edenlerdir!" buyurdu............... K.S. 4034
C.11 S.350 Akçağ 1991 alıntısı, Müslim, İman, 371, (218))

Dağlama konusundaki rivayetlerinin çelişkili olduğu açıktır.

Yine rivayet ettiler ki:

130- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: Rasûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Uğursuzluk çıkarmak şirktir, uğursuzluk çıkarmak şirktir,


uğursuzluk çıkarmak şirktir........ (K.S. 4093 C.11 S.464
Akçağ 1991, alıntısı Ebû Dâvud Tıbb 24,(3910); Tirmizi,
Siyer 47, (1614))

131- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ne sirayet (bulaşma),
ne de uğursuzluk vardır.......... (K.S. 4094 C.11 S.465 Akçağ
1991 alıntısı, Buhâri Tıbb 44,54; Müslim, Selam 113,(2224);
Ebû Dâvud, Tıbb 24, (3916); Tirmizi, Siyer 47, (1615))

Görüldüğü gibi, kesinlikle uğursuzluk diye bir şey olmadığını


hatta bir şeyde uğursuzluk telakki etmenin şirk olduğunu,
ayrıca hastalık bulaşması diye bir şey olmadığını rivayet
ettiler. Bu iddialarının yanında birde şu rivayetleri tahdis
ettiler:

132- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam dedi ki:
“Ey Allah’ın resûlü! Biz bir evdeydik, oradayken sayımız
çok, malımız bol idi. Sonra başka bir eve geçtik. Burada
sayımız da azaldı, malımız da.”

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Burayı zemim


(addederek) terk edin! buyurdular. (K.S. 4099 C.11 S.472
Akçağ 1991, alıntısı, Ebû Davut Tıbb 24, (3924))

108
Burada kabul edilen ‘zemimlik’ uğursuzluk manasında
kullanılmıştır, yoksa evin sağlık şartları bakımından
elverişsiz olması değildir, zira mallar, bağ, bahçe olabildiği
gibi, altı, gümüş v.s. De olabilir, mal deyimi genel bir
ifadedir ve ayırım yapılmamıştır.

Zaten başka bir rivayette uğursuzluğu açıkça kabul


etmişlerdir, şöyle ki:

133-.......... Bana Mâlik, İbn Şihâb’dan; o da Umer’in iki oğlu


Hamza ile Sâlim’den; onlarda babalarından olmak üzere
tahdis etti ki, Resûlullah (S): “Uğursuzluk kadında, evde ve
atta olur" buyurmuştur. (Buhari, Kitâbu’n-Nikâh 31 C.11
S.5187 Ötüken 1988).

Böylece adetleri üzere yine kendi kendilerini yalanlamış


oldular.

Kur’an’a göre, insanların başına bir musibet geldiğinde bu


onların işlemiş olduğu işler yüzündendir. Yoksa onların
kullanmış oldukları ev, elbise, binek v.s. İle ilgisi yoktur,
buna göre uğursuzluk veya günlerin birbirinden farkı yoktur.
Zamanın kendisi uğursuz sayılamaz, zaman belalı gelmişse
bu işlenmiş olan işlerden o işi işlemiş olanlar yüzündendir.
Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin


yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah, işlediklerinizin)
birçoğunu da affeder. 42/30

Yine rivayet ettiler ki:

134- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm (bir gün) aramızda doğrulup:

“(Hastalık nev’inden) hiçbir şey hiçbir şeye sirayet


etmez!"buyurmuşlardı ki bir bedevi:

109
“Ey Allah’ın resûlü! Nasıl olur? Bir deve sürüsüne kuyruğu
ile haşefesini uyuzlaşmış bir deve gelince hepsini uyuzlu
yapar! dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:

“Pekalâ birincisini kim uyuzladı? Ne sirayet, ne safer


vardır......... (K.S. 4836 C.14 S.17 Akçağ 1992 alıntısı,
Tirmizi, Kader 9, (2144))

Rivayet ettikleri bu hadislerle hastalık bulaşması diye bir şey


olmadığını rivayet ettiler. Bu ise gerçeklere uymayan bir
husustur, ilk deveye kim bulaştırdı demek, ilk deveyi kim
doğurdu demeye benzer, bunun ise bir mantığı yoktur,
ilklerin başlaması ilk aşama olarak kendi başlarınadır. Bazı
hastalıkların bulaştığı tıbben sabittir. Kendileri de bu
rivayetlerini yalanlayan aşağıdaki rivayeti tahdis ettiler:

135-............ İbn Abbâs dedi ki, Resûlullah (S)’ten işittim


şöyle buyurdu: (Veba hastalığı hakkında) “Bu hastalığın bir
yerde çıktığını işittiğiniz zamân oraya girmeyiniz. Hastalık
sizin bulunduğunuz yerde vâkı’ olursa, oradan kaçmak için
sakın o yerden dışarı çıkmayınız!”

Abdullah

- Bunun üzerine Umer, Allah’a hamd etti, sonra ayrıldı,


demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Tıbb 44 C.12 S.5757 Ötüken
1988.)

Yukarıdaki iki rivayet birbirleriyle çelişkili olduğu gibi,


kendi içerisinde de çelişkili olan şu rivayeti tahdis ettiler:

136-............ Bize Said ibnu Minâ tahdis edip şöyle dedi: Ben
Ebû Hureyre (R)’den işittim, şöyle diyordu: Resûlullah (S):
“Hastalığın (sâhibinden bir başkasına) kendi kendine sirâyeti
yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur. Ükey ve baykuş
(ötmesinin te’siri ve kötülüğü) da yoktur. Safer ayında
uğursuzluk yoktur. (Bunlar Câhiliyet hurâfeleridir.) Fakat (ey

110
mü’min) sen cüzâmlıdan, arslandan kaçar gibi kaç!"buyurdu.
(Buhâri, Kitâbu’t-Tıbb 27 C.12 S.5740 Ötüken 1988)

Madem ki hastalık bulaşması yoktur Cüzâmlıdan kaçmanın


manası nedir ki, bu açık bir çelişkidir.

137- Sa’id İbnu Ebi Vakkâs radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim her
sabah acve hurmasından yedi tane yerse o gün geceye kadar
ona ne zehir ne de sihir zarar verir. K.S. 3987 C.11 S.270
Akçağ alıntıları, Buhâri, Tıbb 52,56, Et’ime 43; Müslim,
Eşribe 154,(2047); Ebû Dâvud, Tıbb 12, (3875,3876))

Bu öyle bir iddiadır ki, boş bir iddia olduğu basit bir deneme
ile hemen anlaşıla bilir. Değil yedi acve hurması, kişi yedi
sepet acve hurması yerse kendisine verilecek biraz güçlü bir
zehirin etkisinden kurtulamaz. Zira acve hurmasının öyle bir
etkisi olsaydı ilaç olarak eczanelerde satılacak ve kimse
zehirlenme yoluyla ölmeyecekti, fakat gerçekler bu iddianın
aksi yöndedir. Bu rivayete inanan bir kimseye, haydi yedi
adet acve hurması ye, bizde sana istediğimiz bir zehir verelim
ve sana tesir etmediğini ispatla dersek, sanmam ki dünyada
bunu göze alacak aklı başında bir kişi çıksın.

138- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ölüm dışında hiçbir
hastalık yoktur ki çörek otunda onun için bir deva
bulunmasın."(K.S. 3986 C.11 S.268 Akçağ 1991 alıntısı,
Buhari, tıbb 7; Selam 89, (2215); Tirmizi, Tıbb 5,(2042), 22,
(2071))

Çörek otunun her hastalığın ilacı olduğu yolundaki iddia,


acve hurması için uydurulan türden boş bir iddiadır, Bir çok
araştırmalara rağmen kanser gibi bazı hastalıkların ilacı
bilinemezken, böyle bir iddia gerçeklere uymamaktadır.

140- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor:”Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’ı işittim, diyordu ki:Rukyelerde,

111
temimlerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet muskası) bir
nevi şirk vardır....”.... (K.S. 4035 C.11 S.353 Akçağ 1991,
alıntısı, Ebû Dâvud, Tıbb 127,(3883))

141-Hz. Ebu Sa’ad radıyallahu anh anlatıyor:”Biz,Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâmın çıkardığı askeri) bir seferdeydik. Bir
yerde konakladık. Yanımıza bir câriye gelip: “Obamızın
efendisi Selim’i bir zehirli soktu. Onunla meşgul olacak
erkekler de şu anda yoklar. Sizde rukye yapan biri var
mı?"dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda mahâretini
bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla gitti ve adama okuyu
verdi. Adam iyileşti. Kendisine otuz koyun verdiler. Bize
sütünden içirdi. Ona:”Yahu sen rukye bilir miydin?"dedik.
“Hayır, ben sadece Fatiha okuyarak rukye yaptım" dedi. Biz
kendisine “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a sormadan (bu
verdiklerine) dokunma!"dedik. Medine’ye gelince, durumu
ona söyledik. Aleyhissalâtu vesselâm “Fatiha!nın rukye
olduğunu (tedavi maksadıyla okunacağını) sana kim söyledi?
Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!
buyurdular."(K.S. 4033 C.11 S.346 Akçağ 1991 alıntısı
Buhâri, Tıbb 39, 33,İcâre 16, Fedâilu’l-Kur’an 9; Müslim,
Selam 66,(2201); Ebû Dâvud, Tıbb 19,(3900); Tirmizi, Tıbb
20, (2064,2065))

Rivayetlerinin çelişkili olduğu açıktır. 140. Rivayette rukye


yapmak şirk olarak sayılmışken. 141. Örnekte ki rivayette
güya, Resûlullah fatihayla rükne yapılmasını tasvip etmiş,
hatta Fatiha’nın rukye olduğunu söylemiş ve ücret olarak
alınmış olan koyunlardan pay istemiştir.

Kesin olarak! Kur’an ayetleri hastaların üzerine okunup


üflenmek için inmemiştir. Bu yönden şifa verme hususunda
tesirleri yoktur. Böyle olduğu da denemeyle kolayca anlaşıla
bilir. İnsanlar, Kur’an ayetlerini, baş ağrısı, karın ağrısı v.s.
gibi hastalıklara okuyup üflerler, bu tip hastalıklar kendi
kendilerine vücut direnci yoluyla geçebilen hastalıklardır.
Eğer ki böyle bir iddia gerçek olmuş olsaydı, yani örneğin,

112
Fatiha rukye olmuş olsaydı sakat bir kimseye okunduğunda
da tesir etmesi gerekirdi. halbuki sakat olan bir kimseye
kıyamete kadar okunup üflense şifa yönünden tesir meydana
gelmez, bu durum Kur’an’ın bir zaafı değildir. Zira Kur’an’ın
iniş amacı bu değildir. Her gün milyonlarca kişi defalarca
Fatiha Sûresini okumaktadır. Buna rağmen hastalandıklarında
doktora gitmek zorunda kalmaktadırlar. Bundan da yapılan
iddiaların tıbbi şifa yönünden gerçeklere uymadıklarını
anlamak mümkündür.

Yapmış oldukları tedavi ile ilgili bazı rivayetler de okuyup


üfleme yerine, okuyup tükürmeyi tahdis etmişlerdir.
Amaçları saygısızlık etmektir, yoksa, Kur’an okumayla
hastaya tükürmenin bir ilgisi yoktur, Şöyle ki:

142- Hârice b. Es-Salt, amcasından rivayet ettiğine göre: O


(Hârice’nin amcası) bir kavme uğradı. Kavimdekiler onun,
yanına gelip;

- Şüphesiz sen o zat (Hz. Peygamber)’in yanından hayırlı bir


şey getirmişsindir, bizim için şu adama rukye yap, dediler ve
kendisine iplerle bağlı deli bir adam getirdiler.

Harice’nin amcası sabahlı akşamlı üç gün adama Fatiha


Sûresini okudu. Sûreyi her bitirişinde tükürüğünü biriktiriyor
sonra da tükürüyordu. Adam sanki kösteğinden kurtulmuş
gibi oldu, (iyileşti). (Delinin arkadaşları) rukye yapan zata
(ücret olarak) bir şey verdiler. Adam, Resûlullah (s.a.)’a gelip
durumu haber verdi.

Efendimiz (s.a):

“-Ye, ömrüme yemin ederim ki, kimileri bâtıl bir rukye ile
yerler, sen ise hak bir rukye ile yersin."buyurdu. (Ebû Dâvud,
K. el-icâre (22) Bab 37 C.12 S.496 R.3420 Şamil 1991).

143-.......... Bize Sufyân ibn Uyeyne, Abdu Rabbih ibnu


Sa’d’den; o da Amre bin tu Abdirrahman dan haber verdi ki,

113
Âise (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) rukye tedâvisinde şu
duâyı söylerdi: “Allah’ın ismiyle. Şu bizim yurdumuzun
toprağı ve bâzımızın tükürüğüdür. Bunlardan Rabb’imizin
izniyle hastamız şifâlanır!" (Buhâri, Kitabu’l Tıb 61 C.12
S.5769 Ötüken 1988)

Putperestler taştan topraktan yaptıkları putlardan medet


umarlardı, kim bilir, belki de tükürükten medet ummak
onların bile aklına gelmemiştir. Peygamberi bunların
iftiralarından tenzih ederim.

Kur’an’la, tükürüğü bir olayın tamamlayıcı unsurları olarak


düşünmek, Kur’an’a açıktan açığa yapılmış bir saygısızlıktır.
Bütün bu gibi şeylerle esas olarak yapmak istedikleri,
Kur’an’ın iniş amacıyla ilgili olarak insanları yanlış
yönlendirmek ve Kur’an’ı onların gözünden düşürmektir,
yoksa Kur’an’ın okunup hastalara üflenmesiyle veya
tükürükle hiçbir ilgisi yoktur, neyi, neyin seviyesine
indirmeye çalıştıkları çok düşündürücüdür.

Kur’an’ın, bunların iddia ettikleri gibi bir tedavi kitabı


olmadığı konusunda Kur’an’dan mealen:

- Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yâhut arzın


parçalandığı, yâhut ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an
olsaydı (bu Kitâb olurdu). Ama bütün işler Allah’a aittir.
İman edenler hâla anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, bütün
insanları yola iletirdi? Yaptıkları (küfür ve kötü işler)
yüzünden inkar edenlerin, başlarına âni bir belâ gelecek,
yâhut (o belâ) evlerinin yakınına konacak, Allah’ın va’di
gelinceye kadar bu böyle sürüp gidecektir. Allah, va’dinden
aslâ dönmez. 13/31

Kur’an okunduğunda ne dağlar yürütülür, ne yer parçalanır,


nede ölüler konuşturulabilir. Ancak hidayet bulmak için onun
ayetlerinden istifada edilir. Yoksa, Kur’an ayetlerinin okunup
hastaya üflenmesinin hastaya sağlayacağı hiçbir yarar yoktur.

114
Bu gibi iddialar, Kur’an’ın iniş amacını saptırmaya yönelik
iddialardır.

GÖZ YANİ NAZAR DEĞMESİ HAKKINDA DA BİR


TAKIM ASILSIZ RİVAYETLER UYDURMALARI

144-............ Ebû Hureyre (R): Resûlullah (S): “Göz değmesi


haktır (sâbittir)" buyurdu ve döğme yapmaktan nehyetti,
demiştir. Buhari, Kitâbu’l-Libâs 154 C.13 S.5952 Ötüken
1989, diğer rivayet edenler Müslim 2187; Ebû Dâvud 3879;
Bak, K.S. 4042)

145-............ Bize ez-Zuhri, Urve ibnu’z-Zubeyr’den; o da


Ebû Seleme’nin kızı Zeyneb’den; o da annesi Ümmü Suleym
(R)’den şöyle haber verdi: Peygamber (S), zevcesi Ümmü
Seleme’nin evinde, yüzünde sarılık eseri bulunan bir kız
çocuğu gördü de: “Bu kız çocuğuna rukye tedâvisi yapınız!
Çünkü bunda nazar değmesi vardır" buyurdu. (Buhâri,
Kitâbu’t-Tıbb 54 C.12 S.5765 Ötüken 1988 )

İddialarınca bir kimse yalnızca bakmak suretiyle, bir canlıya


veya bir eşyaya baktığında onu fiziksel olarak etkileyebilir ve
ona zarar verebilir. Buna inanan bir çok kimse başına gelen
her çeşit felaketi veya istemediği bir durumu göz değmesine
bağlamaktadır. Öyle ki: Hastalansa, bir yakını ölse, işi
istediği gibi gitmese veya malına bir zarar gelecek olsa,
kendisine nazar değdiği kanaatinde ve inancındadır, hatta
kendisine nazar değdirdi diye, hiç ilgisi olmayan ve olması da
mümkün olmayan kimseleri suçlama yoluna gider. Bu
inançta olan kimseler, önlem olarak nazar boncuğu ve
nazarlık diye adlandırdığı cam parçalarından ve hatta eşek
veya at nalından medet ummakta, bunları kendi üzerine,
yakınlarının üzerine veya mallarının üzerine asarak nazar
değmesinden koruyacaklarına inanmakta ve dolayısıyla
bunları putlaştıra bilmektedir. Veya nazarın kendi yerine
bunlara değeceğine inanan kimseler de vardır, güya nazar
değdirecek şahsın nazarı bunlara isabet edecek, böylece
kendisinin veya malının nazardan korunacağı inancında olan
115
bazı kimselerde bunları kullanmaktadırlar. Bu inançlar o
kadar yaygın durumdadırlar ki, ülke çapında nazar boncuğu
veya çeşitli nazarlıklar imal eden bir sanayi mevcut olduğu
gibi, kitleler tarafından bunlara büyük bir talep vardır. Bütün
bu inançlar İslam dininde yeri olmayan inançlardır, hiç
kimsenin bakışında öyle bir etki olmadığı gibi, cam veya
başka şeylerin, insanları bu iddia çerçevesinde koruma
özelliği de yoktur.

Kendilerine İslam alimi diyen bir takım kimseler, nazarın


varlığıyla ilgili olarak şu ayetleri delil getirmektedirler.
Mealen:

-O inkâr edenler, zikri (Kur’an’ı) işittikleri zaman, neredeyse


seni gözleriyle devireceklerdi. “O delidir" diyorlardı. 68/51

Ayette kafirlerin kin ve kızgınlıkları müteşabih olarak


anlatılmıştır. Yani kaşlarını çatarak, sert sert baktıkları
vurgulanmıştır. Nazara inanların ortak görüşü, kendilerine ait
olan bir şeyin kıskanıldığı ve dolayısıyla kendilerine nazar
değdiği şeklindedir. Ayette ise kafirlerin Kur’an’ı
kıskandıkları veya Peygamberi kıskandıkları
vurgulanmamıştır, tam tersine, kafirler kin ve öfkeleriyle,
Kur’an’ı tebliğ eden peygamber için deli ifadesini
kullanmışlardır. Bu yönden nazara inananların inancıyla
mealini yazmış olduğum bu ayeti bağdaştırmak mümkün
değildir. Diğer bir hususta, ayette kafirlerden kitle olarak
bahsedilmiştir, eğer iddia edildiği gibi bir nazar değdirme
olayı olmuş olsa, bu kafirlerin tamamının nazar değdire bilme
özelliğine olup, nazar değdirebildikleri neticesine varılır ki bu
da saçma bir iddia olmuş olur. Kaldı ki nazara inananlar bu
özelliği, kafir olsun, Müslüman olsun ancak bazı özel
kimselere isnat etmektedirler. Bu itibarla ayeti nazar
değdirme olayı ile bağdaştırmağa imkan yoktur ve dolayısıyla
İslam dinine göre nazar değdirme olayı da yoktur.

Nazar değdirme olayı iddialarına delil gösterdikleri bir diğer


ayette ‘Yusuf Sûresi 67.’ ayetidir, mealen:
116
- Ve deki: “Oğullarım, (Mısır’a) bir kapıdan girmeyin, ayrı
ayrı kapılardan girin ama ben(ne yapsam) Allah(ın
takdir)inden hiçbir şeyi sizden savamam, Hüküm, yalnız
Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim, tevekkül edenler de
O’na tevekkül etsinler!" 12/67

Ayet içinde geçen, ayrı ayrı kapılardan şehre girilmesi olayını


nazar değmesine bağlamaktadırlar. O zaman şu soruyu
sormak lazım, hep beraber bir kapıdan girdiklerinde kardeş
olduklarını bilip onları kıskanmak suretiyle kim nazar
değdirecekti, öyle ki birbirleriyle akrabalıkları olmayan bir
kafile olarak yorumlanmaları da mümkündür. farz edelim ki
kapıda kardeş oldukları bilindi ve kıskanılmak suretiyle
onlara nazar değdirme olayı mümkün hale gelmiş olsun, aynı
olay şehirde gezinmeleri halinde de mümkündür, nitekim hep
birlikte gidip zahire istemişlerdir. Kapıda kendilerine nazar
değdirilebiliyorsa şehirde de toplu olarak gezdiklerinde
kendilerine nazar değdirile bilir. Halbuki ayette şehri
gezdiklerinde, şehir içinde de ayrı ayrı gezmeleri
bildirilmemiştir, hatta şehirden çıkmaları durumunda, hem de
zahire yükleri de tam da doluyken ayrı ayrı kapılardan
çıkmaları da söylenmemiştir. Bu itibarla, bu ayetin nazarla
hiçbir ilgisi yoktur. Olsa olsa, şehre ayrı ayrı kapılardan
girmelerinin istenmesi, bir kısmı şehre girmekten engellense
diğerleri girebilsin ihtimaliyle ilgili olabilir, bu da makul bir
davranıştır. Böyle bir önlem mahzurlu olmamakla beraber,
Allah’ın istemesi halinde, Allah’ın hükmünü hiçbir önlemin
geri çeviremeyeceği ve Allah’a tevekkülün gerekliliğini
vurgulanmıştır.

Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, İslam inancında nazar


değdirme olayı diye bir şey yoktur, bu konuda uydurulan
rivayetler Kur’an’a uymamaktadır.

PEYGAMBERLER VE YAKINLARI HAKKINDA


UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

117
146- İbnu Abbas (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: “Hz. Ebu
Bekr (radıyallahu anh):”Ey Allah’ın Resûlü, saçların ağardı
yaşlandın" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu Vesselâm): “Beni,
Hûd, Vâkı’a, Mürselât, Ammeyetesâelun ve İzâ’ş-Şemsü
Küvviret sûreleri ihtiyarlattı" cevabını verdi”. (K.S. 659 C.4
S.29 Akçağ 1988, alıntısı, Tirmizi, Tefsir, Vâkı’a. (3293))

147- ............ Usmân ibn Abdillah ibn Mevheb: Ben Ümmü


Seleme’nin yanına girdim. O bizlere Peygamber (S)’in
saçlarından bir miktar boyanmış saç çıkarıp gösterdi,
demiştir. (Buhari, Kitâbu’l-Libâs 113 C.13 S.5929 Ötüken
1989 )

148- ......... Ebu Cuhayfe (şöyle demiş):

-Ben Resûlullah’a beyaz gördüm ihtiyarlamıştı, Ali’nin oğlu


Hasan’a benziyordu. (Müslim 107/127 C.10 Sönmez
Neşriyat).

Yukarıdaki üç rivayette, Peygamberin yaşlanmış olduğu ve


saçlarının beyazlandığını, beyazlanmış olan saçlarını
boyadığı tahdis edilmiştir. Diğer başka rivayetlerde ise şöyle
demektedirler:

149-......... Sâbit el- Bunâni şöyle dedi: Enes’e Peygamber’in


sakalını boyaması (vâki’ olup olmadığı) soruldu da, Enes (R):

- Şu muhakkak ki, Peygamber (S) saç sakal boyayacak


dereceye ulaşmadı. Eğer ben O’nun sakalındaki beyaz kılları
saymak isteseydim muhakkak sayardım, dedi. (Buhâri,
Kitâbu’l-Libâs 111 C.13 S.5928 Ötüken 1989)

150- Enes’e Peygamberin saçının ağarıp ağarmadığı


sorulmuş da:

- Allah onu beyazlıkla lekelemedi, demiş. (Müslim 105/126


C.10 Sönmez Neşriyat A.Ş.)

118
Bu iki rivayetle diğer üç rivayet arasında açık bir çelişki
vardır. Peygamberden hadis rivayet ettiklerini iddia eden bu
kimseler, peygamberin şimali hakkında dahi ihtilaf edecek
kadar onu tanımamaktalar. Onu tanımadıklarına dair diğer
hadis örnekleri:

151- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm altmış üç yaşında vefat etmiştir."(K.S.
5529 C.15 S.346 Akçağ 1992 alıntıları, Buhari, Menâkıb 10;
Müslim, Fezâil 115,(2349); Tirmizi, Menâkıb 28,(3655))

152- ... İbni Abbâs’tan naklen: “Resûlullah, Mekke’de on öç


yıl kalmış ve altmış üç yaşında vefat etmiştir."(Müslim
117/135 C.10 Sönmez Neşriyat A.Ş.)

153-........ İbni Abbâs rivayet etti ki: “Resûlullah altmış beş


yaşında vefat etmiştir."(Müslim 122/138 C.10 Sönmez
Neşriyat)

Görüldüğü gibi peygamberin yaşı konusunda ki hadisler


çelişkili olup, İbni Abbâs’tan peygamberin vefat yaşını 63 ve
65 olarak rivayet etmeleri ilginçtir.

154- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


yüzüğünü sağ eline takardı."K.S. 2100 C.7 S.474 Akçağ 1988
alıntısı, Ebû Dâvud, Hâtim 5,(4226); Nesâi, Ziynet 49,
(8,175))

155- İbnu Ömer (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) yüzüğünü sol eline takardı ve kaşını
avucunun içine getirirdi. İbnu Ömer de böyle yapardı." (K.S.
2102 C.7 S.474 Akçağ 1988 alıntısı, Ebu Dâvud, Hâtim 5,
(4227,4228))

156-............. Bize Sufyân el-A’meş’ten; o da Ebû Vâil’den; o


da Abdullah ibn Mes’ûd (R)’dan tahdis etti ki, Peygamber
(S): “sizden hiçbiriniz sakın benim Yûnus’tan hayırlı

119
olduğumu söylemesin" buyurmuştur. (Buhari, Kitabu’l-
Enbiy3a 86 C.7 S.3224 Ötüken 1987.)

157-.......... Bize Şu’be, Katâde’den; o da Ebû’l-Âliye’den; o


da İbn Abbâs (R)’tan tahdis etti ki, Peygamber (S): “Hiçbir
kul için: Ben muhakkak Yûnus ibn Mettâ’dan hayırlıyım,
demesi uygun değildir" buyurmuş ve Yûnus’u babası
Mettâ’ya nispet etmiştir. (Buhari, Kitâb’l-Enbiyâ C.7 S.3225
Ötüken 1987.)

158- .......... Ben Humeyd ibn Abdirrahmân’dan; o da Ebû


Hureyre (R)’den işittik ki, Peygamber (S): “Hiçbir kul için:
Ben Yûnus ibn Mettâ’dan hayırlıyım demesi yakışmaz"
buyurmuştur. (Buhari, Kitâb’l-Enbiyâ C.7 S.3226 Ötüken
1987.)

159-... Resûlullah’a atfen: Beni Musa’ya üstün


tutmayın"(K.S. 4337 C.12 Akçağ, alıntıları Buhari Enbiya
34-35; Müslim 2373; Ebu Davud 4671; Tirmizi 3240.)

160-...Resûlullah’a atfen: “Peygamberlerden birini diğerine


üstün tutmayın."(K.S. 4346 C.12 Akçağ, alıntısı Ebu Dâvud,
sünnet 14(4668))

Yukarıdaki rivayetlerle benzeri rivayetler de hiçbir


peygamberle diğer peygamberler arasında derece farkı iddia
edilmemesi ısrarla vurgulanmıştır, buna rağmen şöyle rivayet
ettiler:

161-......... Resûlullah’a atfen:

“Yaratılmışların en hayırlısı (Hayru’l-Beriyye) İbrahim


peygamberdir." (K.S.4335 C.12 Akçağ, alıntısı Müslim 2369;
Tirmizi 2349; Ebu Dâvud 4672)

162- ......... Ubeydullah’tan; o da Said ibn Ebi Said el-


Makburi’den işitmiştir ki, Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir:
Peygamber’e

120
- İnsanların (Allah katında) en çok kerem ve ihsâna nâil olanı
kimdir? diye soruldu.

Peygamber (S)

- “İnsanların en kerimi, en muttaki olanıdır" buyurdu.

Soranlar:

-Ey Allah’ın Peygamberi, biz Senden amel cihetiyle en kerim


olanı sormuyoruz, dediler.

Bunun üzerine Peygamber:

- “İnsanların en kerimi Allah’ın Peygamberi Yusuf’tur..........“


buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Enbiy3a 48 C.7 S.3174 Ötüken
1987.)

Yukarıdaki rivayetlerle diğer rivayetlerin aksine, çelişkili


olarak peygamberler arasında fark gözetilmiş ve İbrahim
peygamberle, Yusuf peygamber, ayrı ayrı diğer
peygamberlerden üstün sayılmıştır ve buna rağmen şöyle
demişlerdir:

163-.......... Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Bir keresinde


Rasûlullah’ın sofrasında et yemeği getirildi ve kendisine bir
kol kaldırılıp sunuldu. Çünkü Rasûlullah etin bu kısmını
severdi. Ondan ön dişleriyle bir lokma kopardı. Sonra şöyle
anlattı:

“Ben kıyâmet gününde bütün insanların seyidiyim,


efendisiyim......."dedi. (Buhâri, Kitâbu’t-Tefsir 233 C.10
S.4514 Ötüken 1988 ).

164- Resûlullah’a atfen: “Ademoğlunun Allah’a en kerim


olanı da benim, Bunda fahr yok!" (K.S. 4347 C.12 Akçağ,
alıntısı Tirmizi, Menâkıb 2(3614))

121
165-..... Resûlullah’a atfen: “Kıyamet günü geldi mi, ben
peygamberlerin imamı, hatibi ve (onlar arasında) şefaat
(etmeye yetki) sahibi olacağım. Bunda övünme yok."(K.S.
4348 C.12 Akçağ, alıntısı Tirmizi 3617.)

Böylece tahdis ettikleri rivayetlerle tekrar çelişki meydana


getirmiş olmaktadırlar. İddia ettikleri bu konularla ilgili
olarak Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- Andolsun biz, Adem oğullarına çok ikrâm ettik, onları


karada ve denizde taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve
onları yaratıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık. 17/70

Yukarıda mealini yazdığım ayette görüldüğü gibi hiçbir insan


yaratılmışların en üstünü değildir. Ancak insan oğlu
yaratılmışların bir çoğundan üstün yaratılmıştır. Bu itibarla
İbrahim peygamber veya başka bir Adem oğlu için
yaratılmışların en üstünüdür demek Kur’an’la bağdaşmaz.
Kur’an’dan mealen:

- De ki: “Allah’a, bize indirilene, İbrâhim’e, İsmâil’e,


İshâk’a, Yâkub’a ve torunlara indirilene; Mûsâ’ya, İsâ’ya ve
peygamberlere Rab’leri tarafından verilene inandık; onlar
arasında ayırım yapmayız, biz O’na teslim olanlarız." 3/84

Yukarıda ki ayet mealinde görüldüğü gibi peygamberler


arasında ayırım yapılmaması emredilmiştir . Yani bir kısmı
kabul edilip bir kısmı red edilemez, aynı zamanda, Allah
tarafından peygamberlere indirilmiş olanların tamamına
ayırım yapılmadan inanmak şarttır, bu hususlar Allah’a iman
etmeyle birlikte sayılmıştır. Tabi ki, Allah tarafından
indirilenden kasıt gerçek manada indirilmiş olanlardır,
örneğin, kullar tarafından uydurulup, Allah’ın indirdiğine
katılmış olan hususlar değildir. Bu hususun tespiti içinde
Kur’an ölçüsünün rehberliği şarttır.

122
Kabul veya red yönünden peygamberler arasında İslama göre
ayırım yapılmamakla beraber, Peygamberler arasında derece
farkı vardır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Rabb’in, göklerde ve yerde olan kimseleri daha iyi bilir (O,


peygamber olmağa kimi lâyık görürse onu seçer). Andolsun
ki biz, peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık, Dâvûd’a
da Zebûr’u verdik. 17/55

görüldüğü gibi peygamberler arasında derece farkı


olmadığını söylemeleri Kur’an’la bağdaşmamaktadır.

166- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’a: “Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklere
beddua et, onları lânetle!"denilmişti. Şu cevabı verdi:

“Ben rahmet olarak gönderildim, lanetleyici olarak


değil!"(K.S. 5347 C.15 S.144 Akçağ 1992, alıntısı Müslim,
Birr 87, (2597))

167-... Aişe’den naklen: Resûlullah’ın yanına iki adam girdi,


ve onunla ne olduğunu bilmediğim bir şey konuştular da
gadaplandırdılar, O da kendilerine lânet ve sitem etti.
Çıktıkları vakit ben:

- Yâ Resûlullah! Şu iki adamın kazandığı hayırdan kim bir


şey kazanabilir, dedim:

“Ne o?"buyurdu.

- Sen onlara lanet ve sitem ettin! Dedim.

“Sen benim Rabb’ime konuştuğum şartı bilmiyor musun?


Allah’ım! Ben ancak bir beşerim, Müslümanlardan hangisine
lânet ve sitem edersem bunu onun için bir zekât ve ecir kıl,
dedim" buyurdular. (Müslim, 88/553 C.10 Sönmez Neşriyat)

İki rivayet çelişkili olduğu gibi. Müşriklere lânet söz konusu


olunca, Peygamber rahmet peygamberidir, kimseye lânet

123
etmez. Fakat Müslümanlara ise lânet eder. Güya bu onlar için
bir zekat oluyormuş. Gerçekte ise istedikleri söz kalabalığı
yaparak, peygamberi Müslümanlara lânet ettirmekten başka
bir şey değildir.

PEYGAMBERİN EHLİ BEYTİ YANİ HANE HALKININ


KİMLER OLDUĞU KONUSUNDA UYDURDUKLARI
RİVAYET ÖRNEKLERİ

168- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Şu âyet indiği


zaman (meâlen):”... Ey peygamber ailesi! Allah günahlarınızı
giderip sizi tertemiz yapmak istiyor"(Ahzâb 33), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazına giderken, altı aya
yakın bir müddette, Hz. Fâtıma (radıyallahu anhâ)’nın
kapısına uğrayıp:

“Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt" Allah günahlarınızı giderip


sizi tertemiz yapmak istiyor!"buyurdu."(K.S. 4495 C.12
S.418 Akçağ, alıntısı Tirmizi, Tefsir, Ahzâb 3204)

169- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm), üzerinde siyah (yünden) nakışlı bir
kumaş olduğu halde sabahleyin (evden) çıktı. O sırada Hasan
geldi onu örtünün altına soktu. Sonra Hüseyin geldi onu da
soktu. Sonra Fatıma geldi, onu da soktu. Sonra Ali geldi onu
da örtünün altına soktu. Sonra da:

“Ey Ehl-i Beyt Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz


yapmak istiyor"(Ahzâb 33) buyurdu”. (K.S. 4496 C.12 S.418
Akçağ, alıntısı Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 61,(2424))

170- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ben


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın evinin kapısında iken
şu âyet nazil oldu:"... Ey peygamber ailesi! Allah
günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor"(Ahzâb
33). Evde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ali, Fâtıma,
Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve:

124
“Allah’ım, işte bunlar benim ehl-i beytimdir, bunlardan
günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl!"buyurdu. Ben
atılıp:

“Ey Allah’ın Resûlü! Ben ehl-i beyt ten değil miyim? Dedim.
Bana:

“Sen (yerinde dur, sen zaten) hayırdasın, sen Resûlullah’ın


zevcesisin!"diye cevap verdi. (K.S. 4494 C.12 S.416 Akçağ,
alıntısı, Tirmizi, Menâkıb, (3870))

171- Yezid İbnu Hayyân, Zeyd İbnu Erkâm (radıyallahu


anh)’tan naklen anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:

“Haberiniz olsun! Ben size iki ağırlık bırakıyorum.


Bunlardan biri Allah Teâlâ’nın Kitabı’dır. O, Allah’ın (sema-
arz arasına uzanmış) ipi olup, kim ona tutunursa hidayet
üzere olur, kim de onu terk ederse dalâlete düşer. İkincisi
itretim, Ehl-i Beytim’dir."Biz, Zeyd İbnu Erkam’a sorduk:

“Kadınları da Ehl-i Beyt’inden midir?”

“Hayır! Dedi, Allah’a yemin olsun, kadın bir müddet erkekle


beraber olur. Sonra (kocası) onu boşar, o da babasına ve
kavmine döner. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın Ehl-i
Beyt’i aslı ve kendisinden sonra sadaka haram olan
asabesi’dir."(K.S. 4497 C.12 S.419 Akçağ, alıntısı Müslim,
Fezâilu’s-Sahâbe 37,(2408))

Görüldüğü gibi ısrarla, Peygamber eşlerinin, Peygamberin


Ehl-i Beyti olmadıklarını, Peygamberin Ehl-i Beytinin,
Damadı ve Amca oğlu Ali’nin, Ali’nin eşi, kızı Fâtıma ve
Torunları Hasan ve Hüseyin’in oldukları rivayet edilmiştir.
Buna delil olarak Ahzâb 33 âyetini göstermektedirler.

Kavram olarak Ehl-i Beytin manası, akrabalık bağıyla


birlikte, aile reisinin geliriyle geçinen ve bir eve bağlı olarak
yaşamlarını sürdüren kimseler manasına gelir. Bir aile
125
reisinin ehl-i beyti, kendisiyle akrabalık bağı olan, onunla bir
çatı altıda yaşayan, gelir ve giderlerini karşıladığı
kimselerdirler. Ehl-i Beyt’in Türkçedeki karşılığı Hane Halkı
demektir. Bu itibarla bir kimsenin amca oğlu damadı dahi
olsa, hiçbir zaman, ayrı bir eve ve gelir gidere sahip olması
halinde onun ehl-i beyti kapsamına girmediği gibi, evlenip
baba ocağını terk eden kızlar de artık kocalarının ehl-i beyti
dirler, zira, baba evinden ayrıldıkları andan itibaren
geçimlerinden, babaları değil, kocaları sorumludur.
Fâtıma’da, Ali’nin eşi olarak, Ali’nin ehl-i beyti idi, zira
Ali’de kendi başına bir aile reisi idi. Kendisine ait evi, geliri
ve gideri olan bir kimse olarak, peygamberin ehl-i beyt’i
kavramı kapsamına girmesi mümkün değildir. Peygamberin
ehl-i beyti, eşleri ve onunla birlikte bir çatı altında, bir aile
olarak yaşamlarını sürdüren ve geçimlerinden sorumlu
olduğu çocuklarıdırlar.

Ehl-i Beyt kavramının kapsamı bu olmakla birlikte, ayrı bir


hane halkı olarak yaşayan çocukların durumu nedir diye
sorulsa, onlar ehl-i beyt olarak değil de, ehil olarak çok daha
üstün bir yakınlık konumundadırlar, örneğin, evlilik yoluyla
ehl-i beyt kapsamına giren eşler, boşanma olması halinde ehl-
i beyt’lik vasıflarını kaybederler. Nesep yoluyla gelen ehillik
ise yaratılıştan gelen bir durum olması nedeniyle insani
tasarruflarla kopması mümkün olmayan bir akrabalık bağıdır.
Bundan dolayı, ehl-i beyt’lik yoluyla kazanılan akrabalık
bağından çok daha üstün bir bağdır. Zira birisi geçici
olabilecek bir konumda diğeri ise kalıcıdır, bundan dolayı
ehilliği, ehl-i beyt’likle tanımlamak, kalıcı vasıflar taşıyanı,
geçici vasıflar taşıyan ile değiştirmektir, bu ise doğru ve
üstün bir tanımlama olmaz. Bundan dolayı, Ali’nin,
Fâtıma’nın, Hasan ve Hüseyin’in peygambere olan akrabalık
bağları, ehl-i beyt’lik dışında olan ve insani tasarruflarla
kopması mümkün olmayan, Peygamber Ehli olma durumudur
ve bu durum üstün bir bağdır. Onlara ehl-i beyt’ demek
yaratılıştan gelen bu durumlarının yok sayılmasıdır, bu ise iyi

126
bir şey değildir. Biz onları peygamberin “Ehli" oldukları için
çok seviyoruz.

Ehl-i Beyt tanımıyla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

-Ey peygamber! eşlerine söyle: “Eğer siz, dünyâ hayatını ve


onun süsünü istiyorsanız, gelin size müt’a (boşanma bedeli)
vereyim ve sizi güzellikle salayım" 33/28

-”Eğer Allah’ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız


bilin ki, Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir
mükâfat hazırlamıştır." 33/29

-Ey peygamberin kadınları! Sizden kim açık bir edepsizlik


yaparsa onun için azab iki kat yapılır. Bu Allah’a göre
kolaydır. 33/30

-Fakat sizden kim Allah’a ve Resûlüne itâate devam eder ve


yararlı iş yaparsa ona da mükâfatını iki kat veririz ve
(cennette) onun için bol rızık hazırlamışızdır. 33/31

-Ey peygamber kadınları, siz, kadınlardan herhangi biri gibi


değilsiniz. Eğer (Allah’ın buyruğuna karşı gelmekten)
korunursanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile) söylemeyin ki,
kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; güzel,
(kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin. 33/32

-Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk cahiliye (çağı


kadınları)nın açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak (kırıta
kırıta) yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve
Resûlüne itaad edin, Ey Ehl-i Beyt (ey peygamberin ev
halkı), Allah sizden, kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak
istiyor. 33/33

-Sizin evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti


hatırlayın, Şüphesiz Allah lâtiftir, haber alandır. 33/34

Görüldüğü gibi, peygamberin ehl-i beyti olarak eşleri


tanımlanmış ve onlara hitap edilmiştir. Peygamberlerin eşleri
127
ve Ehl-i Beyt’lik konusunda bir örnekte, Kur’an’daki Hûd
Sûresi 71,72,73, ten gösterebiliriz, mealen:

-(İbrâhim’in) karısı, ayakta duruyordu. (Bunu duyunca)


güldü. Biz ona İshâk’ı müjdeledik, İshâk’ın ardından da
Yakûb’u. 11/71

-(İbrâhim’in karısı) “Vay, dedi, ben bir koca karı, kocam da


bir pir iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şey!"
11/72

-(Elçi melekler) dediler ki: “Allah’ın işine mi şaşıyorsun?


Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey Ehl-i
Beyt! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur." 11/73

Bu itibarla, Ehl-i Beyt konusunda tahdis etmiş oldukları


rivayetler Kur’an’a aykırı olup, uydurmadırlar.

172- ....Ebû Hureyre’den rivayet: Cibril, Peygambere gelerek.

-Ya Resûlullah! İşte Hatice sana yönelmiştir. Beraberinde bir


kap vardır ki, içinde katık yahut yiyecek veya içecek vardır.
Sana geldiği vakit ona Rabbi’nden ve benden selâm söyle!
Hem kendisini Cennette kamıştan bir evle müjdele! O evde
ne gürültü olacak ne de meşakkat! dedi. (Müslim 71/287 Cilt
10 Sönmez Neşriyat A.Ş.)

Peygamberin eşi Hadice’ye Cennetten, beğene beğene


kamıştan bir evi layık gördüler.Akılları sıra alay etmek
istedikleri bellidir.

173-...Câbir b. Abdillah’dan, demiştir ki:”Peygamber


Sallallahu aleyhi vesellem abdest bozmak istediği zaman
kendisini hiçbir kimse göremeyecek kadar (gözlerden
uzaklaşıp)giderdi.(Ebu Dâvud, K.Tahâre (1), Bâb2 s.12 c.1
Şamil 1987, diğer rivayet edenler. İbni Mace tahare 22)

128
174-... Hz. Âişe’den rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir:
“Resulullah (s.a.) küçük abdest bozdu. Arkasında su kabı ile
ayakta bekleyen Hz. Ömer (suyu uzatınca),

- Bu nedir yâ Ömer? buyurdu.

- Temizleneceğiniz sudur, dedi.

Nebi (s.a.) de cevaben,

- “Ben her bevl edişimde su ile temizlenmekle emr


olunmadım. Eğer böyle yapsaydım (ümmetime her abdest
bozmadan sonra) su ile taharetlenmek sünnet
olurdu."buyurdu. (Ebu Davud K.Tahâre (1) Bâb 22 C.1 S.81
Şamil 1987, diğer rivayet eden, İbn Mâce, tahâre 20)

İslam Dininde temizlik için esas olan suyla temizliktir.


Abdest ve Gûsül için Teyemmüm, suyun bulunmaması
halinde ruhsat olarak verilmiştir, suyun mevcut ve
kullanılabilir olması halinde, İslam Dinine göre hiç kimse
başka bir şeyle temizlik yapamaz. Teyemmümden
esinlenerek, zaruret olması halinde başka bir temizlik
vasıtasıyla temizlik yapılması. Ancak başka bir çare
olmaması halinde mümkün olabilir, bundan dolayı İslam
Dininde taharet taşı diye bir şey yoktur. Ancak zaruret varsa
mümkündür, zira, Allah hiçbir nefse yüklenemeyeceği bir
yük yüklememiştir. Kur’an’dan mealen:

- Biz, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz.


Katımızda hakkı söyleyen bir kitap vardır. Onlara aslâ
haksızlık yapılmaz. 23/62

Ayrıca her iki rivayet bir biriyle çelişkilidir. Birincisinde


Peygamberin, kimsenin göremeyeceği şekilde uzaklaştığını
rivayet ettiler. Diğer rivayette ise Ömer’in ve Aişe’nin
huzurunda bevl ettiğini rivayet etmeleri bir çelişki ve
saygısızlıktır.

129
175-....... Muhammed b. El-Kâsım’ın azatlı kölesi Yunus b.
Ubeyd dedi ki; Muhammed b. El-Kasım Resûlullah (s.a.)
bayrağının nasıl olduğunu sormak üzere beni el-Bera b.
Âzib’e gönderdi. (el-Bera b. Âzib de), “Bayrak Nemire
kumaşından, siyah renkli ve kare şeklinde idi."diye cevap
verdi. (Ebû Dâvud, K. El-Cihâd (15), Bâb 69 C.10 H.2591
S.93 Şamil, ayrıca, Tirmizi Cihad 10.)

176-............ Cabir (r.a.)’den merfu’ olarak rivâyet


olunduğuna göre Peygamber (s.a.) Mekke’ye girdiğinde
sancağı beyazdı. (Ebû Dâvud, K. El-Cihâd (15), Bâb 69 C.10
H.2592 Şamil 1990, ayrıca Tirmizi, cihad 9,10; Nesâi,
menâsik 106; İbn Mâce cihâd 20.)

177- .... Simak’ın haber verdiğine göre, kavminden bir kimse,


“Ben peygamber (s.a.)’in bayrağını sarı renkli olarak
gördüm" demiştir. (Ebû Dâvud, K. El-Cihâd (15), Bâb 69
C.10 H.2593 S.96 Şamil 1990.)

Bu kimseler gözün açıkça gördüğü bayrak gibi şeyler


konusunda bile bu şekilde çelişkili rivayetlerde
bulunabiliyorlarsa bu öbür rivayetlerinin durumu hakkında da
dikkat çekici bir husustur.

178-. .... İbn Ömer (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre;


Peygamber (s.a.) ihrâma girerken başı(nın saçları)nı bal ile
toplamıştır. (Ebû Dâvud, K. El-Menâsik (11), Bâb 12 C.6
H.1748 Şamil 1988.)

Görünürde güya peygamberi övüyorlar, halbuki saçlara bal


sürüp açık havaya çıkmak, hele sıcak iklimlerde, hiçte
akıllıca bir iş değildir. Bu şekilde saçına bal sürenin saçları
toz toprak dolduğu gibi, ne kadar sinek ve sinek türü böcek
varsa onlara davetiye çıkarmış olur. Peygamber böyle aptalca
bir hareket yapmaktan uzaktır. Bu rivayet sadece onu
uydurmuş olanın aptallığını temsil eder.

130
179-. ... Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre,
Resûlullah Sallallahu aleyhi ve Sellem:

“Birisi bana selâm verdiği zaman ona karşılık vermem için


Allah ruhumu bana iâde eder."buyurmuştur. (Ebû Dâvud, K.
El-Menâsik (11), C.8 S.39 H.2041 şamil 1989.)

Daha önce Kur’an’dan örnek vererek, ölen bir kimsenin,


ameliyle ilgili olmadan, Dünyadan, kıyamete kadar artık hiç
bir şey duyamayacağını belirtmiştim. Kaldı ki, günde
milyarlarca defa peygambere selam edildiği bir zamanda, bu
durum peygamberin, ruhunun hiç bedeninden ayrılmadığı
manasına gelmektedir. Eğer ki öyle bir durum olmuş olsaydı,
Müslümanlar gidip onu mezara koymazlardı. Ona sürekli
selâm etmek suretiyle canlı kalmasını sağlar ve aralarında
tutma yoluna giderlerdi. Fakat gerçekler bu rivayetin aksi
yönündedir, dolayısıyla bu da uydurma bir rivayettir.

180-.... Bize İbrahim ibn Mûsâ tahdis etti. Bize İsâ ibn
Yûnus, Hişâm’dan; o da babası Urve’den haber verdi ki, Âise
(R) şöyle demiştir: Benû Zureyk Yahûdilerinden Lebid
ibnu’l-A’sam denilen bir adam Rasûlullah’a sihir yaptı. Hattâ
bâzı işi işlemediği hâlde kendisine onu yaptığı hayâli gelirdi.
Nihâyet günün birinde yâhud gecenin birinde benim yanımda
iken kendisi duâ etti, yine duâ etti. Sonra şöyle dedi:

- “Yâ Âişe! Kendisinden fetva istediğim şey hakkında


Allah’ın bana fetvâ verdiğini bildin mi? Bana iki adam geldi
(Cibril ve Mikâil) Bunlardan biri baş ucumda, diğeri de ayak
ucumda oturdu. Akabinde bunlardan biri arkadaşına:

- Bu zâtın hastalığı nedir? diye sordu.

O da:

- Sihirlenmiştir, diye cevap verdi.

Öteki:

131
- Buna kim sihir yapmıştır? dedi.

Öbür melek:

- Lebid ibnu’l-A’sam, diye cevâp verdi.

Sonra:

- Bu sihir hangi şeyde yapılmıştır? diye sordu.

O da:

- Bir tarak, saç sakal tarantısı ve erkek hurmanın kurumuş


çiçek kapçığı ile, diye cevâb verdi.

- Nerede yapılmış? suâline de:

- Zervân Kuyusu’nda -Bir rivayette: Zû Ervân Kuyusu’nda-


diye cevâb verdi”.

(Âise dedi ki:) Sonra Resûlullah (S) sahâbilerden birtakım


insanlarla berâber çıkıp bu kuyuya gitti. Oradan dönüp
gelince bana:

- “Yâ Âise! O kuyunun suyu kına suyu gibi kırmızımtırak


yâhud etrafındaki hurma ağacının uçları şeytanların başları
gibidir" buyurdu.

Ben kendisine:

- Yâ Rasûlullah! Sen o sihri oradan çıkarmadın mı? diye


sordum.

Rasûlullah:

- “(Hayır çıkarmadım.) Çünkü Allah bana şifâ ve âfiyet


vermiştir. Ben o sihri çıkarmakla, halk arasında sihir şerrini
yaygınlaştırmamı istemedim" buyurdu.

132
Âise: Rasûlullah o kuyunun kapatılmasını emretti de kuyu
gömüldü, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’t-Tıbb 77 C.12 S.5784-
5785 Ötüken 1988, ayrıca Müslim, Selâm 43,(2198) )

181- Zeyd İbnu Erkam (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a sihir yapıldı. Bu
yüzden günlerce hasta düştü. Sonunda Cebrail aleyhisselâm
gelerek:

“Seni Yahudilerden bir adam sihirledi. Yaptığı sihir


düğümünü falanca kuyuya attı" dedi. Resûlullah (a.s) Hz. Ali
(r.a)’yi (bu maksatla oraya) gönderdi. Ali (r.a) düğümü
oradan çıkarıp çözdü. (Sihir çözülünce) Aleyhissalâtu
vesselâm, bağdan kurtulmuş gibi kendine geldi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bunu, o yâhudiye zikretmedi ve
onun yüzünü de hiç görmedi." (K.S. 2240 C.8 S.100 Akçağ
1989, alıntısı Nesâi, Tahrim 20, (7,112-113))

182-. ... Âise (R) şöyle demiştir: Rasûlullah’a sihir yapılmıştı.


Hattâ kendisi kadınlarına (cinsi münâsebet için) yanaşmamış
hâldeyken, onlara yanaşır olduğunu düşünür, zannederdi.

Râvi Sufyân: İşte böyle olduğu zaman bu, sihirden olabilecek


rahatsızlığın en şiddetlisidir, demiştir. ............. (Buhâri,
Kitabu’l-Tıbb 79 C.12 S.5788 Ötüken 1988.)

Rivayetlerin çelişkili oldukları açıktır, bir rivayette büyü


kuyudan çıkarılmadı kuyuya gömüldü derken, diğer rivayette
çıkarılıp çözüldü demeleri bil çelişkidir.

Görüldüğü gibi, peygamberin sihirlenmiş olduğunu ısrarla


tahdis ettiler ve bu iddialarını daha başka rivayetlerle de
tekrarladılar, hem de peygamberin en şiddetli sihirle
sihirlenmiş olduğunu iddia ederek. Bu öyle bir iddiadır ki,
kesinlikle, Allah ve Peygamber düşmanlarını belirleyen en
açık kıstaslardan (ölçütlerden) biridir. Tarih boyunca, İslam
dinine karşı delil getiremeyen, müşrik ve kafirler, dini tebliğ
eden peygamberlere karşı, onlar sihirlenmiş kimselerdir;

133
delidirler v.s. Deme iftirasına sarılmaktan başka, sözle saldırı
için kendilerince geçerli başkaca bir çare bulamamışlardır ve
bu gibi şeyleri defalarca tekrarlamışlardır. Şimdi bu gibi
kimselerin durumu hakkında Kur’an’dan örnek verecek
olursam. Mealen:

- Kur’an okunduğu zaman seninle âhirete inanmayanların


arasına kapalı bir perde çekeriz. 17/45

- Ayrıca, onu anlamamaları için kalplerine bir kapalılık ve


kulaklarına bir ağırlık veririz. Sen, Kur’an’da Rabbinin
birliğini yâd ettiğinde (tek İlâh inancından hoşlanmadıkları
için) arkalarını dönüp kaçarlar. 17/46

- Biz onların, seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi


aralarında gizli konuşurken de o zâlimlerin: “Siz sihirlenmiş
bir adamdan başkasına uymuyorsunuz! dediklerini gayet iyi
biliyoruz. 17/47

- İşte bak; senin için nasıl misâller verdiler! (Onun için öyle)
saptılar ki. Artık bir daha yol bulamazlar.17/48

- Onlar (bir de) şöyle dediler: “Bu peygambere ne oluyor ki


yemek yiyiyor, çarşılarda geziyor? Ona kendisiyle berâber
uyarıcı bir melek indirilmeli değilmi?" 25/7

- “Yahut kendisine (gökten) bir hazine atılmalı, yâhut


kendisinin bir bahçesi olmalı da ondan (hiç zahmet ve
meşakkat çekmeden) yemeli değil mi?"Ve zâlimler: “siz
başka değil, sâdece sihirlenmiş bir adama uyuyorsunuz"
dediler. 25/8

- Bak, senin için nasıl misâller verdiler de saptılar. Artık bir


daha yolu bulamazlar. 25/8

Görüldüğü gibi, Peygamberin sihirlenmiş olduğu iftirasını


ancak zalimler ve doğru yolu bulamayanlar yapmışlardır.
Bunlar öyle kimselerdir ki, peygamberlik olayını yanlış
değerlendirdikleri gibi, Kur’an’ı anlamaktan kesinlikle
134
uzaktırlar, böylece doğru yolu bulamazlar. Bir kimse çıkıp ta,
kul sözü, Allah sözünü iptal eder diyebiliyorsa, böyle bir
kimsenin durumu ibretle düşünülecek bir durumdur. Böyle
kimseler, İslam dini açısından mahvolmuş kişilerin ta
kendileridir.

Sihirlenmiş iftirasını, Firavun da Mûsa peygambere yapmıştı.


Kur’an’dan mealen:

- Andolsun, biz Mûsa’ya açık açık dokuz âyet (mucize)


vermiştik. İşte İsrail oğullarına sor: O (Mûsa) onlara gelmiş,
Fir’avn ona: “Ey Mûsa, ben seni sihirlenmiş sanıyorum"
demişti. 17/101

- (Mûsa) dedi ki: “(Ey Fir’avn) bunları, ancak göklerin ve


yerin Rabb’inin, benim doğruluğumu gösteren) deliller olarak
insanlara indirdiğini pekâlâ bildin. Ben de sanıyorum ki, ey
Fir’avn, sen mahvolmuşsun." 17/102

Görüldüğü gibi, peygamberlere sihirlenmiş iftirasında


bulunmanın karşılığı mahvolmaktır. Böyle kimseler hidayete
yol bulamazlar.

183- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’a siyah bir bürde (hırka) yaptım, bunu
giydi. İçinde terlediği zaman ondan yün kokusu hissetti.
Bunun üzerine o hırkayı çıkarıp attı. Aleyhissalâtu vesselâm
güzel kokudan hoşlanırdı."(K.S. 5296 C.15 S.87 Akçağ 1992
alıntısı, Ebû Dâvud, Libâs 22 (4074))

184- ibnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Hz. Mûsa aleyhisselâmın Rabbi Teâlâ hazretleriyle


konuştuğu gün, üzerinde yünden bir şalvar, yünden bir cübbe,
yünden bir kisâ, yünden küçük bir serpuş (takke) vardı.
Ayağında da ölü eşek derisinden mamul bir ayakkabı

135
vardı."(K.S. 5299 C.15 S.89 Akçağ 1992 alıntısı, Tirmizi,
Libâs 10, (1734))

Kendilerince yünlü elbise pis kokuludur ve Mûsa peygamber,


pis kokulu elbise içinde Allah’la konuşmuştur demeleri
saldırı amaçlı bir iftiradır. Kaldı ki yünlü elbiselerde pis koku
söz konusu değildir. Hangimiz yünlü elbise giymişte pis
kokusundan dolayı çıkarıp atmıştır. Tam tersi, yüksek
kalitesinden dolayı yünlü elbiseler diğer elbiselerin çoğundan
daha pahalıdırlar. Onun için bu rivayet kasıtlı uydurulmuş
olup aslı yoktur.

185- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm, sıhhati yerinde iken şöyle diyordu:

“Hiçbir peygamber, cennetteki makamını görmeden kabz


olunmaz. Bundan sonra hayatı devam ettirilir veya öbür
dünyaya gitme hususunda muhayyer bırakılır."............. (K.S.
5405 C.15 S.222-223 Akçağ 1992 alıntıları, Buhari, Meğazi
83,84, Tefsir, Nisa 13, Marda 19, Da’avât 29, Rikak 41;
Müslim, Fezâil 87, (2444); Tirmizi, Da’avât 77, (3490);
Muvatta, Cenâiz 46, (1,238,239))

İddia ettiklerine göre, Peygamberler ecelleri geldiğinde, ölüp


ölmemekte serbesttirler. İsterlerse yaşamaya devam ederler.
Bu rivayet Kur’an’a aykırıdır, mealen:

- Allah, eceli geldiği zaman hiçbir nefsi ertelemez, Allah,


yaptıklarınızdan haberdardır. 63/11

Görüldüğü gibi, rivayet Kur’an’la çelişmekte olup, aslı


yoktur. Diğer bir hususta, mademki peygamberler iddia
ettiklerine göre ölüp ölmemekte serbesttirler, niçin Mûsa
peygamberin ölüm meleğinin gözünü çıkardığını rivayet
ettiler. Şöyle ki:

136
186- .............. Ebû Hûreyre (R) şöyle demiştir: Ölüm meleği
Mûsâ Peygamber’e gönderildi. Melek Mûsâ’ya gelince,
Mûsâ, meleğe bir tokat vurdu. Melek Rabb’ına döndü ve:

- Sen beni ölmek istemeyen bir kula gönderdin, dedi.

Allah, meleğe gözünü iâde etti ve tekrar Mûsâ’ya dön


(dedi)..........

(Buhâri, Kitâbu’l-Cenâiz 95 C.3 S.1261 Ötüken 1987.)

Mûsa peygamber madem ki ölüp, ölmemekte serbestti, niçin


ruhunu almaya gelen ölüm meleğinin gözünü çıkarsın? Biz
Mûsa Peygamberi ve Ölüm meleğini böyle bir olaydan tenzih
ederiz, böyle bir olay olmamıştır. Ölüm meleğinin gözünü
çıkarmak, bu rivayeti uyduranların içinde ki bir hasrettir,
buna da asla güçleri yetmez.

Kur’an öğretisinden insanları uzaklaştırmak için, İsa


peygamber gelecek, Mehdi gelecek gibi rivayetlerle, gerek
fertleri, gerekse kitleleri, Kur’an öğretisine karşı pasif
duruma getirdiler. Böylece insanlar ellerinde Kur’an, Mehdi
veya İsa Peygamber beklentisi içine girdiler. Ellerinde
Kur’an bulunması onlar için yeterli olmadı, sanki Mehdi veya
İsa Peygamber gelecek olsa dahi, Kur’an dışında bir öğretide
bulunacak veya ondan daha üstün bir söz söyleyecekte
insanlar hidayet bulacak. Reçetesi elinde olmasına rağmen,
mevcut olmayan doktoru arayan şaşkın hastalara benziyorlar.
İddia ettiklerine göre, kıyamete yakın bir zamanda, 40 gün
veya 40 yıl kala, dünya kötülüklerle dolmuşken, kimine göre
İsa Peygamber, kimine göre de Mehdi gelecek ve onun
gelmesiyle insanlar hidayet bulacaktır. Şimdi bu konudaki
rivayetlerinden örnekler verecek olursak:

187-............. Ez-Zuhri tahdis edip şöyle dedi: Bana Said


ibnu’l-Müseyyeb haber verip şöyle dedi: Ebû Hureyre (R)
Rasûlullah (S)’ten şöyle buyurduğunu işitti: “Meryem oğlu
İsâ sizin içinize, hükmünde âdil bir hâkim olarak inmedikçe,

137
sâlibi kırmadıkça, domuzu öldürmedikçe, cizye vergisini
kaldırmadıkça ve mal hiçbir kimse kâbul etmeyecek derecede
dolup taşıncaya kadar kıyâmet kopmaz”. (Buhari, kitâbu’l-
Mezâlim ve’l-Gasp 37 C.5 S.2294 Ötüken 1987 ).

188- Said ibnu’l, Müseyyeb, Ebû Hureyre (R)’den şöyle


dediğini işitmiştir: Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: “Nefsim
elinde olan Allah’a yemin ederim ki, muhakkak ileride
Meryem oğlu İsâ sizin içinize adâletli bir hakem olarak
inecektir. O zamân o, salibi kıracak, domuzu öldürecek, cizye
vergisini kaldıracak, mal o kadar çoğalacak ki, hiçbir kimse
mal kabûl etmeyecek. Nihâyet bir tek secde dünyâ ve
dünyâdaki her şeyden daha hayırlı olacaktır”.

Bunun ardından Ebû Hureyre (R) şöyle derdi: İster şu âyeti


okuyunuz: “Ehli kitâb dan hiçbiri hâriç olmamak üzere,
ölümünden evvel, and olsun ona (İsâ’ya) mutlaka imân
edecek, o da kıyâmet günü kendileri aleyhine bir şâhit
olacaktır."(en-Nisâ 159) (Buhari, Kitâbu’l-Enbiyâ 118 C.7
S.3263 Ötüken 1987).

189- Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fâtıma’nın


evlatlarındandır." (K.S. 5007 C.14 S.276 Akçağ 1992 alıntısı,
Ebû Dâvud, Mehdi 1,(4290))

190- İbnu Mes’ûd radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah, o günü


uzatıp, benden bir kimseyi o günde gönderecek.”

İbnu Mes’ûd: “Resûlullah yahut da şöyle buyurmuştu der:


“...Ehl-i beytimden birini, ki bu zatın ismi benim ismime
uyar, babasının ismi de babamın ismine uyar. Bu zat,
yeryüzünü, -eskiden cevr ve zulümle dolu olmasının aksine-

138
adalet ve hakkâniyetle doldurur." (K.S. 5006 C.14 S.275
Akçağ 1992 alıntısı, Ebû Dâvud, Mehdi 1,(4282); Tirmizi,
Fiten 52, (2231,2232))

191- Hz. Enes İbnu Mâlik radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki:.........Mehdi, Hz. İsa’dan başkası değildir." (K.S. 4039
C.17 S.547 Akçağ 1993 alıntısı, ibn-i Mace 7219)

İsâ peygamber bir şahıstır, Mehdinin de var olduğunu farz


edersek, o da ancak bir şahıs hüviyetindedir. İkisinin ayrı
şahıslar veya aynı şahıs olmaları bu gerçeği değiştirmez.
Yani, hangi şekilde rivayet uydurulursa uydurulsun onların
insan oldukları gerçeğini değiştirmek mümkün değildir, zira
dayandırıldıkları köken rivayetler de yapılan iddia insana
dayandırılmıştır. Şimdi hal böyle olunca tekrar dünyaya
gelmeleri veya dünyada olup ta insanlarla irtibatlı olacak
şekilde açığa çıkmaları ancak kendi ömür süreleriyle sınırlı
olacaktır. Yani her ölümlü gibi, bir yaşam süresi sürdürüp
öleceklerdir. Peygamberimizin vefatından sonra birçok
nesiller, Mehdi veyâ İsâ peygamberle irtibat kurmadan ölüp
dünyadan ayrıldılar. Mehdi veya İsâ peygamberin geleceğini
farz edersek, yaşamlarını sürüp öldüklerinde, onlardan
sonrada birçok nesillerin onlarla irtibat kurmadan yaşam
sürmeyeceğini, İslama dayalı olarak hiçbir kul iddia edemez,
zira bizim inancımıza göre Allah’tan başka hiç kimse
kıyametin saatini bilemez. Mehdi veya İsâ peygamberle
irtibat kurmadan yaşam süren nesiller açısından İsâ
peygamber veya Mehdinin gelip gelmemesinin, bir manası
olmadığı gibi, İsâ peygamber veya Mehdinin gelip
gelmemesinin, Kur’an mevcut olduğundan İslami yaşam
açısından da bir manası yoktur. Onun içindir ki tüm nesillerin
yollarını bulabilmek için Kur’an’a yapışmaktan ve onu
anlayıp önder kabul etmekten başka çareleri yoktur. Kim
Kur’an’ı ardına atıp, başka bir kurtarıcı ararsa veya böyle bir
kurtarıcı beklentisi içerisine girerse asla yolunu bulamaz.
Onun içindir ki, ne Mehdi diye bir kimse vardır, ne de İsâ

139
Peygamber tekrar dünyaya gelecektir. Böyle bir beklenti boş
hayalden başka bir şey değildir.

Kendilerine İsâ peygamberin tekrar dünyaya geleceğiyle ilgili


olarak Nisâ 159’u delil göstermektedirler, şöyle ki, mealen:

- Andolsun, Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden


önce ona inanacak olmasın. Kıyâmet günü de O, (İsâ) onların
aleyhine şâhit olacaktır. 4/159

Mealini yazmış olduğum Nisa 159. âyetini İsâ Peygamberin


tekrar dünyaya geleceği şeklinde anlamak mümkün değildir.
Zira Âyet mealinden de kolayca anlaşılacağı üzere, tüm kitap
ehlinin, yani hem Hıristiyanların, hem de Yahudilerin
ölmeden önce Ona yani İsâ Peygambere İman edecekleri
belirtilmiştir. Bu olay İsâ Peygamberin tekrar dünyaya
gelmesiyle ilgili ise, onunla beraber yaşam sürmeden bu güne
kadar ölüp giden Ehli Kitaptan kimselerin durumu nasıl izah
edilebilir. Ehli Kitaptan nesillerdir birçok kimse yaşadı ve
öldü, halen İsâ peygamber dünyaya gelmiş değildir. Halbuki
âyette genelleme yapılmıştır, hepsi kesinlikle inanacak ifadesi
kullanılmıştır. Onun için Ehli Kitaptan kimselerin, İsâ
peygambere iman etmelerinin, İsâ peygamberin tekrar
dünyaya gelmesiyle bir ilgisi yoktur. Diğer bir hususta iman
etmelerine rağmen onların aleyhine şahitlik yapacak
olmasının âyette belirtilmiş olması hususudur. Yani tamamı
iman edecek buna rağmen İsâ peygamber onların aleyhine
şahitlik edecektir. Eğer rivayetlerde iddia ettikleri gibi, İsâ
peygamber tekrar dünyaya gelip te Ehli Kitabın tamamı ona
iman edecekse, o zaman bu demektir ki yalnız gelmeyecek,
ölmüş olan tüm ehli kitabı da beraberinde getirecektir, hepsi
birlikte içtima edip ona iman edecekse ve dünya adaletle
dolacaksa böylesine iyi insanların aleyhine nasıl şahitlik
yapmak mümkün olur. Bundan dolayı durum rivayet ettikleri
ve anlattıkları şekilde değildir. Ehli Kitaptan kimselerin bu
şekilde iman etmeleri, ölüm geldiğinde, İman edilip te geçerli

140
olmayan imandır. Şimdi bu şekilde iman etmeyle ilgili olarak
Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:

- İsrâil oğullarını denizden geçirdik, Fir’avn ve askerleri de


zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü.
Nihâyet boğulma kendisini yakalayınca (Fir’avn): “Gerçekten
İsrâil oğullarının inandığından başka İlâh olmadığına
inandım, ben de Müslümanlardanım!" dedi. 10/90

- “Şimdi mi? Oysa daha önce isyân etmiş, bozgunculardan


olmuştun." (denildi) 10/91

- “Bugün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizin


dibinden) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız ki senden
sonra gelenlere ibret olsun, Ama insanların çoğu
âyetlerimizden gafildir." 10/92

Görüldüğü gibi, son anda iman etmek veya tevbe etmek,


Kur’an açısından geçersizdir.

Kur’an’dan mealen:

- (İnanmak için) ille meleklerin gelmesini, yahut Rabb’inin


gelmesini ya da Rabb’ini bâzı âyetlerinin gelmesini mi
bekliyorlar? Ama Rabb’inin bâzı âyetleri geldiği gün, daha
önce inanmamış ya da imânında bir hayır kazanmamış olan
kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin,
biz de beklemekteyiz." 6/158

- Allah’a göre, şu kimselerin tövbesi makbûldür ki, câhillikle


bir kötülük yapıp hemen ardından tevbe ederler. İşte Allah
onların tövbesini kabûl eder, Allah bilendir, hikmet sahibidir.
4/17

- Yoksa kötülükler yapıp da nihayet ölüm gelip çatınca: “Ben


şimdi tevbe ettim."diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe
yoktur (öylelerinin tövbesi makbûl değildir). Onlar için acı
bir azab hazırlamışızdır. 4/18

141
İşte Nisa 159 da bahsedilen durum da bu şekildedir. İsâ
peygamberin tekrar dünyaya geleceğiyle ilgili değildir. Zira
İsâ peygamber Vefat etmiş olup, iddia ettikleri gibi tekrar
dünyaya gelecek değildir.

Kur’an’dan mealen:

(bak 4/155-6).

- “Biz Allah’ın elçisi, Meryem oğlu İsâ Mesih’i


öldürdük!"demelerinden ötürü... Oysa onu öldürmediler ve
asmadılar; fakat (İsâ) onlara benzer gösterildi. Onun
hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku
içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sâdece zanna
uyuyorlar. Onu yekinen öldüremediler (onu öldürdüklerini
kesinlikle bilemediler). 4/157

- Hayır Allah onu (İsâ’yı) Kendisine yükseltti. Allah daima


üstündür, hikmet sahibidir. 4/158

Görüldüğü gibi, Kitap Ehli, İsâ peygamberi öldürememiş ve


onu asamamışlardır. Allah onu kurtarıp, Kendisine
yükseltmiştir. İşte ihtilafta burada başlamaktadır, acaba
Allah, İsâ peygamberi vefat ettirmeden canlı olarak mı,
Kendisine yükseltti, yoksa vefat ettirerek mi. Rivayetlerde
iddia ettiklerine göre vefat ettirmeden Kendisine
yükseltmiştir, vefat ancak dünyaya tekrar geldikten sora vuku
bulacaktır iddiasındadırlar. Böyle bir iddia ise Kur’an’a
uymamaktadır, mealen:

- Allah demişti ki: “Ey İsâ, ben seni vefat ettireceğim, ve


bana yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve
sana uyanları ta kıyamet gününe kadar inkar edenlerin
üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Ayrılığa
düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim."
3/55

142
Görüldüğü gibi, İsâ Peygamber vefat ettirildikten yani
Allah’ın Emriyle öldükten sonra, Allah onu (İsâ’yı)
Kendisine yükseltti. Bu duruma göre O’ da ölen herkes gibi,
şimdi ölü bulunmaktadır. Tekrar dünyaya gelmek üzere
hayatta bulunmamaktadır. Bunun böyle olduğunu Maide 116-
117 ayetlerden de görüp anlamak mümkündür, mealen:

- Ve yine Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, sen mi


insanlara: “Beni ve Annemi, Allah’tan başka iki ilâh edinin"
dedin? “Haşa, dedi Seni tenzih ederim; Hakkım olmayan şeyi
söylemek bana yakışmaz. Hem ben söylediysem Sen onu
şüphesiz bilirdin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben
Senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gaypları bilen yalnız
Sensin, Sen!" 5/116

- “Ben onlara: benim ve sizin Rabb’iniz olan Allah’a kulluk


edin, diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey
söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları
kolladım, fakat Sen beni vefat ettirince onları gözetleyen
(yalnız) Sen oldun. Sen her şeyi görensin!" 5/117

Görüldüğü gibi, İsâ peygamberin vefatından sonra da,


insanlar yine onu ve annesini, Allah’a ortak koşmaya devam
edeceklerdir. O zaman İsâ peygamberin tekrar dünyaya gelip,
salibi yani haçı kıracağı ve domuzu öldüreceği rivayetinin
aslı yoktur. Haçı kırmasının manası artık hiç kimse onu ve
annesini, Allah!a ortak koşmayacak manasındadır. Böyle bir
iddia ise Maide 116 ve 117. Ayetlere uymamaktadır. Zira bu
âyetlerde, İsâ peygamberin vefatından sonra da insanların
onu ve annesini. Allah’a ortak koştukları vurgulanmıştır. Bu
da, İsâ peygamberin tekrar dünyaya gelip Hıristiyanlıktaki
bozuk inancı düzelteceği, dolayısıyla haçı kıracağı iddiasının
asılsız olduğunun açık delilidir.

Ayrıca Mehdinin peygamberin zürriyetinden ve Fâtıma’nın


evlatlarından olduğunu rivayet etmeleri ile, İsâ peygamberle,
Mehdinin aynı şahıs olduğunu söylemeleri bir çelişki ve
Kur’an’ı inkardır. Zira, İsâ peygamberin babasız olarak,
143
peygamberimizden önce dünyaya geldiği, Kur’an’da açıkça
belirtilmiştir. Uydurdukları rivayette bunun aksini iddia
etmektedirler.

Anlaşılacağı üzere, İsâ peygamber vefat etmiş olup, tekrar


dünyaya tebliğ ve irşat için gelmeyecektir. Mehdi diye bir
kimsede mevcut değildir. Mehdi diye bir kimsenin mevcut
olmadığını, bu kitabın devamı olan ikinci kitabımın,
İmâmiyye şiasını anlattığım bölümünde daha detaylı bir
şekilde izah ettim.

İnsanları, Kur’an’a karşı şüphede bırakmak için şu rivayeti


uydurdular:

192- .............. Bize Hişâm ibn Yûsuf, Ma’mer ibn Râşid’den;


o da ez- Zuhri’den; o da Ubeydullah ibn Abdillah’tan haber
verdi ki, İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber (S)’in
vefâtı yaklaştığı zamân, evde içlerinde Umer ibnu’l-Hattâb’ın
da bulunduğu bir takım adamlar varken, Rasûlullah (S):

- “Gelin size, ondan sonra hiç sapmayacağınız bir yazı


yazayım" buyurdu.

Umer:

- Peygamberin hastalığı ağırlaştı, Yanınızda Kur’an vardır.


Bize Allah’ın Kitâbı yeter, dedi.

Bunun üzerine evdeki sahâbiler ihtilâf ettiler ve münâkaşa


edip çekiştiler. Onlardan kimi: “Yazacak bir şey yaklaştırın
da Rasûlullah sizler için ondan sonra sapmayacağınız bir yazı
yazsın" diyor; kimi de Umer’in dediği sözü söylüyordu.
Nihâyet onlar Peygamberin yanında gürültü ve ihtilâfı
çoğalttıkları zamân, Peygamber onlara:

-”Yanımdan kalkın (benim yanımda çekişme lâyık olmaz)!"


buyurdu.

144
Râvi Ubeydullah ibn Abdillah şöyle dedi: İbn abbâs bu
hadisin sonunda:

- Âh! Ne büyük musibet ki, gürültü etmeleri ve ihtilâf


eylemleri yüzünden o musibet, Rasûlullah ile sahâbiler için
yazmak istediği bu yazı arasına perde oldu! dedi. (Buhari,
Kitâbu’l-İ’tisâm bi’l-Kitâbi ve’s-Sünnetti 93 C.16 S.7236-
7237 Ötüken 1989).

Bu uydurma hadisle, Kur’an’ın ihtilafları önlemekte yetersiz


kalacağını vurgulamak istedikleri açıktır. Bu da Kur’an’a
açık bir saldırıdır. Ayrıca peygamberin vefatı zamanında
Kur’an’ın elde mevcut olduğunu söylemekle, Kur’an’ın
peygamberin vefatından sonra ordan burdan derlendiğini
tahdis ettikleri birçok rivayetleriyle de çelişkilidir. Kur’an’a
saldırı amaçlı çeşitli rivayetler uydurmuşlardır, Kur’an’ı
anlamış olsalardı bu tür iftiralarda bulunmaktan dolayı
utanmaları gerekirdi, nasıl mûazzam bir kitapla karşı karşıya
olduklarını bilmiyorlar.

Bu konuda örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen:

- Bu (Kur’an) insanlara bir açıklama, (Allah’tan) korkanlara


yol gösterme ve öğüttür. 3/138

- Andolsun biz Kur’an’da insanlara her çeşit misâli türlü


biçimlerde anlattık, ama insanlardan çoğu küfürde direttiler.
17/89

- Allah, size Kitâbı açıklanmış olarak indirmiş iken ben


O’ndan başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine Kitap
verdiklerimiz, O (Kur’â)nın, gerçekten Rabb’in tarafından
indirilmiş olduğunu bilirler, onun için hiç kuşkulananlardan
olma. 6/114

Peygamberin Ay’ı iki parçaya ayırdığını rivayet ederek, Delil


olarak, Kamer Sûresinin 1. Âyetini gösterdiler, şöyle ki:

145
193-........... Bize Şeybân, Katâde’den tahdis etti ki, Enes ibn
Mâlik (R): Mekke ahâlisi Peygamberden kendilerine bir
mucize göstermesini istediler. Peygamber (S) de onlara Ay’ın
ayrılmasını gösterdi, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’t-Tefsir 388
C.10 S.4813 Ötüken 1988.)

194-............ İbn Mes’ûd (R) şöyle demiştir: Rasûlullah


zamânında ay, iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın üstünde,
bir parçası da önünde idi. Bunu üzerine Rasûlullah (S):

- “Şahit olun" buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’t- Tefsir 385 C.10


S.4812 Ötüken 1988)

195-............ İbn Abbâs (R): Peygamber (S) zamânında Ay


yarıldı, demiştir. (Buhari, Kitâbu’t-Tefsir 387 C.10 S.4812
Ötüken.)

Yapmış oldukları rivayetler de, Ay’ın iki parçaya ayrıldığını,


bir parçası dağın üstünde, bir parçası da önünde yer aldığını
iddia etmişlerdir.

Yer kürenin yarıçapı 6366 km dir. Ay’ın yarıçapı da 1738 km


dir. Hacim olarak da Ay’ın hacmi Yer kürenin 50 de biri
kadardır. Böylesine büyük bir hacme sahip olan Ay’ın
dünyada mevcut olan bir dağ tarafından, dağın üstünde ve
önünde olmak üzere ikiye ayrılamayacağı açıktır. Ay’ın gelip
iki parça halinde Dünyaya indiğini kabûl etsek dahi, yarısı
hangi dağın önünde durursa dursun dağın gözükmesi
imkansızdır. Zira Ay’ın yarıçapı 1738 km’dir. Böyle bir
durumda Ay dağın önünde yer aldı denmez. Ay ülkeleri
kapattı denir. Böylece gerçek olan bir olayı yalan rivayetler
uydurmak suretiyle çarpıtmışlardır. Kendi ifadeleriyle, Ay’ın
yarılması olayı, Mekke’de hicretten beş sene kadar önce
olmuştur, yine kendi ifadeleriyle, kendilerinden rivayette
bulundukları, Enes’de, İbn Abbâs da o tarihte henüz
doğmamış ya da bebek denecek yaşta idiler.Buna rağmen bu
iki şahıs adına rivayet uydurmaktan çekinmemişlerdir.

146
Olayın aslı ise şu şekildedir: Ay’ın yüzeyi 2000-3000 metre
derinlikte ve uzunlukları çok fazla çatlaklar ihtiva
etmektedir.Yer küreden bakıldığında tam karşıda oldukları
için dünyadan derinliklerini ölçmek güçtür. Fakat kesin bir
gerçektir ki nasıl bir karpuz derince çatlarsa Ay’da bugün o
şekilde çatlak vaziyettedir. Ve Peygamber’in yaşadığı devirde
bu çatlakların mevcudiyetini tespit edecek cihazlar insanların
elinde mevcut değildir.Dünya dışında olmuş olan bu olayı
Kur’an’ın haber vermiş olmasının büyük bir önemi vardır.
Kur’an’ın Allah kelamı olmadığına inanan kimselere sormak
lazımdır.O zaman peygamber bu olayı nasıl bildi?

Bu husus Kamer sûresinde şöyle belirtilmiştir, meâlen:

-(Kıyamet) saat(i) yaklaştı, Ay çatladı. 54/1

-Bir mucize görseler hemen yüz çevirirler ve “süregelen bir


büyüdür" derler. 54/2

-Yalanladılar, nefislerinin arzû ve heveslerine uydular.


Halbuki her iş, yerini bulacaktır. 54/3

-Andolsun, onlara (bâtılda kalmalarını) önleyecek (ibret


verici olayları anlatan) haberler geldi. 54/4

-Bunlar üstün bir hikmettir! Fakat uyarılar fayda vermiyor.


54/5

Evet, Kur’an, Ay’ın çatlak olduğunu haber veriyor.

Şimdi de şu ifadelere bakalım:

“Ay’daki ovaların en önemlileri Fırtınalar denizi, Soğuk


deniz, Dinginlik denizi ve Yağmurlar Denizi’dir. Ovaların
ilgi çekici taraflarından birisi, yarıklardır. Ovalarda yer yer
nehir yatağını andıran büyük yarıklar vardır. Güneş ışığı
diplerine kadar inemediği ve yerküreden bakıldığında tam
karşıdan görülükleri için, yarıkların derinliklerini (bugünkü
cihazlara rağmen) ölçmek güçtür. Ancak Ay’da 2-3 km
147
derinlikte büyük çatlaklıklara rastlanmıştır.Bunların
uzunlukları da çok fazladır. İncelemeler çatlaklardan
bazılarının kenarlarının sarp, bazılarının da meyilli olduğunu
göstermiştir." (Ortaokul Fen bilgisi 1 Yazanlar Ömer
BAYIN- Şükran GÜNEY- A. Rıza ÖZGEN, Milli Eğitim
basımevi - İstanbul 1987 sayfa 74, M.E.G.S.B. Yayınları 106,
Ders kitapları Dizisi 88.)

Görüldüğü gibi olay gerçek olup, rivayetçilerin anlattığı


şekilde değildir.

196-......Ebû Hureyre (R) şöyle dedi: Peygamber (S) şöyle


buyurdu: “Peygamberlerden hiçbir Peygamber yoktur ki, ona
mucizelerden (kendi zamânındaki) insanların inandıkları
kadar verilmiş olmasın. Mucize olarak bana verilen ise, ancak
Allah’ın bana vahyettiğidir. Bunun için kıyamet gününde
ben, peygamberlerin en çok Tâbi’i bulunanı olacağımı ümit
ederim.”(Buhari Kitâbu Fedâili’l-Kur’an 3 C.11 s.5076
Ötüken 1988)

Bu rivayetle, Ayın Resûlullah tarafından ikiye ayrıldığı


rivayeti çelişkilidir. Madem ki, mucize olarak Resûlullah’a
yalnız Allah’ın vahyettiği verilmiştir, o zaman Ayı ikiye
ayırdığı ve bir parçasını dağın önüne getirdiği nasıl izah
edilebilir.

197-......Ebû Hureyre (r.a.)’den Resûlullah(s.a.)’ın şöyle


buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Babalarınızın, annelerinizin ve putların adları ile yemin


etmeyiniz. Sadece, Allah’ın adı ile yemin ediniz. (Allah’ın
adı ile de ancak (sözünüzde) doğru olduğunuzda yemin
ediniz.” (Ebû Dâvud, K.el-Eymân ve’n-Nüzûr (21) Bab 4
H.3248 c.12 s. 186 Şamil 1991)

198-...Said b. Ebi Ubeyde’den Şöyle dediği rivayet edilmiştir:

148
İbn Ömer (r. Anhüma), ”Kabe’ye yemin ederim ki hayır"
diye yemin eden bir adamı duyup ona: "Ben Resûlullah
(s.a.)’ın; Allah’tan başkasına yemin eden (O’na) ortak
koşmuştur, buyurduğunu işittim.” dedi. (Ebû Dâvud, K.el-
Eymân ve’n-Nüzûr (21) Bab 4 C.12 H.3251 S.191 Şamil
1991 ayrıca,Tirmizi, nüzûr 9.)

Görüldüğü gibi, Allah’tan başkası adına yemin edilmeyeceği,


yemin edilmesi halinde bunun, Allah’a şirk koşma olduğunu
rivayet ettiler. Bu rivayetlerinin yanında birde şu rivayette
bulundular:

199-....Talha b. Ubeydullah(r.a.)- bedevinin kıssasını


(anlatan) hadiste; Hz. Peygamber (s.a.)’in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:

“Babasına yemin ederim ki doğru söylüyorsa


kurtuldu.Babasına yemin ederim ki, doğru söylüyorsa
Cennete girdi."(Ebû Dâvud, K. el-Aymân ve’-Nüzûr(21) Bab
5 H. 3252 c.12 s.193 Şamil 1991.)

Bu rivayetle de Peygamberin, bedevinin babası üzerine


yemin ettiğini iddia etmişlerdir. Bu rivayetle evvelki iki
rivayet çelişkili olduğu gibi, Peygambere dolayısıyla, şirk
isnat etme iftirasında bulunmaktan çekinmemişlerdir. Zira,
Allah’tan başkası adına yemin etmenin, Allah’a şirk koşma
olduğunu ifade ettiler. Buna rağmen, Peygamberin bedevinin
babası üzerine yemin ettiğini iddia ettiler. Peygamber onların
yapmış oldukları iftiralardan münezzehtir.

Yemin etmenin manası, bir konuda yemin eden kimse doğru


olduğuna veya sözünü yerine getireceğine dair kefil, yani
koruyucu, gözetleyici, şahit göstermesi demektir. Ayrıca sözü
kuvvetlendirmek, garanti etmek olduğu gibi, verilen sözü
pekiştirmek veya önemini belirtmek için sözü vurgulamaktır.
Yani bir kimse Allah adına bir olayla ilgili olarak yemin
ettiği zaman, Allah’ı o olaya kefil göstermiş olmaktadır.

149
Allah bir şey üzerine kasem ettiği zaman olayın kesin ve çok
yüksek önemini vurgulamaktadır.

Yemin kelime olarak sağ taraf, bundan da sağ el, bundan da


kesin söz manası çıkar. Bundan dolayı üzerine yemin edilenin
yeminden dolayı İlâhlaştırılması söz konusu değildir. Zira,
Allah yaratıklar üzerine kasem yani yemin etmektedir,
bundan anlaşılması gereken konunun önemi ve kesinliğidir.
Yoksa, Allah hiç kimseyi kendisine ortak etmez. Kullar ise
Allah adına yemin ettiklerinde O’nu kefil göstermiş
olmaktadır. Kefalet eşittir İlâhlık manasında değildir. Bundan
dolayı, Allah adına yemi eden, yeminini yerine
getirmediğinden dolayı kafir olmaz, fakat bilerek ve
tasarlayarak yapılan yeminlerin sorumluluğu vardır, lağveden
yani kesinlik kastıyla değil de öylesine, ağızdan kaçırmak
suretiyle yemin sözü söylenmişse, Allah böylesine yemini
affetmiştir. Allah yaratıklar üzerine kasem etmektedir. Bizim
yeminlerimizde, bazı ayetlerde kendi adı üzerine yemin
etmemizi emretmektedir. Kendim yemin ettiğimde Allah
adına yemin ederim, çok gerekli değilse yemin etmem.
Ayrıca şunu belirteyim ki bile bile Allah adına yalan yere
yeminde edilemez ve her ne kadar, Allah yaratıklar üzerine
yemin ediyorsa da, Kur’an’da kulların Allah’tan başkası
adına yemin örneği yoktur. Bundan dolayı kulların, Allah’tan
başkası adına yemin etmemeleri gerektiğini Kur’an
öğretisinden anlamak mümkündür.

Bu konularla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

-Antlaşma yaptığınız zaman Allah’ın ahdini tam yerine


getirin (verdiğiniz sözü tutun), pekiştirdikten sonra yeminleri
bozmayın. Çünkü Allah’ı üzerinize kefil (şahit) yaptınız.
Allah yaptıklarınızı bilir. 16/91

Yukarıdaki ayet mealinde, yeminle kefalet ilişkisini görmek


mümkündür.

150
-Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet
esnasında içinizden iki adalet sahibi kişi aranızda şahitlik
etsin. Yahut seferde iken başınıza ölüm musibeti gelmişse
sizden olmayan, başka iki kişi (şahit olsun). Eğer şüpheye
düşerseniz o iki şahidi namazdan sonra alıkor. “Bu vasiyet
karşılığında hiçbir şeyi satın almayacağız, akraba
(menfaatine) de olsa; Allah (için yaptığımız) şahitliği
gizlemeyeceğiz, (aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette
günahkarlardan oluruz" diye Allah üzerine yemin ettirirsiniz.
5/106

-Eğer onların (yalancılıkla) günah işlediklerinin farkına


varırsınız, hakkı yenilen taraftan o iki kişinin yerine geçecek
daha layık iki kişiyi seçin. “Şahitliğimiz onların şahitliğinden
daha gerçektir, biz hiçbir zaman kimsenin hakkını yemiş
değiliz. Böyle bir durumda biz zalimlerden oluruz" diye
Allah’a yemin etsinler. 5/107

Yukarıdaki iki âyet mealinde görüldüğü gibi, Allah adıyla


yemin edilmesi emredilmiş, şahitlerin nasıl kimseler olmaları
gerektiği konusunda bilgi verilmiş ve vasiyet konusunda bile
bile yalan yere yemin etmek zulüm derecesinde bir günah
olarak tanımlamıştır.

Bazen de insan, durum olur, kendisine helal olan bir yemeği


yemeyeceğine veya yapması gereken bir işi yapmayacağına
yemin eder, bu gibi durumlarda düşünerek söylemişse ve
yeminini bozmuşsa bu durumda keffâret vermesi gerekir.
Lağv olarak, yani söz arasında kasıtsız olarak öylesine yemin
etmişse, örneğin: Söz arasında, yalan söyleme kastı olmadan
sözü pekiştirmek için nadir de olsa, Vallahi deyiveririz, bu
gibi yeminleri Allah af etmiştir. Bu hususlarla ilgili olarak,
Kur’an’dan mealen:

-Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz


şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın.
Allah sınırı aşanları sevmez. 5/87

151
-Allah’ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin
ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah’tan korkun. 5/88

-Allah sizi, yeminlerinizdeki lağvden (kasıtsız olarak


yaptığınız yeminlerden) ötürü sorumlu tutmaz. Fakat bilerek
yaptığınız yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar. Bunun
keffâreti (geleceğe bağlı olarak yaptığınız bir yemini
bozduğunuz takdirde bunun cezâsı): Âilenize yedirdiğiniz
orta derecesinden on fakiri yedir(ip doyur)mak, yâhut onları
giydirmek, ya da bir boyun (köley)i hürriyete kavuşturmaktır.
Bunu bulamayan (bunları yapmaya gücü yetmeyen) kimse,
üç gün oruç tutsun. İşte yemin ettiğiniz zaman yeminleriniz(i
bozman)ın cezâsı budur. Yeminlerinizi koruyun. Allah,
âyetlerini size böyle açıklıyor ki, şükredersiniz. 5/89

Görüldüğü gibi, yukarıdaki ayet meallerinde, yemin kavram


olarak söylenmiş, ne üzerine yemin edildiği belirtilmemiştir,
buna rağmen keffârete konu edilmiştir. Bundan da anlaşılır
ki, kullar yemin ederken muhakkak Allah adı ile yemin
etmelidirler.

Şimdi, Allah’ın, bir durumun önemiyle ilgili olarak,


yaratıklar üzerine yemin etmesinden örnekler verirsek,
Kur’an’dan mealen:

-Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim. 56/75

-Bilirseniz, bu, büyük bir yemindir. 56/76

-O, elbette şerefli bir Kur’an’dır. 56/77

-Korunmuş bir kitaptadır. 56/78

-Ona temizlenenlerden başkası dokunmaz. 56/79

-(O), alemlerin Rabb’inden indirilmiştir. 56/80

-Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz? 56/81

152
-(Kur’an’dan istifade edeceğiniz yerde) rızkınızı
yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz (sizin ondan elde
ettiğiniz nasip, sadece onu yalanlamanız mıdır? Başka türlü
ondan istifade edemez misiniz)? 56/82

Ayrıca, Allah kendi zatı üzerine de yemin etmektedir, şöyle


ki Kur’an’dan mealen:

-Kafirlere ne oluyor ki sana doğru koşuyorlar? 70/36

-Sağdan, soldan, ayrı ayrı gruplar halinde. 70/36

-Onlardan her biri, nimet cennetine sokulacağını mı umuyor?


70/38

-Hayır! Öyle şey yok! Biz onları bildikleri şeyden yarattık.


70/39

-Yoo, doğuların ve batıların Rabb’ine yemin ederim ki bizim


gücümüz yeter: 70/40

-Onları, kendilerinden daha hayırlı olanlarla değiştirmeğe.


Bizim önümüze geçilmez (bize engel olunamaz). 70/41

-Bırak onları, kendilerine va’dedilen günlerine kavuşuncaya


kadar dalsın oynasınlar. 70/42

-O gün (kabirlerinden) hızlı hızlı çıkarlar. Onlar dikilen


(hedef)lere doğru koşar gibi (koşarlar). 70/43

-Gözleri düşük, yüzlerini zillet bürümüş bir durumda. İşte


onlara va’dedilen gün, bugündür. 70/44

Yemin konusuna da bu şekilde deyindikten sonra, tekrar


hadis rivayetleri konusuna dönersem, şöyle ki:

200- Buhari’nin Bâb başlığı olarak, Tirmizi’nin Mus’ab ibn


Sa’d’dan rivayet ettiği hadis: “İnsanlar içinde belâsı en
şiddetli olanlar peygamberlerdir. Sonra sırasıyla fazilette ilk

153
olan, sonra ilk olandır”. (Buhâri, Kitabu’l-Merdâ ve’n_Tıbb,
3- Baâb başlığı C.12 S.5690 Ötüken 1988.)

201- ........... Bize Şu’be, el-A’meş’ten; o da Mesrûk’tan


haber verdi ki, Âise (R): Ben Rasûlullah(S)’tan ziyâde
hastalığı şiddetli olan hiçbir kimse görmedim, demiştir.
Buhâri, Kitabu’l-Merdâ ve’n-Tıbb 6 C.12 S.5689 Ötüken
1988.)

Ve yukarıda yazılı rivayetler gibi birçok rivayette, âmel


yönünden en iyi olanlara, en şiddetli bela ve musibet gelir
iddiasındadırlar. Hal bu ki, Kur’an’da tam tersi durum söz
konusudur, gelen musibetlerin şiddeti işlenmiş olan fanalıklar
nedeniyledir, iyilikler nedeniyle değildir. Durum böyle
olunca, hem peygamberler, hem de iyi kimseler onların
yapmış oldukları iftiradan uzaktırlar. Ayrıca onların bu
rivayetlerinde Müslümanları iyilik yapmaktan ürkütme amacı
da vardır. İyilik yaparsan veya iyi olmaya çalışırsan başına
belalar gelir demeleri, Müslümanları sevap işlemekten
uzaklaştırma amacı iledir. Durumun, hiçte iddia ettikleri gibi
olmadığına dair, Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:

- Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin


yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah, işlediklerinizin)
birçoğunu da affeder. 42/30

Görüldüğü gibi uydurmuş oldukları, yulardaki rivayetler


Kur’an’a uymamaktadır. Zira işlenenlerin bir çoğunun
affedildiğine deyinilmesi, işlenenlerin ve dolayısıyla
affedilmeyip musibete neden olan âmellerin günahlar olduğu
açıkça ortaya çıkar. Çünkü af günahlar için söz konusudur.

202- Hz. Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissâlatu vesselâm buyurdular ki:

“Muhakkak ki, Allah bu ümmet için, her yüz senenin


başında, kendisine dini tecdid edecek kimse(ler)

154
gönderecektir." (K.S. 5577 C.15 S.427 Akçağ 1992 alıntısı,
Ebû Davud, Melahim 1, (4391))

Bu rivayetlerle, üstü örtülü olarak, her yüz senenin başında


peygamber geleceğini iddia etmişlerdir. Bu iddia, İsa
peygamber veya Mehdi geleceği yolundaki iddiaların bir
benzeridir. Böylece, İslam dininin öğrenilmesinde, esas
olanın, Kur’an değil de, özel şahıslar olduğunu vurgulamak
istemektedirler. Hal bu ki, Nübüvvet sona ermiş olup, İslam
dininin öğrenilmesinde esas olan tek kaynak Kur’an’dır.
Tebliğ görevini de, Kur’an’ı öğrenen her Müslüman yerine
getirebilir. Kıyamete kadar, en takvalısı dahil olmak üzere,
bütün Müslümanların, bütün müminlerin ve İslam dinini
öğrenmek isteyen herkesin. İslam dinini öğrenmek
konusunda tek bilgi kaynağı Kur’an’dır. Kur’an bilgisi
dışında ne özel bir şahıs nede özel bir bilgi kaynağı vardır.

Kur’an’dan mealen:

- Bir zamanlar, cinlerden bir grubu, Kur’an dinlemek üzere


sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde (birbirlerine): “Susun
(dinleyin)"dediler. (Okuma) bitirilince de uyarıcılar olarak
kavimlerine döndüler. 46/29

Görüldüğü gibi, Kur’an dinlemek ve böylece onu öğrenmek,


uyarıcı olmak için yeterlidir. Bu her devirde yapılabilir, zira
Peygamber ve Cinler, Kur’an’ın okunması ve işitilmesi
dışında bir birleriyle karşılıklı görüşmemişlerdir. Peygamber,
cinlerin Kur’an dinlediğinden habersizdi. Cinlerin, Kur’an
dinledikleri kendisine vahiyle bildirilmiştir. Eğer karşılıklı
olarak, birbirlerinden haberdar olmak suretiyle görüşmüş
olsalardı, Cinlerin, Kur’an dinledikleri, peygambere vahiyle
bildirilmeyecekti. Bu olay, sadece Kur’an dinlenilmesinin,
İslam dininin öğrenilmesi ve uyarıcı olmak için yeterli
olduğunun kesin kanıtlarındandır. Dinleme olayıyla ilgili
olarak, Kur’an’dan mealen:

155
- De ki: Bana vah yolundu ki, Cinlerden bir topluluk Kur’an
dinlediler de şöyle dediler: “Biz hârikulâde (acaib) bir Kur’an
dinledik. 72/1

- (O), doğru yola iletiyor, ona inandık. Artık Rabb’imize hiç


kimseyi ortak koşmayacağız. 72/2

Dini öğrenme ve öğretme işinin, Peygamberler dışında ki,


özel şahıslarla ilgili olmayıp, öğrenmiş olan her şahısla ilgili
olduğuna dair.

Kur’an’dan mealen:

- Bütün müminlerin, toptan sefere çıkmaları doğru değildir.


Her topluluktan bir grubun dini iyice öğrenmeleri ve
kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman onları ikaz
etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. 9/122

Dikkat edilirse, mealini yazdığım âyette, her topluluktan bir


grup denmiş olup, özel şahıslar söylenmemiştir. Bu itibarla
da uydurdukları rivayetin aslı yoktur.

ŞEHİT VE GAZİLER İLE HİCRET VE SAVAŞ


KONULARINDA UYDURDUKLARI HADİSLERDEN
ÖRNEKLER

203- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim gazve
yapmadan ve gaza yapmayı temenni etmeden ölürse nifaktan
bir şube üzerine ölmüş olur." (K.S. 1029 C.5 S.70 Akçağ,
alıntısı, Müslim, İmâret 158,(1910); Ebû Dâvud, Cihâd 18,
(2502); Nesâi, Cihad 2,(6,8))

204- Ebu’n-Nadr merhum Abdullah İbnu Ebi Evfâ


(radıyallahu anh)’dan naklen anlatıyor: “Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) düşmanla karşılaştığı günlerden
birinde, güneşin meyletmesini bekledi. Sonra kalkıp
yanındakilere şöyle dedi: “Ey insanlar, düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah’tan afiyet dileyin.
156
Ancak karşılaşacak olursanız sabredin, bilin ki cennet
kılıçların gölgesindedir. ................... (K.S. 1031 C.5 S.71
Akçağ, alıntıları, Buhâri, Cihâd 156,22,32,112, Temenni 8;
Müslim, Cihâd 20,(1742), Ebû Dâvud, Cihâd 98,(2631))

205. ........ Bize Ebû İshâk, Mûsa İbn Ukbe’den, Umer ibn
Ubeydullah’ın himâyesinde olan Ebu’n-Nadr Sâlim’den
tahdis etti. Bu Ebn’n Nadr,efendisi Umer’in kâtibi idi. Ebu’n-
Nadr şöyle dedi:Abdullah ibn Ebi Evfâ (R), efendisi ve
Kureyş ileri gelenlerinden olan Umer ibnu Ubeydullah’a bir
mektûb yazdı da bu mektûbu ben okudum. Bu mektûbun
içinde Rasûlullah (S)’ın: (Ey insanlar!) Düşmanla
karşılaşmak (harbetmek) temenni etmeyiniz! Fakat Allah’tan
harb felâketinden selâmette kılmasını isteyiniz" buyurduğu
hadisi vardı. (Buhâri, Kitâbu’t-Temenni 12 C.15 S.7090
Ötüken 1989.)

Görüldüğü gibi rivayetler çelişkili olup, işlerine geldiği gibi


uydurmuşlardır. Birinci rivayette savaş temennisi mecburi
tutulmuşken, diğer iki rivayette tam tersi olarak, savaş
temennisi kaçınılması gereken bir husus olarak tahdis
edilmiştir.

206-. ... Ebû Said el-Hudri (r.a.)den rivâyet edildiğine göre,


bir bedevi Peygamber (s.a.)’e hicreti sormuş da Peygamber
(s.a.):

“Yazık sana, hicret zor iştir. Senin develerin var mı?"


buyurmuş. (O kimse de)

- Evet diye cevap vermiş. (Bunun üzerine Hz. Peygamber);

“-Peki onların zekatını veriyor musun?" buyurmuş. (O şahıs


da);

- Evet diye karşılık vermiş. (Resûlü Ekrem de).

“-Sen şehirlerden uzakta (Allah’ın emirlerini yerine


getirmeye) çalış. Allah senin amelin(in sevabından hiçbir şeyi
157
zâyi etmeyecektir." buyurmuştur. (Ebû Dâvud, K.el-Cihâd
(l5), Bâb 1 H.2477 C.9 S.437 Şamil 1989, diğer rivayet
edenler, Buhâri, zekât 36, hibe 35, menakıb’ül-ensar 45, edep
95; Müslim, imâre 87; Nesâi bey’at 11;)

Bu rivayette hicretin mecburi olmadığı rivayet edilmiştir.

207- Ya’la İbnu Ümeyye anlatıyor: “Fetih günü babam


Ümeyye’yi getirip: “Ey Allah’ın Resûlü! Babamla hicret şartı
üzere bey’at yap!"dedim. Ama O:

“onunla cihad etme şartı üzerine bey’at yaparım, artık hicret


sona ermiştir" cevabını verdi." (K.S.. 5778 C.16 S.202 Akçağ
1993, alıntısı Nesâi, Bey’at 15,(7,145))

Bu rivayette ise hicretin sona erdiğini rivayet etmişlerdir.

208-. ... Maviye (b. Ebi Süfyan)dan; demiştir ki: Rasûlullah


(s.a.)’ı; ‘tevbe (vakti) sona ermedikçe hicret (vakti) de sona
ermez. Güneş battığı yerden doğmadıkça da tevbe sona
ermez"buyururken işittim. (Ebû Dâvud, K.el-Cihâd (15), Bâb
2 H.2479 C.9 S.440 Şamil 1989, )

Bu rivayette de, hicretin sona ermediğini, hatta güneş batıdan


doğmadıkça da sona ermeyeceğini tahdis etmeleri bir
çelişkidir. Anlaşılan odur ki, esas maksatları hicret kavramını
belirsiz ve tartışmalı hale getirmektir. Zira, hicretin İslamda
büyük bir önemi vardır. Hicret, Allah’a en iyi şekilde kulluk
etmek için, müsait olmayan bir mekandan, daha müsait bir
mekana göçmek veya Müslümanların bir araya gelip toplum
oluştura bilmelerinin ilk şartıdır. İşte bu kadar büyük önemi
olan hicret kavramını belirsiz hale getirmek için müteaddit
rivayetler uydurmuşlardır. Bunlardan bir tanesi de,hicretin,
Allah’ın yasakladığı şeyi terk etme manasında olduğunu iddia
ettikleri rivayettir, şöyle ki:

158
209- Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anh)
hazretleri. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle
dediğini rivayet etmiştir:

“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar


görmedikleri. Muhâcir de Allah’ın yasakladığı şeyi terk
edendir. (K.S. 33 C.2 S.250 Akçağ 1988, alıntıları, Buhari,
İman 4; Müslim, iman 64,(40); Ebû Dâvud, Cihâd 2,(2481);
Nesâi, İman 9, (8,105))

Daha öncede belirttiğim gibi en sık kullandıkları yöntem, bir


konu hakkında birbirlerine zıt ve çelişkili rivayetler
uydurmaktır. Böylece, kavram ve konuları tartışmalı ve
belirgin olmayan bir hale getirmeyi amaç edindikleri gibi,
ortam ve duruma göre bu zıt rivayetlerden işlerine geleni
kullanmaktır. Asırlardır, İslam Dini adına birçok ayrılıkların
meydana gelmesi ve birçok tartışmaların yapılmasının ana
temeli, bunların ortaya atmış oldukları bu kargaşa fitnesidir.

210-. ... Üsame b. Zeyd’den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bizi


bir seriyye olarak el-Hurakat (denilen kabileler) üzerine
gönderdi. Onlar (bizim kendilerine yaklaşmakta olduğumuzu,
bizim kendilerine saldırıya geçeceğimizi) hissederek kaçtılar
(bunlardan) bir adama yetiştik. Biz üzerine çullanınca adam,
“Lâ ilahe illallah (Allah’tan başka başka ilah
yoktur)"deyiverdi. Biz ona, öldürünceye kadar
(kılıçlarımızla) vurduk. Sonra bunu peygamber (s.a.)’e
anlattım.

-”Kıyamet gününde (bu adamın söylediği) lâ ilahe illallah


(kelimesi) karşısında senin için (yardımcı olabilecek) kim
vardır?"buyurdu. Ben de:

Ey Allah’ın Resûlü o bunu ancak silah korkusuyla söyledi,


dedim.

-”Biri onun kalbini yarsaydın da (kalbinin) bu sözü korkudan


dolayı söyleyip söylemediğini (iyice bir) bilseydin. (Yarın)

159
kıyamet gününde “lâ ilâhe illallah"(sözü) karşısında senin
için (yardımcı olabilecek) kim vardır?"buyurdu. Bu sözü
(tekrar tekrar) söylemeye o kadar devam etti ki (daha önce)
Müslüman olmayıp ta o gün Müslümanlığa (yeni) girmiş
olmamı arzu ettim. (Ebû Dâvud, K. El-Cihâd (15), Bâb 95
H.2643 C.10 S.174 Şamil 1990, diğer rivayet edenler; Buhari,
meğâzi 45, diyât 2; Müslim, imân 158; İbn Mâce, fiten 1: )

Bu rivayette, savaş anında, müşriklerin arasında bulunup ta


kelimeyi tevhidi söyleyenin öldürülemeyeceğini tahdis
etmişlerdir.

Birde şöyle rivayette bulundular;

211-. ... Cerir b. Abdillah’dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)


Hasemin kabilesine (baskın yapmak üzere) bir seriyye
gönderdi. O kabileden bazı kimseler (Müslüman olduklarını
belirtmek) için secde ederek korunma yoluna başvurdular. Bu
(durum) onları öldürmeyi (daha da) hızlandırdı. (Cerir b.
Abdillah rivayetine devam ederek) dedi ki: Durum
Peygamber (s.a.)’e ulaşınca onlar için yarım diyet
(ödenmesini) emretti ve;

- “Ben müşrikler arasında ikamet eden her Müslüman’a


uzağım" buyurdu. ........... (Ebû Dâvûd, K.el-Cihâd (15), Bâb
95 H.2645 S.178 C.10 Şamil 1990, diğer rivayet edenler,
Tirmizi, siyer 41; Nesâi, kasâme 27.)

Bu rivayette ise, savaş anında müşriklerin arasında ikamet


eden Müslümanların öldürülebileceğini rivayet etmişlerdir.
İki rivayet bir biriyle çelişkili olduğu gibi, son rivayet kendi
içinde çelişkilidir. Şöyle ki, Peygamber bu gibi kimselerden
uzak olduğunu belirtmişse, neden onlar için yarım da olsa
diyet ödesin? Bu bir çelişkidir, ayrıca Kur’an’a
uymamaktadır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Her kim bir mümini kasden öldürürse onun cezâsı, içinde


ebedi kalmak üzere (gideceği) cehennemdir. Allah ona gazab

160
etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azâb hazırlamıştır.
4/93

- Ey müminler, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi


anlayın, dinleyin, size selâm verene, dünyâ hayâtının geçici
menfaatini gözeterek: “Sen mü’min değilsin!" demeyin.
Çünkü Allah’ın yanında çok ganimetler vardır. Önceden siz
de öyle idiniz, Allah size lütfetti. O halde iyice anlayın
(dinleyin, peşin hüküm vermeyin). Çünkü Allah
yaptıklarınızı haber almaktadır. 4/94

Görüldüğü gibi, kim bir mümini kasden yani müteammiden


katlederse, öldürenin cezası, Allah’ın gazabı ile lanetine
uğramak ve büyük azab içerisinde cehennemde ebedi
kalmaktır.

212-....... Yahya (b.Main) Hz. Aişe’den naklen (şöyle)


demiştir. (Müslümanlar, Bedir savaşına çıktıklarında) Bir
müşrik Hz. Peygamberle birlikte savaşmak için yanına vardı.
(Hz. Peygamber de onun bu teklifini reddederek),

- “geri dön" dedi. (Hadisin bundan) sonra (ki kısmını Yahya


b. Main ile Müseddet) aynı lafızlarla rivayet ettiler. (Bu iki
ravinin ittifakla rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber o
müşrike şöyle) buyurmuştur: - “ Biz bir müşrikten yardım
istemeyiz." (Ebû Dâvud, K. El-Cihâd (15), Bâb 143 H. 2732
s.343-344 Şamil 1990, diğer rivayet edenler Müslim, cihâd
142, 150; Tirmizi, siyer 10; İbn Mace, cihâd 27.

Bu rivayette, müslümanla müşriklerin savaşta ittifak


edemeyeceğini rivayet etmişlerdir.

213-Zuhri anlatıyor: ”Resûlullah (Aleyhissalâtu vesselâm),


kendisiyle birlikte savaşmış olan Yahudilerden bir gruba,
ganimetten pay ayırdı”. (K.S. 1107 C.5 S.194 Akçağ, alıntısı,
Tirmizi, Siyer 10,(1558))

161
Bu rivayette, müşriklerle, Müslümanların ittifak edebileceğini
rivayet etmekle çelişkiye düşmüşlerdir.

214-...Yezid İbn Hürmüz demiştir ki:

Necdetü’l-Harûri, İbn Abbas’a (bir mektup) yazarak ona


“Kadınlar Rasûlullah (s.a.)’le birlikte savaşa katılırlar mıydı?
Rasûlullah (s.a.) onlara (ganimetten) bir pay ayırır
mıydı?"diye sordu. (yezid b. Hürmüz rivayetine devam
ederek şunları) söyledi: ibn Abbas’ın Necdet’e (gönderdiği)
mektubunu ben (bizzat kendi ellerimle ve şu şekilde)
yazdım:”Kadınlar da Rasûlullah (s.a.)’la birlikte savaşa
katılırlardı. (ganimetlerden) pay (ayırmay)a gelince (işte bu)
yoktu, fakat onlara razh (az bir miktar) verilirdi. (Ebû Dâvûd,
K.el-Cihâd (15), Bâb 141 C.10 s.339 Şamil 1990.)

Bu rivayette kadınlara ganimetten pay verilmeyeceğini tahdis


ettiler.

215-...Haşrec b. Ziyad’ın baba annesi (Ümmü Ziyad el-


Eşçiyye)nden demiştir ki; kendisi Rasûlullah (s.a.) ile birlikte
(hayber savaşına katılan) altı kadının altıncısı olarak Hayber
savaşına çıkmıştır. (Hz. Ümmü Ziyad sözlerine) şöyle devam
etti: Bizim de erkeklerle birlikte savaşa çıktığımız haber
olarak Resûlullah (s.a.)’e erişince bize (emir) gönderip
(yanına çağırdı) biz de (emre uyup huzuruna) vardık.
Kendisinde öfke (alametleri) gördük. (Bu savaşa)

-”Kiminle ve kimin izniyle çıktınız?"dedi. Biz de “Ey


Allah’ın Resulü biz yün eğirerek (savaşa) çıktık. Bununla
Allah yolunda hizmet edeceğiz. Ayrıca bizim yanımızda
yaralıları (tedavi) için (birtakım) ilaçlar da var,
(ganimetlerden) hisse alırız (halka buğday ve arpadan
yapılmış) sevk (denilen bir şurup) içiririz" dedik. (Bu hadisi
Hz. Ümmü Ziyad ‘dan naklen haşrec, sözlerine devam ederek
şunları) söyledi (Bu konuşmadan sonra) “Kadınlar kalktılar"
(gittiler, Hz. Ümmü Ziyad sözlerine devam ederek bana)
“Allah, peygamberine Hayber’in (kapılarını) açınca bize de
162
erkekler gibi (ganimetten) pay verdi" dedi. Ben de ona: “Ey
nineciğim (Hz. peygamberin size verdiği) bu şey ne idi?"
dedim. “Hurma"(idi) diye cevap verdi. (Ebû Dâvûd, k.el-
Cihâd (15), Bâb 141 C.10 s.340 H.2729 Şamil 1990)

Bu rivayette ise, evvelki rivayetin aksine, Kadınlara


ganimetten erkekler gibi pay verilmesi gerekir demekle
çelişkiye düşmüşlerdir.

Tahdis ettikleri bir rivayette, Peygamberin, Allah’tan üç


dilekte bulunduğunu ve bu dileklerin içerik olarak.

1- Allah’ın Muhammed ümmetine kendi dışında bir düşman


musallat etmemesini, dolayısıyla musallat edecekse kendi
içinden bir düşman musallat etmesini.

2- Allah’ın, Muhammed ümmetini toptan suda boğmamasını,


dolayısıyla diğer helak şekilleri için talepte bulunmadığını.
Örneğin, Peygamber, Allah’tan, toptan helak edici her türlü
felaketten korumasını isteye bilirdi.

3- Allah’tan, ümmetinin kendi aralarında savaşmamasını


talep ettiğini ki, bu birinci şıktaki taleple çelişkilidir. Ayrıca,
Allah’ın bu duayı red ettiğini de tahdis etmişlerdir.

Rivayet şu şekildedir:

216- Hz. Mu’âz İbnu Cebel radıyallahu anh anlatıyor: “Bir


gün, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, bir namaz kılmış ve
namazı çok uzatmıştı. Namazdan çıkınca biz: “Ey Allah’ın
Resûlü! Bu gün namazı çok uzattınız!"dedik. Şu açıklamayı
yaptılar: “Ben bugün, bir ümit ve korku namazı kıldım. Ben
(namazda) aziz ve celil olan Allah’tan ümmetim için üç şey
talep ettim. Allah bunlardan ikisini verdi, birini vermedi. Ben
Allah’tan ümmetime, kendileri dışında bir düşman musallat
etmemesini talep ettim, bu talebimi kabul etti. Allah’tan
ümmetimi (eski ümmetler gibi) toptan suda boğarak helak
etmemesini talep ettim. Allah bunu da kabul etti. Allah’tan

163
ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını talep ettim
Allah bunu reddetti."

(K.S. 7187 C.17 S.526 Akçağ 1993 alıntısı, İbn-i Mace


3950 )

Peygamberin, ümmeti için böyle bir duada bulunduğunu


iddia etmek, hem peygambere bir iftira hem de İslam
düşmanlarının Müslümanlara olan kinlerinin açık bir
göstergesidir. Hadis diye uydurdukları rivayette kendi içinde
çelişkili olduğu gibi, gerçeklere de uymamaktadır, şöyle ki:
Peygamber hem, Allah’tan ümmetinin yalnız kendi aralarında
savaşmalarını talep edecek (Zira kendi dışlarında bir düşman
musallat etmemesini, Allah’tan istemesi kendi aralarında
düşman olabilirler manasını içermektedir). Buna rağmen
üçüncü duasında kendi aralarında savaşmamaları yolunda
duada bulunacak, bu bir çelişkidir. Diğer bir husus, birinci
duanın kabul olunduğunu belirtmişlerdir, yani Muhammed
ümmetine dışından, Allah bir düşman musallat etmemek
üzere duayı kabul etti diye belirtmişlerdir. Bu dua kabul oldu
ise asırlardır Müslümanlara saldıran çeşit çeşit kafirlerin
saldırıları nasıl izah edilebilir. Peygamber bir dua kabul oldu
dediyse muhakkak kabul olmuştur. O zaman bu rivayet
peygambere bir iftiradır.

Müslümanların dikkatini dış düşmanlardan çevirip, kendi


içlerinde, kendilerine döndürmeyi amaçlayan bu rivayetler.
Müslümanların dışa karşı kendilerini savunmalarını kırmayı
amaçlamaktadır. Bundan dolayı bir çok rivayet uydurmasıyla,
şehitlik kavramını belirsiz hale getirmek için yoğun çabalara
girmişlerdir. Şöyle ki:

217- .... Cabir b. Atik(in Atik b. El-Harise) bildirdiğine göre,


Rasûlullah (s.a.) (Bir gün) Abdullah b. Sabit’i hasta iken
ziyarete gelmiş te onu baygın bir halde bulmuş, bunun
üzerine Rasûlullah ona seslenmiş (fakat o baygın olduğu için)
karşılık ver(e)memiş. Bunu üzerine Rasûlullah (s.a.)

164
“-İnalillahi ve inna ileyhi râci’un. Ey Ebu’r-Rabi biz(im)
senin yanında (yapabilecek bir şeyimiz yok. Çünkü Allah’ın
kaza ve kaderine) mağlup olduk" dedi. Bunun üzerine
kadınlar feryad edip ağlaştılar. İbn Atik de onları susturmaya
çalıştı. Derken Rasûlullah (s.a.) “Onları(kendi hallerine)
bırak. (Çünkü sesleri fazla çıkmıyor, Fakat vacib olunca)
hiçbir kadın ağlamasın" buyurdu. (Orada bulunanlar) “Ey
Allah’ın Resûlü vacib olmak nedir?" dediler. “Ölmektir"
buyurdu. (O sırada Abdullah b. Sabit’in) kız kardeşi (onun
hakkında ey kardeşim):

“Ben senin şehit olacağını ümit ediyordum. Çünkü sen (ahiret


için) gereken ihtiyaçlarını hazırlamıştın." diye söylenmeye
başladı. Rasûlullah (s.a.) de

“-Aziz ve celil olan Allah ona niyeti ölçüsünde şehit sevabı


verecektir. (buyurdu ve) siz neyi şehitlik sayıyorsunuz?" diye
sordu. (Onlar da)

“-Allah yolunda katlolmayı" dediler. Rasûlullah (s.a.)’da.

“-Allah yolunda katlonunmaktan başka yedi (tane daha)


şehitlik vardır. Taundan ölen şehittir. Boğularak ölen şehittir.
İshalden ölen şehittir. Yanarak ölen şehittir. Göçük altında
kalarak ölen şehittir. Doğum üzerine ölen şehittir." buyurdu.
(Ebû Dâvûd, K. El-Cenaiz 73; Müslim, imare 164,165;
Tirmizi, cenaiz 65; İbn-i Mace, Cihad 17, K.S.5431)

218- İbnu Abbâs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Gurbette ölmek
şehitliktir." (K.S.6498 C.17 S.151 Akçağ 1993 alın tası İbn-i
Mace 1614).

219- Hz. Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim hasta halde
ölürse şehit olarak ölmüştür ve kabir azabından korunmuştur,
sabah akşam cennetten rızıklandırılır." (K.S.6499 C.17 S.151
Akçağ, alıntısı İbn-i Mace 1615.)

165
Görüldüğü gibi, şehitlik kavramını saptırmak için birçok
hususları şehitlik olarak tanımlamışlardır. Öyle ki, İshalden
ölen bir kimse için şehit dedikleri gibi, herhangi bir
hastalıktan ölene de şehit demişlerdir.

Hatta gurbette ölmeye de şehitlik demişlerdir. Bu


tanımlamalara göre, Müslüman olan bir kimsenin şehit olarak
ölmemesi imkansız hale gelmiş olmaktadır, dolayısıyla
Müslüman olarak ölen herkes şehittir iddiasındalar. Zira
insanlar ya bir kaza geçirerek veya hastalanarak, evinde veya
gurbette ölmektedirler, hasta hane de ölme olayını
rivayetlerine eklememelerinin nedeni, hasta hane diye bir
şeyin varlığından pek haberdar olmamalarından olsa gerektir.
Hal böyle olunca şehit olmak için, Allah yolunda savaşıp katl
olunmanın mecburiyeti kalmamış olmaktadır. Bu iddiada
olanlara o zaman şunu sormak lazım, örneğin: alkol veya
uyuşturucu alması nedeniyle veya zina edip zührevi hastalık
kapan bir kimse bu hastalıktan öldüğünde, günah işlediği
anda ölmesi de gerekmez, faraza altı aylık bir tedaviden sonra
ölürse şehit mi olmuş olmaktadır? Bu gibi iddialar,
Kur’an’dan çok uzak iddialardır. Kur’an’da şehitlik
konusunda şöyle denmektedir, mealen:

- Allah, müminlerin mallarını ve canlarını cennet kendilerinin


olmak üzere satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar,
katlederler ve katledilirler. Bu, Allah’ın üzerine bir borçtur.
Gerek Tevrat’ta, gerek İncil’de, gerek Kur’an’da (Allah,
yolunda çarpışanlara cennet vereceğini vadetmiştir) Allah’tan
daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir? O halde O’nunla
yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin. İşte bu,
(gerçekten) büyük kurtuluştur. 9/111

Görüldüğü gibi, Allah’ın şehitlik vadi kendi yolunda


mallarıyla, canlarıyla savaşıp katlonunanlaradır. Yoksa
evinde ishalden ölenlere değildir.

220- Talha İbnu Ubeydullah radıyallahu anh anlatıyor: “Beli


(kabilesinden) iki kişi Aleyhissalâtu vesselâm’ın yanına
166
geldiler. İkisi beraber Müslüman olmuştu. Biri gayret
yönüyle diğerinden fazlaydı. Bu gayretli olanı, bir gazveye
iştirak etti ve şehit oldu. Öbürü, ondan sonra bir yıl daha
yaşadı. Sonra o da öldü.”

Talha (devamla) der ki: “Ben rüyamda gördüm ki: “Ben


cennetin kapısının yanındaydım. Bir de baktım ki yanımda o
iki zat vardır. Cennetten biri çıktı ve o iki kişiden sonradan
ölene (cennete girmesi için) izin verdi. Aynı vazifeli zat, bir
müddet sonra yine çıktı, şehit olana da (içeri girme) izni
verdi. Sonra, adam benim için geri geldi ve:

“Sen dön, senin cennete girme vaktin henüz gelmedi!"dedi.


Sabah olunca Talha bu rüyayı halka anlattı. Herkes bu
rüya(da şehit olan zâtın sonradan cennete girmesine) şaştı.
Bu, Resûlullah’a kadar ulaştı, rüyayı ona anlattılar.
(Dinledikten sonra) Aleyhissalâtu vesselâm:" Burada şaşacak
ne var?" buyurdular. Halk: “Ey Allah’ın Resûlü!" Bu zat (din
için) çalışmada öbüründen daha gayretli idi ve şehit de oldu.
Ama cennete öbürü ondan evvel girdi" dediler. Bunun
üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Berikisi ondan
sonra bir yıl hayatta kalmadı mı?" dedi.

“Evet!"dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: “Ve o ramazan idrak


edip oruç tutmadı mı, bir yıl boyu şu şu kadar namaz kılmadı
mı?" Halk yine: “Evet!" deyince, Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm: “Şu halde ikisinin arasında bulunan mesâfe gök ile
yer arasındaki mesafeden fazladır!" buyurdular. (K.S. 7173
C.17 S.517 Akçağ 1993, alıntısı İbn-i Mace 3925.)

221- ... Ubeyd b. Halid es-Sülemi’den; demiştir ki:


Rasûlullah (s.a.) iki adam arasında kardeşlik kurmuştu.
Bunlardan biri (Allah yolunda) öldürüldü. Bir hafta ya da
haftaya yakın bir zaman sonra da öbürü öldü. Onun cenaze
namazını kıldık. Rasûlullah (s.a.) (bize onun hakkında)

“-Nasıl dua ettiniz?" diye sordu. Biz de;

167
-Ey Allah’ım! Onu bağışla ve kardeşi(nin derecesi)ne eriştir
diye dua ettik. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);

(ilk ölenin) namaz(lar)ından sonra (ikinci ölenin kıldığı)


namaz(lar), - (ilk ölenin) oruç(lar)ından sonra (ikincinin
tuttuğu) oruç(lar)ı - (ilk ölenin hayırlı) amel(ler)inden sonra
(ikinci ölenin işlemiş olduğu hayırlı) amelleri nerede. İkisi
arasında gök ve ile yerin arası kadar (fark) vardır."buyurdu.
(Ebû Dâvûd, K. El-Cihâd (15), Bâb 27 H.2524 C.9 S.520,521
Şamil 1988, diğer rivayet eden, Nesâi cenaiz 77.)

Bu rivayetlerle, Allah yolunda cihad etmeyenlerin, Cihad


eden ve şehit olanlardan daha üstün olduğunu iddia ettiler.
Şehit olmayan, daha fazla namaz kılması, oruç tutması ve
sevaplar işlemesi halinde, bu amelleri dolayısıyla. Onunla
şehit olan arasında gök ile yerin arası kadar derece farkı var
dediler. Bu uydurma rivayetlerle Müslümanları Allah
yolunda cihattan caydırmak istedikleri açıktır.
Söylediklerinin doğru olmadığıyla ilgili olarak, Kur’an’dan
mealen:

- Ey iman edenler, size ne oldu ki: “Allah yolunda topluca


savaşa çıkın! Dendiği zaman yere çakılıp kaldınız? Yoksa
âhireti bırakıp ta dünya hayatına mı razı oldunuz? halbuki
dünya hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır. 9/38

Görüldüğü gibi, topluca savaşa çıkıldığında, (sakatlık v.s.


Gibi mazereti olmadan) savaşa katılmamak demek, O kişinin
dünya hayatına razı olduğu ve ahiret hayatını kayıp ettiği,
yani cehennemlik olduğu manasındadır. Böyle bir durumda,
kıldığı namaz veya tuttuğu oruçlar onu Allah’ın azabından
kurtaramaz.

Topluca savaşa çıkılmaya ihtiyaç olmayan durumlar da, yine,


Allah yolunda cihad edenler, etmeyenlerden üstündür, şöyle
ki, Kur’an’dan mealen:

168
- Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile,
mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz.
Allah, mallarıyla canlarıyla cihad edenleri, derece
bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah hepsine
de güzellik va’detmiştir ama mücahitleri, oturanlardan çok
daha büyük ecirle üstün kılmıştır. 4/95

Bu itibarla uydurdukları rivayetler, Kur’an’a uygun olmayıp,


asılları yoktur.

222-...Abdullah b. Amr’dan; demiştir ki: Bir adam


Peygamber (s.a.)’e gelerek;

- Ey Allah’ın Resûlü ben cihada çıkabilir miyim? dedi.


(Peygamber (s.a.)’de);

“- Senin annen baban var mı?" diye sordu. (O kimse de);

- Evet diye cevap verdi (Bunan üzerine peygamber);

“-Öyleyse onların hizmetinde (bulunarak) cihâd et!" buyurdu.


(Ebû Dâvûd, K.el-Cihâd (15), Bâb 31 H.2529 C.10 S.8 Şamil
1990, diğer rivayet edenler, Buhâri, cihâd 138, Edeb 3,
Tirmizi cihâd 2; Müslim, birr 5.)

223- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ey Allah’ın


Resûlü, dedim, cihâdı amellerin en faziletlisi görüyoruz, biz
de cihâd etmeyelim mi?" Şu cevabı verdi:

“Ancak, cihâdın en Efdal ve en güzeli hacc-ı mebrûrdur.


Sonra şehirde kalmaktır”. Hz. Aişe der ki: “Bunu işittikten
sonra haccı hiç bırakmadım. (Buhari, Hac 4, Cezâu’s-Sayd
26, Cihâd 1; Nesâi, Hacc 4,(5,113); K.S. 1163 C.5 S.278
Akçağ) (“Sonra şehirde kalmak" cümlesi Buhari’de yok.)

Bu iki rivayette de müminleri cihâd dan uzaklaştırmayı ve


cihâdın kavram olarak manasını karıştırmayı
amaçlamışlardır, yoksa Hac ile Cihâd ayrı hususlardır, hele
şehirde oturmanın ne Hacla nede Cihâd’la bir ilgisi yoktur.
169
Bu rivayetleri uydurmalarının esas amaçlarından biri de
Müslümanların, kendi putperest toplumlarına karşı
savaşmalarını engellemek içindir. Bu onların barışçıl,
Müslümanların saldırgan olduğundan değildir, kendileri
saldırıp savaşa sebebiyet verdiklerinde karşılarında zayıf bir
Müslüman ordu olmasını istemelerindendir, yoksa İslam
dininde asla saldırganlık yoktur.

Müslümanların kendileriyle değil de, ehli kitapla


savaşmalarını teşvik için uydurdukları aşağıdaki rivayet
kimlikleri açısından manidardır, Şöyle ki:

224-......... Sabit b. Kays Şemmas’dan; demiştir ki: Ümmü


Hallad diye anılan bir kadın (yüzü) peçeli olarak Peygamber
(s.a.)’e gelip şehit düşen oğlu(nun Allah yanındaki
durumu)nu sordu. Peygamber (s.a.)’in (orada bulunan)
Sahâbelerinden birisi (o kadına hitaben);

“-Oğlunu sormaya yüzün kapalı olarak mı geldin?" dedi. O


da;

- Oğlumu kaybettiysem de utanma duygumu hiçbir zaman


kaybetmeyeceğim, diye karşılık verdi. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.);

“- Senin oğlun için iki şehit sevabı vardır" buyurdu. Kadın;

- Ya Rasûlullah bu niçindir? diye sordu. (Hz. Peygamber de)

“- Çünkü onu kitab ehli öldürdü" cevabını verdi. (Ebû Dâvûd,


K.el-Cihâd (15), Bâb 8 C.9 H.2488 S.457 Şamil 1988.)

Evet, yüzünü örttü diye suçlanan bir şehit anası ve Ehli kitab
katletti diye, kendisine iki şehit sevabı verilen şehit iddiası,
yani demek istiyorlar ki, Ehli kitapla savaşmak sevap
yönünden iki misli daha fazladır. Bu tür iddialar İslam
dininden uzak iddialardır.

225- ............ İbn Ömer’den demiştir ki:


170
Rasûlullah (s.a.) mücahit ve atı için birisi kendisine ikisi de
atına (olmak üzere ganimet mallarından) üç pay vermiştir.
(Ebû Dâvûd K.el-Cihâd (15), Bâb 143 C.10 H.2733 S.345
Şamil 1990, diğer rivayet edenler, Buhâri Cihad 51; Meğazi
38; Müslim Cihad 57; Tirmizi Siyer 6,8.)

226- ... (Ebû Umre’nin) babasından rivayet etmiştir ki: Biz


dört kişi, yanımızda bir(er) atla Rasûlullah (s.a.)’in yanına
gelmiştik. Bizden herkese bir hisse, her bir at için de iki hisse
ayırdı." (Ebû Dâvûd K.el-Cihad (15), Bâb 143 C.10 H.2734
S.347 Şamil 1990)

227- Ümmü Harâm (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Deniz tutması
sebebiyle (gemide) kusan kimseye şehit sevabı verilir.
Boğularak ölene de iki şehit sevabı vardır”. (K.S. 1151 C.5
S.260 Akçağ, alıntısı Ebû Dâvûd Cihad 10,(2493) )

Mücahidin atı, mücahit ten iki kat daha değerlidir ve deniz


tutmasından kusana bir şehit sevabı, boğularak ölene iki şehit
sevabı verilir şeklinde uydurdukları rivayetlerin aslı olmayıp,
hakaret kastıyla uydurulmuşlardır.

228-. ... Necde b. Nüfey’den; demiştir ki: İbn Abbas’a şu;

“Eğer topluca (savaşa) çıkmazsanız (Allah) size (acı bir


şekilde) azab eder... (malindeki, Tevbe 39) âyeti sordum da;

- Onlardan yağmur kesildi. (Yağmur kesilmesi) onların


azabıydı diye cevap verdi. (Ebû Dâvûd K.el-Cihad (15), Bab
18 H.2506 S.489 Şamil 1988.)

Bu rivayette, topluca (seferberlik) savaşa katılmak


istemeyenlere cesaret vermek için 9 Tevbe 39 da yapılan
tehdidi basit bir yağmur kesilmesi şeklinde göstermeyi
amaçlamışlardır.

Kur’an’da ise şöyle denmiştir, mealen:

171
- Ey iman edenler, size ne oldu ki: “Allah yolunda topluca
savaşa çıkın!"dendiği zaman yere çakılıp kaldınız? Yoksa
âhireti bırakıp ta dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki
dünya hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır. 9/38

- Eğer topluca (savaşa) çıkmazsanız, (Allah) size acı (bir


şekilde) azab eder ve yerinize sizden başka bir topluluk
getirir. O’na hiçbir zarar veremezsiniz, Allah her şeyi
yapabilendir. 9/39

Görüldüğü gibi, topluca yapılan savaşa (mazeretsiz)


katılmayanlara yapılan tehdit. Dünya ve Ahirette
mahvolacakları şeklindedir. Bu itibarla yapmış oldukları
rivayetin aslı yoktur.

Rivayet ettiler ki: “Facir veya büyük günahlar işleyen her


emirin komutasında cihad etmek mecburidir. Bir kavme
İslam Dinini tebliğ etmeden ansızın saldırmak caizdir.
Kuşatılan bir kale halkına isteseler bile, Allah’ın hükmü
uygulanamaz, kul hükmü uygulanır.”

Bu tür rivayetlerinin İslam Dininde yeri olmayıp,


Peygambere karşı iftirada bulunmuşlardır. Böyle
yapmalarının nedeni ise, Müslüman adı takınarak insanlara
zulmen saldırdıklarında, bunun meşru bir hareket olduğu
hususunda kendilerine gerekçe uydurmak içindir. Bu konuda
uydurdukları rivayet örnekleri:

229-. ... Ebû Hureyre (r.a.)’den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)


şöyle buyurdu:

“İyi olsun facir olsun her devlet reisi ile birlikte cihad
üzerinize (düşen) kaçınılmaz bir görevdir.......... (Ebû Dâvûd
K.el-Cihâd (15), Bâb 34 C.10 H.2533 S.14 Şamil 1990.)

Facir yahut büyük günah işleyen kimselere itaat etmemek


lazım olduğuna dair Kur’an’dan mealen:

172
- Rabb’inin hükmüne kadar sabret ve onlardan hiçbir
günahkara, yahut hiçbir kafire itaat etme. 76/24

- Nefsini, sabah akşam rızasını isteyerek Rablarına


yalvaranlarla bir tut . Dünya hayatının süsüne kanarak
gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi zikretmekten gâfil
kıldığımız kendi nefsinin arzusuna uyan ve işi aşırılık olan
kimseye itaat etme. 18/28

Görüldüğü gibi, İslâm da günahkara itaat etmek yasaktır.


Onlarsa “Facir" kimseye itaate çağırıyorlar. Zira rivayetin
Arapça aslında itaat edilmeye çağırdıkları kimseyi “Facir"
olsa dahi diye belirtmişlerdir. Facir ler hakkında ise
Kur’an’da şöyle denmiştir, mealen:

- Şerefli katipler, 82/11

- Her yaptığınızı bilirler. 82/12

- İyiler mutlaka nimet içindedirler, 82/13

- Facirler de yakıcı ateş içindedirler, 82/14

- Ceza günü oraya girerler. 82/15

- Onlar oradan (hiçbir yere kaçıp) kaybolacak değillerdir.


82/16

Facirler, Cehennemde ebedi kalacak olan büyük günah sahibi


kimselerdirler. Bunlar öyle kimselerdir ki, yer yüzünde fesat
çıkarırlar.

Kur’an’dan mealen:

- Yoksa, iman edenleri ve salih amel işleyenleri, yeryüzünde


fesad çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahut ta Allah’tan
korkanları facirler gibi mi tutacağız? 38/28

Görüldüğü gibi, “Facirler”, Allah’tan korkmayan


kimselerdirler. Allah’tan korkmayana ise itaat olmaz. Zira o
173
kimse zalimlik yapar. Zalime uymak zulme iştirak etmektir.
Nûh peygamber, duasında “Facirlerle”, “Kafirleri" denk
tutmuştu. Kur’an’dan mealen:

- Nûh dedi ki: “Rabb’im, yeryüzünde kafirlerden tek kişi


bırakma," 71/26

- “Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; yalnız


facir, kafir (kimseler) doğururlar. 71/27

Bu itibarla uydurdukları rivayet Kur’an’a uygun olmayıp,


buna göre bir mümin kimse bir facire itaat edemez.

230-. ... İbn Avn dedi ki: Ben Nâfi’ye bir mektup yazarak,
ona harb den önce müşrikleri (İslama) davet etmeyi sordum,
o da bana: “İslamın başlangıcında idi. (Nitekim daha sonraki
tarihlerde) Allah’ın peygamberi Müstakil oğullarına, gafil
bulundukları, hayvanlarının suya götürüldüğü bir sırada
baskın yaptı. Savaşabilecek olanlarını öldürdü, zürriyetlerini
de esir aldı. Haris’in kızı Cüveyriye’yi de o gün aldı. Bu
hadisi bana (o sırada) kendiside o ordunun içinde olan,
Abdullah (b.Ömer) rivâyet etti, diye mektup yazdı. (Ebû
Dâvûd, K.el-Cihâd (15), Bâb 91 H.2633 C.10 S.158-159
Şamil 1990, diğer rivayet edenler, Buhari Itk 13; Müslim
Cihad 1.)

Bu rivayetleriyle İslam’dan haberi olmayan kimselere aniden


saldırı yapılabileceğini iddia etmişlerdir. halbuki değil
İslam’dan haberi olmayana, haberi olup ta İslamı kabul
etmemiş olan kimselere dahi, eğer kendileri savaş
açmamışlarsa, haksızcasına Müslümanlar onlara savaş
açamazlar. Kur’an’dan mealen:

- Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız


yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları
sevmez. 2/190

174
Hatta, Müslümanlığı kabul etmemiş olanlar savaş istemeyip,
barışa yanaşırlarsa, Müslümanlar da barışa yanaşmak
zorundadırlar.

Kur’an’dan mealen:

- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a


dayan, çünkü O, işitendir bilendir. 8/61

Görüldüğü gibi hiçbir kavme, Müslümanlar haksız yere


saldırıda bulunamazlar, hatta barış taraftarı olmak
zorundadırlar. Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetin aslı
yoktur.

Kendileri de bu rivayetlerini yalanlayan bir rivayet


uydurdular. Fakat bu rivayetin sonunda, Allah’ın hükmü
yerine kul hükmü uygulanması gerektiğini iddia ederek,
kendi nefisleri üzerine kafir olduklarına şahitlik ettiler. Zira,
Kur’an öğretisine göre Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler
kafirlerin ta kendileridir.

Bu husustaki rivayetleri şöyledir:

231-. ... Süleyman b. Büreyde babası (bireyde) den; şöyle


demiştir: Rasûlullah bir seriyenin yahut da bir ordunun başına
bir kumandan gönderdiği zaman ona kendi nefsi hakkında
Allah’tan korkmayı, (yine ona) yanında bulunan
Müslümanlar hakkında hayrı tavsiye eder ve (şöyle)
buyururdu:

“Müşriklerden olan düşman(lar)ınla karşılaştığınız zaman,


onlara şu üç yoldan birine çağırınız. Bunlardan hangisinde
sana icabet ederlerse onu kabul et ve kendilerini bırak. Onları
(önce) İslam’a çağır, eğer icabet ederlerse (bunu) onlardan
kabul et ve kendilerini (serbest) bırak. Sonra onları
ülkelerinden muhacirlerin ülkesine göçe davet et ve bunu
yaptıkları takdirde, muhacirler için (tanınmış) olan (haklar)ın
onlar için de (tanınacağını) muhacirlerin üzerine (getirilmiş)

175
olan (yükümlülükler)in onların hakkında da (geçerli)
olduğunu kendilerine bildir. Eğer (bunu) kabule yanaşmazlar
da kendi yurtlarını tercih ederlerse, onlara Müslüman
bedeviler gibi olacaklarını, kendilerine Allah’ın müminler
üzerine cereyan eden hükmünün uygulanacağını,
Müslümanlarla birlikte cihad etmeleri dışında harac ve
ganimetten hiçbir hisselerinin olamayacağını bildir. Eğer
İslâmı kabul etmezlerse onları cizye vermeye çağır. Eğer
buna yanaşırlarsa (bunu) onlardan kabul ve kendilerini
(serbest) bırak. Eğer kabul etmezler artık Allah’tan yardım
dileyip onlarla savaş, eğer bir kale halkını kuşattığında
senden kendilerine, Allah’ın hükmünü uygulamanı isterlerse
(bunu) onlara uygulama. Çünkü siz Allah’ın onlar hakkındaki
hükmünün ne olduğunu bilemezsiniz. Yalnız onlara kendi
hükmünüzü uygulayınız. Sonra onlar hakkında dilediğiniz
hükmü veriniz."(Ebû Dâvûd, k.el-Cihad (15), Bâb 82 H.2612
C.10 S.122-123 Şamil, diğer rivayet edenler, Müslim, Cihad
3; Tirmizi, siyer 47; İbn Mâce, 38.)

İslamın başlangıcında, peygamberin başında olmadığı bir


ordu teşekkülü mümkün olmadığından, bu rivayet Medine
dönemi veya Medine döneminin Mekke’nin fethinden sonra
ki dönemiyle ilgili olarak uyduruluştur. Hal böyle olunca
müşrikleri üç yoldan birine çağırmak nasıl şart olur. Örneğin
yeni bir ülke İslam topraklarına katılırsa ve halkı
Müslümanlığı kabul ederse niçin ve nereye göç ettirmek
mümkün olur. Göç veya başka bir ifadeyle hicret, şartların
zorlamasıyla İslamın yaşanmasına uygun olmayan yerden
uygun yere veya İslam toplumu oluşturmak amaçlı bir olay
için bir yerden uygun bir yere gitmektir. Yoksa sırf hicret için
hicret değildir. İslama ait bir toprak içerisinde hicretin manası
nedir? Bir evvel ki rivayette tebliğsiz ani saldırıyı meşru
kabul etmişlerdi. 231 no.lu örnekteki rivayette üç şart vardır
diye rivayette bulunmaları bir çelişkidir.

Hüküm konusunda ki iddialarına gelince, bu da Kur’an’a


uymamaktadır. Zira İslam’da hüküm yalnız ve yalnız Allah’a

176
aittir; Allah’tan başkası hüküm koyamaz, bundan dolayı kul
hükmü uygulanır diye bir şey İslam da mümkün değildir. Bu
konuda Kur’an’dan mealen:

- O, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. İlkte de, sonda


da (dünyada da, ahirette de) hamd O’na mahsustur; Hüküm
de O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz. 28/70

- Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine


uyma ve onların, Allah’ın indirdiği şeylerin bir kısmından
seni şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı
günahları yüzünden onları felakete uğratmak istiyor
olmasındandır. Zaten insanların çoğu yoldan çıkmışlardır.
5/49

- Gerçekten Tevrat’ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nûr


vardır. (Allah’a) teslim olmuş peygamberler, onunla
Yahudilere hüküm verirlerdi, Rablerine teslim olmuş,
bilginler de Allah’ın kitabından elde mahfuz kalanla
hükmederlerdi. Tevrat’a Şahid tiler. O halde insanlardan
korkmayın, benden korkun, Ayetlerimi az bir fiyata satmayın
(Ve bilin ki) kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte
onlar kafirlerin ta kendileridir. 5/44

Görüldüğü gibi, Kur’an öğretisine göre hüküm ancak ve


ancak Allah’a aittir. İslam dinine göre, Allah’tan başka kimse
hüküm koyamaz ve Allah’ın indirdiği hükümlerle
hükmetmek mecburidir. Aksi ni yapanlar Kur’an’da kafirlerin
ta kendileri olarak tanımlanmışlardır. Hal böyle olunca,
Allah’ın hükmüyle değil, kendi hükmünle hükmet diye
rivayet uydurmak apaçık küfürdür.

CENNETLİKLER VE CEHENNEMLİKLER HAKKINDA

UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

232-........... Ebû Zerr (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S):


“Bana Rabb’ım tarafından gelen (Cibril) geldi de:

177
Ümmetimden her kim Allah’a hiçbir şeyi ortak tanımayarak
ölürse, o kimse cennete girer, diye haber verdi -veyâ bununla
beni müjdeledi-"buyurdu. Ben:

- (Yâ Rasûlullah!) O adam zinâ ettiği ve hırsızlık yaptığı


takdirde de (yine cennete girer) mi? dedim.

- “(Evet) zinâ ettiği ve hırsızlık yaptığı takdirde de" (Buhâri,


Kitâbu’l-Cenâiz 1 C.3 S.1174 Ötüken 1987.)

233-.............. Abdullah ibn Mes’ûd (R) şöyle demiştir:


Rasûlullah (S): “Allah’a bir şeyi ortak sayarak ölen kimse
cehenneme girer" buyurdu. Ben de: Allah’a hiçbir şeyi ortak
kılmayarak ölen kimse cennete girer, dedim. (Buhâri,
Kitabu’l-Cenâiz 2 C.3 S.1175 Ötüken 1987)

234- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Beni gören veya beni göreni gören bir Müslüman’a ateş


değmeyecektir. (K.S.4364 C.12 S.242 Akçağ, alıntısı Tirmizi,
Menâkıb, (3857))

Bu tür rivayetlerle, bir kimsenin yalnız iman etmiş


olmasından dolayı cennete gireceğini, kesinlikle cehenneme
girmeyeceğini iddia etmişlerdir. Böylece Müslümanlaşın iyi
veya kötü amel işlemiş olmalarının önemi yoktur demekle,
Müslümanlar arasında fesadın yayılmasını amaçlamışlardır.
Bunun yetinmeyerek bu rivayetlerine ters düşen başka
rivayetler uydurmak suretiyle, iyi ve kötü amel kavramlarını
belirsiz hale getirmek ve Müslümanları bu konuda şaşkın bir
duruma sokmak için çaba harcamışlardır. Zaten onların ana
metodu kavramları bozabilmek için bir konu hakkında
çelişkili rivayetler uydurmaktır.

Allah’ın affıyla umutlandırmak suretiyle, insanları dini


görevlerinden uzaklaştırmak isteyenlere karşı Allah,
Kur’an’da şöyle demektedir, mealen:

178
- Ey insanlar! Rabb’inize karşı gelmekten sakının. Ne
babanın evladı, ne evladın babası için bir şey ödeyemeyeceği
günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın va’di haktır. Sakın dünya
hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı (şeytan), Allah’ın affına
güvendirerek sizi aldatmasın. 31/33

- Ey insanlar, Allah’ın va’di gerçektir, sakın dünya hayatı sizi


aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan), Allah(ın affına
güvendirmek sûreti) ile sizi aldatmasın. 35/5

Görüldüğü gibi, Allah, şirk koşmayan herkesi ne kadar kötü


amel işlemiş olursa olsun muhakkak affedecek demek şeytan
aldatmasıdır.

Allah’ın, her şirk koşmamış olanı muhakkak bağışlayacağım


diye verilmiş bir sözü yoktur. Ancak şirk işlemiş olanlar hariç
olmak üzere, istediklerimin günahını bağışlarım demiştir.
Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan


başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan
kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur. 4/48

- Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan


başka her şeyi dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da
uzak bir sapıklığa düşmüştür. 4/116

Görüldüğü gibi, Allah her şirk koşmayanın değil de, şirk


koşmayanlardan dilediğinin günahını bağışlayacağını va’d
etmiştir.

- De ki: “Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın


rahmetinden ümit kesmeyin, Allah bütün günahları bağışlar.
Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." 39/53

- “Size azab gelip çatmadan Rabb’inize dönün, O’na teslim


olun. Sonra size yardım edilmez." 39/54

179
- “Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada, size azab
gelmezden önce Rabb’inizden size indirilenin en güzeline
(Kur’an’a) uyun." 39/55

Evet, görüldüğü gibi, Allah’ın af vadine muhatap olan


zümreden olmak için, Allah’a dönülüp teslim olunacak.
Bunun içinde Kur’an’a uymak şarttır. Yani kişi yaşantısını
Kur’an’a göre düzenleyecektir. Yoksa, Kur’an’da gösterilen
yolu boş verip günahlara dalarak, Allah’ın rahmetini ummak
boş bir hayaldir. Böyle bir iddiada bulunan ancak Kur’an ile
alay etmiş olur ki, kendisi kaybeder. Şöyle ki, yukarıda
mealleri yazılı ayetlerin devamında; mealen:

- Ki nefisler demesin: “Allah’tan yana yaptığım


eksikliklerden dolayı bana yazıklar olsun! Ben gerçekten
(Kur’an ile) alay edenlerden idim." 39/56

Kim günaha batarsa, o mahv olmuştur. Cehennemde ebedi


kalacaktır. Kurtulanlar ise inanıp yararlı iş işleyenlerdir,
onlarda Cennette ebedi kalacaklardır. Şöyle ki, Kur’an’dan
mealen:

- Evet kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış


olursa işte onlar, ateş (cehennem) halkıdır, orada ebedi
kalacaklardır. 2/81

- İman edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da cennet


halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. 2/82

Kur’an’da hal böyleyken, buna rağmen şu rivayeti


uydurdular:

235- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


"Resûlullah ((aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Mü’min, Allah indindeki ukûbeti bilseydi, cennetten
ümidini keserdi. Eğer kafir Allah’ın rahmetini bilse idi,
cennetten ümidini kesmezdi”. (K.S.1682 C.6 S.355 Akçağ

180
1989, alıntısı Müslim Tevbe 23, (2755); Tirmizi Da’avât 108,
(3536))

Böylece, Müminleri Allah’ın rahmetini ummaktan dışladılar,


kafirlerin ise cennete girebileceğini imâ ettiler. Zira, ümit
kesmemek bir ihtimal varsa mümkündür. İhtimal olması
halinde kafirlerinde cennete gire bilmesi mümkün demektir.
Bu ise Kur’an’a uymayan bir iddiadır. Rahmet edilecek
olanlar konusunda Kur’an’dan mealen:

- İşte bu (Kur’an) bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.


O’na uyun ve Allah’tan korkun ki size merhamet edilsin.
6/155

İslam Dinine göre kafirler, Allah’tan korkmadıkları gibi,


Kur’an’a da uymazlar. Bu itibarla Allah’ın rahmetini
ummaya hakları yoktur, Kur’an’dan mealen:

- Allah’ın ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenle -İşte


onlar- benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar
için acıklı bir azap vardır. 29/23

236- Bir diğer rivayette: “Kalbinde hardal tanesi kadar iman


bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi
kadar kibir bulunan kimse de cennete girmez." (K.S. 5219
C.15 S.24 Akçağ 1992 alıntısı, Müslim iman 147; Ebû Dâvûd
Edep 29,(4091); Tirmizi Birr 61, (1999))

237-.......Bize Ebû Avâne, Abdurrahmân İbnu’z-Esbahâni’-


den; o da Ebû Sâlih Zekvân’dan; o da Ebû Said (R)’den şöyle
tahdis etti........

Resûlullah, kadınlara:

- “İçinizden hiçbir kadın yoktur ki, çocuklarından üç tânesini


âhirete kendisinden önce yollasın da bunlar cehenneme karşı
onun için bir perde olmasın!"buyurdu.

Bunun üzerine kadınlardan biri:


181
- Yâ Rasûlullah! İki tânesi de öylemi? Dedi.

Ebû Said: Kadın “İki tâne" sözünü iki defa tekrar etti, dedi.
Sonra Rasûlullah üç kere tekrar ederek:

- “İki tâne de, iki tâne de, iki tâne de öyledir" buyurdu.
(Buhari, Kitâbu’l-İ’tisam bi’l-Kitâbi ve’s-Sünneti 41 C.16
S.7194 Ötüken 1989)

Bu tür rivayetlerle, Müslüman olsun, kafir olsun herkesin


cennete gireceğini çokça iddia ve insanlara umut verdiler. Bu
tür rivayetlerini dikkate almadan da şu rivayetlerde
bulundular.

238- Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Kim namazı kılar, zekatı verir ve Allah’a hiçbir şeyi şirk


koşmadan ölürse, ona mağfiret etmek Allah üzerine bir hak
olur. Hicret etse veya doğduğu yerde ölse de!"..........
(K.S.4662 C.13 S.243 Akçağ 1992 alıntısı, Nesâi, Cihâd 18,
(6,20))

Bu rivayette, genelleme dışına çıkarak, namaz kılma ve zekat


verme ile şirk koşmamayı şart saydılar. Yalnız bu rivayette
içerik olarak asıl amaçları hicret etmeyi önemsiz
göstermektir. hal bu ki, Kur’an’da gerektiğinde gücü yetip te
hicret etmeyenler hakkında şöyle denmiştir, mealen:

- Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını


alırken: “Ne işde idiniz" dediler. Bunlar:

“Biz yeryüzünde çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler


de: “Allah’ın yeri geniş değilmiydi? Hicret etseydiniz
ya!"dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü
bir gidiş(yeri)dir. 4/97

182
- Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup
hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar
müstesnadır. 4/98

Demek ki, hicret etmek, iddia ettikleri gibi keyfe bağlı bir
olay değildir. İslam da, hicretin şartları oluştuğunda, gücü
olup ta aksine davrananların barınağı cehennemdir.

238/A - Ebu Miczel rahimehullah anlatıyor: “Hz. Muâviye


radıyallahu anh, İbnu’z-Zübeyr ve İbnu Amir (radıyallahu
anhüm)’in yanlarına geldi. İbnu Âmir ayağa kalktı, İbnu’z-
Zübeyr oturdu (kalkmadı). Hz. Muâviye radıyallahu anh,
İbnu Âmir’e:

“Otur, zira Resulullah (aleyhissalâtu vesselam)’ın:


“İnsanların kendisi için ayağa kalkmalarından hoşlanan
kimse ateşteki yerini hazırlasın" buyurduğunu işittim" dedi."
(K.S. 3320 C.10 S.116 Akçağ 1990, alıntıları Ebû Dâvûd,
Edeb 165, (5229); Tirmizi, Edeb 13, (2756))

239- Nesâi’nin bir rivayetinde Resûlullah şöyle buyurmuştur:

“Üç kişi vardır, cennete girmeyecektir: Anne babasının


hukukuna riayet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse;
verdiğini başa kakan kimse."(K.S. 5876 C.16 S.348 Akçağ
1993, alıntısı Nesâi, Zekat 69, (5,81))

240- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam ölmüştü,


diğer biri, Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın işiteceği
şekilde onun için şöyle söyledi: “Cennet mübarek olsun!
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sordu:

“Nereden biliyorsun? Belki de o mâlâyâni (lüzumsuz, boş)


konuştu veya kendisini zengin kılmayacak bir miktarda
cimrilik etti!" (K.S. 5912 C.16 S.377 Akçağ, alıntısı Tirmizi,
Zühd 11. (2217))

183
241- Ebû Dâvûd’da Hârise radıyallahu anhtan gelen bir
rivayette, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle
buyurmuştur:

“Cennete ne zengin cimri, ne de kaba merhametsiz girer."


(K.S. 5142 C.14 S.458 Akçağ 1992, alıntısı Ebû Dâvûd, Edeb
8, (4801))

242- Hz. Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kattat (söz taşıyan)
cennete girmeyecektir.”

Müslim’in rivayetinde “nenmâm cennete girmeyecektir"


şeklinde gelmiştir. (K.S. 4328 C.12 S.128 Akçağ, alıntıları,
Buhari, Edeb 50, Müslim, İman 169,(105); Ebû Dâvûd, Edeb
38,(4771); Tirmizi, birr 79,(2027))

243- Hz. Câbir ve Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anhümâ)


anlatıyor:

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Ne fâsık ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için


söylenen gıybet sayılmaz. Mücâhir olan hariç, bütün
ümmetim affa mazhar olmuştur." (K.S. 4327 C.12 S.126
Akçağ, alıntısı Müslim, Zühd 52(2290), Buhari’de ikinci
kısım mevcuttur Edep 60.)

Günahı gizli işlemek şartıyla ne yapılırsa yapılsın


affedilmiştir diyorlar. Bu da Allah’ın görmesi mühim
değildir, yeter ki kullar görmesin manasındadır. hal bu ki,
insanlardan gizlenip Allah’tan utanmayanlar hakkında
Kur’an’da şöyle denmiştir, mealen:

- Kendilerine hâinlik edenleri savunma; zira Allah, daima


hainlik yapıp günah işleyen kimseleri sevmez! 4/107

- (Kötü fiillerini) insanlardan gizliyorlar da Allah’tan


gizlemiyorlar. Oysa geceleyin O’nun istemediği şeyi
184
kurarlarken O, onlarla berâberdir. Allah, onların yaptıkları
her şeyi kuşatmıştır (Hiçbir şeyi O’ndan gizleyemezler).
4/108

- Haydi siz dünya hayatında onları savundunuz (diyelim); ya


kıyamet günü onları Allah’a karşı kim savunacak, ya da kim
onlara vekil olacak? 4/109

Demek ki bu rivayetleri de Kur’an’a uymayan boş iddiadır.

244- Ebu Osmân en-Nehdi anlatıyor: “Sa’d İbnu Ebi Vakkâs


radıyallahu anh’ı dinledim. Demiştir ki: Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“İslâm’da bir kimse asıl babası varken bir başkasının babası


olduğunu söylerse ve bu iddiasını da o kimsenin babası
olmadığını bilerek yaparsa, cennet ona haramdır." (K.S. 5323
C.15 S.122 Akçağ, alıntıları Buhari, Ferâiz 29, Megâzi 56;
Müslim İman 114,(63); Ebû Dâvûd, Edeb 119,(5113))

245- Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “İçki müptelası cennete
giremez." (K.S. 7004 C.17 S.432 Akçağ 1993, alıntısı İbn-i
Maca 3376.)

246- Ebu Bekr es-Sıddık radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Mü’mine zarar veren veya hile yapan melûndur." (K.S. 5886


C.16 S.358 Akçağ, alıntısı Tirmizi Birr 27, (1942))

Görüldüğü gibi bu konuda örneğini vermiş olduğum ilk hadis


örneklerinde, Müslüman olan herkesin muhakkak Cennete
gireceğini, Kesinlikle Cehenneme girmeyeceğini, hatta
kafirlerin dahi Cennete girmeyi umabileceğini iddia
etmişlerdi. Buna rağmen, sonraki örneklerde ise Müslüman
olup ta günah işleyen kimselerin Cehenneme gireceklerini
hatta, hiç Cennete girmeyeceklerini rivayet etmeleri açık bir
çelişkidir. Kur’an gerçeklerini anlatma kaygıları olmadığı
185
için, daha öncede dikkat çektiğim gibi, bu gibi çelişkili
rivayetler uydurarak, havaya ve ortama göre işlerine gelen
rivayeti halka söyleme ortamı kendilerine sağlarlar. Hani
nasıl derler, gerçeklere göre değil de, nabza göre şerbet
vermeye çalışırlar, takdim ettikleri şerbetin İslami ölçülere
göre zehirli olup olmaması onların umurunda bile değildir.

Bu konudaki rivayetlerine başka açıdan örnekler verecek


olursam, şöyle ki:

247- İbnu Mes’ûd (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Çocukları diri olarak
toprağa gömen de gömülende ateştedir." (K.S. 858 C.4 S.373
Akçağ, alıntısı Ebû Dâvûd, Sünnet 18,(4717))

248- Ebû Dâvud’un bir diğer rivayetinde geldiğine göre,


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a: “Ey Allah’ın Resûlü,
kim cennete girecektir?"diye sorulmuş, o da şu cevabı
vermiştir: “Peygamber cennetliktir, şehit cennetliktir,
Çocuk(ken ölen) cennetliktir, diri diri gömülen çocuk
cennetliktir. (K.S. 1024 C.5 S.57 Akçağ, alıntısı Ebû Dâvûd,
Cihâd 27, (2521))

Bu iki rivayet çelişkilidir, diri olarak gömülen çocuk birinde


Cennetlikken, öbüründe ise Cehennemlik olarak belirtilmiştir.

Şimdi akla şöyle bir soru gelebilir, ölen küçük çocukların


İslam dinine göre durumu nedir? İslam dinine göre daha
sorumluluk yaşına gelmeden ölen, Müslüman veya Kafir
çocuğu ayırımı var mı?

İnsanların dünya hayatında ki yaşam süreleri bir birinden


farklı olduğu gibi, gelişme açısından davranış kabiliyetleri de
genelde bu yaşam süreleriyle ilgilidir. Örneğin yeni doğmuş
bir bebekle, yetişkin bir insanın davranış kabiliyetleri bir
birlerinden farklıdır. İnsan uzun yıllar yaşadığı gibi,
bebekken, hatta doğar doğmaz veya daha anne karnındayken
ölebilmektedir. Ve İslam dininde her nefsin sorumluluğu

186
sahip olduğu güce göredir. Allah hiçbir nefse
yüklenemeyeceği yükü yüklemez. Bu konuda Kur’an’dan
mealen:

-Biz, hiçbir nefse gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz.


Nezrimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır, ve onlar
haksızlığa uğratılmazlar. 23/62

İslam dinine göre bir insanın sorumlu olması için, İlâhi


mesaja muhatap olmuş ve İlâhi mesajdan öğüt alabilecek bir
ömür müddetine sahip olması gerekir. Kur’an’dan mealen:

- İnkar edenlere gelince de cehennem ateşi vardır. (Orada)


onlara ne (ölümle) hükmedilir ki, ölsünler ve ne de onlardan
cehennem azâbı biraz hafifletilir. İşte Biz, nankör kafirleri
böyle cezalandırırız. 35/36

- Onlar orada: “Rabb’imiz bizi çıkar (önce) yaptığımızdan


başkasını yapalım" diye feryâd ederler. “Öğüt alacak olanın,
öğüt alacağı kadar bir süre yaşatmadık mı sizi? Size uyarıcı
da geldi (fakat inanmadınız). Öyle ise tadın (azâbı),
zalimlerin yardımcısı yoktur." 35/37

İnkar edenler, bölük bölük cehenneme sürüldüler. Oraya


geldikleri zaman, cehennemin kapıları açıldı, cehennemin
bekçileri onlara şöyle dedi: “Kendi aranızdan, Rabb’inizin
ayetlerini size okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşacağınız
hakkında uyaran elçiler gelmedi mi?"“Evet, geldi dediler,
ama kafirlere azap sözü hak oldu." 39/71

- “O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin


kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş!"
denildi. 39/72

- Kim Rabb’ine suçlu olarak gelirse onun için cehennem


vardır; orada ne ölür ne de yaşar. 20/74

Cehennem halkı öyle kimselerdir ki, Allah tekrar onları


dünyaya gönderip, İman edip iyi ameller işlemelerine fırsat
187
verse, İman etmeyip tekrar eski yaptıklarına döneceklerdir.
Zira onlar yalancıdırlar. Kur’an’dan mealen:

- Onların, ateşin başında durdurulmuş iken: “Ah ne olurdu


keşke biz (dünyâya) geri çevrilseydik de Rabb’imizin
ayetlerini yalanlamasaydık, iman edenlerden
olsaydık!"dediklerini bir görsen! 6/27

- Hayır, daha önce gizlemekte oldukları, onlara göründü. Geri


gönderilselerdi yine men’ olundukları şeyi yapmağa
dönerlerdi, çünkü onlar yalancılardır. 6/28

- Kim yola gelirse kendisi için yola gelmiş olur, kim de


saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar, başkasının
günah yükünü taşımaz (herkes kendi günahını çeker). Biz,
elçi göndermedikçe azab edecek değiliz. 17/15

Görüldüğü gibi, bir insanın sorumlu olması için, Allah


tarafından bir elçinin getirdiği vahye muhatap olması, bu
vahyi normalde öğrenebilecek durumda olması ve öğüt
alması, dolayısıyla düşünebilmesi için yeterli bir ömür
müddetine sahip olması gerekir. Bunun böyle olmasının
nedeni, insanların Allah’a karşı bir bahânelerinin olmaması
içindir.

Kur’an’dan mealen:

- Daha önce sana anlattığımız elçilere ve sana anlatmadığımız


elçilere de (vahyetmiştik). Ve Allah, Musa ile konuştu. 4/164

- (Bunları) Müjdeleyici ve uyarıcı olarak (gönderdik) ki,


peygamberler geldikten sonra insanların, Allah’a karşı
bahaneleri kalmasın. Allah üstündür, hikmet sahibidir. 4/165

Görüldüğü gibi, dini sorumluluk yüklenmemiş çocuklar,


Müslüman çocuğu olsun veya olmasın cehenneme
girmeyeceklerdir.

188
Cehennemde olmadıklarına göre cennette olabilirler mi.
Kur’an’dan mealen:

- Kim de O’na (Allah’a) iyi işler yapmış bir mü,min olarak


gelirse, işte onlar içinde yüksek dereceler vardır. 20/75

- Altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri. Orada sürekli


olarak kalırlar. İşte (günahlardan) arınanların mükâfatı budur!
20/76

- İman edenler ve iyi iş işleyenler ise, onları (Ağaçları)


altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Onlar için orada
tertemiz eşler vardır. Onları koyu gölgeliklere sokacağız.
4/57

- (Allah’ın azâbından) korunanlara da: “Rabb’iniz ne


indirdi?"dendi. “Hayır (indirdi) dediler. Dünyâda güzel iş
yapanlara güzellik vardır, (onlar için) âhiret yurdu ise daha
hayırlıdır. Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir. 16/30

- Adn cennetleri(ne), altlarından ırmaklar akan o cennetlere


girerler. Orada onlar için diledikleri her şey var. İşte Allah,
takva sahiplerini böyle mükâfatlandırır. 16/31

Yukarıdaki ayet meallerinde görüldüğü gibi ve Kur’an’daki


daha bir çok ayette, cennet ehlinin vasıfları olarak, iman etme
ile birlikte salih amel işleme ve dolayısıyla takva
gösterilmiştir. Bunun içinde yeterli yaşam süresi içinde, İlâhi
vahyi kabul ve ona uygun davranıp imtihanı kazanmak
gerekir.

Şimdi çocukların durumunu incelerken, daha anne


karnındayken veya doğar doğmaz ölen bir çocuğun
durumunu ele alarak, o açıdan diğer dini yönden mükellef
olmamış çocukları dikkate alalım. Böyle bir kimsenin
yukarıda bahsi geçen cennet ehline ait vasıflara sahip
olamayacağı açıktır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

189
- Allah sizi annelerinizin karnından çıkardı(ğı zaman) hiçbir
şey bilmiyordunuz, size işitme (duyusu) gözler ve gönüller
verdi ki şükredesiniz. 16/78

Bu durumda ölenlerin kendi tercihleri olarak işlenmiş iyi


veya kötü amelleri yoktur. Zira tercih bilmeyi gerektirir,
bunlarsa bir şey bilmemektedirler. Dini sorumluluk yaşına
gelmemiş veya dini teklif altına girmemiş akıl özürlülerin
durumu da bunlar gibidir. Bu durumda ölenlerin kafir veya
Müslüman çocukları olmaları arasında fark yoktur.
Dolayısıyla günahları da yoktur. Kur’an’dan mealen:

- Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: 81/8

- “Hangi günah(ı) yüzünden öldürüldü?" diye. 81/9

Onları diri diri toprağa gömenleri eleştiri mahiyetinde ki bu


ayetler, aynı zamanda bu çocukların günahsız olduğunu
belirtmektedir. Dolayısıyla kafir çocukları olmalarına rağmen
günahları yoktur.

Bu durumda. Cennetle mükafatlandırılanlardan veya


cehennemle cezalandırılanlardan değillerse, o zaman bahsi
geçen çocuklar veya onların konumunda olanlar nerededirler?

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Çevrelerinde, ebedi yaşama erdirilmiş çocuklar dolaşırlar;


56/17

- Kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehleri


onlara sunarlar. 56/18

- Cennetin gölgeleri, üzerlerine yaklaşmış devşirmeleri


(meyvaları) da aşağı eğdirildikçe eğdirilmiştir. 76/14

- Yanlarında gümüşten kaplar, billûr kupalar dolaştırılır.


76/15

190
- Gümüşten kadehler ki onları türlü ölçü ve biçimlere
koymuşlardır. 76/16

- (Bu), orada bir çeşmedir ki adına sel sebil denir. 76/18

- Çevrelerinde de ebedileşmiş çocuklar dolaşır ki, onları


görsen, kendilerini saçılmış inci sanırsın. 76/19

- Nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.


76/20

Cennet ehline hizmet eden bu çocuklar Kur’an’da


tanımlanırken “Vilden" yani doğumla çoğalmış olarak
belirtilmişlerdir, ayrıca “ebedileşmiş" olmalarının belirtilmesi
de, onların önceden ölümlü oldukları ve ölümü tattıklarını
belirtir. Ebedileşmiş olmaları sonradan kazandıkları bir
vasıftır. Durum böyle olunca, bence anlaşılan odur ki, cennet
ehline hizmet eden bu çocuklar, din teklifine muhatap
olmadan ölen çocuklardır. Ayrıca, yetişkinlik yaşına kadar
yaşam sürmelerine rağmen akıl özürlü olup dini teklif altına
girmeyenleri de bu çocuklar konumunda düşünmemiz
mümkündür. Ancak yaşamlarının ancak belirli bir süresinde
akıl özürlü olanlar, özürlü olmadıkları yaşam sürelerinde ki
amelleriyle yükümlüdürler.

İslam inancına göre ölenler yaşları ne olursa olsun ikinci bir


sefer tekrar imtihan için dünyaya dönmezler. Dini teklif altına
girmek suretiyle sorumluluk almamış olan bu kimselerin
günahkarlıkları olmadığı gibi, yetişkin insanların bilerek
işledikleri amelleri gibi iyi amelleri de yoktur. Bundan dolayı
cennetteki konumları dünyadaki yaşamlarına uygundur.
Dünya yaşamında çiçek neyse, küfür ve günaha bulaşmamış
bu masum çocuklar da onlar gibidir. Onlar, Ahrette de
cennetin güzel süslerindendirler, Allah onların bu durumlarını
saçılmış inci benzetmesiyle bize bildirmiştir. Böylece de
cennet ehli çocuksuz kalmamış olmaktadırlar.

191
Ölenlerin ikinci defa dünyaya imtihan edilmek üzere
dönmeyecekleriyle ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- İnkar edenlere de bağrılır: “Allah’ın (size) kızması, sizin


kendi kendinize kızmanızdan daha büyüktür. Zira siz imana
çağrıldınız da inkâr ederdiniz!" 40/10

- Dediler ki: “Rabb’imiz, bizi iki kez öldürdün ve iki kez


dirilttin. Günahımızı itirâf ettik, Şimdi (şu ateşten) çıkmak
için (bize) bir yol var mı (acaba)?" 40/11

- Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz, o sizi


diriltti; yine öldürecek, yine diriltecek; sonra O’na
döndürüleceksiniz. 2/28

Görüldüğü gibi Kur’an’da iki ölüm ve iki diriliş bildirilmiştir.


İlk ölüm dayaya gelmeden önce, Ruh’un dünyaya gelmeden
önceki bedensiz halidir. Daha önce Kur’an’dan örnek vererek
uyku ve ölüm bağıntısından bahsetmiştim. Uyku ve Ölüm
Ruh’un yok olması değil, bedenden ayrılmasıdır. Ruhla
beden canlılığı da aynı şey değildir, zira insan uykudayken
kıpırdar, Ölmüş halde de tırnaklar ve saç uzar, fakat bedende
Ruh mevcut değildir. Bundan dolayı konunun anlaşılması
açısından bedenin canlılığını ve Ruh’un varlığını
karıştırmamak lazımdır. Örneğin aniden kopan bir el veya
ayak kısa bir müddet te olsa hareket edebilir bu onun bir
parça canlılık taşıdığını gösterir, buna rağmen koptuğu
bedenin benliğinde bir noksanlık meydana gelmez. Bundan
dolayı Ruh’la canlılığın ayrı şeyler olduğu görülebilir. İkinci
ölüm dünya hayatından ayrıldığımızda bildiğimiz ölüm
halidir. Birinci diriliş dünyaya geldiğimiz haldir. İkinci
diriliş, Ahrette dirildiğimiz haldir. Bundan dolayı, Kur’an’a
göre, ikinci bir diriliş haliyle imtihan için tekrar dünyaya
dönülüp dirilme yoktur. Tenasüh veya Reankarrnasyon inancı
Kur’an’a göre geçersizdir.

Şimdi akla şöyle bir soru gelebilir, madem ki İslam dini


açısından dünya imtihanı bir seferle sınırlıdır, o zaman
192
yetişkin olarak yaşam süren akıl özürsüz her insan dini tebliğ
almakta veya alabilecek durumda mıdır. Yoksa, bazı insanlar
dünyanın ücra veya bazı yerlerinde dini tebliğden uzak ve
habersiz olarak yaşam sürüp ölmekte midirler?

Kur’an’ı esas alarak konuya bakacak olursak, her ümmete


muhakkak bir uyarıcının (Nezir, başka bir ifadeyle
peygamber) gönderildiğini görürüz. Kur’an’dan mealen:

- Biz seni gerçek ile birlikte müjdeleyici ve uyarıcı olarak


gönderdik. Her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı
bulunmuştur. 35/24

- Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği


zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla
zulmedilmez. 10/47

- Andolsun ki biz, “Allah’a kulluk edin ve Tâğût’tan sakının"


diye (emretmeleri için) her ümmete peygamber gönderdik.
Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir
kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün,
yalanlayanların sonu nasıl olmuştur! 16/36

Peygamberimiz ise alemlere rahmet olarak


gönderilmiştir.bunun manası, gelmesiyle birlikte bütün
alemlerin peygamberi olduğudur, bundan dolayı bütün
alemler Kur’an’a uymakla yükümlüdür. Peygamberimizden
sonra peygamber gelmeyeceğinden, kendisine ulaşmanın tek
yolu getirdiği Kur’an’a uymaktır. Peygamberler din
tebliğinde, yanlış tebliğden masum idiler, onların dışında olan
bizler böyle bir vasfımız olmadığından söylediğimiz bütün
dini sözlerin Kur’an ölçüsüne göre denetlenerek, uygun
olduğu görüldükten sonra kabul edilmesi gereklidir, uygun
değilse İslam dini açısından geçerliliği olmadığından red
edilmesi gerekir. İslam dinini anlaşılmasında tek kaynak ve
tek ölçü Kur’an’dır.

Kur’an’dan mealen:

193
- (Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik. 21/107

Peygamberin getirmiş olduğu tebliğden istifade edip, hidayet


bulmak için, Kur’an’dan mealen:

- Tâgût’a ibadet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere


müjde var. Müjdele kullarımı: 39/17

- Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte


onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve
onlar aklıselim sâhipleridir. 39/18

- O’dur ki size âyetlerini gösteriyor ve sizin için gökten rızık


indiriyor. Ancak (Allah’a) yönelen öğüt alır. 40/13

- Kafir olanlar diyorlar ki: Ona Rabbi’nden bir âyet (mucize)


indirilmeli değil miydi? De ki: Kuşkusuz Allah dilediğini
saptırır. Kendisine yönelenleri hidayete erdirir. 13/27

- “Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh’a


tavsiye ettiğini sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve
İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size din kıldı. Fakat kendilerini
çağırdığın bu(din), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru
yola iletir. 42/13

- Hiçbir musibet, Allah’ın izni olmadıkça isabet etmez. Kim


Allah’a iman ederse, Allah da onun kalbine hidayet verir.
Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. 64/11

Bir insanın hidayet bulması için, Allah’a yönelmesi, doğru


yolu arzu etmesi gerekir. Allah, kendisine iman edenin
kalbine hidayet verir. Bunun için insanın, dünyanın neresinde
olduğu veya hangi devirde yaşadığı mani teşkil etmez.

Daha öncede Kur’an’a dayalı olarak belirttiğim gibi, insan


fıtrat yani yaratılış olarak muvahhid tir. Allah’ın tek İlâh
olarak Rabb’i olduğu gerçeğinin üzerini örtmeyip, buna iman
194
eden kimse, Allah’ın hidayet vermesiyle kalbinde hidayet
bulur. Rabb’inin kim olduğunu ve hayat gerçeğinin manasını
amel olarak öğrenme olayına giriştiğinde, örneğin, kendisini
kimin yarattığını, dünyaya nereden geldiğini, dünyada
bulunmasının amacını ve öldükten sonra nereye gideceğini
merak ederek öğrenmeyi araştırdığında, doğrulardan hoşlanıp
benimseme isteğinde bulunması halinde, Allah onun kalbine
hidayet ederek, Vahiyden istifade etmesinin yollarını açar.

İnsanın fıtrat en hanif yani Allah’ı bir tek İlâh olarak kabul
etmeye uygun yaratıldığı hususunda, Kur’an’dan mealen:

- Sen yüzünü, Allah’ı birleyici (hanif) olarak doğruca dine


çevir. Allah’ın yaratmasına (fıtratına) ki, Allah insanları bu
fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez.
İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. 30/30

Bu konuyla ilgili olarak İbrahim peygamberi örnek


gösterecek olursak, Kur’an’dan mealen:

- İbrahim, babası Âzer’e demişti ki: “Sen putları ilâhlar mı


ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık
içinde görüyorum." 6/74

- Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu (iç


yüzünü) gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. 6/75

- Üzerine gece basınca (İbrahim) bir yıldız gördü; “Budur


Rabb’im" dedi. Yıldız batınca: “Batanları sevmem”, dedi.
6/76

- Ay’ı doğarken görünce: “Budur Rabb’im" dedi. O da


batınca “Rabb’im beni doğru yola iletmezse, muhakkak
sapıklığa düşmüş topluluktan olacağım" demişti. 6/77

- Güneşi doğarken görünce: “Budur Rabb’im, bu daha


büyük" dedi. (O da) batınca dedi ki: “Ey kavmim, ben sizin
(Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." 6/78

195
- Ben hanif olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan
Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. 6/79

Böylece hidayet buldu, Allah ona peygamberlik verdi ve onu


dost edindi. Kur’an’dan mealen:

- İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a teslim eden ve


İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan (hanif) dinine tabi olan
kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim’i
(kendine) dost edinmişti. 4/125

Hidayet bulmayanların durumuna gelince, bunlar hidayeti


istemeyip hidayete götüren gerçeklere gözünü kapatıp, bu
gerçeklerin üzerini örten kimselerdir. Bu konuda Kur’an’dan
mealen:

- Gece ve gündüzün değişmesinden ve Allah’ın, göklerde ve


yerde yarattığı şeylerde (Allah’ın azabından) korunan bir
topluluk için nice deliller (ayetler) vardır. 10/6

- Bize kavuşmayı ummayan, dünya hayatına razı olup onunla


yetinenler ve ayetlerimizden de gâfil olanlar, 10/7

- İşte kazandıkları işlerden dolayı onların varacakları yer,


ateştir! 10/8

- Dünya hayatından sâdece (görünen) dış yüzünü bilirler;


âhiretten ise onlar tamâmen gafildirler. 30/7

- Kendi nefislerinde hiç düşünmediler mi ki Allah, gökleri,


yeri ve aralarındakileri ancak hak ile ve belli bir süre ile
yaratmıştır. İnsanlardan çoğu, Rab’lerine kavuşmayı inkâr
etmektedirler. 30/8

Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden


uzaklaştıracağım. Onlar her ayeti görseler de ona inanmazlar.
Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler, ama azgınlık
yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu onların ayetlerimizi

196
yalanlamalarından ve onlara karşı gâfil olmalarındandır.
7/146

Görüldüğü gibi, hidayet bulmayanların, hidayet


bulmamalarının nedeni bilgi kaynaklarının noksanlığından
değil de, hidayeti bulmak istememelerindendir. Bunlar öyle
kimselerdir ki, Allah’a kavuşmayı ummazlar, dünya hayatına
razı olup onunla yetinerek, ayetleri boş verirler. Yer yüzünde
büyüklenip, ayetleri yalanlayarak umursamazlar.

İnsanın bizzat kendisi, yer gök ve bunlar arasında bulunanlar


bir harikalar alemidir. İnsan nereye dönüp baksa kendisini
hayretlere düşürecek bir olayla karşılaşır, yeter ki bakmasını
bilsin. Bizzat yaratıkların var olmasının varlığı bir harika
olaydır. Varlık üzerinde derinleşerek bakanların hayretler
içinde kalacağı bir çok olaylar olduğu gibi, dikkatlice biraz
bakanların da hayretler içinde kalacağı olaylar mevcuttur.
Örneğin: çok kolay bir şekilde, gözün ve tırnakların yaptıkları
işe, yapılarına ve yerleşim yerlerine bak, hayretler içinde
kalmamak mümkün mü? Başını kaldır ve gökyüzüne bak,
güneşin, ayın ve yıldızların yaptıkları işe ve yerleşim
yerlerine dikkat et, hayretler içerisinde kalırsın. Hele alemin
yaratılışını ve var olmasını imkanlar nispetinde derinlemesine
incelediğinde sonsuza kaçan bir hayretler zinciriyle
karşılaşırsın. Alemde hiçbir şey boş, manasız sebepsiz
değildir. Hele hayatın kendisi! Biz kimiz, nerden geldik, bu
dünya ve içerisinde bulunduğu alem neresidir, ölüp te
buradan ayrıldığımızda nereye gitmekteyiz, ölü bedenlerin
genelde mezara taşındığını herkes bilebilir, fakat konu bu
değildir zira biz bedenden ibaret değiliz, bedenle birlikte ruh
denen bir varlığımız vardır, mahiyetini bilmediğimiz bu
varlığın ölüm halinde bedende mevcut olmadığını
gözlemlerimizle göre bilmekteyiz. Ölü bedenle bir arada,
canlı haldeki gibi mezara gitmediği kesin ulan bu varlık,
ölüm olayı meydana geldiğinde ne olmakta veya hangi
konuma girmektedir, biz bunu duyularımızla ve gözlem
araçlarımızla görememekteyiz. O zaman bu dünya hayatının

197
ötesinde ne vardır ve bizi ne beklemektedir, biz aleme
baktığımızda manasız hiçbir şey bulamıyoruz, hayatımızın bir
manasının olmaması mümkün değildir. Bütün bunların
sahipsiz ve başıboş olması da mümkün değildir. Hele büyük
bir düzene sahip olan alemde, bir adaletin olmaması da
mümkün değildir, örneğin bir çok zalim bu dünyada ceza
görmeden, zulmünü sürdüre sürdüre ölüp gitmekte, birçok iyi
kimsede, bu dünyada iyiliğinin karşılığını tam görmeden
iyilik yapmayı sürdürerek ölüp gitmektedir. Ne zalimin
cezasız nede iyi kimsenin mükafatsız kalmaması adaletin
gereğidir. O zaman bu adalet nerede ve kimin tarafından
gerçekleştirilmektedir. İnsan bu şekilde, Allah’ın varlığının
ve birliğinin, ahret hayatı denen olayın işaretlerini bulabilir.
İlâhın tek olması ve Takdir ettiği Adaletinde tek olması
şarttır. İlâh, birden fazla olursa alemde üstün gelme
mücadelesini yansıtan bir çatışma baş gösterirdi, fakat böyle
bir şey görememekteyiz. Takdir ettiği adalet birden fazla
olmuş olursa, iyi ve kötü, güzel ve çirkin belirsiz hale gelirdi
fakat böyle bir şey de mevcut değildir, basitçe şöyle diyeyim,
her nefis kendisine şeker veren ile, dayak atanı kolayca bir
birinden ayıra bilir. Öyleyse iyi ve kötüyü tayin eden adalette
birdir. Bizi sayamayacağımız kadar çok nimetlerle,
rızıklandıran Allah, faydamıza olan bilgiyle de
rızıklandırmıştır. Bunun için, Allah bir rahmet olarak,
insanları bir çok konuda bilgilendirmek için peygamberleri
göndermiştir. Hem de dini sorumluluk taşıyabilecekler
arasında fert bazında olsa dahi bir boşluk meydana
getirmeden, Yeter ki, insan hidayeti gerçek manada istesin ve
yönelsin ve böylece rızıklansın, dünyanın neresinde ve hangi
devirde olursa olsun, Allah ona hidayet eder. Hidayeti boş
verip dünya hayatına razı olursa varacağı yer ateştir. Ayrıca
boş vermekle kendisine layık gördüğü elbise hiçliktir.

Peygamberlerin fertlere ve kitlelere erişmeleri açısından


örnek verecek olursak, Kur’an’dan mealen:

Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla.

198
- Yâsin 36/1

- Hikmetli Kur’an’a andolsun. 36/2

- Sen elbette gönderilmiş elçilerdensin. 36/3

- Doğru bir yol üzerinde. 36/4

- Üstün ve çok merhametli Allah’ın indirdiği (Kur’an yolu)


üzerindesin. 36/5

- Babaları korkutulmamış ve gafil bulunan bir kavmi


(kendisiyle) uyarman için gönderildin. 36/6

- (Mûsâ’ya) seslendiğimiz zaman sen Tur’un yanında


değildin. Fakat Rabb’inden rahmet olarak (orada geçenleri
sana bildirdik) ki senden önce bir uyarıcı (peygamber)
gelmemiş olan kavmi uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar.
28/46

Peygamberin uyardığı kavme, önceden uyarılmamış olan


babaları da dahildir. Yoksa ondan önce Araplar hiç
uyarılmamış demek değildir. Kâbe’nin temellerini, İbrahim
ve İsmâil peygamberlerin yükselttiğini düşün, Kur’an’dan
mealen:

- İbrahim, İsmâil’le berâber Ev’in (Kâbe’nin) temellerini


yükseltiyor: “Rabb’imiz bizden kabûl buyur, şüphesiz sen
işitensin bilensin." 2/127

Peygamberin, 36 Yasin 6 ve 28 Kasas 46 da bildirilen bizzat


kendisinin tebliği ve kavimle ilişkisi, çağdaşlık ve yakın
çevreyi uyarı ilişkisidir. Yoksa getirmiş olduğu vahiy
kıyamete kadar tüm insanlar ve cinler için olup, kendisi
alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

Kendisinden önce de, bütün ümmetlerin mutlaka peygamberi


vardı.

199
Kur’an’dan mealen:

- Andolsun senden önce, evvelki (millet)lerin kolları içinde


de elçilere gönderdik. 15/10

- Biz seni gerçek ile birlikte müjdeleyici ve uyarıcı olarak


gönderdik. Her ümmet için mutlaka uyarıcı (gelip) geçmiştir.
35/24

- Andolsun ki, biz senden önce peygamberleri kavimlerine


gönderdik; onlara deliller getirdiler ve biz, (onları
dinlemeyip) suç işleyenlerden öç aldık. Müminlere yardım
etmek üzerimize borç idi. 30/47

- Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği


zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla
zulmedilmez. 10/47

Görüldüğü gibi her ümmet için mutlaka bir uyarıcı vardır.


Ümmet, herhangi bir hususiyet ile bir araya gelmiş olan her
cemaate ümmet dendiği gibi, ayrı hususiyetleri olan tek bir
fert bile bir ümmettir, bundan dolayı fert olsun topluluk olsun
herkese mutlaka uyarıcı gelmiştir, uyarıcının gelmesi
getirdiği mesajın ulaşması demektir, örneğin Kur’an kime
ulaşırsa sanki peygambere muhatap olmuş gibi, getirdiği
mesajı almış demektir.

Ümmet konusunda Kur’an’dan mealen:

- İbrahim Allah’a itaât eden, O’nu birleyen bir ümmet idi,


Ortak koşanlardan değildi. 16/20

Bu da gösteriyor ki yetişkin insanların tamamının dini


vahiyden istifade imkanı vardır. Eğer bir kimse gerçek
manada hidayeti arzu ederse, Allah ona işittirir ve hidayet
eder.

Tekrar Kütüb-i Sitte’deki konularımıza dönecek olursak:

200
249- Ahnef İbnu Kays radıyallahu anh anlatıyor: “Şu adamı
kastederek (evden) çıkmıştım. Yolda Ebu Bekre radıyallahu
anh’a rastladım.

“Ey Ahnef nereye gidiyorsun?" dedi.

“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın amca oğluna yardım


etmeyi arzu ediyorum!"dedim.

“Dön! Dedi. Zira ben, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın


şöyle söylediğini işittim: “İki Müslüman kılıçlarıyla
birbirlerinin üzerine yürürlerse öldüren de ölende
ateştedir!”......... (K.S. 4805 C.13 S.475 Akçağ 1992 alıntısı,
Buhâri, Diyât 2, Fiten 10; Müslim Fiten 14,(2888); Ebû
Dâvûd, Fiten 5,(4268); Nesâi, Tahrim 29,(7,125))

Bu rivayetleriyle, zulmen saldırıya uğrayıp ta meşru müdafaa


hakkını kullananın hakkını inkar etmişlerdir. Bu Kur’an’a
uymayan bir iddiadır. Bu hususta Kur’an’da şöyle denmiştir,
mealen:

- İşte böyle, Her kim, kendisine verilen eziyetin dengi ile


karşılık verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecâvüz ve
zulüm vâki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona mutlaka
yardım edecektir. Hakikaten Allah çok bağışlayıcı ve
mağfiret edicidir. 22/60

- Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin. Kim


zulmen öldürülürse, onun velisine yetki verdik. (öldürülenin
hakkını arar. Ancak o da) öldürmede aşırı gitmesin (katil
yerine, katilin akrabasını veya katille beraber bir başkasını
öldürmesin) Çünkü kendisine yardım edilmiş (yetki
verilmiş)tir. 17/33

- Eğer Müminlerden iki grup vuruşurlarsa onların arasını


düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa Allah’ın buyruğuna
dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah’ın
buyruğuna) dönerse artık adâletle onların arasını düzeltin ve

201
(her hususta) âdil olun. Allah, adâlet(le hareket) edenleri
sever. 49/9

Bu itibarla uydurdukları rivayet Kur’an’a uymadığı gibi, şu


rivayetleriyle de çelişkilidir:

250- Abbâs İbnu Mirdas es-Sülemi radıyallahu anh’ın


anlattığına göre: “Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm, .................. “Allah’ın düşmanı İblis, Rab Teâla
hazretlerinin, ümmetimin hepsini mağfiret buyurduğunu
öğrenince, yerden toprak alıp kendi yüzüne saçtı ve “Yazıklar
olsun bana! Helak oldum, her emeğim boşa gitti!" diye
bağırıp çağırmaya başladı. Onun bu korku ve üzüntüsünü
görmek beni güldürdü" (K.S. 6901 C. 17 S.379 Akçağ 1993
alıntısı, İbn-i Mace 3013)

Yukarıda ki rivayette, Allah’ın zalim olsun mazlum olsun


tüm Muhammed ümmetini af ettiğini söylemeleri evvelki
rivayetleriyle çelişkilidir. Ayrıca, bütün Muhammed
ümmetinin affedildiği şeklindeki rivayetlerinin asılsız
olduğunu evvelce belirtmiştim.

251- Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Müslüman bir kimse öldü mü, Allah ona bedel bir Yahudi
veya Hıristiyan’ı cehenneme koyar." (K.S. 4514 C.13 S.75
Akçağ, alıntısı Müslim, Tevbe 50,(2767))

Bu rivayet, Allah’a karşı yapılmış büyük bir iftiradır. Bir


kimse bir suçu işlememişse o suçtan dolayı, Allah ona azap
etmez. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- De ki: “Bizim işlediğimiz suçtan siz sorulacak değilsiniz;


biz de sizin işlediğinizden sorulacak değiliz." 34/25

- Yoksa kendisine haber mi verilmedi: Mûsâ’nın


sahibelerinde (yazılı) olan. 53/36

202
- Ve çok vefâlı İbrahim’in (sahibelerinde yazılı şu gerçekler):
53/37

- Ki hiç bir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez.


53/38

Bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayet, Kur’an’la çelişkili


olup aslı yoktur.

252- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“kıyamet günü, ateşten bir parça, boyun şeklinde uzanır.


Bunun, gören iki gözü, işiten iki kulağı, konuşan bir dili
vardır. Der ki: “Ben üç takım (insanı cezalandırmak) için
vazifelendirildim: Allah’la birlikte bir başka ilaha dua eden
kimse, bile bile zulmeden cebbâr, tasvirciler." (Resim, heykel
v.s. Yapanlar) (K.S. 5121 C.14 S.440 Akçağ, alıntısı Tirmizi,
Cehennem 1, (2577))

253- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“........... Kim bir sureti tasvir ederse (Kıyamet günü) azaba


uğrar ve bu yaptığına ruh üflenmesi emredilir, ama
üfleyemez." (Bu cehennemde ebedi kalacağı manasındadır)
(K.S. 5895 C.16 S.364 Akçağ, alıntısı Buhari, Ta’bir 45; Ebû
Dâvûd, Edeb 96, (5024); Tirmizi, Rü’ya 8, (2284))

Bu iddialarının aslı yoktur. İslam Dininde değil resim


yapmak, heykel yapmak dahi men edilmemiştir, hatta
övülmüştür. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Süleyman’a sabah gidişi bir ay(lık mesâfe), akşam dönüşü


bir ay(lık mesafe) olan rüzgarı boyun eğdirdik ve onun için
erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık. Rabb’inin
izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan
kim buyruğumuzdan sapsa, onu alevli azâbı taddırırdık. 34/13

203
- Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş)
leğenler, sâbit kazanlar yaparlardı. “Ey Davud âilesi,
şükredin!"kullarımdan şükreden azdır. 34/13

Görüldüğü gibi, heykel yapılması kötülenmemiş, aksine


şükredilmesi gereken bir nimet olarak tanımlanmıştır. Zira
yasak olan heykel yapmak değil, heykele tapmadır, bunların
ikisi aynı şey değildir.

254- İyâs İbnu Sa’lebe el-Hârisi radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Kim Müslüman bir kimsenin hakkını, yemini ile ele


geçirirse artık onun için cehennem vacib olmuştur. Allah
Teâla ona cenneti de mutlaka haram kılmıştır.”

“Ey Allah’ın Resûlü! Az bir şey olsa da mı?"diye


sormuşlardı.

“Misvak ağacından bir çubuk bile olsa! cevabını verdi."(K.S.


5822 C.16 S.295-296 Akçağ, alıntısı Müslim, İmân 218,
(137); Nesâi, Kadâ 29,(8,246))

255- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “İki kişi


Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın huzurunda murâfaa
olundular. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm müddeiden
(davacıdan) beyyine (delil, şahit) talep etti. Adamın bey
yinesi yoktu. Bunun üzerine davalıdan yemin talep etti. O,
kendisinden başka ilah bulunmayan Allah’a kasem etti.
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:

“Hayır, sen (iddia edileni) yaptın. Ve lâkin La ilahe İllallah


sözündeki ihlas sebebiyle mağfiret olundun!"buyurdu."(K.S.
5832 C.16 S.308 Akçağ, alıntısı Ebû Dâvûd, Eymân
16,3275))

İki rivayetin çelişkili olduğu açıktır. Birinde yalan yemin


eden ebedi cehennemlik olurken, diğerinde peygamber

204
huzurunda muhakeme edilirken yalan yere yemin eden af
ediliyor.

256- Ebu Sa’id radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Hakkıyla cehennemlik olan cehennemlikler var ya, onlar


cehennemde ne ölürler ne de yaşarlar. Lâkin günahları -yahut
hataları denmiştir- sebebiyle ateşe dûçar olan bir kısım
kimseler vardır ki, ateş onları tamamen öldürür. Yahut kömür
olduktan sonra, kendilerine şefaat edilme izni verilir. Böylece
grup grup getirilirler ve cennet nehirlerine dağıtılırlar. Sonra:

“Ey cennet ehli! Bunların üzerine su dökün" denilir. Bunlar,


sel yatağında biten bir ot gibi yeniden biterler." (K.S. 5152
C.14 S.467 Akçağ, alıntısı Müslim, İman 306, (185))

257- İmrân İbnu Husayn radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın şefaati ile bir kısım
insanlar cehennemden çıkacak, cennete girecektir. Bunlara
cehennemlikler denecektir." (K.S. 5154 C.14 S.469 Akçağ,
alıntıları Buhari, Rikâk 513, Ebû Dâvûd, Sünnet 23,(4740);
Tirmizi, Cehennem 10,(2603))

258- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Cehenneme giren iki kişinin oradaki bağırtıları


şiddetlenecek. Allah Teâla Hazretleri: “Çıkarın bunları!"
buyuracak. Onlara:

“Niçin bağırıyorsunuz?"diye soracak. Onlar:

“Bize merhamet edesin diye böyle yaptık!"diyecekler. Rab


Teâla:

“Benim size rahmetim gidip kendinizi ateşe atmanız


şeklindedir!" buyuracak. Onlar gidecekler. Biri kendisini
ateşe atacak. Allah da ateşi ona soğuk ve selametli kılacak.
205
Diğeri kalkar fakat kendisini ataşe atamaz. Allah Teâlâ
hazretleri:

“Arkadaşının attığı gibi, seni de kendini atmaktan alıkoyan


nedir?" diye sorar. Adam:

“Ey Rabbim, beni ondan çıkardıktan sonra oraya bir kere


daha göndermeyeceğini ümit ediyorum!" der. Allah Tealâ
hazretleri:

“Haydi ümidini verdim!" der. İkisi de Allah’ın rahmetiyle


cennete sokulurlar." (K.S. 5155 C.14 S.469-470 Akçağ,
alıntısı, Tirmizi, Cehennem 10,(2602))

Daha önce verdiğim örneklerde Mümin olarak ölen


kimselerin günahı ne kadar çok olursa olsun cehenneme hiç
girmeden cennete gireceğini, hatta Peygamberi gören veya
peygamberi göreni gören kimseye ateş değmeyeceğini iddia
ettiklerini rivayet örnekleriyle birlikte vererek yazmıştım.
Yukarıdaki rivayetlerde bir kısım kimselerin ateşe girdikten
sonra çıkacaklarını iddia etmeleri çelişkilidir.

Bu tür rivayetlerle, cehenneme giren bir kısım insanların bir


müddet azab gördükten sonra ordan çıkarılıp cennete
götürüleceklerini iddia ettiler. Güya bir kısmı peygamberin
şefaat etmesiyle ve hatta bir kısmı da bağırıp feryat etmekle
cehennemden kurtulmasının mümkün olduğunu tahdis ettiler.
Bu ise, insanları boş umutlara sürükleyen, onların takvalı
olmamalarına sebep olan bir iddiadır. Cehenneme girdikten
sonra, oradan çıkarılıp cennete götürüleceğine umut bağlayan
bir çok kimse. Ben müslümanım bu bana yeter deyip, dini
görevlerini yerine getirmediği gibi, haramlardan da
kaçınmamaktadır. halbuki durum hiçte öyle değil.
Cehenneme azap görmek üzere giren bir kimse ebediyen, ne
azaptan kurtulur, nede cehennemden çıkar. Bu husus çok
önemli olduğundan tekrar belirtmemde fayda vardır. Bu
konuda Kur’an’dan mealen:

206
- Suçlular, cehennem azâbında ebedi kalacaklardır. 43/74

- Kendilerinden (azâb) hiç hafifletilmeyecektir. Onlar azâb


içinde ümitsizdirler! 43/75

- Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zâlim idiler.


43/76

- “Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin!" diye seslenirler.


Malik de “Siz böyle kalacaksınız!" der. 43/77

Görüldüğü gibi, cehennem ehlinin cennete gidip girmeye


umutları olmadığı gibi. Azaptan kurtulmak için yok olmayı
istiyorlar o dahi kabul edilmiyor. Allah tarafından af
edilenler, cehenneme hiç girmeden, cennete gidip girerler.
Cennete girdikten sonra ordan da bir daha çıkmak söz
konusu değildir. Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetlerin
aslı yoktur.

259- ........... Bana kardeşim Abdulhamid, Süleymân ibn


Bilal’den; o da Sevr’den; o da Ebû’l-Gays’tan; o da Ebû
Hüreyre (R)’den tahdis etti ki, Peygamber(S) şöyle
buyurmuştur: “Kıyamet günü ilk çağrılacak kimse Âdem
Peygamberdir. Zürriyeti ona arz olunup görürler. Onlara:

- Bu, babanız Âdem’dir! denilir.

Âdem:

- Lebbeyke ve sa’deyke (yâ Rabb)! der.

- Zürriyetinden cehennem kafilesini çıkar(gönder)! buyurur.

Âdem:

- Yâ Rabb! Ne kadar çıkarayım? der.

Allah:

207
- Her yüz kişiden doksan dokuzu çıkar buyurur”. ...........
(Buhari, Kitâbu’r Rikaak H.116 C.14 S.6442 Ötüken 1989 )

260-............ Ebû Said (R) şöyle dedi: Rasûlullah (S) şöyle


buyurdu: “Allah Taâlâ:

- Yâ Âdem! buyurur.

Âdem hemen cevâp olarak:

- Yâ Rabb, mükerreren icâbet eder, her emrini yerine


getirmeye dâimâ kıyâm eylerim. Ve her hayır Sen’in iki
elinde(emir ve nehyinde)dir, der. Allah Taâlâ:

- Ateşe girecekleri (halk arasından) çıkarıp gönder! der .

Âdem:

- Yâ Rabb, ateşe göndereceklerinin miktarı ne kadardır? diye


sorar.

Allah Taâlâ:

- Her bin kişiden dokuzyüzdoksandokuzu! diye cevâb


verir. ......." (Buhari, Kitâb’r-Rikaak H.117 C.14 S.6443-6444
Ötüken 1989)

Bu iki rivayet çelişkilidir, birinde yüz kişiden bir kişi


kurtulacak derken, öbüründe bin kişiden bir kişi kurtulacak
denmiştir. Arada tam on misli fark vardır. Rivayetleri
incelediğimde dikkatimi çeken şeylerden biri; bu rivayetleri
uyduranların rakamlarla aralarının pek barışık olmadığıdır.
Bu itibarla, rakamsal çelişkiye düşülen bu rivayetlerinde aslı
yoktur.

Ayrıca, hesap günü cehennemlikleri bir araya getirmek ve


cehenneme sürmek Adem peygamberin işi olmadığı gibi,
insanlar hesaba çekilmek üzere ayrı ayrı gruplar teşkil ederek
ve her insanın kendi imamıyla olması şeklindedir. Her insan

208
hayattayken kimi önder kabul edip onun peşinden gitmişse,
ahrette de hesabını almaya onunla birlikte gider. Kıyamet
günündeki durumlarla ilgili olarak Kur’an’dan bazı ayet
örnekleri, mealen:

- Sûra üflendi. İşte bu, o tehdid(in gerçekleşmesi) günüdür.


50/20

- Her can, yanında bir sürücü ve bir şâhitle geldi. 50/21

- (Allah ona): “Andolsun, sen bundan gaflet içinde idin. Biz


sen(in gözün)den perdeni açtık: bu gün artık gözün
keskindir." (dedi). 50/22

- Yanındaki arkadaşı: “İşte yanımdaki hazır" dedi. 50/23

- (Allah sürücü ve şâhide buyurdu ki): “Haydi ikiniz atın


cehenneme her inatçı nankörü!" 50/24

- Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağırdığımız o


günde kimin kitabı sağından verilirse, onlar, en küçük bir
haksızlığa uğramamış olarak kitaplarını okurlar. 17/71

- Her insanın (amel) kuşunu boynuna doladık, kıyâmet günü


onun için açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız: 17/13

- “Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter!"


(deriz). 17/14

- Kitab (ortaya) konulmuştur. Suçluların, onun içindekilerden


korkarak: “Vah bize, bu kitap da ne oluyor, ne küçük, ne de
büyük hiçbir şey bırakmıyor, her (yaptığımız) şeyi sayıp
döküyor!" dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır
bulmuşlardır. Rabb’in kimseye zulmetmez. 18/49

Uydurdukları rivayetlerin Kur’an’a uymadığı açıktır.

261- Ebu Hüreyre radıyallâhu anh anlatıyor: “Resulûllah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

209
“Allah Teâla Hazretleri cenneti yarattığı zaman Cibril
aleyhisselâma:

“Git ona bir bak! Buyurdular. O da gidip cennete baktı ve:


“(Ey Rabbim!) Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona
girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek!" dedi. (Allah
Teâla Hazretleri) cennetin etrafını mekruhlarla (nefsin
hoşlanmadığı şeylerle) çevirdi. Sonra: “Hele git ona bir daha
bak!" buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da:

“Korkarım ona hiç kimse girmeyecek!" dedi. Cehennemi


yaratınca, Cebrâil’e:

“Git, bir de şuna bak!" buyurdu. O da gidip ana baktı ve:

“İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse ona


girmeyecektir!"dedi. Allah Teâla hazretleri de onun etrafını
şehvetlerle (nefsin arzuladığı, câzip şeylerle) kuşattı. Sonra
da:

“Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı.
Döndüğü zaman:

“İzzetine yemin olsun, tek kişi kalmayıp herkesin ona


gireceğinden korkuyorum!"dedi." (K.S. 5124 C.14 S.442-443
Akçağ, alıntıları Ebû Dâvûd, Sünnet 25,(4744); Tirmizi,
Cennet 21,(2563); Nesâi, Eymân 3, (7, 3))

Ayrıca, Müslim ve Tirmizi’nin Enes’ten tahdis ettiklerini


söyledikleri rivayette de:

262- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Cennetin etrafı mekârihle (nefsin hoşlanmadığı şeylerle)


sarılmıştır. Cehennemin etrafı da şehevi (nefsin arzuladığı,
câzip) şeylerle sarılmıştır. (K.S. 5125 C.14 S.444 Akçağ,
alıntısı, Müslim ve Tirmizi.)

210
Cennetin etrafında olanların hoş şeyler olmadığını
söylemekle, Cennete gitmeye sebep olan tüm amellerin,
örneğin, İman etme ile güzel ameller işlemenin nefse hoş
gelen şeyler olmadığını. Fakat, Cehenneme gitmeye sebep
olan, şirk, küfür, fısk, zülüm ve isyanın nefse hoş gelen şeyler
olduğunu iddia etmişlerdir. Bu ise kafir ve müşrik
olduklarının kendi ağızlarından itiraflarıdır. Çünkü, mümin
ve takvalı bir kimse cennete götüren amellerden hoşlanır,
cehenneme götüren amellerden hoşlanmaz. Bu ise iddia
ettiklerinin tersine bir durumdur. Bu konuda örnek verecek
olursam, Kur’an’dan mealen:

- Hem bilin ki, içinizde Allah’ın elçisi vardır. Şâyet o, birçok


işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size
imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize ziynet yapmıştır. Küfrü,
fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda
olanlar bunlardır. 49/7

- (Bu, size) Allah’tan bir lütuf ve nimettir. Allah bilendir;


hikmet sâhibidir. 49/8

Yukarı da, mealini yazmış olduğum ayetlerle, yapmış


oldukları rivayetler bir birine terstir. Bu itibarla yapmış
oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

263- Mutarrıf İbnu Abdillah’ın anlattığına göre, bu zatın iki


hanımı vardı. Bunlardan birinin yanından çıkmıştı. Geri
dönünce, hanımı: “Falan hanımın yanından geliyor
olmalısın!" dedi. mutarrıf: “Hayır, dedi İmrân İbnu
Husayn’ın yanından geliyorum. O bana Resûlullah’ın şu
sözünü nakletti:

“Cennet sakinlerinin en azı kadınlardır." (K.S. 3309 C.10


S.98 Akçağ 1990, alıntısı Müslim, Zikir 95, (2738))

264- Usâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “(Mirâç
sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya

211
girenlerin büyük çoğunluğunun miskinler olduğunu gördüm.
Dünyadaki imkân sahiplerinin cehennemlikleri ateşe gitmeye
emr olun muşlardı, geri kalanlar da mahpus idiler.
Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin büyük
çoğunluğu da kadınlardı." (K.S. 2075 C.7 S.449 Akçağ 1988
alıntısı, Buhari, Rikak 51, Müslim, zühd 93, (2736))

Uydurmuş oldukları bu rivayetlerle ve daha birçok


rivayetlerde kadınları İslam dininden soğutmayı
amaçladıkları gibi, tipik kadın düşmanlığı sergilemişlerdir. O
kadar yoğun ve aşağılayıcı bir şekilde uydurma rivayetleriyle
kadınlara saldırmışlardır ki, İslam dinine saldırmaları konusu
bir tarafa, şiddetle kadınları kötülemeye gayret etmişlerdir.
Ayrıca yine bir çok rivayetleriyle maddi imkan sahiplerini
kötüleyip miskinleri övmüşlerdir. Miskinliğin manası:
Fakirlik ve yokluktan doğan acizliktir. Bu iki hususu hangi
toplum veya ülke benimseyip uygularsa yıkımdan
kurtulamaz. İslam dininde, ne cinsiyet ne ırk ne zenginlik
nede fakirlik cennete veya cehenneme gitmek için ölçü
değildir. Ölçü olan takvadır. Cennet ve cehennem dışında
ceza olarak mahpusluk diye bir şey yoktur.

Kadın düşmanlıklarıyla ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Onlardan birine dişi (çocuğu olduğu) müjdelendiği zaman


içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir. 16/58

- Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı


kavminden gizlenir. (şimdi ne yapsın) onu, hakaretle tutsun
mu, yoksa toprağa mı gömsün! Bak ne kötü hüküm
veriyorlar. 16/59

İşte kadınlar hakkında bu rivayetleri uyduranlar da, mealini


vermiş olduğum ayetlerde belirtilen kimseler gibi
kadınlardan, başka bir ifadeyle dişi cinsten nefret eden
kimselerdirler. Kadınlara karşı olan nefretlerini, çok azı
müstesna çoğu cehenneme gidecek, çok azı cennete gidecek
demek suretiyle tatmin etmek istemişlerdir. Hal bu ki, İslam
212
dinin de önemli olan, erkek veya dişi olmak değil de, inanç
ve amel, başka bir ifadeyle takva önemlidir. Kur’an’dan
mealen:

- İnanıp iyi işler yapanlar, -ki hiç kimseye gücünün üstünde


bir şey teklif etmeyiz- İşte onlar cennet halkıdır, onlar orada
ebedi kalacaklardır. 7/42

KEVNİ KONULAR HAKKINDA UYDURDUKLARI


HADİS ÖRNEKLERİ

265- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Hz. Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) aya bakarak: “Ey Aişe,
şunun şerrinden Allah’a sığın. Bu, (ayet’i kerimede geçen)
ğâsıktır. (Ayet): “Kaybolduğu zaman ayın şerrinden..."
demektir”. (K.S. 901 C.4S.427 Akçağ 1988, alıntısı, Tirmizi,
Tefsir, Muavvizateyn, (3363) )

Ay ve güneş, büyük faydalarının yanında, gök yüzünün iki


süsüdür, bunlara dahi saldırmaktan kendilerini
alamamışlardır. Zira onlar güzel olan her şeye düşmandırlar.
Ay’a yapmış oldukları saldırılarına delil olarak 113 Felâk 3
ncü ayetini göstermişlerdir. Bu ayette bahsi geçen, Ay
olmayıp, bastıran karanlıktır. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla

- De ki: Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabâhı ortaya çıkaran


Rabb’e: 113/1

- Yarattığı şeylerin şerrinden, 113/2

- Bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, 113/3

Görüldüğü gibi, Ay dan bahsedilmeyip çöken karanlıktan


bahsedilmektedir. Öyle ki, karanlık çökmesi, beraberinde bir
çok tehlikeleri getirebilmektedir. Ay’dan ise Kur’an’da
karanlık olarak değil, Nur olarak bahsedilmiştir. Yani, Ay’ın
vasfı karanlık olmayıp nurdur. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen:
213
- “Görmediniz mi Allah nasıl yedi göğü, birbiri üstünde
tabaka tabaka yarattı ? 71/15

- “Ve Ay’ı bunların içinde bir nur yaptı. Güneşi de bir lâmba
yaptı." 71/16

Görüldüğü gibi Ay şerli değildir, bundan dolayı uydurmuş


oldukları rivayetin aslı yoktur.

Güneşe de saldırıda bulunarak onu da şeytana taç yapma


yönün de rivayetler uydurmuşlardır. Bu rivayetlerini
maskelemek için de, namazı öne sürmüşlerdir veya kafirler
Güneş’e doğuşu ve batışı zamanlarında secde ediyorlar
bahanesini uydurmuşlardır. Bu tür şeyler boş iddialardır. Zira
Dünyanın tamamını düşündüğümüzde günün her anında,
Güneş bir yerde batarken bir başka yerde doğmaktadır. Yani
dünyanın dönüşüyle birlikte dünyanın tamamına yakın bir
kısmında güneş kesintisiz bir doğuş ve batış halindedir. Bu
duruma göre, güneş şeytanın boynuzları arasından doğar ve
batar şeklinde iddia da bulunmak, güneşin, şeytanın
boynuzları arasından günün her saati hiç ayrılmıyor
manasındadır. Bu konuda uydurmuş oldukları rivayetlerden
örnekler verecek olursam:

266- ........... İbn Umer (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S)


şöyle buyurdu: “Güneşin hâcibi (yani ışığı) göründüğü vakit,
güneş iyice meydana çıkıncaya kadar nâmazı bırakınız.
Güneşin hâcibi battığı zamân da tâ kayboluncaya kadar
nâmazı yine bırakınız. Kılacağınız namazınız için güneşin ne
doğma zamânı, ne de batma zamânını tercih ediniz. Çünkü o
bir şeytânın-yâhud şeytânın- iki boynuzu arasından
çıkar."............. (Buhâri, Kitâbu Bed’i’l-Halk C.7 S.3070 H.81
Ötüken 1987.)

267- Abdullah es-Sunâbihi (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Güneş,
beraberinde şeytanın boynuzu olduğu halde doğar, yükselince
ondan ayrılır. Bilahare istiva edince (tepe noktasına gelince)
214
ona tekrar mukarenet (yakınlık) peydah eder. Zevalden sonra
(tepe noktasından ayrılıp batıya meylettimi) ondan yine
ayrılır. Batmaya yakın tekrar ona yakınlık peydah eder,
batınca ondan ayrılır.”

Resûlullah (aleyhissâlâtu vesselâm) işte bu vakitlerde namaz


kılmaktan men etti." (K.S. 2418 C.8 S.303 Akçağ, alıntısı,
Nesâi mevâkit 31, (1,275))

268-. ... Amr b. Abese’den demiştir ki:

- Ben (resûl-i Ekrem’e hitaben): “Ey Allah’ın Resulü,


gecenin hangi saatinde (ibadet ve) dua daha
makbuldür?"dedim. (O şöyle) cevap verdi:

“-Gecenin son vaktinde. Sabah namazını kılıncaya kadar ve


istediğin (nâfileyi) kıl. Çünkü (bu vakitte kılınan) namaz, (ve
sevabı) yazılmıştır. (Sabah namazını kıldıktan) sonra, güneş
doğup da bir veya iki mızrak boyu yükselinceye kadar
(namaz kılmayı) bırak. Çünkü güneş şeytanın boynuzları
arasından doğar ve kâfirler güneşe (o saatte) tapınırlar. Sonra
mızrak gölgesiyle bir oluncaya kadar ve istediğin kadar kıl.
Çünkü (bu saatte kadar kılınan) namaz şahitlidir (ve sevabı)
yazılmıştır. Mızrak gölgesiyle bir olduktan sonra namazı
bırak. (Çünkü o saatte) cehennem kızdırılır ve kapıları açılır.
Güneş (batıya) meyledince ikindi namazını kılıncaya kadar
(ve) istediğin (nafiley)i kıl. Çünkü bu (saatte kılınan) namaz
şahitlidir. (ikindi namazından) sonra güneş batıncaya kadar
namazı bırak. Çünkü (güneş) şeytanın boynuzları arasında
batar ve kâfirler ona (o saatte) tapınırlar." (Ebû Dâvud, k.
Salâtu’t-Tatavvu’(5),Bâb 10 H.1277 C.5 S.41-42 ayrıca,
Buhari, be dul-halk 11, Müslim, müsâfirin 290,294; mesacid
174; Nesâi, mevâkit 35,40; İbn Mâce, ikâme 148. (Şamil
1988))

Görüldüğü gibi, güneşin şeytanın iki boynuzu arasında


doğduğu ve battığı hususunda karar kılmışlardır. Bu ise
güneşe karşı hem saldırganlık hem de nankörlüktür.
215
Uydurmuş oldukları diğer bazı rivayetler, güneşin gece
nereye gittiği konusundadır. Günün her anında ve her vakit
dünyada mevcut olduğunu bilmediklerinden, gece sabah
oluncaya kadar Güneş’in, arşın altına gittiğini
zannetmişlerdir. hal bu ki, dünyada bir yer gece iken diğer bir
yer gündüzdür. Güneş ışığı dünya üzerinden
ayrılmamaktadır. Bu gerçeğe aykırı olarak uydurdukları
rivayetlerden örnek verecek olursam:

269-.......... Ebû Zerr (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) güneş


battığı zamân bana:

“Güneş nereye gider, bilirmisin?"diye sordu.

Ben:

Allah ve Rasûlü en bilendir, dedim.,

Resûlullah şöyle buyurdu:

- “Güneş gider, tâ Arş’ın altında secde eder (âdetince


doğudan doğmak üzere) izin ister de ona izin verilir (ve doğu
tarafından doğar. Bununla berâber insanların günahları
üzerine doğmayı fenâ görür). Ve bu hâlde secde etmeye
yaklaşır. Fakat secdesi kabûl olunmaz. (Doğacağı yerine
gitmeye) izin ister; izin verilmez. Ona: Artık nereden
geldinse oraya dön! denilir. O da battığı taraftan
doğar. ................ (Buhari, Kitâbu Bed’i’l-Halk H.9 C.7
S.3017 Ötüken 1987)

Tabiat gerçeklerine uymayan bu rivayetler asılsızdır.

Daha önce, Ay’ın fiilen iki parçaya ayrılarak, bir parçası


dağın arkasına bir parçası da önüne gittiği şeklinde uydurmuş
oldukları rivayetten bahsetmiştim. (K.S. 5607)

Mevsimler konusunda ise, Yaz ve Kışın, cehennemin


nefesinden olduğunu iddia ederek, şu şekilde rivayetler
uydurmuşlardır:
216
270-. .......... Bize Sufyân (ibn Uyeyne) tahdis edip şöyle dedi:
Biz bunu ez-Zuhri’den ezberledik, o da Said İbnu’z-
Müseyyeb’den; o da Ebû Hureyre’den. Peygamber (S) şöyle
buyurmuştur:

“Sıcak şiddetli olduğu zamân namâzı serinliğe bırakın.


Çünkü sıcağın şiddeti cehennemin kaynamasındandır.
Cehennem ateşi Rabb’ına şikâyet arz etti de: Yâ Rabb, bir
kısmım bir kısmımı yedi, (yâni ben beni yiyiyorum, izin ver)
dedi. Allah da iki defa nefes almasına izin verdi. Nefesin biri
kışın, diğeri yazın. İşte hissetmekte olduğunuz sıcağın en
şiddetlisi ile soğuğun en şiddetlisi budur”. (Buhâri, Kitâbu
Mevâkiti’s-Salât H.14 C.2 S.607 Ötüken 1987.)

Bilindiği gibi, mevsimlerin oluşması dünya ekseninin güneş


düzlemine eğik olması dolayısıyladır. Güneş ışınlarının
dünyaya dik veya eğik gelmesi, mevsimlerin oluşmasına
neden olmaktadır. Dünyada bazı yerler kış mevsimini
yaşarken, bazı yerlerde yaz mevsimini yaşamaktadırlar. Onun
için iddia ettikleri gibi, bütün dünyayı kapsayacak şekilde yaz
ve kış sıralaması yoktur. Ayrıca, asırlardan beri kutuplar
devamlı buzla kaplıdır. Bunların iddialarıyla bunu izah etmek
mümkün değildir. Diğer bir hususta Yaz ve Kış cehennemin
nefesiyle ilgiliyse, ilkbahar ve sonbahar neyle ilgilidir? Onun
içindir ki, uydurmuş oldukları bu tür rivayetler, gerçeklerle
bağdaşmayan boş iddialar olmaktan öteye gidemezler.

Ayrıca Kur’an öğretisine göre cehennemin soğuk olma vasfı


yoktur. Kış soğuğuyla cehennem arasında ilişki kurmaları da
Kur’an’a aykırıdır. Kur’an’dan mealen:

- Solun adamları (amel defterleri, sol tarafından verilenler),


nedir o solcular! 56/41

- Delikçiklere işleyen bir ateş ve kaynar su içinde, 56/42

- Kara dumandan bir gölge altında, 56/43

217
- Ki ne serindir, ne de faydalı. 56/44

HADLER VE KISAS HAKKINDA UYDURDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

Bir toplumun sağlıklı bir şekilde ayakta durabilmesi için, o


toplumda sağlam bir disiplin olması şarttır. Sağlam bir
disiplin de ancak adaletli, hakkaniyetli ve güçlü bir ceza
hukukuyla mümkündür. Bir topluma uygulanan ceza hukuku
adaletsiz ve zalimane şekilde sert olursa, uygulandığı
toplumu ezmek suretiyle öldürür. Eğer adaletsiz, gevşek ve
belirsiz ise bu sefer toplum bir birini ezmeye başlar. Bunun
da neticesi diğerinden farklı değildir. Sonuç yine o toplumun
ölümüyle neticelenir. Onun için bir topluma yapılacak en
büyük saldırılardan bir tanesi o toplumun adaletli ceza
hukukunu bozmak veya o toplumu adaletli bir ceza
hukukundan yoksun bırakmaktır. Böylece suç ve ceza
denkliği kaybolur ceza ya isabetli olmaz yada suçtan
caydırıcı olmaktan çıkar. Rüşvetler yayılır, Aynı suça aynı
ceza verilmez, suçu işleyen şahsa göre ceza verme yoluna
gidilir. Örneğin: maddi gücü olana ayrı ceza, maddi gücü
olmayana ayrı ceza verilir. Bununda serbest bir şekilde
uygulana bilmesi için çelişik ve bir birine uymayan
hükümlerin elde bulunmasına ihtiyaç vardır. Böylece yargıç
keyfine göre içlerinden seçip uygulama imkanına sahip olmuş
olur. İşte, hadis adı altında rivayet uydurmacıları, İslam ceza
hukuku yönünde tam bu noktada İslam toplumuna saldırıda
bulunmuşlardır. Bu konu da uydurmuş oldukları
rivayetlerden örnekler verecek olursam, şöyle ki:

271- Ubâdetu’bnu’s-Sâmit (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a bir vahiy geldiği
zaman, vahiy sebebiyle ona bir gam ve keder alır, yüzünün
rengi uçardı.Bir gün Cenab-ı Hakk yine vahiy indirmişti ki
aynı hal onu sardı. Keder hâli açılınca: “Zina haddiyle ilgili
hükmü) benden alın. Allah onlar hakkında yol kıldı (yani çok
açık şekilde had beyan etti): Bekâr bekârla zina yapmışsa

218
cezası yüz sopa ve bir yıl sürgündür. Dul dulla zina yaparsa
yüz sopa ve recm’dir." (K.S. 544 C.3 S.389 Akçağ 1988,
alıntıları Müslim, Hudud 13,1690.H; Ebû Dâvud, Hudud 23,
4415; Tirmizi, Hudud 8, 1434.)

272-............ Zeyd ibn Hâlid ile Ebû Hureyre(R)’den; şöyle


demişlerdir: Peygamber (S): “Yâ Uneys (ibni’ d-Dahhâk), şu
zinâ suçu isnad edilen kadına git, eğer o kadın zinâ ettiğini
itiraf ederse ona racm cezâsı uygula" buyurdu. (Buhâri,
Kitâbu’t-Vekâle H.14 C.5 S.2145 Ötüken 1987.)

273-............ Abdullah ibn Abbâs (R) şöyle demiştir: Umer


İbnu’l-Hattâb (R) şöyle dedi:

-Ben insanlar üzerine zamânın uzayıp da herhangi bir


sözcünün: “Biz Allah’ın Kitâbı’nda recmi bulmuyoruz"
demesinden ve böylece Allah’ın indirmiş olduğu bir farizayı
terk etmek sûretiyle sapmalarından endişe etmişimdir. Dikkat
ediniz! Evli olduğu hâlde zinâ eden kimse üzerine buna
beyyine delâlet ettiği yâhud gebelik yâhud itiraf olduğunda
recm cezâsı sâbit olmuş bir haktır! dedi.

Sufyân ibn Uyeyne: Ben bunu böylece ezberledim: Umer:

-Dikkat edin! Rasûlullah (S) recm etmiştir. O’ndan sonra biz


de recm yaptık, dedi, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Muhâribin
min Ehli’l-Küfri ve’r-Riddeti H.24 C.14 S.6680-6681 Ötüken
1989.)

274- ............. İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Ebû Seleme ibn
Abdirrahmân, Câbir ibn Abdullah (R)’tan şöyle tahdis etti:
Eslem kabilesinden (Mâiz ibn Mâlik isminde) bir adam,
Rasûlullah(S)’a geldi aleyhine dört defâ şahâdet etti. Bu
şahâdetler üzerine Rasûlullah emretti de o adam recm olundu.
Bu adam evli olduğu hâlde zinâ etmişti. (Buhari, Kitâbu’l-
Muhâribin min Ehli’l-Küfri ve’r_Riddeti H.13 C.14 S.6667
Ötüken)

219
Yukarıda yazmış olduğum dört rivayet örneğinde görüldüğü
gibi. Bekarın bekarla zina etmesi halinde verilecek cezanın
yüz sopa ve bir yıl sürgün olduğu. Erkeklerden veya
kadınlardan evlenip de zina eden kimseler zina ettikleri
zamanda dul dahi olsalar uygulanacak olan cezanın recm
cezası olduğunu kesin olarak iddia ettiler. Yani tahdis
ettiklerine göre böyle kimseler ölünceye kadar
taşlanacaklardır. Bu cezanın Kur’an dışında bir ayet
olduğunu iddia ile, bunu uygulamayan kimselerin sapıklığa
düşeceğini ve ayet her ne kadar Kur’an’da yer almamışsa
dahi yine de uygulanmasının farz olduğunu iddialarına
mesnet yaptılar. Bu iddiaları gerçeğe uymamaktadır. Eğer
müslümanlar Kur’an’da yer almayıp nesh edilmiş, yani iptal
edilmiş ayetlerden sorumlu iseler, bu ayetleri uygulamamaları
halinde sapacaklarsa o zaman nesh edilmiş ve Kur’an’da yer
almayan ayetlerin aranıp bulunması mecburiyeti doğmuş
olur. Bunun manası Kur’an dışında Kur’an aramaktan başka
bir şey değildir. Hem bu öyle bir arayıştır ki bulunan eldeki
Kur’an ayetlerini nesh yani iptal edebilmektedir. Tahdis
ederek var ve geçerli olduğunu iddia ettikleri recm ayeti,
kendi ifadeleriyle mensuh olduğunun söylenmesine rağmen,
değilmi ki recm ayeti mensuh olarak Kur’an dışında vardır
deyip, Kur’an’da mevcut ayetlerden üstün tutmaktadırlar.
Böylece bir rivayetten başka bir şey olmayan bu iddialarını
Kur’an’a üstün tutmakla, rivayetlerinin Kur’an’dan üstün
olduğunu söylemiş olmaktadırlar. Zaten daha önce de
belirttiğim gibi rivayetleri din olarak kabul edenlerin temel
hareket noktası rivayetlerin Kur’an’ı nesh yani iptal
edebileceğini iddia etmeleridir ve bunu da önderleri ağzından
açıkça söylemekten de çekinmemişlerdir. Dikkat edilirse,
rivayetleri uydurmalarında ki temel amaç Müslümanları
Kur’an’dan uzaklaştırmaktır, burada da yapmak istedikleri
ayni şeydir, bundan dolayı eldeki Kur’an dışında, elde ki
Kur’an’dan daha üstün ayetler ihtiva eden Kur’an Külliyatı
vardır ve siz bundan sorumlusunuz demektedirler.

220
Bilindiği gibi nesh iptal manasındadır, buna rağmen Allah
tarafından iptal edilmiş bir ayetin uygulanması gerektiği nasıl
iddia edilebilir, bu durumda iptalin hiçbir manası kalmaz, bu
da açık bir çelişki meydana getirir. Kur’an ise çelişkilerden
uzak bir kitaptır. Allah tarafından nesh edilen veya
unutturulan her ayetin yerine mutlaka, Allah tarafından
Kur’an’a bir ayet getirilmiştir. Kur’an’da boşluk olması
mümkün değildir. Onun için Kur’an dışında gidip ayet
aramanın gerektiğini veya Kur’an ayetidir deyip Kur’an
dışında hüküm uygulamayı önermek, şeytanın bir hilesinden
başka bir şey değildir.

Nesih konusunda Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- Biz, bir ayeti nesh edersek, yahut unutturursak, ondan daha


hayırlısını, yahut onun dengini getiririz. Allah’ın her şeye
kadir olduğunu bilmez misin? 2/106

Görüldüğü gibi iddiaları Kur’an’a uymamaktadır. Ayrıca


recm konusunda da çelişkili iddialar içerisindeler. İşlerine
geldiği zaman recm cezası uygulamamak için rivayetler
uydurmuşlardır. Bu tür rivayetlerine örnek verecek olursam:

275- Şa’bi (rahimehumullah) anlatıyor: “Hz. Ali (radıyallahu


anh), kadını recm ettiği zaman onu perşembe günü dövdü,
Cuma günü de recm etti. Ve şunu söyledi: “Onu
Kitabullah(ın hükmü) ile celde, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ın sünneti ile de recm tatbik ettim”. (K.S. 1611 C.6
S.246 Akçağ 1989 alıntısı Buhâri, Hudud 21.)

Bu rivayette recmin farz olmayıp sünnet olduğunu tahdis


etmekle, evvelki rivayetleriyle çelişkiye düşmüşlerdir.

276- Ebu İmâme (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) ile beraber mescidde idik. O esnada
bir adam geldi ve:

221
“Ey Allah’ın Resûlü, ben bir hadd işledim, bana cezasını
ver!"dedi. Resûlullah adama cevap vermedi. Adam talebini
tekrar etti. Aleyhissalâtu vesselâm yine sükut buyurdu.
Derken (namaz vakti girdi ve) namaz kılındı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) namazdan çıkınca adam yine peşine
düştü, ben adamı takip ettim. Ona ne cevap vereceğini
işitmek istiyordum. Efendimiz adama:

“Evinden çıkınca abdest almış, ab destini de güzel yapmış


mıydın?"buyurdu. O:

“Evet ey Allah’ın Resûlü!"dedi. Efendimiz:

“Sonra da bizimle namaz kıldın mı?"diye sordu. Adam:

“Evet ey Allah’ın Resûlü!"deyince, Efendimiz:

“Öyleyse Allah Teâla haddini -veya günahını demişti- affetti"


buyurdu”. (K.S. 2320 C.8 S.214 Akçağ 1989, alıntıları.
Buhari, Hudud 27, Tevbe 44, 45,(2764,2765); Ebu Dâvût,
Hudud 9,(4381))

277- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’ın yanında idim. Bir adam huzuruna
gelerek:

“Ey Allah’ın Resûlü, dedi, ben bir hadd(suçu) işledim,


cezasını tatbik et!"

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama (bir şey) sormadı.


Derken namaz vakti girdi. Rasûlullah’la birlikte o da namaz
kıldı. Aleyhissalâtu vesselâm namazını tamamlayınca, adam
yanına geldi ve:

“Ey Allah’ın Resûlü dedi, ben hadd (çeşidine giren bir suç)
işledim. Bana Allah’ın kitabını tatbik et!"

“Efendimiz:

222
“Öyleyse git. Zira Allah, senin günahını affetti" veya -haddini
affetti" dedi. "(K.S. 2321 C.8 S.217 Akçağ, alıntısı. Buhari,
Hudud 17; Müslim, Tevbe 44, 45, (2764-2765), Hudud 24,
(1696))

Bu son iki rivayette, kişi hadd cezası gerektirecek ne suç


işlerse işlesin, eğer namaz kılıyorsa affedilmiştir
demektedirler, böylece had cezasını gerektirecek her ne suç
işlemiş olursa olsun böyle bir kimseye kesinlikle had cezası
uygulanamaz, zira rivayetlerde kendisine hadd cezası
uygulanmasını talep eden ve namaz kıldığından dolayı
affedildiği söylenen şahıs, hadd cezasını gerektirecek hangi
suçu işlediğini söylememiştir. Buda zina dahil bütün hadd
cezalarının namaz kılan kimse hakkında uygulanamayacağı
manasındadır. Böylece işlerine geldiği zaman hadd cezasını
kişi namaz kılıyor diye uygulamaya bilirler. Veya hadd cezası
uygulanacak şahıs suç işledikten sonra namaza başlasa dahi
bu rivayetlere göre kendisine hadd cezası uygulanamaz.
Böylece iddialarına göre namaz kılan şahıslar serbestçe zina
edebilirler veya başkaca had suçu işleyebilirler.. Örneğin bu
konuda bir rivayette şöyle demişlerdir:

278-............ İbn Mus’ûd (R) şöyle demiştir: Bir kimse


(yabancı) bir kadından bir öpücük aldı. Müteâkiben o zat
Peygamber’e geldi ve olan işi ona haber verdi. Bu hâdise
üzerine Aziz ve Celil olan Allah, şu âyeti indirdi:

“Gündüzün iki tarafında, gecenin de yakın saatlerinde


dosdoğru namâz kıl. Çünkü güzellikler kötülükleri
(günâhları) giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüttür" (Hûd
114)

Bunun üzerine o kimse: Yâ Rasûlullah, bu yalnız benim için


mi? Diye sordu. Rasûlullah (S): “Ümmetimin hepsi için,
bütün ferdleri içindir" buyurdu. (Buhari, Kitâbu Mevâkiti’s-
Salât H.5 C.2 S.600-601 Ötüken 1987)

223
İstedikleri zaman istedikleri cezayı uygulamamak ve
insanları, Allah yolundan saptırmak için, kişi eğer sevap
işliyorsa kötülük işlemek ona zarar vermez iddiasında
bulundular. İddialarına delil olarak ta Hûd sûresi 114 ayetini
gösterdiler. Hal bu ki, Hûd Sûresi 114. Ayetinde kastedilen,
iyilik edenlerin veya başka bir deyişle, hayır işleyenlerin,
işlemiş oldukları sevapları, onlardan kötülükleri
uzaklaştıracağı yani bu kimselerden kötü işlerin uzaklaşacağı,
böylece bu kimselerin günah işlememek için dirençlerinin
artacağı şeklindedir. Dikkat edilirse Hûd Sûresi 114. Ayette
bu husus için Namaz örnek gösterilmiştir. Durumun onların
iddia ettikleri gibi olmadığını belirtmek için, Kur’an’dan
örnek verecek olursam, mealen:

- Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın


saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri uzaklaştırır.
Bu, ibret alanlara bir öğüttür. 11/114

- Kitab’dan sana vahye dileni oku ve namazı da kıl. Çünkü


namaz, kötü ve iğrenç şeylerden vaz geçirir. Allah’ı anmak,
elbette en büyük (ibadet)tir. Allah, ne yaptığınızı bilir. 29/45

Demek ki, kastedilen, sevabın varsa günah işlesen sana zararı


olmaz manasında değildir. Sevap işlersen takvalı bir kimse
olursun, kötülük işlememek için direncin artar, kötülükler
senden uzaklaşır manasındadır.

İslami konular da o kadar ciddiyetsiz ve saldırgandırlar ki,


karışıklık çıkarmak için akıllarına gelen her çeşit bozukluğu
rivayet etmekten çekinmezler. Örneğin recm konusunda şu
rivayeti naklettiler:

279- ............. Amr İbn Meymûn şöyle demiştir: ben Câhiliyet


devrinde zinâ etmiş olan maymunun üzerine birçok
maymunların toplanmış olduklarını gördüm. Maymunlar o
zina eden maymunu recm ettiler. Ben de maymunlar
topluluğunun berâberinde zinâ eden maymuna taş attım.

224
(Buhari, Kitâbu Menâkıbi’l-Ensâr H.68 C.8 S.3600-3601
Ötüken 1987.)

Recm cezasının uygulanmasını savundukları rivayetlerde,


uygulanma şartını şahsın evlenmiş olup olmadığı hususuna
bağlamışlardır. Böylece karşı tarafın durumu hiç dikkate
alınmamıştır. Öyle ki, kendisiyle zina edilen kimse cinsiyet
yönünden erkek midir, kadın mıdır, veya zina bir hayvana mı
uygulanmıştır, veya namuslu bir kadın mı saldırıya
uğramıştır, veya küçük bir çocuk mu zorla zina olayına alet
edilmiş veya zina olayın da zinayı işleyen iki taraf bunu
anlaşarak gönüllü olarak mı yapmışlardır. Bu gibi hususlar
hiç dikkate alınmamıştır. Örneğin, bekar olup hiç evlenmemiş
bir kimse, namuslu bir kadına veya kıza saldırıp zorla tecavüz
ederse buna uygulanacak cezanın yüz sopa ve bir yıl sürgün
olduğunu, fakat evlenmiş olan veya evlenmiş olup ta dul
kalmış bir kimsenin bir fahişeyle anlaşarak zina etmesi
halinde bu kimseye uygulanacak cezanın recm olduğunu
hatta fahişenin de evlenmiş olması durumunda ona da aynı
cezanın uygulanacağı iddi ve rivayet etmeleri adaletsiz bir
uygulamadır ve Kur’an’ın bu hususlarda ihtiva ettiği
hükümlere uymamaktadır. Kur’an’ın bu hususlarda ihtiva
ettiği ayetlerden örnekler vererek konuya bakacak olursak
durum şudur, mealen:

- Zina eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz değnek
vurun; Allah’a ve âhiret gününe inanan (insan)lar iseniz
Allah’ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi, onlara karşı acıma
duygusu tut(up engelle)mesin. Müminlerden bir grup da
yapılan azaba şahid olsun. 24/2

Yukarıda meali yazılı bu ayet, başkaları tarafından hiçbir


zorlama olmadan kendileri isteyerek nefislerine uymak
suretiyle karşılıklı anlaşarak zina eden erkek ve kadınlar
hakkındadır. Evli veya bekar olmaları bu durumu
değiştirmez. Yani, karşılıklı anlaşmak suretiyle zina eden
erkek ve kadının her birine, evli olsunlar veya bekar olsunlar

225
verilecek ceza aynıdır. Ancak müslüman bir kimseyle evli
olup ta zina eden mümin cariyelere, hür olup ta zina eden
kadınlara verilen cezanı yarısı verilir, bu da gösteriyor ki,
zina eden evli kadınlar recm edilemez, zira recm ölünceye
kadar taşlanmak demektir. Durum böyle olunca, zina eden ve
bir müslümanla evli olan bir mümin cariyeye nasıl yarım
recm uygulamak mümkün olur, çünkü recm ederek yarı
öldürmek diye bir şey mümkün değildir. Kur’an’dan bu
hususta örnek verecek olursam, mealen:

- İçinizden inanmış hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen


kimse elleriniz altında bulunan inanmış genç kızlarınız
(sayılan) cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi
bilir. Hepiniz bir birinizdensiniz (hepiniz adem
soyundansınız. İnsanlık bakımından aranızda bir fark yoktur).
Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da
tutmamaları şartıyla sahiplerinin izniyle onlarla evlenin,
ücretlerini (mehirlerini)de güzelce verin. Evlendikten sonra
bir fuhuş yaparlarsa onlara hür kadınlara yapılan cezanın
yarısı (uygulanır). Bu(cariye ile evlenme), içinizden sıkıntıya
düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha
iyidir. Allah bağışlayan, esirgeyendir. 4/25

Görüldüğü gibi rivayetleri, Kur’an’la çelişmektedir. Zira


yarım recm cezası uygulanması mümkün değildir. Eğer iddia
ettikleri gibi zina eden evlilere recm cezası uygulanması
gerekiyorsa, aynı suçu işleyen cariyelere yarım recm
uygulaması nasıl izah edilebilir.

Daha önce belirttiğim gibi zina suçu işlendiğinde verilecek


cezayı, işleyenler yönünden evli olup olmamaları esasına
bağlamışlardır. Bu esasa göre bekar olup ta mümin kadınlara
zorla tecavüz eden kimselere yüz değnek ve bir yıl sürgün
cezası, evli olup ta bir bir fahişeyle zina eden kimseye, velev
ki dul olsa dahi recm cezası uygulanacağını iddia etmişlerdir.
hal bu ki, Kur’an’a göre durum hiçte öyle değildir. Mümin
kadınlara değil saldırıp tecavüz etmek, onlara sözle iftira

226
edipte eziyet edenlere, bu hallerinden vazgeçmemeleri
halinde, Kur’an’a göre uygulanacak ceza yakalandıkları
yerde öldürülmeleridir! Bu hususta Kur’an’dan, mealen:

- Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, bir şey


yapmadıkları halde eziyet edenler, bir iftira ve açık bir günah
yüklenmişlerdir. 33/58

- Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin


kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini
üstlerine almalarını söyle. Onların tanınmaması ve
incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok
bağışlayan, çok esirgeyendir. 33/59

- Andolsun iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar,


şehirde kötü haberler yayanlar (bu hallerinden)
vazgeçmezlerse seni onlara musallat ederiz (onlarla
savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana
emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman
kalabilirler. 33/60

- Lanetlenirler; nerede rastlansalar yakalanır öldürülürler.


33/61

- Allah’ın önceden geçen milletler hakkında da sünneti


(kanunu) budur, ve Allah’ın sünnetinde bir değişme
bulamazsın. 33/62

Görüldüğü gibi, müminlere iftira edenlere, bu huylarından


vazgeçmemeleri halinde verilecek ceza o iftiracıların
öldürülmesidir. Bu duruma göre fiilen saldıranlara nasıl
olurda yüz değnek vurulacağı iddi edilebilir. Bu Kur’an’a
uymayan asılsız bir iddiadır.

Recm konusun da, Kur’an’dan örnek aldığımızda, bu cezanın


erkek, erkeğe sapık cinsi ilişki içinde olan, Lût kavmine
verildiğini görürüz. Yaptıklarının kötü bir şey olduğu
kendilerine bildirilmiş olmasına rağmen, ıslah olmayan, Lût

227
peygamberin kavmi üzerine Allah taş yağdırmıştı. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Lût’u da (gönderdik). Kavmine dedi ki: “Siz, sizden önce


âlemlerden hiç birinin yapmadığı fuhuşu mu yapıyorsunuz?
7/80

- “Siz, kadınları bırakıp erkeklere şehvetle gidiyorsunuz ha!


doğrusu siz, israfçı (azgın) bir kavimsiniz! 7/81

- Kavminin cevabı: “Onları (şu Lût ve taraftarlarını)


kentinizden çıkarın, çünkü onlar, fazla temizlenen
insanlardır" demekten başka olmadı. 7/82

- Biz de onu ve âilesini kurtardık, yalnız karısı(nı


kurtarmadık). Çünkü o, geride kalanlardan oldu. 7/83

- Ve üzerlerine bir (taş) yağmur(u) yağdırdık; bak işte


suçluların sonu nasıl oldu! 7/84

Ayrıca bu cezayı emsal olarak aldığımızda, benzer sapık


ilişkilerinde bu ceza kapsamına girdiğini görürüz. Örneğin,
kişinin kendi öz annesiyle, öz kardeşiyle, küçük çocuklarla
veya eşiyle normal olmayan yoldan veya hayvanlarla
yapacağı cinsel ilişkiler bu tür ilişkilerdendir, bu ve bu gibi
ilişkiler recm cezası kapsamına girer. Şu kadarla ki kişi
yaptığının suç olduğunu bilmiş olmalı, yani uyarılmış veya
uyarılmış olduğundan şüphe olmamalıdır. Eğer kişi kesin
olarak yaptığının suç olduğunu bilecek konumda ise, suç
konusunda uyarıldığı ve buna rağmen direterek suç işlediği
kabul edilir.

Lût kavminin uyarıldığı konusunda Kur’an’dan mealen:

- Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık, uyarıl(ıp da yola


gelmey)enlerin yağmuru hakikaten çok kötü oldu! 26/173

- Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine


(balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık. 11/82
228
- (O taşlar:) Rabbin katında işaretlenerek (yağdırılmıştır).
Onlar zalimlerden uzak değildir. 11/83

Ceza hukukuyla ilgili olarak, diğer hadis rivayetlerinden


örnekler:

280- Habib İbnu Sâlim (rahimehumullah) anlatıyor:


“Abdurrahmân İbnu Huneyn denen bir adam karısının
câriyesine temasta bulundu. Hâdise, Kûfe emiri Nu’man İbnu
Beşir (radıyallahu anh)’e götürüldü.

“- Ben, dedi, hakkınızda, Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm)’ın hükmüyle hükmedeceğim: “Eğer zevcen,
cariyeyi sana helâl ederse, yüz değnek yiyeceksin, helâl
etmezse recm edileceksin...”

Sonra (tahkik etti) karısının câriyeyi adama helâl ettiğini


görünce, emir yüz değnek vurdu”. (K.S. 1598 C.6 S.224
Akçağ, alıntıları, Tirmizi, Hudûd 21,(1451); Ebu Dâvud,
Hudûd 28,(4458,4459); Nesâi, Nikâh 70,(6,124); İbnu Mâce,
Hudûd 8,(2551))

281- Seleme İbnu Muhabbak (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hanımının câriyesine
temas eden bir adam hakkında şöyle hükmetti: “Eğer, adam
câriyeyi zorladı ise, câriye hürdür, adam, câriyenin efendisine
(yani karısına) mislini borçlanmıştır, câriye rıza göstermişse,
câriye adamın olur, câriyenin efendisine, onun bir mislini
borçlanır." (K.S. 1599 C.6 S.225 Akçağ, alıntıları, Ebu
Dâvûd, Hudud 28,(4460,4461); Nesâi, Nikâh 70,(7,124);
İbnu Mâce, Hudûd 8,(2553))

Her iki rivayette işlenen olay aynı olmasına rağmen verilen


hükümler bir birleriyle çelişkilidir. Birinci rivayette yüz
değnek veya recm söz konusu iken, ikincisinde sadece
cariyenin bedeli borçlandırılmıştır.

229
282- ........... Âise (R): Peygamber (S) zamânında hiçbir
hırsızın eli mıcenn denilen yâhud hacefe denilen bir kalkan
bedelinden daha aşağıda bir mal için kesilmemiştir. Hâlbuki
bu kalkanlardan her biri kıymetli şeylerdi, demiştir. (Buhari,
Kitâbu’l-Hud^d H.24 C.14 S.6652 Ötüken 1989)

283- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
“Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen, bir ip çalıp da eli
kesilen hırsıza lânet etsin”. (K.S. 1626 C.6 S.263 Akçağ,
alıntısı, Buhari, Hudûd 13,7; Müslim, Hudud 7,(1687); Nesâi,
Sârik 1, (7, 65))

Her iki rivayet bir birleriyle çelişkilidir. Birincisinde kıymetli


bir mal olmasa hırsızın eli kesilmez denmişken, öbüründe, bir
yumurta veya ip için kesilir denmesi çelişkidir.

284- Abdurrahmân İbnu Avf anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Muhtelis (yankesici)
kimseye el kesme cezası verilmez." (K.S. 6798 C.17 S.321
Akçağ 1993, alıntısı, İbn-i Mâce 2592.)

Yankesicilik hırsızlığın ta kendisidir, onun için bu rivayetin


aslı yoktur. Bilindiği gibi yankesiciler ellerini kullanmak
suretiyle, sinsice insanların ceyblerinden paralarını v.s. çalan
kimselerdir. Bundan dolayı yankesicilik hırsızlıktan başka bir
şeyle tanımlanamaz.

285- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’a bir hırsız getirilmişti.

“- Öldürün onu!" diye emretti. Kendisine:

“-Ey Allah’ın Resûlü, bu adam sadece çaldı" denildi. Bunun


üzerine:

“- Öyleyse (elini) kesin!"dedi ve derhal eli kesildi. Sonra aynı


adam ikinci sefer getirildi. Yine:

230
“-Öldürün onu!"diye emretti. Kendisine:

“-Ey Allah’ın Resûlü, bu adam hırsızlık yaptı" dendi. Bunun


üzerine:

“-Öyleyse kesin!" dedi ve derhal (sol ayağı) kesildi. Sonra


üçüncü defa getirildi ve hırsızlık yaptığı söylendi. Hz.
Peygamber:

“- Öldürün onu! diye emretti. Kendisine

“-Ey Allah’ın Resûlü, bu adam hırsızlık yaptı" denildi. Bunun


üzerine:

“(Sol elini) kesin! Diye emretti. Sonra aynı adamı dördüncü


kere getirdiler.

“- Öldürün onu!" buyurdu. Kendisine:

“-Ey Allah’ın Resûlü, bu adam hırsızlık yaptı" dediler. Bunun


üzerine:

“-(Sağ ayağını da) kesin! diye emir buyurdu. Aynı adam


beşinci sefer getirildi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):

“-Öldürün onu! diye emretti. Hz. Cabir (radıyallahu anh) der


ki: “Adamı götürüp öldürdük. Sonra götürüp bir kuyuya attık,
üzerine de taşla doldurduk”. (K.S. 1631 C.270-271 Akçağ,
alıntıları, Ebu Dâvûd, Hudud 20, (4410); Nesâi Sârik 15,
(8,90,91))

Kur’an’da, hırsıza kaç kere hırsızlık yaparsa yapsın, öldürme


cezası hükmedilmemiştir. Ayrıca hiçbir şey sormadan,
peygamberin yanına getirilen şahsa ölüm cezası vermesi ve
çevresindekilerin, bu şahıs sadece hırsızlık yapmıştır diyerek
uyarması üzerine, ölüm cezasını geri aldığı yolundaki
iddiaları, peygambere karşı yapılmış bir iftiradır. Suçlunun
suçunu öğrenmeden, onu muhakeme etmeden, peygamberin

231
bir şahsa ceza vermesi olacak şey değildir. Zira peygamber
bir zalim değildi. Zalim olanlar uydurma rivayetleriyle ona
böyle bir şey yakıştıranlardır.

Hırsızlara verilecek ceza konusunda, Kur’an’dan mealen:

- Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah


tarafından bir cezâ olarak, ellerini kesin. Allah Güçlüdür,
Hakim’dir. 5/38

- Ettiği zulümden sonra tevbe edip düzelen kimse bilsin ki


Allah onun tövbesini kabul eder. Allah şüphesiz
Bağışlayandır, merhametli olandır. 5/39

Kur’an’a göre, hırsızlık yapan erkek ve kadınların elleri


kesilir. Kesme derecesi suçun ağırlığıyla orantılı olarak,
koparma şeklinde olabileceği gibi, yaralama şeklinde de
olabilir, zira hırsızlık azdan çoğa doğru ve işlenen şekliyle
ilgili olarak geniş bir sahayı kapsar. Ancak 5 Mâide 39 da
görüldüğü gibi, hırsızlık yapmış olanların tevbe edip ıslah
olmalarından bahsedilmiştir, bu husus yakalanmadan önce
tevbe etmiş olanlarla ilgilidir. Yoksa yakalandığı anda ben
şimdi tevbe ettim diyenlerle ilgili değildir. Hırsızlık yapmış
olan kimseler yakalanmadan önce tevbe etmişlerse onların eli
kesilmez.

Kur’an’a göre, kesme kelimesinin hangi manaya geldiğini


bilme açısından, geçtiği diğer ayetlerden örnek vererek, hem
koparmayı hem de yaralamayı kapsadığını gösterecek
olursam. Kur’an’dan mealen:

- (Kafirlerin) Hurma ağaçlarından herhangi bir şeyi


kesmeniz, yahut kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah’ın
izniyle ve (O’nun) yoldan çıkanları cezâlandırması içindir.
59/5

Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, kesme kök


üzerinden ayırma yani koparma olarak tarif edilmiştir.

232
- Şehirde bir takım kadınlar: Vezir’in karısı, uşağının
nefsinden murâd almak istemiş! Sevda onun bağrını yakmış!
Biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz! dediler. 12/30

- (Kadın), onların (dedi-kodu yaparak kendisini dile düşürme)


düzenlerini işitince, onlara (adam) gönderdi (yemeğe dâvet
etti). Onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve her birine de
bir bıçak verdi. (Kadınlar, önlerine konan meyvaları soyup
yemekle meşgûl iken) Yûsuf’a çık karşılarına! dedi. Kadınlar
Yûsuf’u görünce onu (gözlerinde) büyüttüler (ona
hayranlıklarından ötürü) ellerini kestiler ve: “Allah için, hâşâ
bu insan değildir; bu ancak güzel bir melektir!"dediler. 12/31

Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, kesme elin


dalgınlıkla yaralanması manasına da gelmektedir.

Hırsızlık yapanların yakalanmadan önce tevbe etmeleri


halinde ellerinin kesilmeyeceği konusunda Kur’an’dan
mealen:

- Allah ve elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde fesad


çıkarmaya çalışanların cezâsı: (ya) öldürülmeleri, ya
asılmaları, ya ellerinin, ayaklarının çapraz kesilmesi veyâ
bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyâda
çekecekleri rezilliktir. Âhirette ise onlara büyük azâb vardır.
5/33

- Ancak sizin onları ele geçirmenizden önce tevbe edenler,


bundan müstesnâdır. Zira biliniz ki Allah, çok bağışlayıcı,
çok merhametlidir. 5/34

Yukarıda ki ayet mealinde görülen hususları işleyenler,


yakalanmadan önce tevbe etmişlerse ceza görmezler.
Hırsızlığın cezası Kur’an’da özel olarak bildirilmekle
beraber, hırsızlık, yeryüzünde fesad çıkarıcı olayların
kapsamına girmektedir, dolayısıyla bu fiili işleyenlerin ceza
görmemek için, yakalanmadan önce tevbe etmiş olmaları

233
gerekir. Hırsızlığın yeryüzünde fesat çıkaran olaylardan bir
tanesi olduğuyla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- (Yûsuf) onların yüklerini hazırlarken su tasını (öz)


kardeşinin yükü içine koydu. (Kervan hareket ettikten) sonra
bir ünleyici şöyle seslendi: “Ey kervan siz hırsızlarsınız!"
12/70

- Bunlara döndüler: “Ne kaybettiniz, (ne


arıyorsunuz)?"dediler. 12/71

- Dediler ki: “Melikin su tasını kaybettik (onu arıyoruz). Onu


getirene bir deve yükü (mükâfat) var. Ben buna kefilim"
12/72

- (Yûsuf’un kardeşleri): “Allah, Allah! dediler, herhalde siz


de bilmişsinizdir ki biz, bu yere fesat çıkarmak için gelmedik.
Ve biz hırsız değiliz!" 12/73

- (Şuayb, kavmine demişti ki): “Ölçeği tam yapın.


Eksiltenlerden olmayın." 26/181

- “Doğru terazi ile tartın." 26/182

- “İnsanların mal ve haklarından bir şey eksiltmeyin.


Yeryüzünde fesatçılık yaparak karışıklık çıkarmayın." 26/183

Tekrar rivayetlerle ilgili konulara dönecek olursak:

286- Semure radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Kim kölesini öldürürse, biz de onu. Kim de kölesinin


(burnunu, kulağını keserek) sakatlarsa, biz de onun (burnunu,
kulağını keserek) sakatlarız." (K.S. 4962 C.14 S.177 Akçağ
1992, alıntıları, Ebu Dâvûd, Diyât 7,(4515, 4516,4517,4518);
Tirmizi, Diyât 18, (1414); Nesâi, Kasâme 9,(8,21))

234
287- Kays İbnu Ubâd radıyallahu anh anlatıyor: “Ben ve el-
Eşter en-Nehâi, Hz. Ali radıyallahu anhüm’ün yanına gittik.
Kendisine:

“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, bütün insanlara şâmil


olmayan hususi bir tâlimatta bulundu mu?" dedik. Bize:

“Hayır! Ama şu sahife de bulunanlar var! dedi ve kılıncının


kabzasından bir sahife çıkardı. İçerisinde şunlar vardı:
“Müminlerin kanı eşittir. Onlar içlerinden en âdilerinin
verdiği emana uyarlar. Haberiniz olsun: Mü’min, kâfir
mukabilinde öldürülmez;............ (K.S. 4964 C.14 S.181
Akçağ 1992, alıntıları, Ebu Dâvûd, diyât 11, (4530); Nesâi,
Kasâme 8,(8,19))

Yukarıda yazılı iki rivayet birbirleriyle çelişkilidir.


Birincisinde, kölesini öldüren, öldürülür denmiştir. Kölenin
sahibi mümin, kölesi de kafir olabilir, kafir kölenin mümin
sahibi tarafından öldürülmesi halinde, bu rivayete göre
müminin kafir karşılığında öldürülmesi gerekir. Buna rağmen
ikinci rivayette, mümin, kafir mukabilinde öldürülmez
denmesi bir çelişkidir.

Konuya, Kur’an’a göre bakacak olursak, İslam’da hiçbir


zulüm korunmamıştır, zira Allah zalimleri sevmez. Suç
işleyen ceza görmeye hak kazanmıştır. Velev ki, bir mümin,
bir kafire zulmetmiş olsun, durum değişmez. Allah’ın
hükmüne göre adalet isteyen muhakkak ki, hakkını almaya
hak kazanmıştır. Bu insanın, zengin, fakir, hür veya köle,
müslüman veya gayri Müslim olması durumu değiştirmez.

Bu konularla ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Biz sana Kitâbı hak ile indirdik ki, insanlar arasında


Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin; hâinlerin
savunucusu olma! 4/105

235
- Allah size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah
size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, işiten, görendir.
4/58

Görüldüğü gibi adalet tüm insanlar içindir. Kur’an’da


belirtildiğine göre Kitâb ehlinden bazı kimseler, bizim, bizim
dışımızda olan ümmilere karşı bir sorumluluğumuz yoktur.
Onlara ne istersek yaparız demişlerdi. Allah bu düşünceyi red
etmekte, dolayısıyla bize de bizim dışımızda olanlara karşı
sorumlu olduğumuzu, onlara herhangi bir haksızlık
yapmamamızı bildirmektedir.

Kur’an’dan mealen:

- Kitâb ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emânet


bıraksan, onu sana öder. Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir
dinar versen, devamlı olarak başına dikilmeden onu sana
ödemez. “Ümmilere karşı bize sorumluluk yoktur."dedikleri
için böyle yapıyorlar ve Allah’a karşı bile bile yalan
söylüyorlar. 3/75

İslam dinine göre, müslüman olsun veya olmasın hiç kimseye


hiçbir şekilde haksız yere saldırı olmaz. Hiçbir müslüman,
müslüman olmayan bir kimseye haksız yere saldırarak,
canına, malına, ailesine zarar veremez. göz önünde
bulundurulması gereken olay, müslüman olmayan kimsenin,
ilk önce saldırıp saldırmadığıdır. Saldırmamışsa, hiç kimse
ona sırf inancından dolayı veya maddi varlık sahibi
olmasından dolayı saldıramaz. Bir kimse saldırıp ta haksız
yere ona zarar vermişse ve zarar gören veya zarar görenin
yakınları affetmeyip davacı iseler, saldıran, kısas olarak
verdiği zarar kadar ceza görmeye hak kazanır.

Savaşta dahi, müslümanlar kendilerine savaş açmamış


olanlara savaş açamazlar. Bundan dolayı, İslam dinine kılıç
dinidir diyenler, derin bir yanılgı ve haksızlık içindedirler.

236
İslam dinine göre, insan dünyada bir imtihan içerisindedir ve
bu imtihanı sürdüğü müddetçe, doğruyu bulması için
kendisinden aklını kullanması suretiyle mevcut imkanlardan
istifade ederek hakikati bulmaya çalışması ve bulduğunda da
kabul ederek, bu hakikatin gösterdiği doğru yolda gitmek
suretiyle gereğini güzel bir şekilde yerine getirmesi onun
görevidir. Bundan dolayı, İslam dininde iman ve iyi amel çok
önemli iki olaydır.Bir insanın aklını kullanabilmesi için,
malının ve çoluk çocuğunun saldırıya uğraması ve saldırıya
uğrayamayacağından emin olması çok önemlidir. İslama
göre, bir kimse müslüman olmuyor diye, inancından dolayı
saldırıya uğrayamaz, inancını değiştirmesi konusunda
zorlanamaz. Müslümanların tam olarak hakim oldukları
coğrafyada, canından, malından emin olarak inancını yaşaya
bilir. Ne zaman ki, yeryüzünde bozgunculuk yapar, saldırıda
bulunursa cezaya müstahak olur. Cezadan önce
yakalanmamış veya yenilmemiş olmasına rağmen ıslâh
olmuşsa veya yakalanmasına rağmen öldürmede ve
yaralamada zarar görenler tarafından af edilmişse, kendisine
hiç ceza uygulanmaz. Kısasın uygulanmasında, haksızlığa
uğrayanın hakkını talep etmesi veya suçlunun ceza görmesi
inancına bağlı değildir. İslam hukukunda bu konuda fark
gözetilmez. Bir kimsenin müslüman olup, olmaması durumu
değiştirmez.

Bu hususla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Allah ve elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde fesad


çıkarmaya çalışanların cezâsı: (ya) öldürülmeleri, ya
asılmaları, ya ellerinin, ayaklarının çapraz kesilmesi veyâ
bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyâda
çekecekleri rezilliktir. Âhirette ise onlara büyük azâb vardır.
5/33

- Ancak sizin onları ele geçirmenizden önce tevbe edenler,


bundan müstesnâdır. Zira biliniz ki Allah, çok bağışlayıcı,
çok merhametlidir. 5/34

237
Görüldüğü gibi, Kur’an’a göre bir insanın ceza görmesi için
bir suç işlemesi ve yakalanmadan önce tevbe etmemiş olması
gerekir.

Allah’a ve peygambere, dolayısıyla Müslümanlara savaş


açanlar konusunda Kur’an’dan mealen:

- Eğer andlaşma yaptıktan sonra andlarını bozarlarsa ve


dininize sataşırlarsa, o küfür önderleriyle hemen savaşın.
Çünkü andları yoktur; böylece (saldırıdan) vazgeçerler. 9/12

- Andlarını bozan, resûlü (Mekke’den) çıkarmağa yeltenen ve


ilk önce kendileri siz(inle savaş)a başlamış olan bir kavimle
savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz?
Eğer gerçekten mümin kişiler iseniz, kendisinden korkmanıza
en lâyık olan Allah’tır. 9/3

Savaş için, ilk saldırının kafirlerden gelmesi gerekir. İlk


saldıranlar kendileri olmasına rağmen barışa yanaşırlarsa,
Allah barış yapmayı emretmektedir. Kur’an’dan mealen:

- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sende ona yanaş ve Allah’a


tevekkül et, çünkü O, işitendir, bilendir. 8/61

Eğer, müslüman olmayanlar, Müslümanların dinine, malına,


canına saldırmaktan vaz geçerlerse, barışa yanaşırlarsa
onlarla barış yapılır.

Bir kısmı da vardır ki, savaş konusunda tarafsız olup, ne


kendi kavimlerine, ne de Müslümanlara saldırmak
istememektedirler. Bu kimselere de müslümanlar savaş
açmazlar. Kur’an’dan mealen:

- Ancak aranızda anlaşma bulunan bir topluma sığınanlar,


yâhut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak
(istemediklerin)den yürekleri sıkılarak size gelenler hâriç.
Allah dileseydi, onları sizin başınıza musallat ederdi, sizinle
savaşırlardı. O halde onlar, sizden uzak durular, sizinle

238
savaşmazlar ve sizinle barış içinde yaşamak isterlerse, Allah
size onlara saldırmak için bir yol vermemiştir. 4/90

- Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi


yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara
adâletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah, adâlet
yapanları sever. 60/8

- Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi


yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden
kimselerle dost olmaktan men eder. Kim onlarla dost olursa
işte zâlimler onlardır. 60/9

İslam dininde eman dileyen müşrik kimselere de, saldırı


olamadığı gibi, kendilerine, güvenlikleri konusunda yardım
edilir. Kur’an’dan mealen:

- Ve eğer ortak koşanlardan biri eman dileyip yanına gelmek


isterse, onu yanına al ki, Allah’ın sözünü işitsin sonra onu
güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Böyle (yap), çünkü
onlar bilmez bir topluluktur. 9/6

Ayrıca saldırıya uğramış olsalar dahi, Allah, Müslümanlara


savaşta aşırı gitmemelerini emretmiştir. Kur’an’dan mealen:

- Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız


yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları
sevmez. 2/190

- Haram ayı, haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır.


Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona
saldırın; Allah’tan korkun, bilin ki Allah muttakilerle
(sakınanlarla) beraberdir. 2/194

İslam dininde savaş ortamında bile barışa teşvik edilir.


Saldırganlara, saldırılarından vaz geçmemeleri çağrısında
bulunulur.

Kur’an’dan mealen:
239
- İnkâr edenlere eğer, (savaştan) vazgeçerlerse, geçmişlerinin
bağışlanacağını ve tekrar başlarlarsa evvelkilerin hükmünün
uygulanacağını söyle. 8/38

Buna rağmen savaşta ısrar ederlerse, müslümanlar da


kendilerine yapılan saldırıları önlemek, inançlarını hür olarak
yaşamak için Allah’ın dinine yapılan tüm saldırıları
engellemeye çaba gösterirler. Bu arada amaçlarından taviz
vermeden, barış yolunu da açık tutarlar.

Kur’an’dan mealen:

- Fitne kalmayınca ve din tamâmen Allah’ın oluncaya kadar


onlarla savaşın! Eğer vaz geçerlerse muhakkak ki Allah
yaptıklarını görmektedir. 8/39

- Eğer dönerlerse, bilin ki Allah sizin sahibinizdir. O, ne


güzel sahip, ne güzel yardımcıdır! 8/40

İslam dininde hiç kimseye haksız yere saldırmak kabul


edilmemiştir. bundan dolayı, Müslüman olmayan bir kimseye
Müslüman olmuyor diye değil savaş açmak, baskı yapmak,
yani zorlamada bulunmak dahi kabul edilemez. Her insan
kendi inancını yaşayabilir, fakat şu da bilinmelidir ki, inanç
yeryüzünde fitne çıkarmakta değildir. Yani bir kimse çıkıp ta
benim inancım insanlara afyon satmaktır veya insanların
mallarını haksız yere almaktır diyerek başkalarına zarar
veremeyeceği gibi, nasıl ki kendisine haksız yere kimse
saldırmıyorsa, o da hiçbir şekilde yer yüzünde haksız bir
zorba olarak saldırıda bulunamaz. Aksi takdirde cezayı hak
eder.

İnanca baskı yapılamayacağı ile ilgili olarak, Kur’an’dan


mealen:

- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli


olmuştur. Kim tâğût’u reddedip, Allah’a inanırsa, muhakkak

240
ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir,
bilendir. 2/256

Bir işte veya bir olayda hareket noktası çok önemlidir. İslam
dininde inançla ilgili olarak, peygambere verilen yetki tebliğ
yani duyurmaktır. Bu konuda peygambere hesap sormak
yetkisi verilmemiştir. İnanç ve farzlarla ilgili amel konusun
da hesap sormak Allah’a aittir.

Kur’an’dan mealen:

- İyi bilin ki Allah’ın cezası çetindir ve Allah bağışlayıcı,


esirgeyicidir. 5/98

- Resûle düşen, sadece duyurmaktır. Allah, neyi gizleyip neyi


açığa vurduğunuzu bilir. 5/99

- Onlara va’dettiklerimizin bir kısmını sana göstersek de, seni


(bundan önce) vefat ettirsek de sana düşen, duyurmaktır.
Hesap görmek de bize düşer. 13/40

Görüldüğü gibi, İslam dininde haksız yere saldırı ve zulüm


yoktur. İnsanlara iyilikleri için tebliğ yapılır, fakat ister kabul
ederler veya etmezler, kabul etmemeleri halinde onlardan
hesap sormak ancak Allah’a aittir.

Bütün bunlara rağmen, bir kimse Müslüman olsun veya


olmasın, başkalarına haksızca saldırıp zulmederse!
Kur’an’dan mealen:

- Kötülüğün cezâsı, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim


affeder, bağışlarsa onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O,
zâlimleri sevmez. 42/40

- Kim zulme uğradıktan sonra kendini savunursa böyle


hareket edenlerin aleyhine bir yol yoktur. 42/41

241
- Ancak şunların aleyhine yol vardır ki, insanlara zulmeder ve
yeryüzünde haksız yere saldırırlar. (İşte bunlar kınanırlar ve)
öylelerine acı bir azab vardır. 42/42

- Fakat kim sabreder, (kendisine yapılan kötülüğü) affederse,


şüphesiz bu, çok önemli işlerden biridir. 42/43

Herhangi bir nefsi katletmemiş veya yer yüzünde fesat


çıkarmamış bir kimseyi katleden kimse, İslam dinine göre
büyük bir suç işlemiş olur. Müslüman olmayan bir kimse bir
müslümanı bu şekilde katledemeyeceği gibi, inanca baskı
yapılmasını dahi kabul etmeyen Allah, hiç bir Müslüman’a,
Müslüman olmayan bir kimseyi haksız yere katletme yetkisi
vermez. Haksız yere saldırı İslâm dinide büyük bir suçtur.
Kur’an’dan mealen:

- Bundan dolayı İsrâil oğullarına şöyle yazdık: Kim, bir nefsi


katletmemiş, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan
bir nefsi katlederse, sanki bütün insanları katletmiş gibidir.
Kim de onu(n hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa, bütün
insanları yaşatmış gibi olur. Andolsun elçilerimiz onlara açık
delillerle geldiler, ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine
yer yüzünde isrâf etmekte (aşırı gitmekte) dirler. 5/23

İslam dininde kısas gereken hallerde, zarar görenler affa


teşvik edilmekle beraber, zarar görenlerin davacı olmaları
halinde kısas uygulanır. Bu husus adaletin gereği olduğu gibi,
ceza görme korkusu da suçtan caydırıcı bir etkendir. Kısas
sistemi cana can, göze göz, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara
karşı yaradır. İslam dinide, devletin hapishaneler kurmak
suretiyle, suç işleyenleri cezalandırması ön görülmemiştir.
Hapishaneler kurmak, hem devlete hem de halka yük getiren
bir sistem olduğu gibi, kısastaki suç, ceza denkliğini ihtiva
etmez. Ayrıca suçların yaygınlaştığı zamanlarda,
hapishanelerde büyük yığılmalar olduğu gibi, disiplinin
sağlanamadığı hallerde hapishane içerisinde çeşitli suçların
işlenmesine neden olmaktadır. Hapishane sistemini
yığılmalar nedeniyle taşıyamayan yöneticiler, zarar
242
görenlerin rızası hilafına, suçluları af edip hapishanelerden
tahliye edebilmektedirler. Bu da intikam duygularının ve
hareketlerinin toplum içerisinde yaygınlaşmasına neden
olmaktadır. Kısas konusunda Kur’an’dan mealen:

- Onda (Tevrat’ta) onlara: cana can, göze göz, buruna burun,


kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas (ödeşme)
yazdık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazgeçer)se o
kendisi için kefâret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle
hükmetmezse, işte zâlimler onlardır. 5/45

Faillerin şahıs olarak kesin belli olduğu münferit olaylarda,


kısasa dahil suç işleyen bizzat verdiği zar kadar ceza görür.
Fakat öyle olaylar vardır ki, bir topluluk tarafından başka bir
topluluğa karşı işlenmiş olabilir. Bu iki topluluk, Mümin iki
toplulukta olabilir. Örneğin, iki Mümin aşiret veya kabile
gibi.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Eğer müminlerden iki grup vuruşurlarsa onların arasını


düzeltin; şâyet biri ötekine (barışa yanaşmayıp) saldırırsa,
Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla
vuruşun. (Allah’ın buyruğuna) dönerse artık adâletle onların
arasını düzeltin ve (her hususta) âdil olun, Allah, adâlet(le
hareket) edenleri sever. 49/9

- Muhakkak müminler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını


düzeltin ve Allah’tan korkun ki size rahmet edilsin. 49/10

Zarar veren topluluk tek bir fert gibi sayılarak, zarar görenler
tarafından veya katl olma olayı olmuşsa katl olunanın
akrabaları tarafından af edilmemişse, kısas uygulanır. Kısas
uygulanırken yine denklik gözetilir.

Kur’an’dan mealen:

243
- Eğer bir ceza ile mukabele edecek olursanız size reva
görülen cezanın misli ile ceza verin. Eğer sabrederseniz bu,
tahammül edenler için daha hayırlıdır. 16/126

Yukarıda meali yazılı âyet her çeşit kısas cezası için genel
hükümdür.

Toplumsal olaylarda, katletme konusunda suçlu toplumun tek


bir şahısmış gibi dikkate alınarak verdiği zarar kadar
cezalandırılması. Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler, katletmede kısas size farz kılındı. Hürre


karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın. Ama
kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman (affedenin örfe
göre) uygun olanı yapma(sı uygun diyeti istemesi, affedilenin
de) güzelce onu ödeme(si) gerekir. Bu, Rabb’iniz tarafından
bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra da saldırıya
kalkarsa artık onun için acı bir azap vardır. 2/178

- Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki


(suç işlemekten) sakınırsınız. 2/179

Görüldüğü gibi, kısasta af etmek teşvik edilmiştir, fakat


garanti edilmeyerek zarar görenin hakkı korunmuş ve suçtan
caydırıcı bir adalet olması sağlanmıştır.

İslam dini barışçı ve affı teşvik eden bir dindir. Hiç kimseye
haksız yere saldırıyı kabul etmez. Ve mümin dahi olsalar
haksızlık edenleri korumaz.

Mümin olmayan bir kimse, bir müddet sonra mümin


olabileceği gibi, kendisi mümin olmasa bile nesiller sonra
dahi onun soyundan gelen kimseler mümin olabilirler.
Mümin olan bir kimsede bir müddet sonra kafir olabilir.
Dünya hayatında insanlar imtihan şartları içerisinde
düşünülür, kendilerine düşünme fırsatı verilir. Mallarına,
canlarına haksız saldırı İslam dininde tasvip edilmediği gibi.
İslam dışı inançlara baskıyı da İslam dini tasvip etmez.

244
KÖLELERİN DURUMU KONUSUNA GELİNCE: İnsanlar
Adem ve Havva’nın çocukları olarak aynı ana babadan
dünyaya gelmelerine rağmen, tarihte çok yaygın olarak bir
birlerini köle yapmışlardır. İnsanların, insanları köle edinme
kaynaklarını başlıca üç şekilde tasnif edebiliriz:

1- Savaş veya baskın neticesinde, yenilen veya ele geçirilen


tarafın köleleştirilmesi.

2- Köle sahiplerinden satın almak yoluyla köle edinilmesi.

3- Köle sahiplerinin, köleleri üretmek suretiyle çoğaltıp, yeni


köleler edinmesi.

Bu suretle bir insan, diğer bir insanı köle edinmekte ve


hürriyetine el koyabilmektedir. Bu durum köle olmuş insan
için çok zor bir olaydır. Köle olmuş insanları, kölelikten
kurtarmanın iki yolu vardır. Bunlardan bir tanesi herkes
hürdür deyip köleliğin reddedilmesi, ikincisi ise kontrollü
şekilde sosyal doku içinde eritmek suretiyle azalta, azalta
mücadele edilmesidir.

Herkes hürdür deyip kölelik ret edildiğinde, köleliğin yaygın


olduğu devirlerde, bir çok sosyal patlamalar meydana
gelecektir. Örneğin: Toplumda hür fakat birçok işsiz, evsiz,
aç insanlar doluşacak, efendileri eliyle azat edilmiş köleler,
efendilerinden intikam alma durumuna gelebilirler. Hatta bir
araya gelip eski efendilerini köle yapmaya kalkışa bilir ve
daha birçok olaylara sebebiyet verebilirler.

Kölelikle sosyal doku içerisinde eritmek suretiyle azalta


azalta mücadele edilmesi durumu ise, toplumu sarsmayan ve
hatta İslam toplumu dışındaki köleci toplumlarla etkili bir
mücadele yöntemidir. Zira Müslümanların, korku duymadan
o toplumlardan köle satın alıp hürriyete kavuşturmalarına
olanak vermektedir.

245
Kölelikle mücadele edilmesiyle ilgili olarak, Kur’an’da bir
dizi tedbirler vardır, bunlardan örnekler verecek olursam:

Kur’an’dan mealen:

- (Savaşta) kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun.


Nihayet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın
(esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye
karşılığı Salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan
intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah
yolunda katledilenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa
çıkarmaz. 47/4

Böylece, savaş esirlerinin köleleştirilmesi, İslam’da


yasaklanmış olmaktadır. Zira savaşın bitiminde esirler ya
karşılıksız yada fidye karşılığı serbest bırakılacaklardır.
Böylece savaş yoluyla köle alınması önlenmiş olmaktadır.

Köle sahibi olan kafirlerin ellerindeki kölelerden satın almak,


kölelerin müslümanların eline geçmesine ve böylece
hürriyete kavuşmaları için kendilerine bir kapı açılmış
olmaktadır. Zira, İslam dininde kölelerin hürriyete
kavuşmaları teşvik edildiği gibi, diyet şartına da bağlanmış,
sadakalardan kendilerine pay verilmesi farz kılınmış, ayrıca
kendilerinden hayır beklenen bir kölelerin mükatebe yapmak
suretiyle hürriyetine kavuşturulması ön görülmüştür.
Cariyelerin zorlanıp zinaya sürüklenmesi yasaklanmış, köle
ve cariyelerden salih olanların evlendirilmesi emredilmiştir.
Böylece bir dizi tedbirlerle, köleliğin ortadan kaldırılması
yolu açılmıştır. Bu hususlarla ilgili olarak örnekler verecek
olursam,

Kur’an’dan mealen:

- (İnsan), hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi


sanıyor? 90/5

246
-(Gösteriş ve övünme için) “Ben birçok mal telef ettim"
diyor. 90/6

- Kimse kendisini görmedi mi sanıyor? 90/7

- Biz ona vermedik mi: İki göz 90/8

- Bir dil, iki dudak? 90/9

- Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) göstermedik mi? 90/10

- Fakat o, sarp yokuşu geçemedi. 90/11

- Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? 90/12

- Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek, 90/13

- Yahut doyurmaktır: açlık gününde, 90/14

- Akraba olan yetimi, 90/15

- Yâhut hiçbir şeyi olmayan yoksulu, 90/16

- Sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet


tavsiye edenlerden olmak. 90/17

Doğru yolda olmanın bir şartı olarak, köle azat etmek


gösterilmiştir. (Ayrıca bak. 2 Bakar 177.)

Kefâret şartı olarak köle azat etmenin farz kılınması.

Kur’an’dan mealen:

- Kadınlarına zıhar edip sonra söylediklerinden dönenler,


karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete
kavuştursunlar. Size öğütlenen (hüküm) budur. Allah
yaptıklarınızı haber almaktadır. 58/3

(Ayrıca bak. 4 Nisa 92; 5 / M3aide 89)

247
Kölelerin, ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kendilerine
sadakadan farz olarak pay verilmesi. Kur’an’dan mealen:

- Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere,


düşkünlere, onlar üzerinde çalışan (sadaka toplayan)
memurlara, kalpleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, kölelik
altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya
mahsustur. Allah bilendir, hikmet sâhibidir. 9/60

Köle ve cariyelerin evlendirilmesi ve mükatebe konusunda


Kur’an’dan mealen:

- İçinizden bekârları ve köle ve câriyelerinizden salih olanları


evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah, lûtiyle onları zengin
eder. Allah geniş (nimet ve lütuf sahibi)dir. (her şeyi)
bilendir. 24/32

- Evlenme (imkânı) bulamayanlar, Allah kendilerini


lûtfundan zengin ed(ip evlenme imkânına kavuştur)uncaya
kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında (köle ve
câriye)lerden, mükâtebe (akdi) yapmak isteyenlerle, eğer
kendilerinde bir iyilik görürseniz mükâtebe yapın. Ve
Allah’ın, size verdiği malından onlara da verin. Dünya
hayatının geçici menfaatini elde etmek için, nâmuslu kalmak
isteyen câriyelerinizi zinaya zorlamayın. Kim onları (zinaya)
zorlarsa, şüphesiz Allah, zorlanmalarından sonra (0 cariyelere
karşı) bağışlayıcı, esirgeyicidir. 24/33

Yukarıdaki ayet meallerinde görüldüğü gibi, İslam dininde


köleliğin sona erdirilmesiyle ilgili çok önemli yaptırımlar
vardır. Bir insanın dünyada en çok isteyeceği şeylerden bir
tanesi, hürriyet ve ev bark sahibi olmasıdır. İslam dininde
bunlarla ilgili sağlam esaslar getirilmiştir, köle ve
cariyelerden salih olanların evlendirilmesi emredilmiştir.
Ayrıca cariyelerin zinaya zorlanması yasaklanmış olup,
zinadan uzak aile kadını olmalarına olanak sağlanmıştır.
Köleliği kesin ortadan kaldıran bir husus olarak, kölelerle
mükatebe akdi yapılması emredilmiştir. Bu mükatebe akdinin
248
tek şartı, hürriyeti verilecek kölenin, kendisinde iyilik
görünen bir kimse olmasıdır. Kölelik altında yaşamış olan ve
kendisinden iyilik görünmeyen bir kimsenin hürriyete
kavuşturulması, İslam toplumuna zararlı olacağından,
köleliğin tasfiyesi olayında bu benimsenmemiştir. Bunun
dışında kişi kendisinden hayır görünen bir kimse ise, hür
olması için mükâtebe akdi yapmak üzere müracaat etmesi
yeterlidir. Kendisiyle yapılan mükâtebe akdi, hürriyete
kavuşma akdidir; bir hürriyet belgesidir. Bu akit hürriyete
kavuşan köleye baş edemeyeceği mali yük getiren bir akitte
değildir, tam tersi, toplumda tutunabilmesi için kendisine
malen yardım edilmesi emredilmiştir. Zira, hiçbir maddi
imkana sahip olmadan hür olması, kendisini köleliği arayacak
hale getirebilir, bu mali yardım yapılmak suretiyle
önlenmiştir. Ayrıca, kölelik müddeti içerisinde, köle sahibi,
kölesine kısas kapsamına giren bir zarar verdiği zaman,
kölenin affetmeyip kısas istemesi halinde, kölesine verdiği
zarar kadar kendisine kısas uygulanır. Ferdi olaylar için, kısas
uygulamasında, Kur’an’da, efendi köle ayırımı
yapılmamıştır.

Kaldığımız yerden rivayetleri incelemeye devam edecek


olursak, şöyle ki:

288- Abbâs İbnu Abdulmuttalib anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ne me’mûne (beyin
zarına ulaşan yara)da, câife (bedenin iç kısmına ulaşan
yara)da, ne de münakkıla (kemiği kırıp yerinden kaydıran
yara)da kısas vardır. (Yani başkasını bu çeşit yaralarla
yaralayan kimseye kısas uygulanmaz, diyet alınır)." (K.S.
6812 C.17 S.330, alıntısı, İbn’i Mace 2637.)

Yukarıda ki rivayette, ağır yaralamaların kısas dışı olduğunu


iddia etmekle, kısasın bu husustaki caydırıcılığını ve adaletli
bir karşılık olma olayını ortadan kaldırmayı amaçlamışlardır.

249
Zarar görenin affetmemesi halinde, kısas yoluyla her çeşit
yaraya karşı, denk bir yara açılması gerektiği Kur’an’da
belirtilmiştir. Yaralarda istisna yapılan rivayetin aslı yoktur.

Kur’an’dan mealen:

- Onda (Tevrat’ta) onlara: cana can, göze göz, buruna burun,


kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas (ödeşme)
yazdık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazgeçer)se o
kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle
hükmetmezse, işte zâlimler onlardır. 5/45

Görüldüğü gibi, yaralarda istisna yapılmamıştır. Ayrıca hiçbir


şahıs istisnası da yapılmamıştır, bundan dolayı, oğula, babası
sebebiyle kısas uygulanmaz diye uydurdukları şu rivayetin de
aslı yoktur:

289- Süreka İbnu Mâlik radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın, oğlu sebebiyle babaya
kısas uyguladığına, fakat oğluna, babası sebebiyle kısas
uygulamadığına şahid oldum." (K.S. 4957 C.14 S.174 Akçağ
1992 alıntısı, Tirmizi, Diyât 9, (1399))

Hem de bu rivayette çok ilginç bir husus vardır. Oğul


babasını dövse, yaralasa, öldürse, oğula hiçbir kısas cezası
verilemeyeceği, fakat aynı şekilde baba çocuğa zarar verirse
babaya kısas uygulaması gerektiğini rivayet etmişlerdir. Hal
bu ki, değil ana, babayı dövmek, yaralamak v.s. Onlara
çocukları, Kur’an’a göre “öf" dahi diyemezler, bu hususta
Kur’an’dan mealen:

- Rabb’in yalnız kendisine tapmanızı ve anaya babaya iyilik


etmenizi emretti. İkisinden birisi, yâhut her ikisi, senin
yanında ihtiyarlık çağına ulaşır (ihtiyarlık zamanında senin
yanında kalırlar)sa sakın onlara “öf" deme, onları azarlama!
Onlara güzel söz söyle. 17/23

250
Ayrıca, İslam’da ki kısas hukukunu ortadan kaldırmak için,
haklı olarak kısas isteyenin, bu isteğinden dolayı suçlu
olacağını iddi ettiler, halbuki haklı olmakla suçlu olmak zıt
şeylerdir. Haklı olan, hakkını istemekten dolayı asla
suçlanamaz.

Bu konuda uydurdukları rivayetlerden örnekler:

290- Resûlullah’a adam öldürmüş birini getirdiler. O da


öldürenin velisine kısas hakkı tanıdı. Bunun üzerine veli onu
alıp gitti. Boynunda tasma vardı; onu çekiyordu. O dönüp
gittikten sonra. Resûlullah:

“Katille maktul cehennemdedir" buyurdular. Derken biri o


adama giderek Resûlullah’ın sözünü söyledi. O da katili
bırakıverdi. (Sahihi Müslim C.8 H.33/322 Sönmez Neşriyat
A.Ş. Ahmed Davudoğlu.)

291- Hz. Büreyde radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam


Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a bir adam getirip:

“Bu adam kardeşimi öldürdü" diye şikayette bulundu.


Resulûllah da:

“Git sen de öldür, tıpkı kardeşini öldürdüğü gibi!"buyurdular.


Adamcağız şikayetçiye:

“Allah’tan kork, beni affet! Çünkü af senin için büyük bir


ücrete sebeptir. Senin için de, kardeşin için de Kıyamet günü
daha hayırlıdır!"dedi. Adam onu salıverdi. Durum Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’a haber verildi. Resûlullah (onu
çağırıp) sordu. Adam (caninin) kendisine söyledikleri haber
verdi.”

(Râvi devamla) der ki: “(Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm):


“Onu azat et! Aslında onu azad etmen, onun için, kıyamet
günü onun sana yapacağından daha hayırlıydı. O gün: “Ey
Rabbim! Diyecek, şuna sor bakalım, beni niye öldürmüştü?"

251
(K.S. 4983 C.14 S.200 Akçağ, alıntısı, Nesâi, Kasâme
6(8,18))

Rivayetin sonunda ki tehdit ifadesine dikkat edildiğinde,


kısas hakkını talep eden, bu isteğinden dolayı suçlu duruma
düşürülmek istenmiştir.

Kısastan vazgeçip affetmek iyi bir şeydir. Fakat kısas hakkını


talep edende hiçbir zaman suçlu duruma düşmez; hiçbir
şekilde suçlanamaz. Zira bu onun hakkı olan bir husustur.
Onların bu rivayeti uydurmaktan kasıtları affı teşvik etmek
değildir. Kısasın uygulanmasını kökten yok etmektir. Çünkü
kısas yok edilip uygulanmasa suç işleme artar, adalet, Kur’an
ölçülerine göre yerine getirilmemiş olur. Suçların
engellenmesinde caydırıcılık yönünden kısas çok etkilidir.
Toplumsal asayişin sağlanmasında kısasın büyük önemi
vardır. Onun için müslümanlar arasında fitnelerin yayılması
için kısası yok etmek bakımından rivayetler uydurmuşlardır.

Kur’an’da kısas konusunda şöyle denmiştir, mealen:

- Ey akıl sâhipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece


korunursunuz. 2/179

Mealini yazdığım 2 Bakara 179 ayetinden durum gayet net


bir şekilde anlaşıla bilir.

292- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Allah’tan başka İlah olmadığına ve benim de Allah’ın


Resûlü bulunduğuma şahadet eden kimsenin kanı, üç hal
dışında helal değildir:

1- Zina yapan dul.

2-Cana can kısas.

3-Dinden çıkıp cemâatten ayrılan.”

252
(K.S. 4931 C.14 S.140 Akçağ, alıntısı, Buhari, Diyât 6;
Müslim, Kasâme 25,(1676); Ebu Dâvûd, Hudûd 1,(4352);
Tirmizi, Diyât 10,(1402); Nesâi, Tahrim 5,(7,90,91), Kasâme
5,(8,131))

Zina yapan dulla, cana can kısas konusuna değindim. Bu


rivayetin üçüncü şıkkında mürteddin öldürüleceğini tahdis
etmişlerdir, halbuki Kur’an’da bazı durumlarda mürtede
tevbe fırsatı verilmiştir. İrtidat eden katledilirse, tevbe etmesi
nasıl mümkün olur. Kaldı ki, inandıktan sonra inkar edip,
inkarlarını arttırdıklarından dolayı tövbeleri kabul
edilmeyenler hakkında dahi Kur’an’da ölüm cezası
öngörülmemiştir. Kur’an’dan mealen:

- İman ettikten, Resûlün hak olduğunu gördükten ve


kendilerine açık deliller geldikten sonra, inkar eden bir
kavme Allah nasıl yol gösterir? Allah, zalim, kavmi doğru
yola iletmez. 3/86

- İşte onların cezası: Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların


laneti onların üzerindedir! 3/87

- O (lanet)in içinde ebedi kalacaklardır. Onlardan azab


hafifletilmeyecek ve onlara asla bakılmayacaktır. 3/88

- Ancak ondan sonra, tevbe edip uslananlar başka. Çünkü


Allah, bağışlayan, merhamet edendir. 3/89

- Onlar ki, inandıktan sonra inkar ettiler, sonra inkarları arttı,


onların tövbeleri kabûl edilmeyecektir ve işte onlar sapıkların
ta kendileridir. 3/90

Dinden çıkıp cemaatten ayrılana ölüm cezası verilmesi


halinde, irtidat edenler inkarlarını gizleyeceklerdir, bu da
münafıkların artmasına sebep olacaktır. Münafıkların artması,
İslam toplumu için iyi bir şey değildir. Kaldı ki, değil
inançtan dolayı öldürmek, İslam da inanca baskı yani ikrah
dahi yoktur. İsteyen inanır, isteyen inanmaz, kullar

253
inanmayandan inanmadığından dolayı hesap soramazlar, bu
konuda hesap sormak Allah’a aittir.

293- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim hayızlının fercine
veya bir kadının dübürüne (arka uzvuna) temas ederse veya
kâhine uğrarsa Muhammed’e indirilenden teberri etmiş yüz
çevirmiş) olur." (K.S. 3823 C.11 S.44 Akçağ, alıntısı Tirmizi,
Tahâret 102, (135); İbnu Mâce, Tahâret 122,(639))

Bir kadının dübürüne temas eden kimse, Lût kavminin sapık


ameline benzer bir amel işlemiş olur, dolayısıyla böyle
kimseler müslüman değillerdir, bu konuya evvelce
değinmiştim. Bir kâhine uğrayan yani fal açtıran kimsede o
kahinin gaybı bildiğini kabul etmiş olmakla, kâhini Allah’a
ortak koşmuş olur, zira gaybı İslam inancına göre ancak
Allah bilir. Hayızlı kadına temasta bulunmak, İslam dininde
günah sayılan bir harekettir, fakat dinden çıkarıcı bir hareket
değildir.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Sana âdet görmeden soruyorlar. Deki: “O eziyettir." Âdet


hâlinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara
yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın emrettiği
yerden onlara varın. Allah tevbe edenleri sever,
temizlenenleri sever. 2/222

Ayrıca, hayızlı kadına temas konusunda ki tekfir iddialarıyla,


tahdis ettikleri şu rivayetler çelişkilidir:

294-. ...... İbn Abbasi (r.a.) demiştir ki:

“(Bir kimse), kanın başlangıcında karısına yaklaşırsa bir


dinar, kanın kesilmesi sırasında (yaklaştığında) cima ederse
yarım dinar sadaka versin." (Ebû Dâvûd C.1 S.472 H.472
H.265 K.Taharet (1), Bâb 105 Şamil 1987.)

254
295- Bir rivayette şöyle denmiştir: “Kişi hanımına kanama
hâlinde temasta bulunmuşsa bir dinar, kanın kesilme hâlinde
temas etmişse yarım dinar tasadduk eder." (K.S. 3834 C.11
S.50 Akçağ, alıntıları. Tirmizi, Tahâret 103, (136,137); Ebu
Dâvud. Tahâret 106,(264, 265,266); Nesâi, Tahâret 182,
(1,153); İbnu Mâce, Tahâret 123,(640))

Görüldüğü gibi rivayetler çelişkilidir, bir taraftan söz konusu


fiili işleyen tekfir edilirken, diğer taraftan ceza olarak bir
veya yarım dinar tasadduk öngörülmüştür. Küfretmenin
karşılığı yarım dinar veya bir dinardır demek açık bir
çelişkidir.

HAYVANLARLA İLGİLİ OLARAK UYDURDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

Bilindiği gibi, dünyada yaşam süren birçok canlı


bulunmaktadır. İslam inancında, İnsanlar ve Cinler dünya
yaşantılarında imtihan geçirmekte olup, amellerine göre
Cennetlik yada Cehennemlik olmaktadırlar. Rivayet
uydurmacıları, insanlara ve cinlere has olan bu imtihan
şeklini insanlar nazarında amacından saptırmak için, bu
imtihanın içeriğinde bulunan iyi ve kötü kavramlarını
hayvanlara da yüklemek suretiyle amacından saptırmaya
çalışmışlardır. Bu amaçlarına ulaşmak için, hayvanların
davranışlarını dini ölçülere göre değerlendirme yoluna
gitmişlerdir, halbuki değil hayvanların davranışlarını dini
ölçülerle değerlendirmek, ne yaptığını bilemeyen akıl özürlü
insanların davranışları bile, İslam dinine göre dini ölçülerle
değerlendirilemez. Bu hususlarda uydurmuş oldukları
rivayetlerden örnekler verecek olursam, şöyle ki:

296- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: “Yılan fasık tır, akrep
fasık tır, karga fasık tır.”

255
Kâsım İbnu Muhammed İbni Ebi Bekr radıyallahu anh’a:
“Karga yenilir mi?"diye sorulmuş. Şu cevabı verdi:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın ona “fasık"
demesinden sonra onu kim yer?" (K.S. 6954 C.17 S.408
Akçağ, alıntısı. İbni Mace 3942)

297- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Hayvanlardan beş tanesi vardır ki bunların her biri fâsık tır.


Harem bölgesinde olsun, Hill (denen Harem dışı) bölgesinde
olsun bunlar öldürülür: Karga, çaylak, Akrep, sıçan, kelb-i
akûr. (K.S. 4938 C.14 S.149 Akçağ, alıntısı Müslim, Hacc
66-67, (1198); Tirmizi, Hacc 21,(837); Nesâi, Hacc 113,
(5,208))

Müslim’in bir rivayetinde Hz. Aişe şöyle demiştir:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm beş fâsığın Hill’de ve
Haremde öldürülmesini emretti........ (K.S. 4938 notu.)

Görüldüğü gibi fasıklık günahını bazı hayvanlara


yüklemişlerdir. Kur’an’da ise fasıklar hakkında şöyle
denmiştir:

- Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik. Onları fasıklardan


başkası inkar etmez. 2/99

Böylece, dediklerine göre çaylak, Akrep, sıçan v.s. Fasık


olmakla ayetleri inkar edenlerden olmuş oluyorlar. Fasıkların
ahirette erişecekleri netice ise Kur’an’da helak olarak
belirtilmiştir.

Kur’an’dan mealen:

- O halde peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği


gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar
va’dedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada gündüzün
sadece bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir.
Fasık topluluktan başkası helak edilir mi hiç? 46/35
256
Bu duruma göre, hayvanlara fasıklık iddia etmeleri, Kur’an’a
uymamaktadır.

298- Fâkih İbn’i-Muğire’nin azadlı cariyesi Saibe radıyallahu


anhâ anlatıyor: “Hz. Aişe radıyallahu anhâ’nın yanına
girmiştim. Odasında, yere konulmuş bir mızrak gördüm. “Ey
müminlerin annesi! Bununla ne yapıyorsun?"diye sordum. Şu
cevabı verdi:

“Biz bununla şu kelerleri öldürüyoruz. Çünkü Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm bize bildirdi ki, Hz. İbrahim
aleyhisselâm ateşe atıldığı zaman yerdeki bütün hayvanlar
ateşin sönmesine katıldı, sadece keler katılmadı. Dahası o,
ateşi (yanması için) üflüyordu. Bu sebeple Aleyhissalâtu
vesselâm bunun öldürülmesini emir buyurdu. (K.S. 6949
C.17 S. 405 Akçağ alıntısı, İbn-i Mace 3231)

Bu rivayette belirttiklerine göre keler (kertenkele) büyük bir


İslam düşmanı olmuş oluyor. Bunlar öylesine iddialardır ki,
Kur’an’ın evrensel mesâjını, keler şöyledir yok kertenkele
şöyledir diyerek, akılları sıra çoluk çocuk oyununa
döndürmeye çalışmaktadırlar. Müslim’in kertenkele hakkında
uydurmuş olduğu rivayetler, bu konuda ki amaçlarını açıkça
ortaya koymaktadır. Örneğin:

299- Resûlullah’a atfen: “Her kim kertenkeleyi ilk vuruşta


öldürürse ona şu ve şu kadar sevaba vardır, ve her kim onu
ikinci vuruşta öldürürse, birinciden aşağı olmamak üzere ona
şu kadar sevap vardır. Ve her kim onu üçüncü vuruşta
öldürürse ona da ikincisinden aşağı olmamak üzere şu ve şu
kadar sevaba vardır."buyurdular. (Müslim 146/695 C.9
Sönmez Neşriyat A.Ş.)

Sanki bahsettikleri kertenkele değil de, Müslümanlara


saldıran yedi başlı ejderha, öyle ki, Müslim’in 147.
Rivayetinde (Cilt 9) belirttiğine göre, birinci vuruşta
kertenkeleyi öldürene yüz sevap verilecekmiş. Hal bu ki,
İbrahim peygamberin atılmış olduğu ateş hiçbir yaratığı
257
müdahalesi olmadan. Yalnız, Allah’ın ateşe emretmesiyle,
ateş serin ve selametli bir hal almıştır, yani kertenkele
haricindeki diğer yer yaratıklarının ateşi söndürmeye
çalıştığını iddia etmeleri de, Kur’an’a uymayan bir iddiadır.

Kur’an’dan mealen:

- Dediler: “Onu yakın, ilahlarınıza yardım edin, eğer bir iş


yapacaksanız." 21/68

- Biz de “Ey ateş, İbrahim’e serin ve esenlik ol!" dedik. 21/69

Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

300- İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm av veya koyun veya çoban köpeği
hariç diğer bütün köpeklerin öldürülmesini emretti.”

İbnu Ömer radıyallahu anh’a: “Ebu Hüreyre, “veya ekin


köpeğini de diyor!" denilmişti, bunun üzerine: “Onun ekini
var da ondan!"cevabını verdi ve ilave etti:

“Biz Medine ve civarına gider, tek köpek bırakmaz hepsini


öldürdük. Hatta biz, çölden gelmiş kadına refakat eden
arkadaş köpeği bile öldürdük." (K.S. 4949 C.14 S.159 Akçağ,
alıntıları. Buhari, Bed’ül-Halk 14; Müslim, Musâkât 45,
(1570); Muvatta, İstizân 14,(2,969) Tirmizi,Sayd 4,(1488);
Nesai,Sayd 9,(7,184))

301- Resûlullah’a atfen: Resûlullah köpeklerin öldürülmesini


emir buyurdu ve köpekler öldürülsün diye Medine’nin
nahiyelerine haber gönderdi. (Sahihi Müslim 44/24 C.8
Sönmez Neşriyat A.Ş.)

302- Resûlullah’a atfen: Resûlullah bize köpekleri öldürmeyi,


emir buyurdu. Hatta kadın köpeği ile çölden gelirdi de biz o
köpeği bile bile öldürdük. Sonra peygamber köpekleri
öldürmeyi yasak etti ve:

258
- Halis siyahını, iki noktalısını öldürmeye bakın, çünkü o
şeytandır; buyurdu. (Müslim 47/25 C.8 Sönmez Neşriyat
A.Ş.)

303- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Kişi, önüne semer kaşı kadar bir şey bırakmadan namaz


kılarsa; (önünden geçtiği takdirde) siyah köpek, kadın, eşek,
namazını bozar...”

Ebu Zerr’e dendi ki:

“Siyahın kırmızıdan, beyazdan farkı nedir?" Şu cevabı verdi:

“Ey kardeşimin oğlu! Sen bana, benim Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)a sorduğum şeyi sordun. Efendimiz:

“Siyah köpek şeytandır" buyurmuştu." (K.S. 2743 C.9 S.39


Akçağ, alıntıları. Müslim, Salât 265, (510); Ebû Dâvûd, Salât
110,(702), Tirmizi Salât 253,(338); Nesâi Kıble 7,(2,63); İbni
Mâce, İkâmetu’s-Salât 38,(952))

Bu rivayetleriyle, tüm siyah köpekleri şeytan saydıkları,


dolayısıyla eşeklerle, kadınları da özdeşleştirerek şeytan
saymışlardır, bu husus özellikle kadınlara büyük bir
hakarettir ve İslam’da yeri yoktur.

Bizimle beraber dünyada yaşayan tüm hayvanlar, Allah’ın


gerekli görüp yarattığı ve çeşitli işlevleri olan yaratıklardırlar.
Bu canlılar, dinsel tebliğ dışında olmakla, onların şeytanlıkla
veya vahyi reddetmeyle ilgileri yoktur. Allah tarafından
kendilerine yükletilen işlevleri yerine getirirler, örneğin,
arının bal yapması gibi. Ayrıca bizim tam olarak
bilmediğimiz veya bilemeyeceğimiz görevleri de olabilir. Şu
kesindir ki, Allah hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmaz. Ve
yaratmış olduğu hiçbir canlı türünü gereksiz yere yok
etmemizi bize emretmez. Tüm canlılar bizim gibi birer
ümmet olup, kendilerine has yaşamlarını sürdürürler.
259
Kur’an’dan mealen:

- Yeryüzün de yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan


hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet
olmasınlar. Biz kitap da hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra
(onlar), Rab’leri(nin huzûru)na toplanacaklardır. 6/38

Hal böyle olunca, peygamberin hiçbir gerekçe göstermeden


köpeklerin öldürülmesini emrettiği yolunda ki rivayetlerin
aslı yoktur. Ayrıca, siyah köpeklerin şeytan olduklarını
rivayet etmelerinin İslami hiçbir yönü yoktur. Daha başka
rivayetlerinde de, zaman, zaman bazı hayvanların şeytan
olduğunu rivayet etmişlerdir. Böyle yapmalarının nedeni,
dikkatleri şeytandan ve şeytanın verdiği zararlardan başka
yöne

çevirmek, insanların şeytan tehlikesini hatife almalarını


sağlamak ve böylece şeytanın onları aldatmasını
kolaylaştırmak içindir. Özellikle de köpeklerin ve develerin
şeytan olduklarını rivayet etmişlerdir, zira, köpek Ashabı
Kehf’e bekçilik etmişti, Devede bir kavme, Allah tarafından
imtihan vasıtası yapılmıştı. Onun içindir ki bu iki hayvana
kin duymuşlardır.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- (Ashabı Kehf) Uykuda oldukları halde sen onları uyanıklar


sanırsın. (Uyudukları yerde) onları sağa sola çeviririz.
Köpekleri de girişte iki kolunu (ön ayaklarını) uzatmıştır.
Çıkıp da onlara baksaydın, mutlaka onlardan dönüp kaçardın.
Ve onlardan için korku dolardı. 18/18

- Semûd (kavmin)e de kardeşleri Sâlih’i (gönderdik): “Ey


kavmim dedi, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka
ilahınız yoktur. Size Rabb’inizden açık bir delil geldi. İşte şu,
Allah’ın dişi devesi, size mûcizedir, bırakın onu Allah’ın
arzında yesin (içsin) sakın ona kötülük etmeyin, yoksa sizi
acı bir azab yakalar." 7/73

260
Halbuki onlar deve için şöyle dediler.

304- Resûlullah’a atfen: “Koyun ağıllarında namaz kılın, zira


koyunlar mübarek (hayvanlar)dır. Deve damlarında namaz
kılmayın. Zira onlar şeytanlardır." (K.S. 2696 C.8 S.536
Akçağ, alıntısı. Ebu Dâvud, Salât 25,(493))

305- Berâ (radıyallahu anh)’nın rivayetlerine göre Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demiştir:

“Deve ağıllarında namaz kılmayın, çünkü onlar


şeytandandır.”

Koyun ağıllarından soruldu:

“Oralarda kılın, çünkü onlar berekettir" buyurdular." (K.S.


3689 C.10 S.478 Akçağ, alıntıları. Ebu Dâvud, Tahâret 72,
(184); Tirmizi, Tahâret 60,(81))

Köpeklerle, develerin şeytan olduğu yolundaki rivayetlerinin


aslı yoktur.

306- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Melekler, içinde köpek ve çan bulunan kâfileye arkadaşlık
etmezler." (Müslim, Libâs 103,(2113,2114); Ebû Dâvûd,
Cihâd (2555,2556); Tirmizi, Cihâd 25,(1703). K.S. 2196 C.8
S.33 Akçağ.)

307-.......... Bize Sufyân ibn Uyeyne tahdis edip: Ben bunu


senin şurada bulunduğun gibi ez-Zuhri’den ezberledim, o
şöyle dedi: Bana Ubeydullah ibn Abdillah, İbnu Abbâs’tan; o
da Ebû Talha Zeyd ibn Sehl’den (Allah onlardan râzı olsun)
haber verdi ki, Peygamber (S): “Melekler, içinde köpek ve
sûret bulunan bir eve girmezler" buyurmuştur. (Buhari,
Kitâbu Bed’i’l-Halk H.126 C.7 S.3099 Ötüken 1987)

İddia ettiler ki, Melekler içinde, çan, köpek ve sûret (resim,


heykel) bulunan yere gitmeyip ordan uzak dururlarmış. Bu
261
devirde insanların tamamına yakını, resimli kimlik kartlarını
üzerlerinde taşımaktadırlar, kullandıkları çoğu paraların
üzerinde resimler vardır ve denebilir ki, dünyada içinde insan
veya hayvan resmi olmayan hemen hemen hiçbir ev yoktur.
Hal böyle olunca, ölüm melekleri resimlere rağmen
insanların canlarını nasıl almaktadırlar. Eğer iddiaları doğru
olmuş olsaydı, üzerinde resim bulunan insandan uzak durmak
suretiyle veya içinde resim olan eve ölüm melekleri
girmeyeceklerinden insanların ölmemeleri gerekirdi ve bunun
gibi başka misaller verilebilir. Gerçekler onların iddiaları
hilafınadır.

Canları meleklerin aldığına dair Kur’an’dan mealen:

- Nefislerine zulmeden kimselere, canlarını alırken melekler:


“Ne işte idiniz?" dediler. (Bunlar): “Biz yer yüzünde âciz
düşürülmüştük."diye cevap verdiler. Melekler dediler ki:
“Peki, Allah’ın yeri geniş değilmiydi ki onda göç ed(ip
gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gid)eydiniz?" İşte
onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş yeridir orası!
4/97

Bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

308- Selman radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’a çekirgeler sorulmuştu:

“Onlar, Allah’ın en kalabalık ordularıdır. Onu ne yerim ne de


haram kılarım" buyurdular." (K.S. 3913 C.11 S.154 Akçağ,
alıntıları. Ebu Dâvud, Et’ime 35,(3813); İbnu Mace, Sayd 9,
(3219))

309- Rezin rahimehullah Hz. Câbir radıyallahu anh’tan


naklediyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çekirgelere
beddua etti ve dedi ki:

262
“Allah’ım! Çekirgeleri helâk et, büyüklerini öldür,
küçüklerini helâk et, nesillerini kes ağızlarını geçimimiz ve
rızkımızdan (uzak) tut. Sen duaları işitensin.”

(Orada bulunan) bir adam:

“Ey Allah’ın Resûlü! Çekirgelere nasıl böyle beddua


ediyorsunuz, onlar ki Allah’ın ordularından bir ordudur"
dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da cevaben:

“Çekirge, denizdeki bir balığın hapşırığıdır" buyurdular."


(K.S. 3914 C.11 S.154 Akçağ, alıntıları. Tirmizi, Et’ime 23,
(1824); İbnu Mâce, Sayd 9,(3221))

Çekirgelerin, Allah’ın en kalabalık orduları olduğunu rivayet


etmişlerdir. Buna rağmen, peygamberin, çekirgelerin
mahvolmaları için dua ettiğini rivayet etmeleri bir çelişkidir.
Peygamberin, Allah’ın en kalabalık ordusunun mahvolması
için dua etmesi mümkün değildir.

Ancak çekirgelerin zararından korunma yününde dua eder.


Güya kendisine bir şahıs, Allah’ın ordularından bir ordu olan
çekirgelere niçin beddua ediyorsunuz demişte, peygamber,
cevap olarak, onlar denizde ki bir balığın hapşırığıdır
cevabını vermiş. Sorulan soruya verilen cevap uygun
olmadığı gibi, çekirgelerin balık hapşırığı olmadığı bilinen
bir gerçektir, öyle bir iddia gerçeklere uymaz. Diğer bir
hususta çekirgelerin, Allah’ın en kalabalık ordusu olduğu
iddiası, bu iddia da Kur’an’a uymayan bir iddiadır. Zira
Allah’ın ordularını, Allah’tan başka kimse bilmez. hal böyle
olunca, peygamber bilmediği orduların en kalabalık olanının
hangisi olduğunu bilemez. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Biz cehennemin bekçilerini hep melekler yaptık. Onların


sayısını da inkar edenler için bir imtihan kıldık ki kendilerine
Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, inanananların imanını
arttırsın. Kitap verilmiş olanlar ve inananlar şüpheye
düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kafirler de:

263
“Allah bu misalle ne demek istedi?" desinler. Böylece Allah,
dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola iletir.
Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu,
insanlara bir tebliğdir. 74/31

Görüldüğü gibi, Allah’ın ordularını, Allah’tan başkası


bilmez. Bu itibarla, bu hususta uydurdukları rivayetlerin aslı
yoktur.

310- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’a bir katır hediye edilmişti, ona
bindi. Ben kendisine:

“Eşekleri atlara aşırtırsak da bunun gibi katırlar elde etsek


olmaz mı?" dedim. Şöyle cevap verdi:

“Bunu bilmeyenler yapar." buyurdu. (K.S. 2230 C.8 S.75


Akçağ, alıntıları. Ebû Dâvûd, Cihâd 59,(2565); Nesâi, Hayl
10,(6,224))

Bu rivayette, katır üretmenin iyi bir şey olmadığını tahdis


etmişlerdir. Hal bu ki, Kur’an’da Allah, katırları süs olarak
yarattığını bildirmiştir. Bundan dolayı iddiaları Kur’an’a
uymamaktadır, zira iyi olmayan bir şey süs olarak
tanımlanamaz. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- (Allah), Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri


(yarattı) ve sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır. 16/8

Bu itibarla uydurdukları rivayetin aslı yoktur.

311- Ümmü seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm fareye fuveysika der ve şunu ilave
ederdi:

“Ben bunu meshe uğramışlardan biliyorum. Çünkü o,


kendisine (içmesi için) deve sütü konulsa onu içmez. Ama
koyun sütü verilirse onu içer." (K.S. 5965 C.16 S.442 Akçağ

264
1993, alıntısı. Rezin tahriç etmiştir. Buhari’de kaydedilmiştir,
Bed’ül-Halk 15; Müslim, Zühd 62, (2997))

312- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Ey Allah’ın


resulü! Maymun ve domuzlar, Allah Teâla’nın mesh ettiği
insanlardan mı?" diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “Allah
Teâla hazretleri bir kavmi helak etti mi ona nesil (devam)
vermez. Maymun ve domuzlar daha önce de vardı." (K.S.
5966 C.16 S.444 Akçağ, alıntısı, Müslim, Kader 33,(2663))

Bu iki hadis çelişkilidir. Madem ki meshe uğrayanların nesli


devam etmiyorsa. Meshe uğrayan farelerin nesli nasıl devam
etmiştir. Zira farelerin deve sütü içmemeleri mesh edilmiş
olmalarına delil olarak gösterilmiş, bu olay farelerin tümüne
mal edilmekle, meshe uğrayan farelerin soyu devam ediyor
demektir. Buda iki rivayetin çelişkili olduğunu açıkça belirtir.

313- Ebu’l-Müseyyeb anlatıyor: “(Bir gün) Ebu Said


radıyallahu anh’ın yanına girmiştim, namaz kılıyor buldum.
Onu beklemek üzere oturdum. Derken evin bir köşesinde
tavanı örten hurma dalları arasında bir kıpırtı gördüm. Oraya
bakınca bir yılan olduğunu gördüm. Öldürmek üzere atıldım.
Ebu Said oturmam için işaret etti. Tekrar yerime oturdum.
Namazdan çıkınca bana evde bir oda gösterdi ve: “Bu odayı
görüyor musun? diye sordu. Ben: “Evet!" deyince devam etti:

“Onda bizden evlenmesi yakın bir genç vardı. Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm ile birlikte Hendek (harbi)e gittik.
Genç, o gün ortasında ehline uğramak için Aleyhissalâtu
vesselâmdan izin istiyordu. Bir gün ondan yine izin istedi.
Aleyhissalâtu vesselâm ona:

“Silahını beraberine al, ben Kureyza’dan sana bir zarar gelir


diye korkuyorum!" buyurdular. Adam silahını aldı. Ailesine
geldi. Hanımı iki kapı arasında ayakta duruyordu. Elindeki
mızrağı ile, dürtmek üzere kadına eğildi. Adama kıskançlık
gelmişti. Kadın onu: “Mızrağını geri çek! Hele eve gir, beni
dışarı çıkaran şeyi bir gör!" dedi. Adam içeri daldı. Bir de ne
265
görsün: Yatağın üzerine çöreklenmiş iri bir yılan! Mızrağıyla
ona yöneldi ve yılana sapladı. Sonra çıkıp, süngüyü avluya
dikti. Derken yılan üzerine atıldı. Bilemiyoruz hangisi evvel
öldü; yılan mı, genç mi? Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a
gelip, bu durumu anlattık ve: “Dua edin, Allah ona tekrar
hayat versin!" dedik. Aleyhissalâtu vesselâm:

“Arkadaşınız için istiğfar ediverin! Buyurdular. Sonra şu


açıklamada bulundular:

“Medine’de Müslüman olan cinler var. Onlardan birini


görürseniz, kendisine üç gün ihtarda bulunun. Eğer bundan
sonra yine de görünürse onu öldürün. Çünkü o bir şeytandır."
(K.S. 4942 C.14 S.14 S.154 Akçağ, alıntısı. Müslim, Selam
139,(2236); Ebu Dâvud, Edeb 174,(5256, 5257); Tirmizi,
Ahkâm 2,1484); (Bazı Tirmizi nüshalarında Sayd bölümünde
(17.bab’ta) gelmiştir.)

İslam dininde cinler yılan olarak tanımlanamayacağı gibi. Bu


rivayette belirttiklerine göre, bir yılan gördüğümüzde, gitmesi
için ona üç gün ihtarda bulunacakmışız, gitmediği takdirde
de, şeytan olduğuna karar verip onu öldürecekmişiz. Bu o
kadar ciddiyetten uzak bir rivayettir ki, aklı başında olan hiç
kimse bunun pratiğini yapmaya kalkışmaz, zira aklı başında
bir kimse kim se üç gün süreyle benden uzak dur diye bir
yılana hitap etmez. Böyle bir şeye kalkıştığı takdirde
deliliğine karar verilir. Diğer bir hususta, yılanın bir evde
bulunduğunu ve evden ayrılmadığını farz edersek, üç gün
dolmadan o yılanın ev sahiplerinden herhangi birine zarar
vermeyeceğinin güvencesi nedir?

Gerçeklerle bağdaşmayan bu rivayetin aslı yoktur.

314- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Kim, yılanı (intikam) arar diye (öldürmez) bırakırsa bizden


değildir. Biz onlarla harb ettiğimiz günden beri onlarla sulh

266
yapmadık." (K.S. 4944 C.14 S.14 S.156 Akçağ, alıntısı. Ebu
Dâvud, Edeb 174, (5250))

315- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Yılanların hepsini öldürün. Kim yılan(ın intikam


alacağın)dan korkarsa, benden değildir."

Bir rivayette şöyle burulmuştur: “Gümüş çubuk gibi olan


uzun yılan hâriç bütün yılanları öldürün." (K.S. 4943 C.14
S.156 Akçağ, alıntıları. Ebû Dâvûd, Edeb 174, (5249,5261);
Nesâi, Cihad 48, (6,51))

Bu iki rivayetle, bir evvelki rivayet çelişkilidir. Evvelki


rivayette yılana üç gün ihtar edilmesi gerektiği belirtilmişken,
son iki rivayette ihtarsız öldürülmeleri gerektiği ve onlarla
barış yapılamayacağı belirtilmiştir.

316- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm bir güvercinin peşine düşüp onunla
eğlenen bir adam görmüştü: “Bir şeytan bir şeytaneyi takip
ediyor!"buyurdular."(K.S. 5331 C.15 S.135 Akçağ, alıntıları.
Ebû Dâvûd, Edeb 65, (4940); İbnu Mâce, Edeb 44,(3765))

(Not: Tahdis etmiş oldukları birçok rivayette, Ebû Hûreyre


gibi uydurmuş oldukları birçok hayali raviye Hz. Ve
Radıyallahu anh ifadelerini kullanmışlardır, iktibas gereği bu
ifadeleri yazmak zorunda kaldığımı ve uydurmuş oldukları
hayali şahıslara bu tür ifadeleri kullanmalarını tasvip
etmediğimi belirtmek isterim.)

Güvercin, hayvanların en güzellerindendir. Bir insan onu


sevebilir, yakalamak isteye bilir, hiç bir zaman bir güvercini
yakalamak istiyor diye, bir kimseye bu yaptığından dolayı
şeytan denemez. Hele güvercin gibi zararsız bir hayvana
şeytan demeleri de, ciddiyetten ne kadar uzak olduklarını

267
göstermeye kafidir. Asıl amaçları ise, daha öncede belirttiğim
gibi şeytan kavramını belirsiz hale getirmek istemeleridir.

317- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Horozun öttüğünü
işittiğiniz vakit Allah’tan lütuf ve ikramını talep edin. Zira
onlar bir melek görmüştür. Merkebin anırmasını işittiğiniz
zaman şeytandan Allah’a sığının. Çünkü o bir şeytan
görmüştür."(K.S. 5950 C.16 S.421 Akçağ 1993, alıntıları.
Buhari, Bed’ü’l_halk 15; Müslim, Zikr 82,(2729); Ebû
Dâvûd Edeb 115,(5102); Tirmizi, Da’avat 58,(3455))

Horozların canları çektikçe sık sık ötmeleri bir tarafa.


Eşeklerin, dişi eşek görünce anırmalarına ne demeli, o zaman
bütün dişi eşekler şeytan olmuş olur ki, bu da boş bir
iddiadan başka bir şey değildir.

318- ......... Ben Ebû Hureyre (R)’den işittim, şöyle diyordu:


Peygamber (S): “Sizden birinizin içeceği içine sinek düştüğü
zamân, o kişi sineğin her tarafını batırsın, sonra onu çıkarsın
(atsın). Çünkü sineğin iki kanadının birisinde hastalık,
diğerinde şifâ vardır" buyurdu. (Buhari, Kitâbu Bed’i’l-Halk
Bab 17 H.124 S.3098 C.7 Ötüken.)

Rivayet müdafaacıları, sineğin bir kanadında hastalık ve bir


kanadında ilaç olduğunu uzun uzadıya savunarak, bunun
bilinmesinin bir peygamberlik mucizesi olduğunu iddia
etmişlerdir. Sineğin herhangi bir kanadında eğer ki ilaç
özelliği taşıyan bir madde olsaydı, bu çağda tespit edilerek
ondan sentetik ilaç üretme yoluna gidilirdi. Fakat böyle bir
şey bilinmemektedir. Esasında bu rivayeti uydurmaktan
amaçları sineğin kanadında ilaç olup olmadığı olayı değildir.
Amaçları müslümanların yemek içmek zevkleri konusunda
insanları tiksindirmektir. İçtiğim bir kahveye sinek
düştüğünde o sineği kahveye batırıp, o kahveden içmeyi
düşünmek bile midemi bulandırmaya yetiyor. Bu durum
karşısında sineğin değil bir kanadında iki kanadında ilaç olsa
ne olur. Kaldı ki, dünyada bir içeceğe tek kanadı üzerine
268
düşüp te öylece kalan sineği kim görmüş, zaten hayvan sıvıya
düşer düşmez, kurtulmak için çırpınacak ve kendiliğinden her
iki kanadını batıracaktır. Bu itibarla, gerçeklerle
bağdaşmayan bu rivayetin aslı yoktur.

319- .... Câbir b. Abdillah’tan demiştir ki:

Hz. Peygamber (s.a.) kurban bayramı günü hayaları buruk,


alacalı (ve) boynuzlu iki koç kesti... (Ebû Dâvûd, K.ed-
Dahâyâ (16), Bâb 3-4 H.2795 C.10 S.472 Şamil 1990,diğer
rivayet eden, İbn Mâce, edahi 1.)

320- ........... Enes ibn Mâlik (R) şöyle demiştir: peygamber


(S) deve ahırında zekât develeriyle meşgûl bulunduğu bir
sırada yeni doğan kardeşim Abdullah’ı teberrük en hurma
çiğnemeye damağını oğalaması için yanına getirdim. Bu
sırada Peygamber’i zekât koyunlarına -öyle sanırım ki-
kulaklarına- damga vururken gördüm. (Buhâri, Kitâbu’z-
Zebâıh ve’s-Sayd Bab 35 H.67 C.12 S.5607 Ötüken 1988.)

Bu hadis uydurmasının yorumunda şöyle demektedirler: “Bu


hadis alametin yüzden başka yere, bilhassa koyunlarda
kulağa damga vurulması hususunda nâstır. Bu sebeple
memleketimizde ve bütün İslam Âlemi’nde sürü sahipleri
koyunlarını kulaklarından alâmetler. Bu, Peygamberin fiiline
uygundur." Kur’an’da ise bu gibi hususlarla ilgili olarak
özellikle hayvanların kulaklarını yaranların tenkit edilmesi
gerçekten ibret vericidir.

Daha öncede belirttiğim gibi, gerek tedavi etmede, gerekse


Allah’ın meşru kıldığı şekilde, kesilmesi helal olan
hayvanların, yenmek üzere kesilmesi helaldir. Hatalık
durumunda tedavi amaçlı olmak üzere, insanlar gerekli
ameliyatları yapabilirler. Bu gibi hususların ötesinde, gerek
insanları gerek hayvanları burmak, vücutlarına döğme
yapmak, dağlamak, kulaklarını kesmek, sünnet etmek gibi
hususlarla. Bu çağda bazılarının çaba gösterdiği gibi genler
üzerinde oynamak suretiyle yaratılışı değiştirme olayları.
269
Onların yaratıldıkları şekli değiştirmek demektir ve bu gibi
hususlar Kur’an’da şiddetle yasaklanmıştır. Ayrıca herhangi
bir insanın veya hayvanın burulması; hadım edilmesi sadizmi
simgeleyen vahşetin ta kendisidir. Kur’an’dan mealen:

- Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan


başka her şeyi dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da
uzak bir sapıklığa düşmüştür. 4/116

- O (Allah’a ortak koşa)nlar, O’nu bırakıp birtakım dişilerden


başkasına çağırmıyorlar ve onlar, inatçı şeytandan başkasına
yalvarmıyorlar. 4/117

- (O şeytan)ki Allah ona lânet etti ve o da, “Elbette senin


kullarından belirli bir pay alacağım."dedi." 4/118

- Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara


sokacağım ve onlara emredeceğim: hayvanların kulaklarını
yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah’ın yaratışını
değiştirecekler!"Kim Allah’ın yerine şeytanı dost tutarsa,
muhakkak ki açık bir ziyâna uğramıştır. 4/119

- (Şeytan) onlara söz verir, ümit verir, fakat şeytanın onlara


va’di, aldatmadan başka bir şey değildir.4/120

- İşte onların varacağı yer cehennemdir. Aslâ cehennemden


kaçmak (imkânı) bulamazlar. 4/121

Görüldüğü gibi, bu husustaki rivayetleri, Kur’an’la


uyuşmamaktadır.

321- ......... Ümmû Kürs’el-Ka’biyye demiştir ki:

“Resûlullah (s.a)’i, (Akika kurbanı olarak) erkek çocuğu için


yaşça birbirine denk olan iki koyun, kız çocuğu için de bir
koyun (kesilir) derken işittim."(Ebû Dâvûd, K.ed-Dahâyâ
(16), Bâb 20-21 H.2834 C.10 S.539 Şamil 1990, ayrıca
Nesai, akika 1,3,4.)

270
322- ... Selmân b. Amr’ed-Dabbiyyi’den demiştir ki:

Resûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu:

“(Yeni doğan her) bebekle beraber bir akika bulunur. Öyleyse


her doğan çocuk için bir akika kurbanı kanı akıtınız ve
kendisinden ezâyı kaldırın." (Ebû Dâvûd, K.ed-Dahâyâ (16),
Bâb 20-21 H.2839 C.10 S.549 Şamil 1990, ayrıca. Buhâri,
akika 2; Tirmizi, Edâhi 16; Nesâi, Akika 2; İbn Mâca, Zebâih
1.)

Birinci rivayette erkek çocuk için iki akika kurbanı kesilir


denmişken, ikinci rivayette bir akika kurbanı kesilir denmesi
bir çelişkidir.

323- ... Ebû Hüreyre’den rivâyet olunduğuna göre;


Peygamber (s.a.v.)

“-Fera’ ve atire yoktur." buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, K.ed-


Dahâyâ (16), Bâb 19-20 C.10 S.536 Şamil, ayrıca. Buhari,
akika 3,4; Müslim, edâhi 38; Tirmizi, edahi 15; Nesâi, Fera’l;
İbn Mâce, Zebâih 2.)

324- ........ (Amr b. Şuayb b. Muhammed b. Abdullah b. Amr


b. As’ın) dedesinden demiştir ki: .................

“-Fera’ haktır,”............ (Ebû Dâvûd, K.ed_Dahâyâ (16), Bâb


20-21 H.2842 C.10 S.553 Şamil. Ayrıca, Nesai, akika 1)

325- ... Said (b. El-Müseyyeb)’den demiştir ki:

“Fera’ ilk yavrudur, (Araplar) hayvanların doğurduğu ilk


yavruyu keserlerdi. (Ebû Dâvûd, K.ed-Dahâyâ (16), Bâb 19-
20 H2832 C.10 S.537 Şamil.)

Birinci rivayette, Fera’ olmadığı belirtilmişken, ikinci


rivayette şart koşulması bir çelişkidir.

326- ..... Adiyy b. Hatim’den demiştir ki:

271
Peygamber (s.a.)’e biz köpeklerle avcılık yapıyoruz. (bu
hususta ne buyurursunuz?), diye sordum. Bana:

“-Eğer (avın üzerine) eğitilmiş köpeklerini gönderiyorsan ve


(onları gönderirken) üzerlerine besmele çekiyorsan, sana
yakaladıkları avlardan yiyebilirsin, isterse (avı yakalayan
köpek onu) öldürmüş olsun, fakat köpek (yakaladığı
hayvanın bir kısmını) yerse, o başka. Eğer köpek (avın bir
tarafını) yemişse sen (onu) yeme. Çünkü (köpeğin) onu
kendisi için yakalamış olmasından korkarım."cevabını verdi.
(Ebû Dâvûd, K.es-Sayd (16), Bâb 22-23 H.2848 C.11 S.20
Şamil, ayrıca. Buhari, Vudu 33, buyû’3, Zebâih 2-3, 7-10,
tevhit,13; Müslim, sayd 1-3; Tirmizi, sayd 1,6; İbn Mâce,
sayd 3.)

327- ...... Adiyy b. Hâtim’den demiştir ki:

Peygamber (s.a.):

“Eğittikten sonra besmele çekerek (av üzerine) gönderdiğin


bir köpek ya da şahinin senin için yakaladığı avı yiyebilirsin"
buyurdu.

Ben de:

-(Avı) öldürmüşse de mi? diye sordum.

“- Eğer onu öldürmüş de onun hiçbir tarafını yememişse onu


ancak senin için yakalamış demektir." buyurdu. (Ebû Dâvûd,
K. Es-Sayd (16), Bâb 22-23 H.2851 C.11 S.25 Şamil. Ayrıca,
Tirmizi, Sayd 3.)

328- ... Ebu Sa’lebe’tü’l Huşeni’den demiştir ki:

Resûlullah (s.a.) köpeğin avladığı av hakkında (şöyle)


buyurdu:

“Köpeğini (avın üzerine) besmele çekerek günlermişsen


(onun yakaladığı avı) yiyebilirsin. İsterse o avın bir tarafını

272
yemiş olsun. Kendi ellerinle avladığını da ye!" (Ebû Dâvûd,
K.es-Sayd (16), Bâb 22-23 H.2852 C.11 S.26 Şamil. Ayrıca,
Ahmed b. Hanbel, IV-195.)

Birinci ve ikinci rivayetlerde, av köpeği yakaladığı avdan


yemişse o avın kesinlikle yenemeyeceğini belirtmişlerken,
üçüncü rivayette yenebileceğinin rivayet edilmesi bir
çelişkidir.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar; de


ki: “Bütün iyi ve temiz şeyler size helal kılınmıştır."Allah’ın
size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanların
sizin için yakaladıklarından da yeyin ve üzerine Allah’ın
adını anın (besmele çekin). Allah’tan korkun. Allah’ın hesabı
pek çabuktur. 5/4

Dikkat edilirse, yukarıda meali yazılı 5 Mâide 4 te, av için


yetiştirilmiş hayvanların, avı yakaladığında avdan yemişse
istisnası yapılmamıştır.

İMAN VE AMELLER HAKKINDA UYDURDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

Kur’an öğretisine göre, cennetlik olabilmek için, iman


edip,yararlı amel işlemek şarttır. Bunda da başarılı olabilmek
için, İman ve Salih amel kavramlarının net bir şekilde
bilinmesine ihtiyaç vardır.

İslam dininde, İman ve Salih amel iki ayrı kavram olmalarına


rağmen, birinin yokluğu halinde diğeri de geçersiz olur.
Örneğin: Kişi İman etmiş olmasına rağmen iyi amelleri yoksa
Ahrette kurtuluşa eremeyeceği gibi. İyi amelleri olmasına
rağmen iman etmemişse, iyi amelleri geçersiz olup yine
kurtuluşa eremez.

273
Kur’an’dan mealen:

- Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya


Rabb’inin gelmesini yahut Rabb’inin bazı alâmetlerinin
gelmesini bekliyorlar. Rabb’inin bazı alâmetleri geldiği gün,
önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış
olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin,
şüphesiz bizde beklemekteyiz! 6/158

Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, iman etmiş


olmasına rağmen, imanında bir hayır kazanmamış olan
kimseye imanı fayda vermez.

Kur’an’dan mealen:

- Rablerini inkâr edenlerin durumu (şudur): Onların amelleri


fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer.
Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte bu,
(haktan) uzak sapıklığın kendisidir. 14/18

Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, imanın yokluğu


halinde, yapılan iyi ameller, fırtınalı bir günde rüzgarın
şiddetle savurduğu kül gibi yok olarak onları işlemiş olan
şahsa fayda vermezler.

Kur’an’dan mealen:

- Erkek veya kadın kim mümin olarak salih amel işlerse, onu
mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve onların mükâfatlarını
yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz. 16/97

Yukarıdaki ayet mealinde İman ve Salih amelin, kurtuluş için


birlikte olması gerektiği görülür. Rivayet uydurmacıları bu
iki kavramı saptırmak için birçok rivayetler uydurmuşlardır.
Özellikle vermek istedikleri mesaj, iman etmiş olan bir
kimsenin ameli ne olursa olsun hiç cehenneme girmeyeceği
ve cennete gireceği şeklindedir. Böylece iyi amelleri
önemsiz, kötü amelleri zararsız göstermek suretiyle fesat
meydana getirmeyi amaçlamışlardır. Eğer ki bu öğrettiklerini
274
yutturamadıkları kimseler olursa, iman etmiş olan bir
kimsenin günahı sebebiyle cehenneme gireceğini fakat orda
imanı sebebiyle ebedi kalmayacağını söyleyip, ileri
sürecekleri rivayetlerde uydurmuşlardır. Uydurdukları her
çeşit rivayet için çeşitli seviyede alternatif rivayetler
uydurmaya büyük gayret sarf etmişlerdir, böylece
karşılarındaki şahsın beklentilerine göre işlerine gelen
rivayeti ortaya koyarak, uydurdukları diğer alternatifleri
gizleme yoluna giderler, böylece hadis külliyatlarının
içeriğinden habersiz kimseleri kandırmaya çalışırlar.

Ameller konusunda bir diğer iddiaları da amelin şahsa


bağlılığını iyi ameller yönünden ortadan kaldırarak, şahısların
bir birleri yerine, hac etme, sadaka verme gibi ameller
işleyebileceğini rivayet etmişlerdir. Bu hususlarda uydurmuş
oldukları rivayetlerden örnekler verecek olursam:

329- ........... Katâde şöyle demiştir: Biz Enes ibn Mâlik (R)
şöyle tahdis etti:

Muâz ibn Cebel, deve üstünde Peygamberin terkisinde iken,


Peygamber (S):

- Yâ Muâz ibn Cebel! diye nida etti.

Muâz:

- Lebbeyk yâ Rasûlullah, ve sa’deyk, dedi.

Peygamber yine:

- Yâ Muâz! diye çağırdı.

Muâz:

- Lebbeyk yâ Rasûlullah ve sa’deyk, dedi.

Bu üç kere vâki’ oldu. Üçüncüde Rasûlullah.

275
- Hiçbir kimse yoktur ki, kalbinden tasdik ederek Allah’tan
başka ilâh olmadığına ve Muhammedin Rasûlullah olduğuna
şahâdet etsin de Allah onu ateşe hâram etmesin buyurdu.

Muâz:

- Yâ Rasûlullah, bunu insanlara haber vereyim de sevinsinler


mi? dedi.

- Haber verdiğin takdirde buna güvenirler, buyurdu.

Muâz ibn Cebel, bunu ölümüne yakın günâhtan sıyrılmak için


haber verdi. (Buhâri, Kitâbu’l-İlm H.68 Bab 50 C.1 S.281
Ötüken 1987)

330- .......... Ben Enes (R)’ten işittim, şöyle dedi: Bana Zikr
olundu ki, Peygamber (S), Muâz’a.

- Allah’a hiçbir şey ortak kılmayarak Allah’a kavuşan kimse,


cennete girdi, buyurmuştur.

Muâz:

- Bunu insanlara müjdeleyeyim mi? dedi.

Rasûlullah:

- Hayır, çünkü ben onların buna güvenmelerinden endişe


ederim buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-İlm H.69 Bab 50 C.1
S.281 Ötüken.)

331......... Ebû Zerr (R) Şöyle demiştir: Peygamber (S) şöyle


buyurdu:

- “Cibril bana: ‘Ümmetimden her kim Allah’a hiçbir şeyi


ortak koşmayarak (tevhit inancıyla) ölürse cennete girer
-yâhut ateşe girmez’ dedi”.

- Eğer o kişi zinâ etse ve hırsızlık yapsa da mı? dedi.

276
Peygamber:

- “Eğer (bu günâhları işlese de)"buyurdu. (Buhâri, Kitabu


Bed’i’l-Halk H.32 Bab 6 C.7 S.3037 Ötüken 1987.)

332- İbnu Amr İbni’l-Âs radıyallahu anhüma anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Aziz ve celil olan Allah (kıyamet günü), ümmetimden bir


adamı mahlûkatın üstünden seçer ve onun için doksan dokuz
büyük defter açar. Her defterde, gözün alabildiği kadar
büyüktür. Rab Teâla adama sorar: “Bu defterlerde yazılı
olanlardan bir şey inkâr ediyor musun? Muhafız kâtiplerim
(olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi?" Kul:

“Ey Rabbim! Hayır! (Hepsi doğrudur!)der. Rabb Teâlâ sorar:

“(Bunları yapmada beyan edeceğin) bir özrün var mı?" Kul


der:

"Hayır! Ey Rabbim!"Aziz ve celil olan Allah:

"Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de


hasenen var. Bugün sana zulüm yapmayacağız! Buyurur.
Hemen bir etiket çıkarılır. Üzerinde “Eşhedu en lâ ilâhe
illallah ve Eşhedu enne Muhammed en Rasûlullah (şahadet
ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve şahâdet ederim ki
Muhammed Allah’ın elçisidir."yazılıdır."

Sonra, Rabb Teâla der: “Ağırlığını (yani amellerin ağırlığını)


hazırla!" Kul sorar:

“Ey Rabbim! Bu defterlerin yanındaki bu etiket de ne?" Rabb


Teâle der: “Sana zulmedilmeyecek! Hemen defterler
Mizan’ın bir kefesine konur, etiket de diğer kefesine.
Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, etiket ağır basar.
Esasen Allah’ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz." (K.s.
5077 C.14 S.390 Akçağ 1992, alıntısı, Tirmizi, İman 17,
(2641))
277
Bu rivayetlerde görüldüğü gibi, iman etmiş olan bir kimseye
hiçbir günahın zarar vermeyeceğini, isterse günahları gözün
alabildiğine, doksan dokuz defter doldurmuş olsun, böyle bir
kimsenin hiç cehenneme girmeden, cennete gireceğini rivayet
ettiler. Bu şekilde rivayetler uydurup, insanları aldatmalarının
Kur’an’a uyan hiçbir yönü olmadığı gibi. Bu şekilde insanları
boş umutlarla aldatmaya, Kur’an’da şeytan aldatması olarak
tanım getirilmiştir. Bu husus ta, Kur’an’dan mealen:

- Ey insanlar, Allah’ın va’di gerçektir; sakın dünyâ hayatı sizi


aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan). Allah (ın affına
güvendirmek sûreti) ile sizi aldatmasın. 35/15

- Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın


evlâdı, ne evladın babası için bir şey ödeyemeyeceği günden
sakının. Allah’ın va’di gerçektir. Dünya hayatı sizi
aldatmasın. O aldatıcı (şeytan), sizi Allah’ın affına
güvendirerek aldatmasın. 31/33

Şeytan, Allah’ın affına güvendirmek suretiyle insanları dünya


hayatıyla aldatır ve Salih amel işlememeleri için çaba
gösterir. İblisin bu aldatmasından ancak Allah’ın, Hâlis (ihlas
sahibi) kulları korunmuştur. Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- (İblis) dedi: “Senin izzet ve şerefine and olsun ki, onların


tümünü azdıracağım." 38/82

- “Yalnız onlardan hâlis, (ihlâs sahibi) kulların hariç." 38/83

- (Allah) Buyurdu ki: “Gerçek (benim andımdır), ve ben


gerçekleri söylerim," 38/84

- “Senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden cehennemi


dolduracağım!" 38/85

Görüldüğü gibi, iblisin gücü yalnız, Allah’ın hâlis (ihlas


sahibi) kullarına yetmemektedir. Peki bu, Allah’ın ihlas
sahibi kulları, yalnız iman eden kimseler midir, yoksa iman
etmekle beraber, iyi ameller işleyen ve fuhuş ile
278
kötülüklerden korunan kimseler midirler. Bu hususta,
Kur’an’dan mealen:

- (Yusuf’un), evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murad


almak istedi ve kapıları kilitleyip: “Haydi gelsene!" dedi.
(Yusuf): “Allah’a sığınırım dedi, O benim Rabb’imdir. O
bana iyi bir mevki vermiştir. O zalimleri iflah etmez!" 12/23

- And olsun, kadın onu arzû etmişti, eğer Rabb’inin doğruyu


gösteren delilini görmeseydi Yusuf da onu arzû etmişti.
Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü
o, ihlâsa erdirilmiş (seçkin) kullarımızdandır. 12/24

- İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın hayırlılarıdır. 98/7

- Rab’leri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan


Adn cennetleridir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah
onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Bu
(mükâfat) Rabb’inden korkan kimselere mahsustur. 98/8

Demek ki, İmanla beraber Salih amel işlemek şarttır ve


Allah’ın ihlâslı kulları, kötülükten ve fuhuştan
korunmuşlardır, ihlâslı kul olmanın göstergesi bu günahları
işlememektir.

Yalnız iman edipte bu imanlarıyla hayır kazanmamış olanlar


hakkında Kur’an’dan mealen:

- Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya


Rabb’inin gelmesini yahut Rabb’inin bazı alâmetlerinin
gelmesini bekliyorlar. Rabb’inin bazı alâmetleri geldiği gün,
önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış
olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin,
şüphesiz biz de beklemekteyiz! 6/158

Görüldüğü gibi imanla hayır kazanmak şarttır, yoksa yalnız


başına iman, iman etmiş olan kimseye fayda vermez. Nasıl
olur ki bir şahıs iman etmiş olurda, hiçbir hayır kazanmaz ve
kötülükleri işleyip durur, böylece günahlarının çokluğundan
279
amel tartısı hafif basar. Hayır ihlaslı olmak bu değildir. Kim,
Allah’ın affına güvendirerek insanları kötülüklere sürüklerse,
o ancak İblisin çığırtkanlığını yapmış olmaktadır. Allah,
Kur’an’da iyiyi ve kötüyü detaylı bir şekilde göstermiştir,
iyiliğin ve kötülüğün kurtuluş için etkisi yoktur iman etmek
yeterlidir demek bunları hiçe saymak demektir. Böyle bir
iddia küfrün ta kendisidir.

Ameller konusunda uydurdukları rivayetlerden daha da


örnekler vermekte ve bu konuda Kur’an’dan ölçülerini
göstermekte fayda olduğunu düşünüyorum, zira hem
dünyadaki durumumuz hem de ahretteki durumumuz
yapmakta olduğumuz amellerle doğrudan, doğruya ilgilidir.
Bu konu öylesine önemlidir ki, Rivayetçiler, İslam Dinini,
amelleri dışlamak suretiyle, imana indirgemeye ısrarla çaba
göstermişlerdir.

333-............ Muâz ibn Cebel (R) şöyle demiştir: ben bir


seferde Peygamberin bindiği Ufeyr denilen bir eşek üstünde
Peygamberin terkisinde idim, Peygamber (S) bana:

- “Yâ Muâz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı ve kulların da


Allah üzerindeki hakkı nedir bilir misin?"diye sordu.

Ben de:

- Bunu Allah ile Resûlü en bilendir, dedim.

Resûlullah:

-”Allah’ın kulları üzerinde sâbit olan hakkı Allah’a ibadet


etmeleri ve Allah’a hiçbir şeyi ortak kılmamalarıdır. Kulların
Allah üzerinde ki hakkı da, kendisine hiçbir şeyi ortak
kılmayan kişiye azâp etmemesidir (yâni bu husûstaki
lutrudur)"buyurdu.

Bunun üzerine ben:

280
- Yâ Resûlullah! Bunu ben insanlara müjdelemeyeyim mi?
diye sordum.

- “Hayır, bunu onlara müjdeleme! Sonra buna güvenirler"


buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Cihâd H.71 S.2690-2691 Bab 46
C.6 Ötüken 1987.)

Bu bölümde yer alan 329. Örnekte, Muâz İbn Cebel,


peygamberin terkisinde deve üstündeydi, bu rivayette ise
deve Ufeyr isimli eşek olmuş. Deveyle, eşeği birbirinden
ayıramayanın rivayetine nasıl güvenilir. Diğer bir hususta
333. Örnekte, Allah’ın kulları üzerindeki hakkını, O’na
ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi ortak koşmamaları denmişken,
kulların kurtuluş talebini konu ettiklerinde ise, kulların,
Allah’a ibadet etmeleri gerektiğini yok saymışlardır. Bu ise
rivayetin içinde ki bir çelişkidir. Ve dikkat edilirse, güya
peygamber rivayeti insanlara söylememesi için Muâz’ı
tembihlemiş, hal böyle olunca, peygamberin sözünü tutmayıp
rivayeti bütün dünyaya ilan eden ve bu davranışıyla
peygambere karşı gelmiş olan Muâz’ın sözüne, başka bir
ifadeyle naklettiği rivayete nasıl güvenilir. Kaldı ki böyle bir
olay vuku bulmamıştır, bu sadece, Peygamberle, Muâz’a
iftira eden rivayetçilerin bir uydurmasıdır.

334- ......... Bana Mâlik, Amr ibn Yahyâ el-Mâzinni’den, o da


babasından, o da Ebû Said Hudri ®’den tahdis etti.
Peygamber (S) şöyle buyurmuştur:

“Cennet ahâlisi cennete, ateş ahâlisi de ateşe girdikten sonra


Yüce Allah: Kimin kalbinde hârdal tanesi ağırlığınca imâm
varsa ateşten çıkarınız, diye emreder. Bunun üzerine bu
kimseler simsiyah kesilmiş hâlde çıkarılıp Hayât (yâhud
Hayâ) nehri içine atılırlar ve orada sel uğradığında kalan
yabâni reyhân tohumları nasıl süratle yetişirse öylece
yetişirler. Görmez misin, bunlar sapsarı olarak ve iki tarafa
salınarak (ne güzel) sürerler. (Buhâri, Kitâbu’l-İmâm H.15
C.1 S.176 Bab 14 Ötüken.)

281
Kur’an’a göre, Allah kendisine şirk koşmuş olan herhangi bir
kimseyi, bu şirkle ölmesi halinde kesinlikle af etmez. Bu
duruma göre tahdis etmiş oldukları rivayette, cehenneme
girmiş olup ta kalbinde iman olanlar azap gördükten sonra
orada ebedi kalmayıp, imarı sebebiyle cehennemden
çıkacaklardır demekle, evvelki rivayetleriyle çelişkiye
düşmüşlerdir. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayanların,
cehenneme hiç girmeyeceğini tahdis etmişlerdi, bu ise açık
bir çelişkidir.

335- .......... Ebû Said el-Hudri (R) şöyle demiştir: Rasûlullah


(S) şöyle buyurdu: “Kıyamet günü ölüm, aklı karalı alaca bir
koç sûretinde getirilir. Akabinde bir nidâ bir nidâ edici:

- Ey cennet ehli! diye nidâ eder.

Cennetlikler hemen boyunlarını uzatıp başlarını ona doğru


kaldırır ve ona bakarlar. Nidâ edici o Koç’u işaret ederek:

-Sizler bunu tanıyor musunuz? der.

Onlar, hepsi onu görmüş olarak:

- Evet tanıyoruz, bu ölümdür, derler.

Bundan sonra nidâcı:

- Ey nâr (ateş) ehli! diye nidâ eder.

Onlar da boyunlarını uzatıp başlarını kaldırarak ona doğru


bakarlar. Nidâcı yine o koçu işaret ederek:

- Sizler bunu tanıyor musunuz? diye sorar.

Onların hepsi de Koç’u görmüş oldukları hâlde:

- Evet tanıyoruz; bu ölümdür, derler.

Akabinde o boğazlanır. Bundan sonra:

282
- “Ey cennet ehli! Cennette ebedi yaşayacaksınız, artık ölüm
yoktur. Ey ateş ehli! Sizler de yerinizde ebedisiniz, artık ölüm
yoktur, der." (Buhâri, Kitâbu’t-Tefsir H.251 C.10 S.4553-
4554 Bab 201 Ötüken 1988.)

Bu rivayette, kıyamet günü Cennet ve Cehenneme girenler


yerlerinden ayrılmayıp bulundukları yerde ebedidirler
demekle, evvelki rivayetleriyle çelişkiye düşmüşlerdir. Zira
evvelki rivayette, cehenneme girmiş olup ta, kalbinde hardal
tanesi miktarı iman olan kimselerin cehennemde ebedi
kalmayıp çıkacaklarını tahdis etmişlerdir.

336-.......... Usmân ibn Affân’ın hizmetçisi Humran ibn Ebân


haber verip şöyle dedi: Usmân oturaklarda otururken ben ona
ab dest suyunu getirdim. Kendisi ab dest aldı ve ab dest alışı
güzel yaptı. Sonra şöyle dedi:

- Ben Peygamberin (S)’in bu mecliste otururken ab dest


aldığını ve ab dest almayı güzel yaptığını gördüm. Sonra:
“Kim benim şu ab dest alışım gibi ab dest alır, sonra mescide
gelir de iki rekat namâz kılar,sonra oturursa, onun geçmiş
günahları mağfiret olunur" buyurdu.

Yine Usmân:

- Peygamber “Aldanmayınız (yâni mağfirete aldanıp da


günâh kazanmaya cüret etmeyiniz)! buyurdu, demiştir.
(Buhâri, Kitâbu’l-Rikaak H.21 S.14 S.6370-6371 Bab 8
Ötüken 1989)

Bu tür rivayetleriyle bolca af ruhsatları dağıtıp sonrada bu


affa aldanma demeleri bir çelişkidir. Değilmi ki bu sözleri
peygamberin söylemiş olduğunu iddia ediyorlar,
peygamberin söylemiş olduğu bir söze inanmanın neresi
aldanmadır, buda ayrı bir çelişkidir.

Ayrıca af ruhsatları dağıtmış oldukları rivayetleri, şu


rivayetle çelişkilidir, şöyle ki:

283
337- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Ümmetimin hepsi affa mazhar olmuştur, günahı aleni


işleyenler hariç........... (K.S. 5933 C.16 S.399 Akçağ 1993,
alıntıları, Buhâri, Edep 60; Müslim, Zühd 52, (2990))

Bir önce ki rivayette tüm geçmiş günahlar af olur demişlerdi.


Bu rivayette aleni (açık) işlenen günahları istisna etmeleri bir
çelişkidir.

Birde tahdis etmiş oldukları diğer bir rivayette, millet


malından bir aba çalanın cehenneme gideceğini iddia
etmişlerdir. Bilindiği gibi hırsızlık aleni olmayıp gizli yapılan
bir günahtır. Bu da günahı aleni işleyenler hariç bütün
Müslüman ümmetin affedileceği yolundaki rivayetleriyle
çelişkili olmuş olur. Rivayet şudur:

338- Bize Ali ibnu Abdillah tahdis edip şöyle dedi: Bize
Sufyân ibnu Uyeyne, Amr ibn Dinâr’dan; o da Sâlim ibn
Ebi’l-Ca’d’dan tahdis etti ki, Abdullah ibn Amr şöyle
demiştir: Peygamberin yol ağırlığı olan eşyâsı üzerinde
bekçilik yapan (siyâh) bir adam vardı. Ona kirkire denilirdi.
Bu Kirkire (bir gün) öldü. Rasûlullah (S): “Bu adam
cehennemdedir" buyurdu. Sahâbiler (acaba neden
cehennemdedir diye) ona bakmağa gittiler. Ve onun
terekesinde millet malından çalmış olduğu bir abâ buldular.
(Buhâri, Kitâbu’l-Cihâd ve’s-Siyer H.272 C.6 S.2866 Bâb
189 1987 Ötüken)

339-Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Zani bir kimse, zina yaptığı sırada mü’min olarak zina


yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mü’min olarak hırsızlık
yapmaz, içkici, içki içtiği sırada mü’min olduğu halde içki
içmez; insanların, onun yüzünden, gözlerini kendilerine
kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi

284
mü’min olarak yağmalamaz." (K.S. 5880 C.16 S.352 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Mezâlim 30, Eşribe 1, Hudud 1, 20;
Müslim,İman 100,(57); Ebû Dâvud, Sünnet 16,(4689;
Tirmizi, İman 11,(2627); Nesâi, Sârık 1,(8,64))

340- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kişi zina edince iman
ondan çıkar ve başının üstünde bir bulut gibi muallak (asılı)
durur. Zinadan çıkınca iman adama geri döner." (K.S. 5881
C. 16 S.354 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Sünnet 16,(4690);
Tirmizi, iman,(2627))

Bu iki rivayette, bazı büyük günahları konu ederek bunları


işleyen kişinin, bu günahları işlediği anda mümin olarak
işlemediğini rivayet etmişlerdir. Görünüşte, imanın
çıkmasıyla tehdit ederek günahların işlenmesine mani
oluyormuş havası vermek istemişlerdir. İşin aslında ise olayı
çarpıtmaktan başka bir amaçları yoktur. Zira günah fiilinin
işlendiği anda imanın çıktığını, bir bulut gibi insanın başı
üzerinde beklediğini, günah işleme olayı bittiğinde de imanın
hemen o günah işleyen şahsa geri döndüğünü rivayet
etmeleri, Allah’ın o şahsa günah işlediği anda gazab ettiğini,
günah işleme olayı bittiğinde o şahısla diğer müminler
arasında yine fark kalmayacağı havası vererek, günahtan
korkulmaması gerektiği kanaat ının insanlarda hasıl olmasını
amaçlamışlardır. Hal bu ki, zina ve katillik gibi büyük
günahların korkunç neticesi, cehennemde ebedi kalmaktır. Bu
konuda Kur’an’dan mealen:

- Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne de


cimrilik ederler, (harcamaları), bu ikisi arasında dengeli olur.
25/67

- Ve onlar ki Allah ile beraber bir başka ilâha tapmazlar.


Allah’ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler ve zina
etmezler. Kim bunları yaparsa günahı(nın cezasını) bulur.
25/68

285
- Kıyamet günü onun için azab kat kat yapılır ve o (azab)ın
içinde hor ve hakir olarak kalır. 25/69

- Ancak tövbe eden ve iman edip iyi amel işleyen kimselerin


günahını Allah iyiliğe çevirir. Allah çok bağışlayan, çok
merhamet esirgeyendir . 25/70

Görüldüğü gibi, olay günahın bitiminde imanın bir bulut gibi


insana geri dönme olayı değildir. Olay, tövbe ve iman edip,
salih amel işleme olayıdır. Günah işleyen günahından tövbe
etmeli, küfür günahı işleyen küfründen tövbe edip iman
etmeli ve her iki durumdan sonra da salih amel işlemek
gereklidir. Aksi takdirde de günahkar şahıs mümin dahi olsa,
amelleri tartıldığında tartısı hafif gelirse cehennemde ebedi
kalır. Kur’an’dan mealen:

- Kimlerin (amellerinin) tartıları ağır gelirse işte onlar


kurtuluşa erenlerdir. 23/102

- Kimlerin tartıları hafif gelirse işte onlar da kendilerini


ziyana sokanlar, cehennemde ebedi kalanlardır. 23/103

Görüldüğü gibi, İslam dininde iş bir tartı işidir. Eğer ki,


Allah’ın rızasını kazanmayı ve Cehenneme girmeyip Cennete
girmeyi amaç edinmişsen, amellerin tartılması olayını
kesinlikle göz ardı etmemen gerekir!

Günah işlemeyi teşvik etmek için uydurmuş oldukları diğer


bazı rivayet örnekleri:

341- Ebu Hüreyre’den, Resûlullah’a atfen: “............ Eğer siz


hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi toptan yok eder, günah
işleyip istiğfar edecek yeni bir mahlûk yaratır ve onları
mağfiret ederdi." (K.S. 5370 C.15 S.179 Akçağ alıntısı:
Tirmizi, Cennet 2,(2528); İbnu Mâce, Siyâm 48,(1752))

Bu rivayette iddia ettiler ki, “günah işlememek yok oluş


nedenidir, toptan yok olmamak için günah işlemek şarttır
diye tahdis ettiler. Bu gibi iddialar Kur’an’a uymayan
286
iddialardır. Zira, Kur’an’da günah işlememek övülmüş ve
günahkarlar kötülenmiştir. Allah’ın toptan yok ettikleri
günahtan kaçan takvalılar değil, günahkarlardır. Kur’an’dan
mealen:

- Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde


bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa (Allah’ın
azâbından) korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?
38/28

- Hayır, kim sözünü yerine getirir ve (günâhtan) sakınırsa,


şüphesiz Allah da sakınanları sever. 3/76

- Görmediler mi, onlardan önce nice nesiller yok ettik; hem


onlara yeryüzünde size vermediğimiz şeyleri vermiştik ve
göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık ve ırmakları
ayaklarının altından akar kılmıştık. Fakat günahlarından ötürü
onları helak ettik ve onların peşinden başka bir nesil yarattık.
6/6

Görüldüğü gibi, Allah’ın helak ettikleri takvalılar olmayıp,


günahkarlardır. Bu itibarla tahdis ettikleri rivayetin aslı
yoktur.

Günah işlemeyi teşvik maksadıyla uydurdukları başka bir


rivayette. Günah işleyip te üç kere tövbe eden kimse artık
tövbe etmeden ne kadar günah işlerse işlesin, Allah onu
affetmiştir diye iddia ettiler. Şöyle ki:

342- ............. Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Ben


Peygamber (S)’den işittim şöyle buyurdu: “Bir kul
(bilmeyerek) bir günâh isâbet edip veyâ bilerek bir günâh
işleyip de:

- Yâ Rabb, ben (bilerek) bir günâh işledim, yâhud


(bilmeyerek) ben bir günâha uğramış oldum, kusûrumu afv
ve mağfiret eyle! diye (günahını itirâf ve) niyâz ederse, o
kulun Rabb’i:

287
- Demek ki kulum (dilerse) günâhını affedecek, (dilerse)
cezâlandıracak muhakkak bir Rabb’i olduğunu bildi. Şu hâlde
ben de kulumu mağfiret ettim! buyurur.

Sonra bu kul Allah’ın dilediği kadar bir zâman (günahsız)


yaşar. Sonra bir günâh daha isâbet edip veyâ bir günâh işleyip
de:

- Yâ Rabb! Ben (bilerek) bir günâh işledim, yâhud


(bilmeyerek) bir günaha uğradım. Kusûrumu afv ve mağfiret
eyle! diye niyâz ederse, o kulun Rabb’i:

- Demek ki, kulum günâhını affedecek veyâ cezâlandıracak


bir Rabb’i bulunduğunu gereği gibi bildi. Şu halde ben de
kulumu mağfiret ettim! buyurur.

Sonra bu kul Allah’ın dilediği kadar bir zaman günâhsız


yaşar. Sonra bir günâha isâbet edip veyâ günâh işleyip de:

- Yâ Rabb! Ben bir günah işledim veyâ bir günâha uğradım,


kusûrumu afv ve mağfiret eyle! diye niyâz ederse, o kulun
Rabb’i:

- Demek ki, kulum günâhını affedecek veyâ cezâlandıracak


bir Rabb’i bulunduğunu gereği gibi bildi. Şu hâlde ben de
kulumu mağfiret ettim! Buyurur.

Sonra bu kul Allah’ın dilediği kadar bir zamân günâhsız


yaşar. Sonra bir günâha isâbet edip veyâ günâh işleyip de:

- Yâ Rabb! Ben bir günâh işledim veyâ bir günâha uğradım,


kusûrumu afv ve mağfiret eyle! Diye Allah’a yalvarırsa, o
kulun Rabb’i:

- Demek ki, kulum günâhını affedecek veya cezâlandıracak


bir Rabb’i olduğunu bildi, ben de üç defa kendisini avf ve
mâğfiret ettim. Artık bu kulum dilediği işi işlesin! buyurur.
(Buhâri, H.132 C.16 Bab 36 Kitâbu’t-Tevhit S.7365 Ötüken.

288
Ayrıca; Müslim, Kitâb’t Tevbe; Müslim Ter., VIII, 251
“2758”)

Yukarıda ki rivayette görüldüğü gibi, “üç kere tevbe eden,


artık tevbe etmeden ne isterse yapsın affedilmiştir" diye
rivayette bulundular. Bu iddia, bütün dini mükellefiyetlerin
ortadan kalkması ve bütün haramların helal sayılması
manasındadır. Böyle bir iddianın İslam Dininde yeri olmadığı
gibi, aklı başında hiç kimsenin böylesine bir hezeyana
inanması mümkün değildir.

İslam dininde tövbe etmenin manası, onların iddia ettikleri


şekilde değildir. Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- Allah’a göre, şu kimselerin tövbesi makbûldür ki, cahillikle


bir kötülük yapıp hemen ardından tevbe ederler. İşte Allah
onların tövbesini kâbul eder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
4/17

- Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da ölüm gelip çatınca: “Ben


şimdi tövbe ettim."diyenlere ve kafir olarak ölenlere tövbe
yoktur (öylelerinin tövbesi makbûl değildir). Onlar için acı
bir azap hazırlamışızdır! 4/18

- Sonra Rabb’in şunlar içindir (şunların yanındadır)ki,


cehaletle kötülük işlediler, sonra onun ardından tövbe ettiler,
(kendilerini düzelttiler; bun(u yaptık)dan sonra Rabb’in
(böyleleri için) elbette bağışlayan, esirgeyendir. 16/119

- “Ve Ben, tövbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da


yola gelen kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır.”
20/82

- Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine


zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının
bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan başka kim
bağışlayabilir? Ve onlar, bile bile, yaptıklarında ısrar
etmezler. 3/135

289
- Ey iman edenler! Bir daha (tövbeden) dönmemek üzere
Allah’a tövbe edin; belki o zaman Rabbınız günahlarınızı
örter ve sizi, Allah’ın, Peygamberi ve onunla birlikte iman
edenleri utandırmayacağı gün, altından ırmaklar akan
cennetlere sokar. O gün, onların nûru, önlerinden ve sağ
yanlarından koşar; onlar da derler ki; “Rabbımız! Nûrumuzu
tamamla ve bizi bağışla. Şüphe yoktur ki, sen her şeye
kadirsin." 66/8

Görüldüğü gibi, tövbeden sonra ıslah olmuş olmak şarttır,


yoksa tövbenin manası serbestçe günah işlemeye ruhsat
değildir. Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayet Kur’an’a ters
olup aslı yoktur.

Ölüm anından önce, mümin olması için tebliğ almış olup ta,
red etmiş olan bir kimsenin, ölürken iman etmesi halinde bu
imanının geçerli olacağını iddia ve rivayet ettiler. Şöyle ki:

343-............. Bize Hammâd ibn Zeyd, Sâbit el-Bunâni’den; o


da Enes (R)’ten şöyle tahdis etti: Yahûdi’nin bir oğlu
Peygamber(S)’e hizmet ederdi. Derken bu oğlan çocuğu
hastalandı. Peygamber ona hasta ziyâreti yapmak üzere gitti.
Oradan çocuğa:

-”İslam Dini’ne gir! Buyurdu, çocuk da (şahâdet kelimelerini


söyleyip) Müslüman oldu.

Said İbni’l-Müseyyeb de babası el-Müseyyeb ibn Hızn


(R)’dan söyledi ki, Ebû Tâlib’e ölüm alâmeti hazırlandığı
zamân Peygamber (S) onun yanına gitmiştir. (Buhâri,
Kitâbu’l-Merdâ ve’s-Tıbb H.18 C.12 S.5699 Bab 11 Ötüken
1988.)

344-............ Ez-Zuhri şöyle demiştir: Bana Said İbni’l-


Müseyyeb haber verdi ki, babası el-Müseyyeb ibn Hazn (R)
şöyle demiştir: Ebû Tâlib’e ölüm (alâmetleri) geldiği zâman
ona Rasûlullah (S) geldi. Ve amcasının yanında Ebû Cehl ibn

290
Hişâm ile Abdullah ibn Umeyye ibni’l- Mugire’yi buldu.
Rasûlullah, Ebû Tâlib’e:

-”Ey amca! Lâ ilâhe ille’llâh kelimesini söyle de bununla


Allah katında senin için hüccet getireyim" dedi.

Bunun üzerine Ebû Cehl ile Abdullah ibnu Ebi Umeyye:

- (Yâ Ebâ Tâlib!) Abdulmuttalib milletinden yüz mü


çeviriyorsun? Diye men’ ettiler. ............ (Buhâri, Kitâbu’t-
Tefsir H.292 C.10 S.4641 Bâb 234 Ötüken 1988 )

Tahdis etmiş oldukları rivayetlerde, Peygamberin amcası Ebû


Tâlib’in İman etmemiş olduğunu ısrarla tahdis ettiler,
anlaşılan odur ki bu şekilde söylemeleri, Ebû Tâlb’in
peygambere büyük bir destek vermiş olduğu içindir. İmam
Ali’nin babası olması da bu şekilde söylemeleri için ayrı bir
ihtimaldir. Benim kanaatim Ebû Tâlibin “Mümin" olduğudur.
Zaten Tahdis etmiş oldukları rivayette Kur’an’a
uymamaktadır, şöyle ki:

Ölüm anında iman etmenin geçersiz olduğu hususunda,


Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- İsrail oğullarını denizden geçirdik, Fir’avn ve askerleri de


zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü.
Nihayet boğulma kendisini yakalayınca (Fir’avn): “Gerçekten
İsrail oğullarının inandığından başka ilah olmadığına
inandım, ben de müslümanlardanım!" dedi. 10/90

- “Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozgunculardan


olmuştun?" (denildi). 10/91

- “Bugün senin (canından ayırdığımız) bedenini, (denizin


dibinden) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız ki senden
sonra gelenlere ibret olsun. Ama insanlardan çoğu bizim
ayetlerimizden gafildir." 10/92

291
Görüldüğü gibi, Fir’avn ölüm anında iman etmiş, fakat iman
etmesi, Allah tarafından kabul edilmemiştir. Bu itibarla, bu
hususta uydurmuş oldukları rivayetler, Kur’an’a uygun
değildir.

345-.............. Bize Umer İbnu Ali, Ma’n ibn Muhammed el-


gıfâri’den; o da Said ibn Ebi Said el-Makburi’den; o da Ebû
Hureyre(R)’den tahdis etti. Peygamber(S): “Allah Taâlâ
altmış seneye kadar yaşatıp ölümünü geri bıraktığı (hâlde
yaratanı ve yaşatanı tanımayan) kimsenin özrünü izâle ve
reddeder" buyurmuştur. (Buhâri, Kitâbu’r-Rikaak Bab 5 H.8
S.6361 C.14 Ötüken 1989.)

Yukarıdaki rivayetle, ölüm anında ki kimseye tebliğ


yapılabilir iddiasında bulundukları rivayet çelişkilidir. Zira
bir çok kimse altmış yaşından sonra yıllarca yaşamaktadır.

Uzunca bir rivayette, Allah’ın, zikredenler ve onların yanına


iş için gelen kimse hakkında, Peygambere isnat ederek Ebû
Hüreyre’den şu şekilde tahdis ettiler:

346- ............ Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S)


şöyle buyurdu.......... Yüce Allah, meleklere:

- Ey melekler, ben sizleri şâhid yapıyorum ki, ben bu


zikreden kullarımı mağfiret ettim! Buyurur.

Meleklerden birisi:

- O zikredenlerin arasında fulân kişi var ki, o zikredenlerden


değildir, bir hâceti için gelmiş oturmuştu! der.

- “O mecliste oturanlar öyle kemâl sâhibi kimselerdir ki,


onlarla birlikte oturanlar şaki olamaz! cevâbını verir."
(Buhâri, Kitâbu’d-Daavat H.101 C.14 S.6345-6346 Ötüken
1989)

Bir kimsenin kendisi iyi amel işlemeden, sırf iyi amel


işleyenlerin yanına gitmiş olması ona herhangi bir sevap
292
kazandırmaz. Zira, münafıklar da, Peygamber ve sahabelerin
yanına gidiyorlardı, buna rağmen bu onlara bir sevap
kazandırmamıştır. Bu hususta, Kur’an’dan mealen:

- Münafıklara, acı bir azabın kendilerinin olacağını müjdele!


4/138

Ve ayrıca İslam İnancına göre amel şahsidir. Kur’an’dan


mealen:

- İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39

Görüldüğü gibi, sevap kazanmak için çalışmak şarttır. Bu


itibarla uydurmuş oldukları rivayet, Kur’an’a ters olup aslı
yoktur.

347- .............. Bize İbnu Cureyc haber verip şöyle dedi: Bana
Ya’lâ ibn Müslim haber verdi ki, Müslim haber verdi ki,
kendisi İkrime’den şöyle derken işitmiştir: Bana İbn Abbâs
(R) şöyle haber verdi: Sa’ad ibnu Ubâde, anasından uzak bir
yerde bulunduğu hâlde anası öldü. Bunun üzerine Sa’d:

- Yâ Rasûlullah! Ben anamdan uzakta iken anam vefât etti.


Şimdi ben onun adına bir şey sadaka etsem, bu sadaka
yapacağım şey ona fayda verir mi? dedi.

Rasûlullah:

- “Evet (onun adına yapacağın hayır, ona fayda


verir)"buyurdu.

Sa’d ibn Ubâde:

- Ben seni şahid yapıyorum: Benim şu Mıhrâf ismindeki


duvarlı bustanım anamın üzerine sadakadır, dedi. (Buhâri,
Kitâbu’l-Vesâyâ

H.19 S.2603-2604 Bâb 15 C.6 Ötüken 1987.)

293
348-...... Abdullah ibn Mesûd (R) şöyle demiştir: Peygamber
(S).

- “Hanginize mirasçısının malı, kendi malından daha çok


sevimlidir?" diye sordu.

Sahâbiler

- Yâ Rasûlullah! Bizden her bir kişiye muhakkak kendi malı


daha sevimlidir! dediler.

- “Çünkü kişinin kendi malı, ölümünden önce hayır yoluna


harcayıp önden gönderdiği malıdır. Mirâsçının malı da
kişinin hayra sarf etmeyip ölünceye kadar geri bıraktığı
malıdır" buyurdu.

Birinci rivayette, ölen kimse için sadaka verilebileceği tahdis


edilmişken. İkinci rivayette, kişiye ölümünden sonra mal
hakkı tanımayarak, kişi ancak ölümünden önce yapmış
olduğu sadakanın sahibidir denmesi bir çelişkidir.

349- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ameller her Perşembe
ve Pazartesi günü arz edilir. Aziz ve Celil olan Allah o gün
Allah’a hiçbir şirk koşmayan kulun günahını affeder. Bundan
sâdece kardeşiyle arasında düşmanlık -küskünlük- olanı
istisna eder, (onu affetmez) ve der ki: “Bu ikisini barışıncaya
kadar terk edin." (K.S. 3427. C.10 S.219 Akçağ, alıntıları:
Müslim, Birr 36,(2565); Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 17, (2,908);
Ebû Dâvud, Edeb 55,(4916); Tirmizi, Birr 76,(2024))

350- Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm aramızda ayağa kalkıp şu beş cümleyi
söyledi:

“Allah Teâla Hazretleri uyumaz, zaten O’na uyku da


yakışmaz. Kıstı (tartıyı, rızkı) indirir ve kaldırır. Geceleyin
yapılan amel, gündüzleyin yapılandan önce; gündüzleyin
yapılan amel de geceleyin yapılan amelden önce Allah’a
294
yükseltilir............ (K.S. 3482 C.10 S.286 Akçağ alıntısı:
Müslim, İmân 293 (179))

Bu iki rivayetin çelişkili olduğu açıktır, birincisinde


amellerin, Perşembe ve Pazartesi Allah arz edildiğini rivayet
etmişken. İkincisinde, geceleyin yapılan amel, gündüzleyin
yapılandan önce, gündüzleyin yapılan amel de geceleyin
yapılan amelden önce Allah’a yükseltildiğinin rivayet
edilmesi bir çelişkidir. Diğer bir hususta, haklı, haksız
dikkate alınmadan ve bir birlerine basitçe küskün olan iki
kardeşin yaptığı günahların affedilmeyeceğini iddia edip,
bunun dışında ki bütün günahların; büyük günahlar dahil
olmak üzere, kesin olarak affedileceğini tahdis etmeleri ve
bunun için Allah’a şirk koşmamanın yeterli olacağını
söylemeleri Kur’an’a uygun bir husus değildir. Yakın
kişimsilerin önemli olmayan konular dolayısıyla bazen
küsmeleri, bazen barışmaları basit ve ender bir olaydır. Böyle
bir şeyi zinadan, zulümden, kumar, katillik v.s. den ağır tutup
bu büyük günahların peşinen affedildiğini iddia ve tahdis
etmek, İslam dini ile ilgisi olmayan ve insanları günahlara
teşvik etmeyi amaçlayan iddialardır.

Büyük günahlardan sakınmanın gerekli olduğu konusunda,


Kur’an’dan mealen:

- Eğer size yasak edilen büyük günahlardan sakınırsanız, öbür


günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız.
4/31

351- .............. Ebû Hureyre’den demiştir ki:

Rasûlullah (s.a.) (şöyle buyurmuştur:

- “İnsan öldüğü zaman (bütün) amel(ler)i kendisinden kesilir.


Ancak üç şey müstesna; sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve
kendisine dua eden salih evlâd." (Ebû Dâvûd, K. El- Vesaya
(17), Bâb 14 H.2880 C.11 S.88 Şamil 1991, diğer rivayet

295
edenler, Müslim, vasıyye 14 Tirmizi, ahkam 36; Nesâi,
vesaya 8.)

Yukarıdaki rivayette görüldüğü gibi, iddia ettiklerine göre üç


kişi hariç, öldükten sonra herkesin ameli kesilirmiş. Dikkat
edilirse, bu rivayetlerinin uydurma olduğu hemen anlaşılır.
Şöyle ki, bu gün hayatta olup ta, iddia ettikleri amellerden
herhangi birini işleyen bir Müslüman’ın sevabı, ameli işlediği
günden itibaren yazılacak ve işlemeye başlayacaktır. halbuki
aynı şahıs beş yüz sene önce dünyaya gelmiş olsaydı ve aynı
ameli işleseydi, bugünkü duruma göre beş yüz sene daha
fazla sevap kazanmış olacaktı, veya aynı şahıs, aynı ameli
kıyametin kopmasından bir gün önce işlemiş olsa, sadece
kazanacağı sevabı bir gün çalışmış olacaktı. Bu duruma göre,
dünyaya geliş zamanı bir avantaj veya dezavantaj olmaktadır.
Hal bu ki, İslam dininde sevap veya günah yönünden herkes,
zamana göre değil yaptığına göre eşit olarak değerlendirilir.
Kim bir zerre miktarı sevap işlese karşılığını görür, kim bir
zerre miktarı günah işlese karşılığını görür. Ameller arasında
fark olmadığından sadakai cariye diye bir şey yoktur.
Örneğin: Bin liralık sevap işleyen işleme zamanıyla ilgili
olmadan ona göre sevap alır, oğlunu iyi olarak beş yüz sene
önce yetiştirmiş olanla, aynı şekilde beş yüz sene sonra
yetiştirmiş olan aynı sevabı alır. Bir parayı fakirlere vermeyle
veya iddia ettikleri gibi, sadakai cariye dedikleri çeşme
yapması v.s. arasında fark yoktur. Bu konuda Kur’an’dan
örnek verecek olursak, mealen:

- O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları)


için geri dönüp gelirler. 99/6

- Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. 99/7

- Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. 99/8

- Kıyâmet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir


haksızlık edilmez. (İnsanın yaptığı iş), bir hardal tanesi

296
ağırlığınca da olsa onu getiririz. Hesap görücü olarak biz
yeteriz. 21/47

Bu itibarla uydurdukları rivayetin aslı yoktur.

352- ................ Bize Mâlik, Muhammed ibn Abdillah.......’tan


haber verdi ki, o şöyle demiştir: Ben Ebû’l-Hubâb Said ibn
Yesâr’dan işittim, o şöyle diyordu: Ben Ebû Hureyre (R)’den
işittim, şöyle diyordu:Rasûlullah (S): “Allah kime hayır
murâd ederse ona musibet verir" buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-
Merdâ ve’s-Tıbb H.5 C.12 S.5688 Bâb 1 Ötüken)

353-............... Bize şube, el-A’meş’ten; o da Ebû Vâil’den; o


da Mesrûk’tan haber verdi ki, Âişe(R): Ben Rasûlullah
(S)’tan ziyâde hastalığı şiddetli olan hiçbir kimse görmedim,
demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Merdâ ve’s-Tıbb H.6 C.12 S.5689
Bâb 2 Ötüken.)

354-.............. Abdullah ibn Mesûd (R) şöyle demiştir: Ben


Peygamber (S)’in hastalığında vücûdu hummânın
harâretinden şiddetle sarsıldığı sırada huzûruna vardım ve:

- Yâ Rasûlullah, şüphesiz ki, hummâ harâretinden çok ızdırab


çekmektesin! dedim.

Ardından:

- Yâ Rasûlullah, bu şiddetli hummânın şüphesiz iki kat


ızdırabı var, elbette buna karşılık size iki kat ecr ve mükâfat
vardır: diye arz ettim.

Rasûlullah:

- “Evet, Herhangi Müslümân bir ezâ isâbet ederse, muhakkak


ağacın yapraklarının düşmesi gibi, Allah o müslümândan
günahlarını düşürür" buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Merdâ ve’s-
Tıbb H.7 C.12 S.5689 Bâb 2 Ötüken)

297
Bu gibi rivayetlerle, iddia ettiler ki, en çok musibet en iyi
olanlara gelir, ondan sonra sırasıyla diğer faziletli kimselere
gelirmiş. Hal bu ki, durum hiçte iddia ettikleri gibi değildir.
En çok musibet takvada en ileri olanlara değil, en çok günah
işleyenleredir ve hayatın çeşitli safhalarında çeşitli şekilde
gelebilir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin


yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah, işlediklerinizin)
birçoğunu da affeder. 42/30

Bu itibarla uydurdukları rivayetin aslı yoktur.

355- İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Maşrık


cihetinden iki adam geldi ve hitabede bulundular. Onların
beyanlarındaki güzellik herkesin hoşuna gitti. Bunun üzerine
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:

“Beyanda mutlaka bir sihir var!"buyurdular." (K.S. 5920


C.16 S.390 Akçağ 1993, alıntıları: Buhâri, Tıbb 51; Muvatta,
Kelam 7, (2,986); Ebû Dâvûd, Edeb 94,(5007); Tirmizi, Birr
81,(2029))

Bu rivayette, güzel sözde mutlaka sihir olduğunu iddia


etmişlerdir. Bu iddiaya göre üstün güzellikte beyana sahip
olan Kur’an hâşâ ondan, sihir olmuş oluyor. Böyle bir iddia
ise ancak müslüman olmayanların, Kur’an hakkında söylemiş
oldukları bir iddiadır. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman kendilerine


gelen hakkı inkâr edenler: “Bu, apaçık bir sihirdir" dediler.
46/7

Görüldüğü gibi, uydurmuş oldukları rivayet, Kur’an’a


dolaylıda olsa saldırı içermektedir ve peygambere bir
iftiradır.

356- Ümmü Habibe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
298
“Ademoğlu’nun, emr-i bi’l-ma’ruf veya neh-i ani’l-Münker
veya Allah Teâla hazretlerine zikir hariç bütün sözleri lehine
değil, aleyhinedir." (K.S. 5916 C.16 S.381 Akçağ, alıntısı:
Tirmizi, Zühd 63, (2414))

Din konusu dışında konuşmanın yasak olmadığı bir çok


konular vardır. Örneğin, Alışveriş etmek, Meslek öğrenip
veya öğretmek veya herhangi meşru bir ihtiyacı söylemek
veya güzel bir sohbet yapmak gibi. İddia ettiklerine göre, bir
doktora hasta olduğunu söyleyen bir kimse dahi günaha
girmiş olmaktadır. Zira bu söylediği, Emr- bi’l-maruf veya
nehy-i ani’l-münker olmadığı gibi, Yüce Allah’ı zikirde
değildir. Bir müslüman, hem dünyası için, hem de ahreti için
birlikte çalışabilir, bundan dolayı bu tür boş iddialar,
müslümanları günlük yaşantılarında zora koşmak için
uydurulmuş aslı olmayan ve İslam toplumunu dünyevi işlerde
geri bırakıp zayıf duruma düşürmeyi amaçlayan rivayetlerdir.
Bir müslümanın dünya hayatında yapacağı şey, Allah’ın
kendisine verdiği nimetlerle ahiret yurdunu isteyip, dünyadan
da nasibini unutmaması ve iyilik yapıp, bozgunculuk
yapmamasıdır.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- “Allah’ın sana verdiği ile ahireti iste. Ve dünyadan nasibini


unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sende ihsanda bulun.
Yeryüzünde fesâd arama Çünkü Allah müfsitleri sevmez."
28/77

357- Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Bir kimse ölünce, arkada ağlayanları kalkıp: “Vay benim


dağım, vay efendim..."gibi sözler sarf ederse, ona iki melek
vekil kılınır, melekler ölen kimsenin göğsüne vura vura: “Sen
öyle misin?" diye sorarlar." (K.S. 5434 C.15 S.257 Akçağ
1992, alıntısı: Tirmizi, Cenâiz 24,(1003))

299
Allah’a isyan etmemek ve dolayısıyla makul ölçülerde olmak
şartıyla, üzücü bir olayın meydana gelmesi halinde bir
kimsenin ah edip ağlaması meşrudur, hatta olayın şiddetine
göre kişi çok üzülüp çokça ağlamışta olabilir, önemli olan
günaha girecek davranışlarda bulunmamasıdır. Bir kimse
öldüğünde yakınları üzüntülerini açığa verirken haddi aşarak
günaha girmişlerse, bu ağlamalarından dolayı ölüye azab
edilmez, zira herkes ancak kendi günahından sorumludur. Bu
hususta, Kur’an’dan mealen:

- De ki: “Allah her şeyin Rabb’i iken ben O’ndan başka Rab
mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine âittir.
Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının
(günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabb’inizedir; (O)
ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir. 6/164

Görüldüğü gibi rivayetleri, Kur’an’a uygun olmayıp aslı


yoktur.

358- .......... Bize Mâlik, Yahyâ ibn Said’den; o da


Muhammed ibn İbrâhim’den, o da Alkame ibn Vakkaas’tan;
o da Umer (R)’den haber verdi ki, Umer şöyle demiştir:
Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: “Ameller niyete göredir. Her
bir kimse için ancak niyet ettiği şey vardır. Binâenaleyh her
kimin hicreti Allah’a ve Resûl’üne yönelmişse, onun hicreti
Allah’a ve Resûlünedir. Artık nâil olacağı bir dünyâ veyâ
evleneceği bir kadından dolayı hicret etmiş kimse varsa, onun
hicretine sebep olan şeydir. (Buhâri, Kitâbu’l-İmân H.47 C.1
S.209-210 Ötüken)

Bir kimse iyi ameller işlerken niyeti iyi ameller işlemek değil
de başka şeylerse, örneğin: İnsanlara gösteriş için sadaka
verirse veya insanlara gösteriş için namaz kılarsa veya para
karşılığı Oruç tutar veya haccederse yene esas amacı iyi
ameller işlemek değil de onun dışında başka şeylerse sevap
alamaz. Bu gibi durumlara değinmekle beraber rivayette tüm
niyetler için genelleme yapılması yanlıştır, zira niyetlerin aksi
yönü de vardır, kişi kötü bir şey yaparken iyi bir şey yaptığını
300
sanabilir, bundan dolayı iyiliğin ve kötülüğün ölçüsü
şahısların niyeti olmayıp, Allah’ın kitabı Kur’an’dır. Bir
kimsenin işlemiş olduğu kötülüğü iyi sanması, işlemiş
olduğunu kötülüğü meşru kılmaz. Yapılan işin iyi bir iş
olması esastır. Bu hususta Kur’an’dan örnek verecek olursak,
mealen:

- De ki: “Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyâna


uğrayacak olanları söyleyeyim mi?" 18/103

- Dünyâ hayatında bütün çabaları boşa gitmiş ve kendileri de


iyi iş yaptıklarını sanan kimseleri? 18/104

- İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr


eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir, kıyâmet
günü onlar için terâzi kurmayız (veya onlara hiçbir değer
vermeyiz). 18/105

- Onlar ki, inandılar ve iyi işer yaptılar, elbette biz işi güzel
yapanın ecrini zâyi etmeyiz. 18/30

Dikkat edilirse, inanıp işi güzel yapanın, yani, inanıp ta güzel


işler yapanın ecri zayi olmamaktadır. Yoksa ayetleri inkar
ederek, yanlış inancıyla ve yanlış işleriyle sevinip iyi iş
yaptığını sanan kimselerin bütün çabaları boşa gitmiştir. Bu
itibarla, bu konuda uydurmuş oldukları rivayetin aslı yoktur.

359- İbnu Amr İbni’l-As anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm Mekke’yi fethettiği zaman şu hitabede bulundu:

“Bilesiniz! Kocasının izni olmadan bir kadın (kocasının


malından) bağışta bulunması caiz değildir."(K.S. 5792 C.16
S.254 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Büyû 86,(3546,3547))

360- Ebu Ümâme radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki................

“Kadın, kocasının evinden onun izni olmadan (başkasına)


infak edemez!”
301
Kendisine: “Ey Allah’ın Resûlü! Yiyecek de mi? denildi.

“Bu, mallarınızın en kıymetlisidir!" buyurdular. ........ (K.S.


5937 C.16 S.407-408 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Vesâya 5,
(2121); Ebû Dâvud, Büyû’90,(3565))

361- Ka’b İbnu Mâlik’in anlattığına göre: “Hanımı, kendine


ait bir zinet eşyasını Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma
götürüp: “Ben bunu tasadduk ediyorum" demiştir.
Aleyhissalâtu vesselâm kendisine: “Kadının kendi malından
(da olsa) bağışı kocasının izni olmadan caiz değildir. Acaba
sen Ka’b’den izin aldın mı?"demiştir. Hanım “Evet!"deyince,
hanımın kocası Ka’b İbnu Mâlik’e (bir adam göndererek:
“Sen Hayre’ye zinetini tasadduk etmesine izin verdin mi?
diye sordurmuş, Ka’b: “Evet" deyince Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm kadının hibesini kabul buyurmuştur”.
(K.S. 6730 C.17 S.284 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 2389)

362- Resûlullah’a atfen: “Kocasının nikahında olduğu


müddetçe, bir kadına malından hibede bulunması câiz
değildir." (Ebû Dâvûd, Büyû’ 86,(3546,3547.))

Yukarıda ki rivayetlerde görüldüğü gibi, bir kadının,


kocasının izni olmadan, ne kocasının, nede kendisinin
malından hibede bulunamayacağını tahdis etmişlerdir. Buna
rağmen şu rivayetlerde bulundular:

363-............. Esmâ bin tu Ebi Bekr (R) şöyle demiştir: Ben

- Yâ Rasûlullah! Benim hiçbir malım yoktur, ancak bütün


malım (kocam)ez-Zubeyr İbni’l-Avvâm’ın bana verdiği ve
benim mülküm yaptığı mallar vardır. Ben bu mallardan
sadaka vereyim mi? diye sordum.

Rasûlullah (S)

- “Sadaka ver, parayı kap içine koyup saklama, sonra sana


karşı da saklanır" buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Hibe ve Fadlihâ
ve’t-Tahrid aleyhâ H.24 C.5 S.2386 Ötüken)
302
364- ............. Hemmâm ibn Münebbih şöyle demiştir: Ben
Ebû Hureyre (R)’den işittim ki, Peygamber (S): “Kadın,
kocasının kazancından, onun izni olmaksızın infâk ettiği
zamân, o infâkın sevâbının yarısı kocaya âid olur"
buyurmuştur. (Buhari, Kitâbu’n-Nafakaat H.10 C.12 S.5462
Bâb 4 Ötüken 1988.)

Bu iki rivayette de, kadının, kocasının izni olmadan hem


kendi malından, hem de kocasının malından infakta yani
hibede bulunabileceğini, hatta sevabın yarısının kocasına,
dolayısıyla diğer yarısının da kadına ait olacağını rivayet
etmişlerdir. Böylece bu konudaki rivayetlerinde çelişkiye
düşmüşlerdir.

365- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam ölmüştü,


diğer biri, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın işiteceği
şekilde onun için şöyle söyledi: “Cennet mübarek
olsun!"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sordu:

“Nereden biliyorsun? Belki de o mâlâyani konuştu veya


kendisini zengin kılmayacak bir miktarda cimrilik etti!" (K.S.
5912 C.16 S.377 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Zühd 11,(2217))

Bu rivayetlere, daha önce yazmış olduğum, kim “Leilehe


illallah" demişse kesinlikle cennete gideceği, cehenneme
gitmeyeceği şeklindeki rivayetleriyle çelişkilidir.

366- ........... İbrahim en-Nahai’den; o da Alkame’den; o da


Abdullah ibn Mesûd (R)’dan tahdis etti(ki o şöyle demiştir):
Allah şu kadınlara la’net etmiştir: Döğün yapanlar,
vücutlarına döğün yaptıranlar, yüzlerinin tüylerini
yolduranlar, seyrek dişli güzel görünmek için ön dişlerinin
aralarını yontan sırıtkanlar, Yüce Allah’ın yarattığını
değiştirenler........... (Buhâri, Kitâbu’l-Libâs H.142 C.13
S.5945 Bâb 82 Ötüken)

367- ............. Ez-Zuhri şöyle dedi: Bize Sufyân ibn Uyeyne,


Said İbu’l-Müseyyeb’den; o da Ebû Hureyre’den; o da

303
Peygamber (S)’den rivayet olarak şöyle tahdis etti: “Fıtrat
beştir-yâhud: Beş şey fıtrattandır: Hıtan, yâni çocukları
sünnet etmek, evrat yerindeki kılları gidermek için ustura
tutunmak, koltuk altlarının kıllarını (yolarak) gidermek,
tırnakları kesmek ve bıyığı kırkmak”. (Buhâri, Kitâbu’l-Libas
H.105 C.13 S.5925 Bab 63 Ötüken 1989 .)

Dikkat edildiğinde yukarıdaki iki rivayette bir çok çelişki


görmek mümkündür, şöyle ki: Koltuk altı tüylerinin
yolunması teşvik edilmişken, kadınların yüzlerindeki tüyleri
almaları lanetlenmeye sebep gösterilmiştir, halbuki her iki
fiilin bir birinden farkı yoktur, tırnakları kesme gibi olup
yaratılışı değiştirme manasında değildir, zira tırnak nasıl
tekrar çıkıyorsa bunlarda tekrar çıkarlar, meğerki kalıcı
şekilde yok edilmiş olmasınlar, kalıcı şekilde yok edilseler bu
fiil yaratılışı değiştirme manasındadır. Ayrıca, dişleri
törpülemek, döğün (kalıcı döğme) yapmak lanetlenmeye
sebep gösterilmişken. Çocukları sünnet etmek fıtrattan
sayılmıştır, halbuki bunların hepsi aynı şey olup yaratılışı
değiştirme manasındadırlar.

368-. ... Abbâd b. Temim, amcası Abdullah b. Zeyd b. Âsım


(r.a.)’dan rivâyet ettiğine göre; Resûlullah (s.a.) ashabı ile
birlikte (musallâya) yağmur duasına çıkıp onlara iki rekat
namaz kıldırdı. Bu iki rekat lerde kıbleye karşı durdu açıktan
okudu, ridâsını ters çevirdi. Ellerini kaldırıp duâ etti ve
yağmur istedi. (Ebû Dâvûd, K. Salât’ul-İstiskâ (3), Bâb 1
H.1161 C.4 S.303 Şamil 1988.)

369-. ... İshak b. Abdillah b. Kinâne’den; demiştir ki: -Velid


b. Utbe- Osman’ın dediğine göre Velid b. Ukbe- Medine
valisi iken, beni Resûlullah (s.a.)’in yağmur duâsında
(kıldığı) namazını sormam için İbn Abbâs (r.anhumâ)’a
gönderdi. (Gidip İbn Abbâs’a sordum) o da şöyle dedi:

- Resûlullah (s.a.) iş (eski) elbisesini giymiş, mütevâzı bir


vâziyette tazarru içinde musallaya kadar geldi. - Osman,
“Minberin üzerine çıktı" cümlesini ilâve etti- sizin şu
304
hutbeniz gibi hutbe okumadı. Fakat dua, tazarru ve tekbire
devam etti. Sonra bayramda kıldığı gibi iki rekat namaz kıldı.
(Ebû Dâvûd, K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 1 H.1165 C.4 S.311-
312 Şamil.)

Birinci rivayette peygamberin ridasını ters çevirdiği rivayet


edilmişken, ikinci rivayette ridâsını (elbise) ters çevirme
olayı yoktur, bu itibarla iki rivayet çelişkilidir. Ayrıca,
peygamber elbisesi ters çevirip giymek suretiyle kedini
komik duruma düşürmez, bu ona yakışan bir hareket değildir,
peygamberin namaz için eski elbisesin giydiği yolundaki
iddia da Kur’an’a uymamaktadır. Bu konu da Kur’an’dan
mealen:

- Ey Âdem oğulları, her mesci(de gidişiniz)de süs(lü, güzel


elbiseler)inizi (üzerinize) alın; yiyin için, fakat isrâf etmeyin;
Çünkü O, isrâf edenleri sevmez. 7/31

YİYECEKLER VE İÇECEKLER HAKKINDA


UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

370- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’a soruldu: “Halk bize et getiriyor,
kesilirken besmele çekilip çekilmediğini bilmiyoruz, ne
yapalım?”

“Siz besmele çekin, yiyin! Cevabını verdi." (K.S. 1962 C.7


S.225 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Sayd 21, Büyû 5, Tevhid 13;
Ebû Dâvûd, Edâhi 19,(2829); Nesâi, Dahâyâ 39,(7,237))

İslam da eti yenen hayvanlar kesilirken, Allah’ın adını anmak


farzdır. Eğer kesim anında, Allah’ın adı anılmamışsa o
hayvanın eti zaruret dışında yenmez. Sonradan besmele
çekmek, keserken çekilmemiş olan besmelenin yerine kabul
olmaz. Bu konuda Kur’an’dan örnek verecek olursak,
mealen:

305
- Allah size ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının
adı anılarak kesilen (hayvanlar)ı haram kıldı. Kim mecbur
kalırsa (başkasının hakkına) saldırmadan, sınırı da aşmadan
(bunlardan) yiyebilir. Şüphesiz Allah, bağışlayan,
esirgeyendir. 16/115

- (Kesilirken) üzerine Allah’ın adı anılmayan (hayvan)lardan


yemeyin! Çünkü o(nu yemek), yoldan çıkmadır. Şeytanlar,
dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için fısıldar (telkinde
bulunur)lar. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de Allah’a
ortak koşanlar olursunuz. 6/121

Görüldüğü gibi uydurdukları rivayet Kur’an’a ters olup, aslı


yoktur.

371- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissâlatu vesselâm)’a zemzemden sundum ayakta
olduğu halde içti." (K.S. 2241 C.8 S.104 Akçağ, alıntıları:
Buhâri, Eşribe 16, Hacc 76; Müslim, Eşribe 120,(2027);
Tirmizi, Eşribe 12,(1883); Nesâi, Hacc 165, (5,237))

372- İbnu Ömer (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: “Biz,


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde yürürken yer,
ayakta iken içerdik." (K.S. 2243 C.8 S.104 Akçağ, alıntıları:
Tirmizi, Eşribe 11,(1881); İbnu Mâce, Et’ime 25,(3301))

373- Kebşetu’l-Ensâri (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanıma gelmişti.
(Duvarda) asılı olan bir kırbanın ağzından ayakta su içti. Ben
hemen kırbaya gidip ağzını kestim." (K.S. 2247 C.8 S.107
Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Eşribe 18,(1893); İbnu Mâce,
Eşribe 21,(3423))

Bu rivayetlerle, ayakta yemek yenebileceğini, su v.s.


İçilebileceğini tahdis ettiler. Bu rivayetlerine rağmen,
insanları bu konuda da şaşkın hale sokmak için şu rivayeti
uydurdular.

306
374- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:

“Sizden kimse sakın ayakta içmesin. Kim unutarak içerse


hemen kussun." (K.S. 2246 C.8 S.106 Akçağ, alıntısı:
Müslim, Eşribe 116, (2026))

375-........... Peygamber’in zevcesi Ümmü Seleme’den (o


şöyle demiştir): Rasûlullah (S) şöyle buyurdu: “Gümüş
kaptan bir şey içen kişi var ya, muhakkak o kişi karnına
ancak (curp curp diye) cehennem ateşini göndermektedir”.
(Buhâri, Kitâbu’l-Eşribe H.57 C.12 S.5678 Bâb 27 Ötüken
1988.)

Bu rivayetlerinde gümüş kaptan bir şey içen kimsenin


cehenneme gideceğini rivayet ettiler. Buna rağmen şu
rivayeti de tahdis ettiler:

376-.............. Enes ibn Mâlik(R)’ten: Peygamber (S)’in su


bardağı kırıldı, akabinde kırık yerine gümüşten bir bardak
edindi dediğini tahdis etti.

Râvi Âsım el-Ahvel: Ben bu kadehi gördüm ve (teberruken


içine su koyup) ondan su içtim, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-
Humus H.18 C.6 S.2895 Bâb 5 Ötüken 1987.)

İki rivayet çelişkili olduğu gibi, gümüş bardaktan bir şey için
cehenneme gider deyip, Peygamber gümüş bardaktan içerdi
demekle peygambere saldırıda bulundukları açıktır.

377- Ebi Katâde oda babasından naklen: “Peygamber kabın


içine solumaktan nehiy buyurmuştur." (Müslim C.9 121/ 329
Sönmez Neşriyat A.Ş.)

378- Enes’den naklen: “Rasûlullah, kabın içine üç defa


solurmuş." (Müslim, C.9 122/330 Sönmez Neşriyat)

307
379- Enes şöyle demiş: Resûlullah içtiği şeyin içine üç defa
solar ve: “Bu daha kandırıcı, daha sâlim ve afiyetlidir."
buyururdu.

Enes: “İşte bende içilen şeyin içine üç defa soluyorum."


demiş. (Müslim, C.9 123/330 Sönmez Neşriyat )

Birinci rivayetle, diğer iki rivayetin çelişkili oldukları açıktır.


Birincisinde kabın içine solunmaz derken, diğerlerinde
solunabileceği rivayet edilmiştir.

380- Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Hamr şu
iki ağaçtandır: Hurma ve asma." (K.S. 2275 C.8 S.137 Akçağ
1989, alıntıları: Müslim,Eşribe 13,(1985); Tirmizi, Eşribe 8,
(1876); Ebû Dâvûd Eşribe 4,(3678); Nesâi, Eşribe 19,(8,294))

381- en-Nu’mân İbnu Beşir (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Üzümden hamr yapılır, hurmadan hamr yapılır, baldan hamr
yapılır, buğdaydan hamr yapılır, arpadan hamr yapılır. Ben
sizi bütün sarhoş edicilerden yasaklıyorum." (K.S. 2274 C.8
S.137 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvûd, Eşribe 4, (3676);
Tirmizi, Eşribe 8,(1873))

Birinci rivayette hamr(şarap)ın, Hurma ve Asmadan olduğu


belirtilmişken. İkinci rivayette baldan v.s. Gibi şeylerden de
hamr yapılabileceğinin tahdis edilmesi bir çelişkidir.

382- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): “Kim Allah’ın haram


kıldığını haram kılmaktan hoşlanırsa nebiz’i haram kılsın"
dedi.

Bir rivâyette, Kays İbnu Vehb ona:Benim bir küpçüğüm var


içerisine şıra koyuyor, şıra kaynayıp durulunca içiyorum"
dedi. (İbnu Abbâs) cevaben: “Bu söylediğin şey ne zamandan
beri içeceğini teşkil etmekte?" diye sordu. Kays: “Yirmi
yıldan beri" deyince, İbnu Abbâs:

308
“Öyleyse uzun zamandır, damarların su ihtiyacını pislikten
gördü" dedi. (K.S.2279 C.8 S.144 Akçağ, alıntısı: Nesâi,
Eşribe 48,(8,322-323))

383- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Biz, Rasûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) için kuru üzümden nebiz kurardık,
içerisine hurma atardık."(K.S. 2288 C.8 S.149 Akçağ,
alıntısı: Ebû Dâvûd, Eşribe 8,(3707)

Birinci rivayette, nebiz’in haram olduğu rivayet edilmişken,


diğer rivayette içilebileceğinin, yani haram olmadığının
belirtilmesi bir çelişkidir.

384- Ebû Dâvud’un rivayetinde şöyle gelmiştir: “Hz. Câbir


radıyallahu anh der ki: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma
sırtlandan sordum. Bana:

“O, av(hayvanı)dır, ihramlı avlanacak olursa koç da aynı


hükme dâhil edilir. (K.S. 3908 C.11 S.150 Akçağ, alıntıları:
Tirmizi, Et’ime 4,(1792); Ebû Dâvud, Et’ime 32,(3801);
Nesâi, Sayd 27,(7,200))

385- Abdurrahmân İbnu Ebi Ammâr rahimehullah anlatıyor:


“Hz. Câbir radıyallahu anh’a: “Sırtlan avmıdır?" diye
sordum. “Evet!"dedi. Ben tekrar: “Etini yiyeyim mi?"dedim.
“Evet!"dedi.

“Bu cevap Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmdan


mıdır?"dedim."“Evet!"dedi." (K.S. 3907 C.11 S.150 Akçağ,
alıntısı: Tirmizi.)

386- Huzeym İbn Cez’i radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma sırtlan hakkında (eti
helâl mi?)"diye sordum.

“Sırtlanı yiyen biri de var mı?"dedi. Bunun üzerine kurdun


etinin yenmesini sordum.

309
“Kendisinde hayır olup da kurdu yiyen biri var mı?"diye
cevap verdi." (K.S. 3909 C.11 S.151 Akçağ, alıntısı: Tirmizi,
Et’ime 4, (1739))

Birinci ve ikinci rivayetlerde, sırtlan etinin yenebileceği


belirtilmişken. Üçüncü rivayette yenemeyeceğinin
belirtilmesi bir çelişkidir.

387- İbnu Ebi Evfa radıyallahu anhümâ anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile beraber (altı veya yedi
sefer) gazveye çıkmıştık. Gazve esnasında Aleyhissalâtu
vesselâmla birlikte çekirge yedik." (K.S. 3912 C.11 S.153
Akçağ, alıntıları: Buhâri, Sayd 13; Müslim, Sayd 52,(1952);
Tirmizi Et’ime 22,(1822,1823); Ebû Dâvud, Et’ime 35,
(3812); Nesâi, Sayd 37,(7,210))

388- Selman radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâma çekirgeler sorulmuştu:

“Onlar, Allah’ın en kalabalık ordularıdır. Onu ne yerim ne de


haram kılarım" buyurdular." (K.S. 3913 C.11 S.154 Akçağ,
alıntıları Ebû Dâvud, Et’ime 35,(3813); İbnu Mace, Sayd 9,
(3219))

Birinci rivayette, Resûlullah ın çekirge yediği rivayet


edilmişken. İkinci rivayette yemediğinin belirtilmesi açık bir
çelişkidir. Diğer bir hususta çekirgelerin, Allah’ın en
kalabalık ordusu olduğunun iddia edilmesidir, daha öncede
belirttiğim gibi, Kur’an’a göre, Allah’ın ordularını, Allah’tan
başkası bilmez, hal böyle olunca, kullarca bilinemeyenin
hangisinin en kalabalık olduğu yine hiçbir kul tarafından
bilinemez. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Biz cehennemin bekçilerini hep melekler yaptık. Onların


sayısını da inkar edenler için bir imtihan kıldık ki kendilerine
Kitâb verilmiş olanlar iyice inansın, inanananların imanını
arttırsın. Kitâb verilmiş olanlar ve inananlar şüpheye
düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kafirler de:

310
“Allah bu misalle ne demek istedi?" desinler. Böylece Allah,
dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola iletir.
Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu,
insanlara bir tebliğdir. 74/31

Bu itibarla, uydurmuş oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

389- Esmâ Bintû Ebi Bekr radıyallahu anhümâ anlatıyor:


“Biz, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm zamanında bir at
kestik. O zaman Medine’de idik. Hepimiz onu yedik."(K.S.
3915 C.11 S.155 Akçağ, alıntıları: Buhari, Sayd 24,27;
Müslim, Sayd 36,(1942); Nesâi, Dahâya 33,(7,231))

390- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Heyber(in fethi)


zamanında at ve vahşi eşek(eti) yedik. Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm ehli eşek(etin)i yasakladı ve ata
müsaade etti." (K.S. 3916 C.11 S.156 Akçağ, alıntıları: Ebû
Dâvud, Et’ime 26,(3788); Nesâi, Sayd 32, (7,205); Tirmizi,
Et’ime 5,(1794))

391- Hâlid İbnu’l-Velid radıyallahu anh anlatıyor:


"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, at ve eşek etini yemeyi
yasakladı." (K.S. 3939 C.11 S.179 Akçağ, alıntıları: Ebû
Dâvud ve Nesai, ilgisi aşağıdaki rivayet.)

392- Ebû Dâvud’un bir diğer rivayetinde şöyle denir.


“Heyber fethi sırasında gazvede, Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm ile birlikte bende (Hâlid İbnu’-Velid) vardım. Bir
grup Yahudi, Aleyhissalâtu vesselâma gelerek, askerlerin
ahırlarına hücum ederek (mallarını yağmaladıklarından)
şikâyet ettiler. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, bunun
üzerine (müslümanlara yönelerek): “(Olamaz!) anlaşma
yapılan kimselerin malı onların izni olmadan helâl değildir.
Ayrıca size ehli eşekler ve onların atları, katırları, vahşi
hayvanlardan her bir kesici dişi olan, kuşlardan da her bir
pençeleri olan haramdır!" buyurdular." (K.S. 3940 C.11
S.179 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Et’ime 26,3790), 33,
(3806); Nesâi, Sayd 30,(7,202))
311
Birinci ve ikinci rivayetlerde at etlerinin yenebileceği ve
Heyber(in fethi) zamanında at eti yenmesini peygamberin
yasaklamadığı rivayet edilmişken. Yine, Heyber’in fethi konu
edilerek, buna rağmen üçüncü ve dördüncü rivayetlerde,
Heyber(in fethi) zamanında at etinin yenmesinin
yasaklandığının belirtilmesi bir çelişkidir.

393-............ Peygamberin zevcesi Ümmü Seleme’nin oğlu


olan Umer ibn Ebi Seleme (R) şöyle demiştir: Bir gün
Rasûlullah (S)’in berâberinde bir yemek yedim ve yemek
tabağının her tarafından yemeğe başladım. Bunun üzerine
Rasûlullah (S) bana:

- “Sana yakın olan yerden ye!"buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-


Etime H.4 C.12 S.5479 Bâb 1 Ötüken 1988.)

394-............ Enes ibn Mâlik (R) şöyle diyordu: Bir terzi,


hazırladığı bir yemeğe Rasûlullah’ı davet etti.

Enes dedi ki: Ben de Rasûlullah (S)’ın berâberinde gittim.


(Terzi, ekmek ile kabak ve kuru et parçaları bulunan çorba
takdim etti.) Yemek sırasında ben Rasûlullah’ın tabağın
etrafında kabakları araştırırken gördüm.

Yine Enes: Artık o günden itibâren ben kabağı sevmekten


ayrılmadım, dedi. (Buhâri, Kitâbu’l-Et’ime H.6 S.5484 C.12
Bâb.3 Ötüken)

Birinci rivayette yemek yerken kişinin önünden yemesi


gerektiği rivayet edilmişken, ikinci rivayette bizzat
Peygamberin yemek yerken, tabağın her tarafını
araştırdığının rivayet edilmesi bir çelişkidir.

Rivayetin, birden çok kişinin aynı tabaktan yemek yemesi


olayıyla ilgili olarak uydurulduğu düşünüldüğünde,
peygamberi bir nevi açgözlülükle de suçladıklarını görmek
mümkündür.

312
395- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Biriniz yemek
yeyince, yalamadıkça veya yalatmadıkça elini (mendille)
silmesin." (K.S. 3885 C.11 S.114 Akçağ, alıntıları: Buhâri,
Et’ime 52; Müslim, Eşribe 129,(2031); Ebû Dâvud, Et’ime
52,(3847))

396- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm, parmakların ve kapların yalanmasını
emretti ve dedi ki: “Siz bereketin, yemeğinizin hangi
(parça)sında olduğunu bilemezsiniz. Öyleyse, birinizin
lokması düşecek olursa onu alıp, bulaşan ezâyı temizlesin,
sakın şeytana terk etmesin. Parmaklarını yalamadıkça elini
mendille de silmesin. Zira o, taâmınızın hangisinde bereket
bulunduğunu bilemez." (K.S. 3886 C.11 S.114 Akçağ,
alıntıları: Müslim, Eşribe 136,(2034); Tirmizi, Et’ime 11,
(1803))

Yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi, yemek bitiminde


kapların yalanması gibi ilginç adetler önermişlerdir. Eğer bu
önerilerinde yemek artığının zayi olmaması kastediliyorsa,
yemek artığı saklana bilir, kırıntılardan diğer canlılar istifade
ettirilebilir. Kaldı ki amaçlarının bu olmadığı, yer düşen
lokmanın temizlenerek yenmesi gerektiğini rivayet
etmelerinden anlaşılmaktadır. Zira bu o kadar kolay bir iş
olmadığı gibi, sağlık için tehlikede arz eder. Yağlı veya tatlı
ihtiva eden bir lokmanın toza toprağa bulanması halinde
temizlemek çok zor olduğu gibi bu adet edinilmesi halinde
çocuklar da bunu alıştırılacak ve onların temizleme işine ne
derece özen gösterecekleri şüphelidir, düşen lokma bir tarafa
düşülen yerde önemlidir, lokmalar her zaman temiz mermer
üzerine düşmez, bazen pis yerler üzerine de düşer o zaman
önerdikleri temizlik işi nasıl yapılabilir.

Bu itibarla bu rivayetlerinin aslı yoktur.

397- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Yaş hurmayı kuru
313
hurmayla birlikte yiyin. Eski hurmayı yeni hurmayla beraber
yiyin. Zira şeytan (böyle yapmanıza) kızar ve: “Ademoğlu,
eskiyi yeni ile beraber yiyecek kadar (hayatta) kaldı"
der."(K.S. 6981 C.17 S.421 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 3330.)

Uydurmuş oldukları bu rivayetle, şeytanın neden hoşlandığını


ve neden kızdığını konusunda insanları saptırmayı
amaçlamışlardır. Zira, eğer insanlar şeytanla mücadelelerinde
bu tür şeyleri ölçü kabul edecek olurlarsa, iyiyi ve kötüyü
değerlendirmeleri de yanlış olacaktır. Böylece şeytanın esas
amacı olan saptırma olayı meydana gelmiş olur. Yaş ve kuru
hurmayı birlikte veya ayrı ayrı yemenin hiçbir dini yönü
olmadığı gibi. Adem oğlunun uzun veya kısa yaşaması da
şeytanın ilgilendiği bir konuda değildir, şeytanı ilgilendiren
şey, kendisine taraf olunup olunmamasıdır, şeytanı kızdıran
şey kendisine taraf olunmayıp, karşı olma olayıdır. Yoksa,
şeytanı kızdıracağım diye, yaş hurma, kuru hurma davasına
girişen kimse, şeytanı kızdırma yerine ancak aptal olarak
telakki edilir.

Bu itibarla uydurdukları rivayetin aslı yoktur:

398- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim sarımsak veya
soğan yerse bizden uzak dursun -veya mescidimizden uzak
dursun- evinde otursun.”

Bazen Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma içerisinde yeşil


sebzeler bulunan tencere getirilirdi de onda koku bulunur ve
(ne olduğunu) sorardı. Kendisine sebze nev’inden ne olduğu
haber verilince, tencereyi, beraberindeki arkadaşlarından
birin göstererek ona vermelerini söylerdi. Aleyhissalâtu
vesselâm, onun yemekten çekindiğini görünce:

“Sen bana bakma, ye! Zira ben senin gibi değilim, senin
konuşmadığın (meleklerle) konuşuyorum" derdi."(K.S. 3926
C.11 S.166 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Et’ime 49, Salât 160,
İ’tisâm 24; Müslim, Mesâcid 73,(564); Ebû Dâvud, Et’ime
314
41,(3822); Tirmizi, Et’ime 13,(1807); Nesâi, Mesâcid
16(2,43))

399- Ebu Ziyâd Hıyâr İbnu Seleme anlatıyor: “Hz. Aişe


radıyallahu Anhâ’ya soğan hususunda sordum. Şu cevabı
verdi: “Resulullah aleyhissalâtu vesselâmın en son yediği
yemekte soğan vardı."(K.S. 3928 C.11 S.167 Akçağ, alıntısı:
Ebû Dâvud, Et’ime 41,(3829))

Birinci rivayette, peygamberin soğan ve sarımsak yemediği


ve bu yiyeceklerden hoşlanmadığı, hatta meleklerle muhatap
olduğundan bu yiyeceklerden yemesinin söz konusu
olamayacağı tahdis edilmişken, ikinci rivayette, yediği son
yemeğine kadar soğan yediğinin tahdis edilmesi bir
çelişkidir.

400-........... Câbir ibn Abdillah (R): Rasûlullah (S) Heyber


günü evcil eşeklerin etlerinden nehy ette, at etleri(ni yemek)
hakkında ruhsat verdi, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l Mağâzi
H.240 C.8 S.3937 Ötüken 1987.)

Daha öncede belirttiğim gibi, çelişkili de olsa at etlerinin


yenebileceğini, keza ehli eşek etlerinin yenemeyeceğini,
başka bir ifadeyle, evcil olmayan eşek etlerinin
yenebileceğini bir çok rivayette iddia ettiler. Hal bu ki,
Kur’an’da belirtildiğine göre, atlar, katırlar ve eşekler
binilmek (taşımacılık) ve süs içindirler. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Binmeniz ve süsü için atları ve merkepleri (yarattı) ve daha


sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır. 15/8

Bu itibarla, uydurmuş oldukları rivayetlerin aslı yoktur. Zaten


amaçları da yiyecekler konusunda yenmesi haram ve helal
olanları belirtmek olmayıp, kargaşa çıkarmak suretiyle
insanları bu konuda şaşkınlığa sürüklemektir. Onların
rivayetleri esas alınırsa, insan rahat bir şekilde su bile içemez.
Zira bir taraftan ayakta su içilebileceğini söylerken, bir

315
taraftan da ayakta su içilmesi halinde hemen kusmanın
gerekli olduğunu söylerler. Yalın bir konu olan su konusunda
bu şekilde konuşabildikten sonra, bu gün bile insanlar
tarafından çeşit olarak sayısı bilinemeyen hayvanlar
konusunda neler iddia etmezler. Örneğin: Tavuk ve v.s.
Hakkında bir taraftan yenebileceğini söylerlerken, diğer
taraftan bu hayvanlar pislik yiyiyor, peygamber bunların
yenmesini yasaklamıştır demekten çekinmezler. Fakat işin
aslında, yiyecek olarak müslümanlara layık gördükleri ancak
böceklerdir. Zira tahdis ettikleri bir rivayette bütün
böceklerin yenebileceğini iddia etmişlerdir. Bu konuda
yaptıkları tahdis örnekleri şöyledir:

401- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm öldürülmek için hedef ittihaz edilmiş
(ve mücesseme denilen) hayvanın yenilmesini, pislik yiyen
(ve cellâle dene) hayvanın yenilmesini, sütünün içilmesini ve
su tuluğunun ağzından su içilmesini yasakladı." (K.S. 3918
C.11 S.157 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Et’ime 25,(3786);
Tirmizi, Et’ime 24,(1826); Nesâi, Dahâya 44,(7,240))

402- Zehdem İbnu Mudrib anlatıyor: “Ebu Mûsa radıyallahu


anh’a bir tavuk getirilmişti. Cemaatten birisi ayrıldı. (Ebu
Mûsa): “Neyin var? diye sordu. Adam:

“Ben onu (pis şeyler yerken gördüm ve tiksindim ve


yememeye yemin ettim" cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu
Mûsa:

“Yanaş ve ye! Zira ben, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmı


(cellâleyi) yerken gördüm" dedi ve adama yemini için
kefarette bulunmasını emretti."(K.s. 3919 C.11 S.157-158
Akçağ, alıntıları: Buhâri, Zebâih 26, Humus 15, Meğazi 74,
78, Eymân 1, 4, 18, Kefâret 9,10,Tevhid 56, Müslim,Eymân
9,(1649); Nesâi, Sayd 33,(7,206))

403- Hilkâm İbnu Telib rahimehullah babasından naklediyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmla arkadaşlık yaptım,
316
yeryüzündeki haşerelerden herhangi birini haram ettiğini hiç
işitmedim."(K.S.3920 C.11 S.159 Akçağ, alıntısı:Ebû Dâvud,
Et’ime 30, (3798))

Görüldüğü gibi, bütün haşerelerin yenilebileceğini iddia


etmektedirler.

SAÇ, SAKAL, ELBİSELER VE SÜSLENME


KONULARINDA UYDURDUKLARI RİVAYET
ÖRNEKLERİ

404- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Yahudiler ve Hıristiyanlar (saçlarını) boyamazlar. Siz onlara
muhâlefet edin."(K.S.2111 C.7 S.483 Akçağ 1988, alıntısı:
Buhâri, Libâs 67, Enbiya 50; Müslim, Libâs 80, (2103); Ebû
Dâvud, Tereccül 18,(4203); Nesâi, Zinet 14,(8,137); Tirmizi,
Libâs 20,(1752))

Bu hadis Tirmizi’de “(Saçınızdaki) aklıkların rengini


değiştirin, Yahudilere benzemeyin!" şeklinde gelmiştir.

405- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Ehl-i


Kitap, saçlarını alınlarına döküyorlardı, müşrikler de
ayırıyorlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (vahiyle)
emir gelmeyen hususlarda Ehl-i Kitab’a muvafakatı severdi.
Saçını alnı üzerine o da serbest bıraktı. Sonra (ortadan)
ayırarak (sağ ve sola) tarardı." (K.S. 2131 C.7 S.507-508
Akçağ, alıntıları: Buhâri, Libâs 70; Müslim, Fedâil 90,
(2336); Ebû Dâvud, Tereccül 10,(4188); Nesâi, Zinet 62,
(8,164))

Birinci rivayette Peygamberin, Yahudi ve Hıristiyanlara


muhalefet edilmesi gerektiğini söylediğinin iddia edilmesi ile,
ikinci rivayette vahiy gelmeyen hususlarda, Ehl-i Kitab’a
muvafakati severdi demeleri bir çelişkidir.

317
406- Yahya İbnu Said’in anlattığına göre, Said İbnu’l-
Müseyyeb (rahimehullah)’ten şunu işitmiştir: “Hz. İbrahim
(aleyhisselam), misafir ağırlayan ilk kimse idi. Keza o ilk
sünnet olan kimseydi. Bıyığını kesenlerin ilki, saçında aklık
görünenlerin ilki de o idi. Ak saçları görünce: “Ya Rabbi bu
nedir?"diye sormuş; Rabbi de: “Bu vakardır ey
İbrahim!"demiş. O da “Rabbim! Öyleyse vakarımı artır!"
diyerek duada bulunmuştur." (K.S. 2151 C.7 S.533 Akçağ,
alıntısı: Muvatta, Sifatu’n-Nebi 4,(2,922), ayrıca, Beyan
Yayınları, Muvatta C.4 S.281 H.4, ek kaynak
izahı:Sahihayn’da Zühri-Said b.el-Museyyeb- Ebû Hureyre
yoluyla yer alır; Buhâri, Libas, 77/63; Müslim, Taharet 2/16,
no:49.)

407- Hz. Enes radıyallahu anh’ın anlattığına göre,


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâmın saçında ki aklardan
sorulunca (Enes) şöyle cevap vermiştir:

“Allah O’ nu beyazla çirkinleştirmemiştir.”

Bir rivayette de şöyle demiştir: “O, kişinin başında ve


sakalında bulunan beyazları yolmasını mekruh addederdi.
Beyaz kıl (onda nâdirdi ve sadece) alt dudağında,
şakaklarında ve başında bir nebzecik vardı" derdi." (K.S.
5539 C.15 S.361 Akçağ, alıntısı: Müslim, Fezâil 104,105
(2341))

Birinci rivayette, saçların beyazlaşmasını vakar olarak


tanımlamalarına rağmen, ikinci rivayette çirkinliktir demeleri
bir çelişkidir.

408- Hz. İbnu Ömer (radıyallahu anh)’den rivâyete göre,


sakalını sufre denen sarı boya ile boyar ve derdi ki: “Ben,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı gördüm, sakalını
bununla boyamıştı, en çok sevdiği boya da bu idi. Bununla
elbisesini boyadığı da olurdu." (K.S. 2113 C.7 S.487 Akçağ,
alıntıları: Ebû Dâvud, Libâs 18,(4064), Tereccül 19,(4210);
Nesâi, Zinet 17,(8,140))
318
409- İbnu Amr İbni’l-As radıyallahu anhümâ anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm üzerimde sarıya boyanmış
iki giysi görmüştü. Derhal:

“Bunu giymeni annen mi sana emretti?"diye sordu. Ben:


Bunları yıkayayım mı, ey Allah’ın Resulü" dedim.

“Hatta yak onları!"buyurdular.”

Bir rivayette: “Bu, kâfirlerin kıyâfetidir, sakın bunları


giyme!" buyurdular" denmiştir. (K.S. 5281 C.15 S.75 Akçağ,
alıntıları: Müslim, Libas 27,(2077); Ebû Dâvud, Libâs 20,
(4066,4067,4068); Nesâi, Zinet 96,(8,203,204))

Birinci rivayette, peygamberin elbisesini sarıya boyadığını


rivayet etmelerine rağmen, ikinci rivayette sarı elbise
giyilemeyeceğini ve bunu kafirlerin kıyafeti olduğunu rivayet
etmeleri hem bir çelişki, hem de peygambere yöneltilmiş bir
saygısızlıktır. Ayrıca birinci rivayette peygamberin sakalını
sarıya boyadığını rivayet etmişken, ona çelişik olarak şu
rivayeti de tahdis ettiler:

410- Hz. Enes radıyallahu anh’a: “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm saç ve sakalını boyadı mı?"diye sorulmuştu, şu
cevabı verdi: “Aleyhissalâtu vesselâm, sakalının ön kısmında,
on yedi veya yirmi tel kadar bir aklık görmüştür (bunlar için
boya olur mu!) diye cevap verdi."(K.S. 7080 C.17 S.468
Akçağ, alıntısı: İbn-i Maca 3655.)

Görüldüğü gibi bahsi geçen rivayetle bu rivayet çelişkilidir.

411- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Ebu Kuhâfe, Fetih


günü Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a getirilmişti. Saçları
köpük gibi bembeyazdı. Aleyhissalâtu vesselâm: “Bunu
hanımlarından birine götürün(de bunun saç ve sakalının
rengini) değiştirsin. Fakat siyah(a boyamak)tan da kaçınınız"
buyurdular." (K.S. 7078 C.17 S.17 S.467 Akçağ, alıntısı: İbn-
n Mace 3624)

319
412- Süheybü’l-Hayr radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “(Ağaran saç ve
sakallarınızı boyamada) kullandığınız en iyi boya şüphesiz şu
siyahtır. (Çünkü siyah boya kadınlarınızı size daha çok rağbet
ettiricidir, düşmanınızın içinde de hakkınızda daha çok korku
doğurucudur."(K.S. 7079 C.17 S.468 Akçağ, alıntısı: İbn-i
Mace 3625)

Birinci rivayette beyazlanmış olan saçların siyaha


boyanmaması bunun dışında bir boyayla boyanması
gerektiğini rivayet etmişken. Tahdis ettikleri diğer bir
rivayetle, saçları boyamak için en iyi boyanın siyah boya
olduğunu rivayet etmeleri bir çelişkidir.

413- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Saçlarına


kına yakmış bir adam gelmişti. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): “Bu ne güzel!"buyurup takdir etti. (Az sonra) kına
ve ketem ile boyamış biri geldi.

“Bu evvelkinden de güzel!" buyurdu. Sonra (saçlarını) sarıya


boyamış biri daha gelmişti ki:

“Bu öbüründen de güzel!" buyurdu." (K.S. 2112 C.7 S.485


Akçağ, alıntıları:Ebû Dâvud,Tereccül 19,(4211); İbnu Mâce,
Libâs 34,(3627))

414- Kerime Bintu Hümâm anlatıyor: “Bir kadın, Hz.


Aişe’ye kına yakma hususunda sormuştu, şu cevabı aldı:

“Bunda bir beis yok (kına yakılabilir). Ancak ben bundan


hoşlanmam. Çünkü sevdiğim (aleyhissalâtu vesselâm), onun
kokusunu sevmezdi." (K.S. 3114 C.7 S.488 Akçağ, alıntıları:
Ebû Dâvud, Tereccül 4,(4164); Nesâi, Zinet 19,(3,142))

Birinci rivayette kına yakmak övülmüşken, ikinci rivayette


koku yönünden kötülenmesi bir çelişkidir. Diğer bir hususta,
Aişe’nin kına yakmamış olduğu, dolayısıyla kına yakmanın
dini açıdan bir mecburiyet olmadığı hususudur. Buna rağmen

320
tahdis ettikleri başka rivayetlerde, kadınlar için kına
yakmanın mecburi olduğunu, hatta eline kına yakmayan
kadından biat alınamayacağını iddia etmişlerdir, şöyle ki:

415- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir kadın, perde


gerisinden Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a eliyle bir
mektup uzattı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elini
derhal geri çekip:

“Ne bileyim, bu el kadın eli midir, erkek eli midir?" buyurdu.


Kadıncağız:

“Kadın elidir! deyince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu


vesselâm).

“Sen kadın olsaydın, tırnaklarının rengini değiştirirdin"


bununla kına yakmayı kastetmişti." (K.S.2115 C.7 S.488
Akçağ,alıntıları: Ebû Dâvud, Tereccül 4,(4166); Nesâi, Zinet
18,(8,142))

416-Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Hint Bintu


Utbe, Hz. Peygamber’e:

“Ey Allah’ın Resûlü, bana biat ver!"diye talepte bulunmuştu.


Kendisine:

“Hayır, şu ellerini değiştirmedikçe senden biat


almayacağım.ellerin tıpkı vahşi hayvanların ayağı gibi!"
cevabını verdi." (K.S. 2116 C.7 S.489 Akçağ, alıntısı: Ebû
Dâvud, Tereccül 4,(4165))

Görüldüğü gibi tahdis etmiş oldukları rivayetler birbirleriyle


çelişkilidir.

417- Hilâl İbnu Âmir babasından naklediyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’ı Mina’da halka hitap ederken
gördüm. Sırtında kırmızı bir bürde vardı ve katırının üstünde
idi. Hz. Ali radıyallahu anh da önüne durmuş, Aleyhissalâtu

321
vesselâm’ın söylediklerini tekrarlıyordu."(K.S. 5276 C.15
S.71 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, libas 21,(4076))

418- Hz. Bera radıyallahu anh anlatıyor:“Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm orta boylu idi. Ben onu kızıl bir hulle
içerisinde gördüm. Ben aleyhissalâtu vesselâmdan daha güzel
bir şeyi hiç görmedim." (K.S. 5277 C.15 S.73 Akçağ,
alıntıları: Buhâri, Libas 35, Menâkıp 23; Müslim, Fezâil 91,
(2337); Ebû Dâvud, Libas 21,(4072); Tirmizi, Libas 4,(1724);
Nesâi, Zinet 94,(8,203))

Bu iki rivayette, peygamberin kırmızı elbise giydiğini rivayet


etmişlerdir. Dolayısıyla kırmızı elbise giymenin dinen bir
mahzuru olmadığını vurgulamış olmaktadırlar. Buna rağmen
şu hadisleri de karşıt olarak rivayet etmişlerdir:

419- İbnu Amr İbni’l-As radıyallahu anhümâ anlatıyor:


“Üzerinde kırmızı renkli iki giyecek bulunan bir adam geldi
ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a selam verdi. Ama
aleyhissalâtu vesselâm adamın selamını almadı."(K.S. 5278
C.15 S.72 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libâs 20,(4069);
Tirmizi, Edeb 45,(2808))

420- Beni Esed’den bir kadın anlatıyor: “Bir gün, Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’ın zevcelerinden Zeyneb’in yanında
idim ve kızıl toprakla onun elbiselerini boyuyorduk. Biz bu
işle meşgulken Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çıkageldi.
Ancak kızıl toprağı görünce geri döndü. Zeynep bu hali
görünce, Aleyhissalâtu vesselâm’ın bunu mekruh addettiğini
anladı ve derhal elbiselerini yıkadı ve bütün kırmızılığı örttü.
Aleyhissalâtu vesselâm geri döndü ve âniden geldi.
(Boyadan) hiçbir şey görmeyince içeri girdi."(K.S. 5279 C.15
S.73 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Libâs 20,(4071))

Görüldüğü gibi son iki rivayetle, ilk iki rivayet birbirleriyle


çelişkilidir. Zaten amaçları kırmızı veya başka rengi konu
etmek olmayıp karışıklık çıkarmaktır. İslam dini evrensel bir
din olup, bez parçalarının rengiyle uğraşılsın diye inmemiştir.
322
Bilindiği gibi kına kırmızı renk veren bir süslenme boyasıdır.
Peygamber, o kadar kırmızıdan nefret ediyor idi ise, o zaman
bu rivayetin manası nedir? Şöyle ki:

421- Ebu Eyyub (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor:


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kına
yakma, koku sürünme, misvak kullanma ve evlenme bütün
peygamberlerin tâbi olageldikleri sünnetlerdendir. (K.S. 2161
C.7 S.544 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Nikâh 1, (1080))

Bu itibarla uydurdukları rivayetlerin aslı yoktur.

422- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma diyor ki: “Kişi oturduğu


zaman, ayakkabılarını çıkarıp (sol) yanına koyması
sünnettir." (K.S. 5256 C.15 S.58 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud,
Libas 44,(4138), Sâlat 89, (648))

Kişinin çıkardığı ayakkabılarını, mescide veya evinin içine


götürüp yanına koymasının pratik yanı olmadığı gibi, bu
şekilde bir davranış ayakkabılarının altı mikroplu
olabileceğinden hastalık kapma riskini de beraberinde getirir.
Öyle ki kişi, caminin tuvaletinden çıkıyor, aradan birkaç
dakika geçmeden ab dest alıp camiye giriyor, altı ıslak olan
ayakkabılarını nasıl olurda sünnet diye yanında götürür. Bu
itibarla bu rivayetin aslı yoktur.

423- Bireyde (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’ın yanına, parmağında demir yüzük
bulunan bir adam uğramıştı. (Yüzüğü görünce): “Niye
bazılarının üzerinde ateş ehlinin süsünü
görüyorum!"buyurdu. Adam derhal onu çıkarıp attı. Sonra
parmağında sarı renkli (pirinç) yüzük taşıyor olduğu halde
geldi. Bu seferde:

“Niye sende putların kokusunu hissediyorum?"dedi. Bilahare


adam altın yüzük takmış olarak geldi. Bu sefer de:

323
“Sende niye cennet ehlinin süsünü görüyorum?"dedi. Bunun
üzerine adam:

“Öyleyse yüzüğüm neden olsun?" diye sordu.

“Gümüşten dedi. Ancak ağırlığı bir miskale ulaşmasın." (K.S.


2095 C.7 S.470 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Libâs 43, (1786);
Ebû Dâvud, Hatem 4,(4223); Nesâi, Zinet 47,(8,172))

424- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) bir adamın elinde altından bir yüzük
gördü. Onu çıkarıp attı ve:

“Biriniz tutup ateşten bir parçayı alıp eline


koyuyor!"buyurdu.: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
gidince adama: “Yüzüğünü al (başka sûrette) ondan
faydalan" dediler. O:

“Hayır! Vallâhi ebediyen almayacağım, onu: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) attı" dedi." (K.S. 2096 C.7 S.471
Akçağ, alıntısı: Müslim, Libâs 52,(2090))

425- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:“Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’a Habeş kralı Necâşi’den hediyeler
geldi. İçerisinde Habeşi kaşlı bir de altın yüzük vardı.
Resûlullah onu bir çöple veya tiksinerek bir parmağıyla aldı.
Kızı Zeyneb’in kızı Ümâme Bintu Ebi’l-Âs’ı çağırıp:
“Yavrucağım al şunu, takın!" dedi." (K.S. 2097 C.7 S.472
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Hâtem 8,(4235))

Bu rivayetlerinde, erkeklerin altın yüzük takamayacağını


fakat kadınların altın yüzük takmalarında, dolayısıyla altın
zinet eşyası kullanmalarında bir mahzur olmadığını tahdis
etmişlerdir. Dikkat edilirse, birinci rivayette erkeklerin altın
yüzük takamayacaklarına gerekçe olarak, altının cennet
ehlinin süs eşyası olduğunu göstermişlerdir. Fakat gümüş
yüzük takmakta bir mahzur görmemişlerdir. Bu ise bir
çelişkidir, zira gümüşte cennet ehlinin kullandığı bir ziynet

324
eşyasıdır. O zaman, iddiaları doğrultusunda gümüşten yüzük
v.s.ninde yasak olması gerekirdi. Diğer bir hususta cennet
süsü kullanmak erkeklere yasaksa, kadınlara serbest
olmasının

mantığı nedir? Bu hususta ki çelişkileri bundan ibarette değil,


işlerine geldiği zaman, Peygamberin altın yüzük taktığını
tahdis ettikleri gibi, işlerine geldiği zamanda, altının zinet
olarak kadınlar tarafından kullanılmasının yasak olduğunu da
tahdis etmişlerdir. Bu hususlarla ilgili olarak rivayetlerinden
örneklerle, bir ayet mealini yazacak olursak, şöyle ki:

- (Cennet ehlinin) üstlerinde yeşil ipekten ince ve kalın


giysiler var. Gümüşten bilezikler takınmışlardır. Rab’leri,
onlara tertemiz bir içki içirmiştir. 76/21

Görüldüğü gibi gümüşte cennet ehlinin ziynet


eşyalarındandır. Bu hususta yapmış oldukları iddiaları
çelişkilidir.

426- Sa’id İbnu’l-Müseyyeb anlatıyor: “Hz. Ömer Süheyb


(radıyallahu anhümâ)’e “Niye parmağında altın yüzük
görüyorum ?" dedi. Beriki: “Onu senden daha hayırlı olan da
gördü, ama ayıplamadı" deyince, Hz. Ömer:

“O da kimmiş?" dedi. Süheyb: “Resulullah!" cevabını verdi."


(K.S. 2098 C.7 S.472 Akçağ, alıntısı: Nesâi, zinet 42,
(8,164,165))

427-.......... Abdullah ibn Umer (R), Nâfi’e şöyle tahdis


etmiştir: Peygamber (S) evvelâ altından bir mühür yaptırdı.
Bunu takındığı zamân yazılı kaşını avucunun içine alırdı.
Peygamber’in elinde altın yüzük gören insanlar da altından
yüzükler yaptırdılar. Bunun üzerine Peygamber minbere çıktı
da hamd ve senâ etti ve akabinde:

325
-”Ben bu altından mühür yüzüğü yaptırmıştım. Fakat ben onu
bundan sonra takmayacağım" buyurdu da, parmağından onu
çıkarıp attı.

Bunun üzerine insanlar da altın yüzüklerini ellerinden çıkarıp


kırdılar.

Râvi Cuveyriye: Ben Nâfi’nin “Yüzüğü sağ eline takardı"


dediğini kuvvetle sanıyorum, demiştir. (Buhari, Kitâbu’l-
Libâs H.93 C.13 S.5915 Bab 53 Ötüken.)

Demek ki, insanlar kendilerine altın yüzükler


yaptırmasalardı, Peygamber altın yüzük takmaya devam
edecekti. Peygamberin kullanmakta mahzur görmediği altın
yüzüğü, insanlar da kullanıyorlar diyerek kullanmaktan
vazgeçtiğini tahdis etmeleri bir çelişkidir.

428- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir kadın


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm’a gelerek sordu:

“İki altın bilezik hakkında ne dersiniz, (takayım mı?)”

“Ateşten iki bileziktir, (takmayın!)"diye cevap verdi. Kadın


devamla:

“Pekalâ altın gerdanlığa (ne dersiniz?) diye sordu. Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâmdan yine:

“Ateşten bir gerdanlık!"cevabını aldı. O, yine sordu:

“Bir çift altın küpeye ne dersiniz?”

“Ateşten bir çift küpe!”

Kadında bir çift altın bilezik vardı. Onları çıkarıp attı ve:

“(Ey Allah’ın Resûlü), kadın kocası için süslenmezse onun


yanında kıymeti düşer" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):

326
“Sizden birine, gümüş küpeler takınmasından, bunları
za’feren veya abir ile sarartmasından kimse engel olmaz!"
cevabını verdi. (K.S. 2104 C.7 S.475-476 Akçağ, alıntısı:
Nesâi, Zinet 39,(8,159))

425.no.lu örnekte, Peygamberin Zeyneb’in kızı Ümame Bintu


Ebi’l-Âs’a takması için altın yüzük verdiğini tahdis
etmişlerdi. Ayrıca yine tahdis ettikleri başka rivayetlerde,
ipek ve altının erkekler tarafından ziynet olarak
kullanılmasının haram olduğunu, fakat kadınlara ise helal
olduğunu iddia etmelerine rağmen. Dünya da ipeği, ahirette
nasibi olmayanların giydiğini tahdis etmişlerdir. Şöyle ki:

429- Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm bir miktar ipek alıp sağ avucuna
koydu, bir miktar da altın alıp sol avucuna koydu, sonra da:

“Şu iki şey ümmetimin erkek kısmına haramdır!" buyurdu.”

(K.S. 5286 C.15 S.80 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libâs 14,
(4057); Nesâi, Zinet 40,(8,160))

Tirmizi ve Nesâi’de Ebû Mûsa’dan gelen diğer bir rivayette:


“Ümmetimin erkeklerine, ipek elbise ve altın haram kılındı,
kadınlarına helal kılındı" buyrulmuştur.

430- İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Dünyada ipeği, ahrette nasibi olmayanlar giyer." (K.S. 5287


C.15 S.80 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Libâs 25; Müslim, Libâs
6,(2068); Nesâi, Zinet 91,(8,201))

Bu duruma göre, ipek kadınlar için helaldir diye tahdis


etmelerine rağmen, giyen kimselerin cennete gitmeyeceğinin,
dolayısıyla cehenneme gideceğinin tahdis edilmesi bir
çelişkidir. Zira bir şey hem helal olacak hem de
işlenmesinden dolayı, işleyen kimsenin cehenneme
gideceğini iddia etmek mümkün değildir.
327
Diğer bir hususta, ziynet ve güzel rızkların müminlere haram
kılınmamış olduğudur. Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) süsü ve


güzel rızkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında
(inanmayanlarla birlikte) müminlerindir. Kıyâmet günüde ise
yalnız müminlerindir. İşte, bilen bir topluluk için ayetleri
böyle açıklıyoruz. 7/32

Görüldüğü gibi, evvelce haram olmuş olup ta, sonradan helal


edilmiş olsalardı, Allah, bunları haram eden kimdir diye
sormazdı ve bu öyle bir sorudur ki, ziynetleri ve güzel rızkları
müminlere haram etmeye kalkışacak olanlara bir tehditte
oluşturmaktadır. Buna rağmen şu rivayeti uydurmuşlardır:

431- Resûlullah’a atfen: “Altın ve gümüş kaptan su içmeyin!


Çünkü bu dünyada onların (kafir ve müşriklerin); âhirette,
kıyamet gününde ise sizindir."buyurdu. (Müslim, C.9 H.
4/410 Sönmez Neşriyat.)

432-............ Abdurrahmân ibn Ebi Leylâ şöyle demiştir:


Huzeyfe Medâin şehrinde idi, içmek için su istedi. Onu
Dihkaan yâni oranın büyük bir adamı gümüşten bir kap
içinde su getirdi. Huzeyfe bardağı alıp sâhibine fırlattı. Ve:

-Ben bunu ona ilk defa atmadım. Şu kadar ki, ben onu gümüş
bardakla su vermekten nehyetmiştim, fakat o bundan
vazgeçmedi. Rasûlullah (S): “Altın, gümüş, ipek, dibâc;
bunlar dünyâda onlara âid zinet, âhirette ise sizindir"
buyurdu, dedi. (Buhâri, Kitâbu’l-Libâs H.49 C.13 S.5882-
5883 Bab 25 Ötüken.)

Bu rivayetlerle 7(Araf)32 ayetinin ne kadar ihtilaflı oldukları


açıktır. Bu rivayetleri uyduranlar o kadar yüzsüz kimselerdir
ki, işlerine geldiği zaman veya ortalığı karıştırmak için bütün
bu iddialarına rağmen, şöyle de rivayette bulunmaktan
çekinmezler; örneğin:

328
433- ............ Enes ibn Mâlik(R)’ten: Peygamber(S)’in su
bardağı kırıldı, akabinde kırık yerine gümüşten bir bardak
edindi dediğini tahdis etti.

Râvi Âsım el-Ahvel: Ben bu kadehi gördüm ve (teberruken


içine su koyup) ondan su içtim, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-
Humus 18 C.6 S.2895 Bab 5 Ötüken.)

Veya şöyle derler:

434- Esma’dan naklen:...... “İşte Resûlullah’ın cübbesi!...


Dedi."Ve bana bir teylesanlar, kisralar (krallar) cübbesi
çıkardı. Cübbenin ipekten yaması (deseni) vardı, kenarları
diba ile geçilmişti. (Müslim, C.9 H. 10/421 Sönmez
Neşriyat.)

Bu rivayetlere göre, Peygamber kralların giydiği atlas ve


ipekten cübbe giymiş, gümüş bardakla su içmiş. Bu da
evvelki rivayetlerle çelişkili olduğu gibi, Peygamberin
giyeceği hakkında bu rivayetlerle çelişkili olarak şu
rivayetleri uydurmuşlardır:

435- Aişe’den naklen: Aişe bize Yemen’de yapılan kalın bir


çarşafla mülebbede (keçe) dedikleri cinsten bir kilim çıkardı
ve Resûlullah şu iki elbisenin içinde vefat etti, diye Allah’a
yemin verdi. (Müslim, C.9 H. 34/438 Sönmez Neşriyat.)

436- Ebû Bürde İbnu Ebi Mûsa el-Eş’âri anlatıyor: “Hz. Aişe
radıyallahu anhâ’nın yanına girdim. Bana yamalı bir giysi ve
kaba bir izar çıkardı ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şu
iki(parça)nın içinde vefat etti!: dedi." (K.S. 5297 C.15 S.87
Akçağ, alıntıları: Buhâri, Humus 5, Libâs 19; Müslim, Libâs
35,(2080); Ebû Dâvud, Libâs 8,(4036); Tirmizi, Libas 10,
(1733))

437- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Harûriyye


(denen Hâriciler) çıktığı zaman Hz. Ali radıyallahu anh’ın
yanına geldim. Bana:

329
“Şu adamlara bir uğra!"dedi. Ben de mevcut Yemen
hullelerinin en güzelini giydim.”

Ebu Zümeyl der ki: “İbnu Abbâs radıyallahu anhüma


yakışıklı ve gür sesli biriydi."İbnu Abbâs der ki:

“Harurilerin yanına vardım. Bana:

“Hoş geldin ey İbnu Abbâs! bu takımın da ne? dediler. Ben:

“Beni ayıplıyor musunuz? Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


üzerinde mümkün olan en güzel elbiseyi gördüm! dedim."
(K.S. 5272 C.15 S.68-69 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, libâs 8,
(4037))

Bütün bu rivayetlerin bir birleriyle çelişkili oldukları açıktır.

438- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’a siyah bir bürde (hırka) yaptım, bunu
giydi içinde terlediği

zaman ondan yün kokusu hissetti. Bunun üzerine o hırkayı


çıkarıp attı. aleyhissalâtu vesselâm güzel kokudan
hoşlanırdı." (K.S. 5296 C.15 S.87 Akçağ, alıntısı: Ebû
Dâvud, Libâs 22,(4074))

439- İbni Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Hz. Musa aleyhisselâmın Rabbi Teâlâ hazretleriyle


konuştuğu gün, üzerinde yünden bir şalvar, yünden bir cübbe,
yünden bir kisâ, yünden küçük bir serpuş (takke) vardı.
Ayağında da eşek derisinden mamul bir ayakkabı vardı."
(K.S. 5299 C.15 S.89 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Libâs 10,
(1734))

Birinci rivayette, yün elbise kötülenmişken, ikinci rivayette


övülmesi bir çelişkidir. Diğer bir hususta, peygamberin yün
elbise giymemesine neden olarak güzel kokudan hoşlandığını

330
delil göstermeleridir. Bu duruma göre Musa peygamberin
güzel kokudan hoşlanmadığı neticesi çıkmış olur ki; bu Musa
Peygambere karşı bir saygısızlıktır.

440- Muhammed İbnu Rükâne, babası radıyallahu anhtan


anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Bizimle müşrikler arasındaki fark, kalansuveler üzerindeki


sarıklardır."(K.S. 5233 C.15 S.45 Akçağ, alıntıları: Ebû
Dâvud, Libas 24,(4078); Tirmizi, Libâs 47,(1785))

Bu rivayetle, müslümanların sarık sarmalarının mecburi


olduğu vurgulanmak istenmiştir. İslam dini, Cihanşümul bir
dindir, tüm insanlığa hitap eder, insanlarınsa kendi milli
örflerine ait kıyafetleri olabilir ve bu kıyafetler İslami ahlaka
aykırı olmamak şartıyla inançtan çok şahsi zevkler ve iklimle
ilgili tercihlerdir. Zira çölde yaşayan bir müslümanla,
Kutuplarda yaşayan bir müslümanın aynı kıyafeti giymesi
gerektiğini rivayet etmek müslümanları zora sokmak içindir.
Bir müslüman, Kur’an’da gösterilen ahlaka aykırı olmamak
ve İslam dışılığı sembolize eden, örneğin İslam dışındaki
inançların din önderlerinin kıyafeti gibi giymemek şartıyla
istediği kıyafeti giyebilir. Bu itibarla uydurmuş oldukları
rivayetin aslı yoktur.

441- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:“Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bıyıkları kazıyın,
sakalları serbest bırakın." (K.S. 2133 SC.7 S.511 Akçağ,
alıntıları: Buhâri, Libâs 64,65; Müslim, Tahâret 53,(259);
Ebû Dâvud, Tereccül 16,(4199); Tirmizi, Edeb 18,(2764);
Nesâi, Tahâret 15,(1,16))

442- Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ)


anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sakalından
enine ve boyuna alırdı."(K.S. 2136 C.7 S.514 Akçağ, alıntısı:
Tirmizi, Edeb 17,(2763))

331
Birinci rivayette, sakalların serbest bırakılması tahdis
edilmişken, ikinci rivayette, peygamberin sakalından
kısalttığını tahdis etmeleri bir çelişkidir. Diğer bir hususta
sakal bırakmanın sünnet olduğunu ve müslümanların
muhakkak sakal bırakmalarının gerektiğini iddia etmeleri
gerçeklere uymamaktadır. Zira sakal bırakmak Müslümanlara
has bir olay değildir. Müslüman olmayan kimselerde sakal
bırakmaktadırlar. Bundan dolayı, sakalın müslümanları
sembolize ettiği iddia edilemez. Kur’an’da sakal bırakmak
mecburi edilmemiştir.

443- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
“İğreti saç takana da, taktırana da, bedene dövme yapana da,
yaptırana da Allah lânet etsin! (K.S. 2154 C.7 S.535 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Libas 86, Tıbb 36; Müslim, Libas 119,
(2124); Nesâi, Zinet 25,(8,148))

444- Hz. Esmâ (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir kadın


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek: “Kızım çiçek
hastalığına yakalandı ve saçları döküldü. Ben onu
evlendirdim, eğreti saç takayım mı? Diye sordu.
Aleyhissalâtu vesselâm:

“Allah takana da taktırana da lânet etmiştir?"diye cevap


verdi."(K.S. 2129 C.7 S.505 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Libâs
83,85; Müslim, Libas 115,(2122); Nesâi, Zinet 71,
(8,187,188))

445-Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular ki: “Fıtrat beştir:
Sünnet olmak, etek tıraşı olmak, bıyığı kesmek, tırnakları
kesmek, koltuk altını yolmak." (K.S. 2147 C.7 S.523 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Libâs 63,64, İstizân 51; Müslim, Tahâret
39,(257); Muvatta, Sıfatu’n Nebiyy 3,(2,921); Tirmizi, Edeb
14,(2757). Ebû Dâvud, Tereccül 16,(4198); Nesâi, Tahâret
10,11,(1,14,15))

332
446- Ümmü Atiyye (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir kadın
Medine’de kızları sünnet ederdi. “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (kadını çağırarak) Kendisine: “Derin kesme. Zira
derin kesmemen kadın için daha çok haz vesilesidir, koca için
de daha makbûldür" diye talimat verdi." (K.S. 2153 C.7
S.534 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Edeb 179,(5271))

Daha öncede belirttiğim gibi, Dövme ve Sünnet gibi


ameliyelerle vücutta kalıcı ve aslını değiştirici değişiklik
meydana getirmek İslam dinide şiddetle yasaktır. Böyle bir
şey yapmış olanlar, Kur’an’a göre şeytana pay olmuş, yani
şeytanın hizbi olmuş olurlar. Yukarıda vermiş olduğum
rivayet örneklerinde görüldüğü gibi peruk takmayı şiddetle
kötüleyip, sünnet olmayı övmeleri açık bir çelişkidir. Zira
peruk takmak, insan yaratılışının aslında meydana gelmiş
olan saç dökülmesi gibi bir olayla ilgili olunca yaratılışın
aslına dönmek için bir çabadır. Takma kol bacak, dişte bunun
gibidir. Meğer ki peruk başkasına ait bir saç ihtiva etmesin.
Başkasına ait bir saç ihtiva ederse tesettüre aykırı olmuş olur.
Bununla beraber, müstehcen olmayan hayati organların bir
ölüden alınarak, başka bir canlıya nakledilmesi veya kan
nakli gibi ameliyeler yapmak İslam’a aykırı değildir, hayat
kurtarmak, Kur’an’da övülmüştür: Kur’an’dan mealen:

- Bundan dolayı İsrâil oğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana


kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir
canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim
de onu(n hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa bütün
insanları yaşatmış gibi olur. Andolsun elçilerimiz onlara açık
delillerle geldiler, ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine
yeryüzünde isrâf etmekte (aşırı gitmekte)dirler. 5/32

Hayat kurtarmada yardımcı olunduğunda, yardımcı olanlar ne


kendi sağlıklarına nede başkalarının sağlıklarına zarar verici
olmamalıdırlar. İslam ahlakı yönünden, müstehcen olmamak
ta dikkat edilmesi gereken bir olaydır. Örneğin, Kalp, ciğer

333
böbrek gibi organlar veya kan müstehcen olmayan bedensel
olgulardırlar.

447- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm kadın elbisesini giyen
erkeğe ve erkek elbisesini giyen kadına lanet etti. (K.S. 5261
C.15 S.61 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libas 31,(4098))

448-Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) demiştir ki: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) bir ucu beni örtmekte olan bir
kumaşın diğer ucuyla örtünerek, içinde namaz kıldı. (K.S.
2692 C.8 S.532 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Salat 80,(631))

Birinci rivayette, Kadın ve erkeğin, bir birlerinin elbiselerini


giyemeyecekleri, giymeleri halinde Lanetli olacakları rivayet
edilmişken, ikinci rivayette, Peygamberin, Âişe’ye ait elbise
giymiş olduğunun tahdis edilmesi, peygambere açık bir iftira
ve saygısızlıktır. Yukarıda ki metinde her ne kadar müşterek
bir kumaş olarak belirtilmişse de rivayetin aslı ‘sevb’ yani
elbisedir. Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetin aslı
yoktur.

İslam ahlakına göre bütün cinsel sapıklıklar red edilmiştir.


Elbise ise, toplumdan topluma farklılık göstere bilir. Şöyle ki,
bazı toplumlarda etek türü elbise giymesi o toplumunda,
kadınları temsil eden bir kıyafet giyiyor manasında değildir.
Arap erkekleri de, iklim nedeniyle entari türü kıyafet giyerler,
bu da bir erkeğin kadın elbisesi giymesi manasında değildir.
Zira oralarda erkeklerin giydiği normal bir kıyafettir. Bundan
dolayı olayın değerlendirilmesinde o topluma göre verilen
intiba önemlidir, yani giyilen kıyafetin, giyildiği toplum
içerisinde, kadın veya erkeği temsil ettiği bir durum vardır.
İşte böyle bir durumda, cinsel yönden kadın kendisini erkek
gösterecek, erkekte kendisini kadın gösterecek bir kıyafet
içerisine girerse, bu bir cinsel sapma olup, İslam ahlakına
uymaz. Yoksa, bunun ötesinde, İslam ahlakındaki tesettüre
uygun her güzel elbiseyi erkek ve kadın giyebilir. İslam dini

334
bütün insanlığa hitap eden bir dindir, kendisine has özel bir
üniforması yoktur.

Bu konuda, Kur’an’dan mealen:

- Ey Âdem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi,


süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha
hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetleridir. Belki düşünüp öğüt
alırlar. 7/26

Görüldüğü gibi, elbise belli bir renk ve şekle bağlanmamış,


tesettür örtüsü ve süs olarak tanımlanmıştır.

KABİLE, ŞEHİR, ŞAHIS İLE MEMURLAR VE HİLAFET


KONULARINDA UYDURDUKLARI HADİSLERDEN
ÖRNEKLER

449-............. Bize Şu’be tahdis etti ki, Abdulmelik ibn Umeyr


şöyle demiştir: ben Câbir ibn Semure (R)’den işittim, o şöyle
dedi: Ben Peygamber (S)’den işittim, O: “On iki emir
olacaktır" buyurdu.

Yine Câbir: Ben ancak Peygamberin söylediği bir kelimeyi


işitmiştim. Onu da babam Semure:

- Resûlullah: “Bunların hepsi Kureyş’tendir" buyurdu, diye


rivâyet etti. (Buhâri, Kitâbu’l-Ahkâm 79 Bab 52 C.15 S.7075
Ötüken.)

450- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bu iş (emirlik),
insanlardan iki kişi bâki kaldıkça Kureyş’te olmaya devam
edecektir." (K.S. 1707 C.6 S.406-407 Akçağ, alıntıları:
Buhari, Menâkıb 2, Ahkâm 2; Enbiya 1; Müslim, İmâret 4,
(1820))

Bu tür rivayetlerle, müslümanların yönetimi belirli bir


kabileye bağlanmak istenmiştir. Böylece zaman içerisinde
İslam toplumunun zayıflamasını ve dağılmasını
335
amaçlamışlardır. Görünüşte, Peygamberin mensup olduğu
Kureyş kabilesini güya övüyorlar. halbuki durum hiçte böyle
değildir. Amaçları müslümanlara zarar vermek için ırki veya
kabileci unsurları ortaya atmaktır. Kureyş kabilesine mensup
olan şahıslardan iyi kimseler olabileceği gibi, iyi olmayan
kimselerinde olması mümkündür. Yönetimi, Kureyş’e tahsis
etmekle bazı kötü kimselere, ister istemez müslümanları
yönetme fırsatı verilmek suretiyle diktatörlüğe yol açmış
olurlar. Zira diktatör, bir fert olabileceği gibi, bir ırk veya
kabile olabilir. Bu tür kimselerde şahıslar bakımından değerli
olmanın ve insanları yönetmeye layık olmanın ölçüsü bir
kimsenin iyi ve ehil olması olmayıp, kendilerine ırki veya
kabilevi bağlarla bağlı olup olmamasıdır. Yani kabilelerinden
veya ırklarından olan kimseler ne yaparlarsa yapsınlar diğer
insanlardan üstün ve değerlidirler. Fakat diğer ırklardan olan
kimseler ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, onlarca
kendilerinden daha aşağıda olan kimselerdirler. Halbuki,
İslam dini cihan şümul bir dindir ve dünyanın bütün
ırklarından müslümanlar olabilir. Eğer ki bu ırklardan
herhangi birine üstünlük verilirse bu ırkın mensupları
diğerlerini ezebileceği gibi, diğerlerinde bu eziklikten dolayı
küskünlük gelebileceği açıktır. Bu da, İslam dininde ki,
Mümin kardeşliğinin ortadan kalkmasına ve İslam
toplumunun parçalanmasına yol açar. İslam dininde iyi
olmanın ölçüsü ırk olmayıp takvadır ve bütün Müminler
kardeştir. İmamlık yapma garantisi, İbrahim peygamberin
soyuna dahi verilmemişken, bu garantiyi başka soylar için
iddia ve tahsis etmek boş bir iddiadır. Bu konuda Kur’an’dan
örnek verecek olursam, mealen:

- Rabb’i, bir zaman İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış o


da onları tamamlayınca: “Ben seni insanlara İmam
yapacağım."demişti. “Soyumdan da (imamlar yap, yâ
Rabbi!)" dedi. (Rabbi): “Zalimlere ahdim ermez (onlar için
söz vermedim)." buyurdu. 2/124

336
Görüldüğü gibi, imamlık olayında belirli bir soy garantisi
yoktur.

- Ve onlar ki: “Rabb’imiz bize gözler sevinci (gönüller açan)


eşler ve çocuklar lütfeyle ve bizi (senin azabından)
korunanlara imam yap." derler. 25/74

Mealini yazdığım ayetteki dua, Rahman’ın kullarının


duasıdır. Eğer ki, imamlık olayı belirli kimselere verilmiş
olsaydı, Rahman’a kul olanların tamamı ki, bunlar cennetlik
olan müminlerin tamamıdır, böyle bir dua yapmalarının
manası olmazdı. Başka bir ifadeyle, Rahman’a kul olan
herkes müslümanlara imamlık yapabilir.

Kur’an’dan mealen:

- Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve


birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.
Allah yanında en üstün olanınız, (Allah’ın buyrukları dışına
çıkmaktan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber
alandır. 49/13

Görüldüğü gibi, Allah yanında İnsanlar için üstünlük yalnız


ve yalnız takvadadır. Takva ise şahsa bağlı bir şeydir. Aile,
kabile ve ırkla ilgili değildir. Eğer, aileye bağlı olsaydı ne
İbrahim peygamberin babası ne de Nuh peygamberin oğlu
küfretmezdi. Bundan da anlaşılır ki, İmamlığın Kureyş’e ait
olduğu veya belirli bir soya ait olduğu yolunda ki rivayetleri
uydurma olup aslı yoktur.

451- Sefine (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Hilafet, ümmetim
arasında otuz yıl sürecektir. Bundan sonra saltanat
gelecektir."Sa’id İbnu Cumhân dedi ki: “Sonra ilâve etti:
“Hz. Ebû Bekr (radıyallahu anh)’in hilafetine Hz. Ömer’in
hilafetini, Hz. Osman’ın hilafetine Hz. Ali’nin hilafetini
(radıyallahu anhüm ecmain) (parmaklarınla say) bak!"dedi.
Bunları (sayınca hakikaten) otuz yıl bulduk.

337
Sefine’ye Emeviler, hilâfetin kendilerinde (devam ettiğini)
zannederler" demişti. Şu cevabı verdi: “Beni’z-Zerkâ yalan
söylüyor. Onlar krallardır, hem de en kötü krallar.”. (K.S.
1708 C.6 S.411 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Sünnet 9,
(4648,4647); Tirmizi, Fiten 48,(2227))

452- İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“İslâm’ın değirmeni otuz beş veya otuz altı veya otuz yedi
(yıl) döner. Eğer (dini terk ederek kendilerini) helak
ederlerse, daha önce helak olanların yolunu tutmuş olurlar.
Dinleri ayakta kalırsa, onlar için yetmiş yıl ayakta kalır!"Ben
dedim ki: “(bu yetmiş yıllık müddet) zikri geçen (otuz beş
yıllık müddet)ten sonra mı başlayacak, yoksa geçen kısım
buna dahil mi?"

“Mezkûr müddet buna dahildir! Buyurdular.” (K.S. 5962


C.16 S.439-440 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Fiten 1,(4254))

Birinci rivayette, halifelerin dört olduğu ve hilafet


müddetinin otuz yıl süreceği tahdis edilmiştir. İkinci rivayette
ise İslam dininin en fazla yetmiş yıl süreceğini ve bundan
sonra artık değirmeninin dönmeyeceğini yani ortadan
kalkacağını, peygambere isnaden iddia etmişlerdir. Gerçekler
bunu hilafına olduğu gibi, bu iddia sadece onların içindeki bir
hasreti ortaya koymaktadır. Kaldı ki yine işlerine geldiği
zaman bu rivayetlerine de çelişkili başka rivayetlerde ortaya
koymuşlardır. Şöyle ki:

453- Hz. Câbir İbnu Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Bu din, hepsi Kureyş’ten gelecek olan on iki halifeye kadar


aziz ve güçlü olacaktır.”

“Sonra ne olacak?”

338
“Sonra herc (fitne ve kargaşa) gelecek! diye cevap verdi."
(K.S. 1709 C.6 S.412-414 Akçağ, alıntıları:Buhari, Ahkâm
51;Müslim, İmâret 5-9 (1821); Tirmizi, Fiten 46,(2224). Bu
üç kitap, hadisin “Kureyş’ten kelimesine kadar kısmını; Ebû
Dâvud da (Mehdi 1,(4279,4280) tamamını tahriç etmiştir.)

454-Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:“Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Beni İsrail’i
peygamberler (aleyhümüsselâm) idâre ediyorlardı. Bir
peygamber ölünce yerine ikinci bir peygamber geçiyordu.
Ancak, benden sonra peygamber yok. Ama ardımdan
halifeler gelecek ve çok olacaklar."

Orada bulunanlar:

“(Onlar hakkında) bize ne emredersiniz?"diye sordular.

“Önceki biatınıza sadâkat gösterin. Onlara haklarını verin.


Onlar üzerindeki haklarınızı (eda etmedikleri takdirde,
kendilerinden değil) Allah’tan isteyin. Zirâ Allah’u Teâla
idâreleri altındakilerin hukukunu onlardan soracaktır"
buyurdu." (K.S. 1712 C.6 S.416-417 Akçağ, alıntıları:Buhâri,
Enbiyâ 50;Müslim, İmâret 44 (1842))

Görüldüğü gibi, evvelki rivayetlerinde halifeler ancak dörttür


demişken, bu rivayetlerde on ikiye ve bundan da çelişkili bir
şekilde, sayı vermeden halifeler çok olacaklardır diye
rivayette bulunmuşlardır.

Ayrıca, zalim yöneticilerin müslümanları ezmesini sağlamak


için, yöneticilere haklarını verin fakat size haklarınızı
vermezlerse onlardan hak talep etmeyin tavsiyesinde
bulunmuşlardır. Bu konuda uydurdukları rivayetlerin asılsız
ve çelişkili oldukları açıktır.

455-........... ez- Zuhri şöyle demiştir: Bana Ebû Seleme, Ebû


Said el Hudri (R)’den tahdis etti ki, Peygamber (S): “Devlet
başkanı yapılan bir halifenin muhakkak iki tâne sırdaş

339
müşâviri vardır: Bunun birisi ona hayır yolu emredip gösterir
ve hayra teşvik eder, diğeri de ona şerr yolu gösterip ve şerre
teşvik eder. Masûm olan Allah’ın (fenalıktan koruyup)
masûm kıldığı kimsedir" buyurmuştur. (Buhâri, Kitâbu’l-
Kader 17 C.14 S.6500-6501 Bab 7 Ötüken.)

İslam halifeleri, kendilerine iyiliği veya kötülüğü emredenleri


ayıramayacak kadar aptal değillerdir ki, kendilerine kötülüğü
emreden kimseleri sırdaş edinip onları maaşa bağlasınlar. Bu
rivayeti uydurmaktan amaçları, halkı yöneticilerden,
yöneticileri de bir birlerinden şüphe eder hale getirip kargaşa
çıkarmaktır. Bu rivayet İslam halifelerine ve yardımcılarına
yöneltilmiş bir iftira ve asalsız bir iddiadır.

Bu tür rivayetlerinde özellikle halkın yöneticilere güvenini


sarsmak için çeşitli rivayetler uydurmuşlardır, şöyle ki:

456-... Ebû Zer’den demiştir ki:

Rasûlullah (s.a.) (bana hitaben şöyle) buyurdu:

-”Ey Ebû Zer! Gerçekten ben seni zaif görüyorum ve kendim


için arzu ettiğim şeyi senin için de arzu ediyorum.
Binaenaleyh iki kişi üzerine (bile olsa) başkan olma ve yetim
malına veli olma" buyurdu. (Ebû Dâvud K.el-Vesaye (17),
Bab 4 H.2868 C.11 S.59-60 Şamil Yayınevi, ayrıca Müslim,
imare (17); Nesâi, vesaya 10.)

457-..................... Uzunca bir rivayetin sonunda Resûlullah’a


atfen:

“-İdarecilik görevi hakdır. Elbette halk için bu görevi


üstlenen kimselere ihtiyaç vardır. Fakat bu görevi
yüklenenler (mesuliyetli bir görev yüklendikleri için)
cehennemlik (olma tehlikesiyle karşı karşıya)dırlar."
buyurdu. (Ebû Dâvud K.el-Harac ve’l-fey’ Bab 5 H.2934
C.11 S.189 Şamil Yayınevi.)

340
Yukarıda ki rivayette, parantez içindeki ifadeler asıl metnin
içinde yoktur. İfadenin aslı: “İdarecilik görevi hakdır. Elbette
halk için bu görevi üstlenen kimselere ihtiyaç vardır. Fakat
bu görevi yüklenenler cehennemliktir." şeklindedir.

458-... Peygamber (s.a.)’den, Ebû Hüreyre yoluyla Tahdis


edilen rivayette:

“Kim (devamlı olarak zalim) idareci ile düşer-kalkarsa


fitneye düşer”.

“Kul (zalim) sultana yaklaşmakla Allan’dan uzaklaşmaktan


başka bir şey kazanamaz." (Ebû Dâvûd K.es-Sayd (16), Bab
24-25 H.2861 S.39-40 Şamil Yayınevi.)

Metindeki asıl ifade: “Kim idareci ile düşer-kalkarsa fitneye


düşer."“ Kul sultana yaklaşmakla Allah’tan uzaklaşmaktan
başka bir şey kazanamaz." şeklindedir.

459-... Ebû Musâ (el-Eş’ari)’den demiştir ki:

İki kişiyle birlikte Peygamber (s.a.)’e gitmiştim. Onlardan


biri söz aldı ve

-(Ey Allah’ın Resulü) Senin işinde (görev alabilmemiz


hususunda) bize yardımcı olmanız için (buraya) geldik" dedi.
Diğeri arkadaşının (bu) sözünün aynısını söyledi. Rasûlullah
(s.a.) de:

“-Sizin en haininiz (devlet dairesinden) iş


isteyendir."buyurdu.

Bunun üzerine Ebû Musa Peygamber (s.a.)’den özür


dileyerek:

- Ben onların niçin geldiklerini bilmiyordum, dedi ve döndü


gitti de bir daha onlara hiçbir iş(lerin)de yardımcı olmadı.
(Ebû Dâvûd, K. el-Harac ve’l-İmare ve’l-fey’ Bab 2 Şamil
Yay. Ayrıca:Buhâri, icâre 1, mürteddin 2, ahkâm 7; Müslim,

341
imare 15; Ebû Dâvud, Akdiye 3, hudud 1; Ahmed b. Hanbel
IV-393-409,411.)

Görüldüğü gibi, gerek müslümanların devlet başkanlarını,


gerekse memurlarının cehennemlik olduğunu rivayet ve iddia
etmişlerdir. Bu ise İslam devleti yöneticilerine ve
memurlarına yöneltilmiş bir iftira ve saygısızlıktır. Bir kimse
sahip olduğu faydalı bir malı pazarlama hakkına nasıl
sahipse, bir kimsede aynı şekilde emeğini pazarlama hakkına
sahiptir, meşru olan bir şey suç olarak tanımlanamaz. Hal
böyle olunca nasıl olurda devlet dairesinden iş isteyen
kimseler hain olarak nitelenir. Peygamberlerde yöneticilik
yapan kimselerdir. Buna rağmen yöneticiler cehennemliktir
demek büyük bir saygısızlıktır. Bu itibarla, Müslümanlarla,
İslam devleti idarecileri arasında fitne amaçlayan bu
rivayetlerin aslı yoktur.

İslam devleti memurlarına karşı yapmış oldukları saldırılarına


hedef olarak özellikle kadıları seçmişlerdir. Böyle
yapmalarının nedeni. İslam adaletini icra edenlere karşı yine
halkın güvenini sarsmak ve böylece bozgunculuk meydana
getirmek içindir. Şöyle ki:

460- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Kim insanlar arasında kâdı tayin edilmiş ise, bıçaksız


boğazlanmış demektir. (K.S. 4881 C.14 S.76 Akçağ,
alıntıları:Ebû Dâvud, Akdiye 1,(3571,3572); Tirmizi, Ahkâm
1, (1325))

Bu rivayette, kadılara yaptıkları işin ehemmiyetini


hatırlatmak ve adaletli karar vermeye teşvik etmek istedikleri
akla gelebilir. Fakat diğer rivayetlerine baktığımızda
amaçlarının hiçte bu olmadığı, kadıların muhakkak adaletsiz
karar verdiklerini vurgulamak istedikleri açıkça anlaşılır.
Şöyle ki:

342
461- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse,


sonra adaleti zulmüne galebe çalsa cennete girer. Zulmü
adaletine galebe çalsa ateş onundur. (K.S. 4885 C.14 S.80
Akçağ, alıntıları:Ebû Dâvud, Akdiye 2,(3575))

Yani demek istiyorlar ki, kadıların zulmen haksız yere karar


vermesi olağandır, yeter ki doğru kararları daha fazla olsun,
hiçbir mahzuru olmaz. Hatta daha da cesaretlendirmek ve
haksız kararlara mazeret olmak üzere, kadıların verecekleri
haksız kararlara hata maskesi takarak, böylece haksız
kararlarında, kadıların sevap kazanacaklarını iddia ettiler.
Şöyle ki:

462- Amr İbnu’l-Âs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Hâkim içtihad eder ve isabet ederse kendisine iki ücret


(sevap) verilir. Eğer içtihad eder ve hata ederse ona bir ücret
vardır." (K.S. 4885 C.14 S.82 Akçağ, alıntıları:Buhâri,
İ’tisam 21; Müslim, Akdiyye 15,(1716); Ebû Dâvud, Akdiye
2,(3574); Tirmizi, Ahkâm 2,(1326); Nesâi, Kazâ 3,(8,224))

Zulüm işlemeyen ve hata yapmamaya özen gösteren takvalı


kimseleri, kadılık mesleğinden uzaklaştırıp, haksızlık
yapabilecek kimselerin kadılık yapmalarını sağlamak
amacıyla 462. Örnekte tahdis etmiş oldukları rivayetlerine
çelişkili olarak, kadıların hiç sevap kazanamayacaklarını, en
iyi ihtimalle ancak, sevap ve günah yönünden başa baş
gelebileceklerini rivayet ettiler. Şöyle ki:

463- Abdullah İbnu Mevhib anlatıyor: “Osman İbnu Affan,


İbnu Ömer radıyallahu anhüm’e: “Git insanlar arasında
hükmet!" dedi:

343
“Eymü’minlerin emiri, beni bu vazifeden affetmez misiniz?"
diye ricada bulundu. Hz. Osman radıyallahu anh:

“Bundan niye kaçıyorsun? Senin baban da kâdı idi" diye ısrar


etmek istedi. Ancak Abdullah dedi ki: “Doğru da, ben
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın:

“Kim kadı olur ve âdaletle hükmederse, bu kimse başa baş


(sevap ve günahı eşit) ayrılmaya liyakat kazanmıştır"
dediğini işittim. Artık (Resûlullah’ın bu sözünden) sonra ne
ümid edebilirim?" (Hz. Osman bunun üzerine Ömer’e teklifte
bulunmadı.)" (K.S. 4883 C.14 S.78 Akçağ, alıntıları:Tirmizi,
Ahkâm 1,(1322))

Bu rivayette, kadı ne kadar doğru bir kimse olsa ve doğru


karar verse de sevap kazanamayacağını, ancak günah ve
sevabının en iyi ihtimalle denk gelebileceğini rivayet ettiler.
halbuki 462. Örnekte kadı isabetli karar verirse iki sevap,
yanlış karar verirse bir sevap kazanacağını ve hep kârlı
olacağını rivayet etmişlerdi. Bu açık bir çelişkidir.

464- Ebû Şüreyh el-Adavi radıyallahu anh anlatıyor:


“Mekke’ye asker sevkeden Amr İbnu Sa’id’e dedim ki:

“Ey emir, bana müsaade et. Fethin ferdası gününde


Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın söylemiş bulunduğu bir
hadisini hatırlatayım: Allah’a hamd ve senadan sonra şöyle
buyurmuştu: “Mekke’yi insanlar değil, Allah haram kılmıştır.
Allah’a ve âhirete inanan hiçbir mü’mine orada kan dökmek
helal olmaz. Ağaç sökmek de helal olmaz. Eğer biri çıkıp da
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın oradaki savaşını
göstererek kan dökmeye ruhsat vermeye kalkarsa kendisine
şunu söyleyin: “Allah, Resûlüne izin vermişti, ama size
vermiyor!"Mekke’de bana bir gündüzün bir müddetinde (gün
doğumundan ikindiye kadar) izin verildi. Sonra bugün tekrar
eski hürmeti (haramlığı) ona geri döndü. Bu hususu, sizden
burada hazır olanlar, hazır olmayanlara ulaştırsın.”

344
Ebû Şüreyh’e: “Amr sana ne dedi?"diye soruldu.

“Ey Ebû Şüreyh bunu ben, senden daha iyi biliyorum.


“Harem”. âsi olana, kan döküp kaçana, cinayet işleyip kaçana
sığınma tanımaz!"diye cevap verdi."dedi."(K.S. 4585 C.13
S.161 Akçağ, alıntıları:Buhâri, İlm 37, Cezâu’s-Sayd 8,
Meğâzi 50; Müslim, Hacc 446,(1354); Tirmizi, Hacc 1,(809),
Diyât 13,(1406); Nesâi, Menâsik 11,(5,205,206))

465- İbnu Abbâs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm Fetih günü buyurdular ki:

“Fetihten sonra artık hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet


vardır. Öyleyse askere çağrıldığınız zaman hemen asker
olun!”

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm sözlerine şöyle devam etti:


“Allah, bu beldeyi semâvat ve arzı yarattığı zaman haram
kıldı. Burası kıyamete kadar Allah’ın haramıyla haramdır
(onu insanlar haram kılmamıştır). Benden önce kimseye
orada kıtal helal olmadı. Bana da günün bir müddetinde helal
kılındı. Burası Kıyamete kadar Allah’ın haramıyla haramdır.
(Allah’a ve ahirete inanan hiç kimseye, orada kan dökmesi
helal değildir. Ayrıca) onun dikeni koparılmaz, av(hayvan)ı
ürkütülmez, buluntusu da alınmaz (yerinde bırakılır). Ancak
ilan edip sahibini arayacak olanlar alabilir. Mekke’nin otu
biçilmez!”

Abbas radıyallahu anh atılarak: “Ey Allah’ın Resûlü! İzhir


otu hariç olsun" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “İzhir
hariç!"buyurdu. (K.S. 4586 C.13 S.164-165 Akçağ, alıntıları:
Buhari, Cezâu’s-Sayd 9, Hacc 43, Cenâiz 77, Büyû’ 28,
Meğâzi 52; Müslim, Hacc,(1353); Nesâi, Hacc 110,
(5,203,204); Ebû Dâvud, Menâsik 90,(2017),(2018))

466- Sahiheyn’in bir rivayetinde anlatıldığına göre,


Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (Medine’nin dışına doğru)
yürüdü. Önünde Uhud görünmüştü:

345
“Bu dağ var ya, o bizi çok seviyor, biz de onu seviyoruz"
buyurdular. Medine’ye yönelince de:

“Ey Allah’ım! Hz. İbrahim Mekke’yi haram kıldığı gibi, ben


de (Medine’yi) iki dağ arasıyla haram kılıyorum. Allah’ım
(Medine halkını) müdd ve sa’larınla mübarek kıl"
buyurdular." (K.S. 4597 C.13 S.176-177 Akçağ, alıntıları:
Buhâri, Fezâilu’l-Medine 6; Müslim, Hacc 462,(1365))

464 ve 465. Rivayet örneklerinde, Allah’ın Mekke’yi haram


kıldığını, dolayısıyla insanların haram kılmadığını rivayet
etmelerine rağmen, 466. Örnekteki rivayette Mekke’yi
İbrahim peygamberin haram kıldığını rivayet etmeleri bir
çelişkidir. Diğer bir hususta, Mekke’de kan dökmeyle,
Mekke’nin ağacını, dikenini ve otunu özdeşleştirmeleri,
konuyu saptırmak amacıyla uydurdukları bir saçmalıktır.
Dünyadaki bitkilerden insanlar nasıl istifade ediyorlarsa,
Mekkelilerinde, Mekke’nin ağacından, otundan istifade
etmeye hakları vardır. Kan dökme (savaş) hususunda
uydurdukları rivayette Kur’an’a aykırıdır. Şöyle Ki:

- Sana haram ayından, onda savaştan soruyorlar. De ki,


“Onda savaş, büyük bir günahtır. Fakat (insanları) Allah
yolundan çevirmek, Allah’a ve Mescidi Harâm’a karşı
nankörlük etmek halkını (Mekke’den) sürüp çıkarmak, Allah
yanında daha büyük bir günahtır. Fitne çıkarmak (adam)
öldürmekten daha büyük (bir günah)tır. “Onlar yapabilseler
sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmağa devam
ederler. Sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse, işte
onların bütün yaptıkları dünya da, ahirette de boşa çıkmıştır
ve onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. 2/217

- Haram ayı, haram aya karşılıktır. Hürmetler, karşılıklıdır.


Kim size saldırırsa, onun saldırdığı kadar siz de ona saldırın;
Allah’tan korkun, bilin ki Allah (günahlardan) korunanlarla
beraberdir. 2/194

346
Görüldüğü gibi, kendilerine saldırılması halinde haram
ay(lar)da dahi Müslümanlar kendilerini savunmak için silah
kullanabilirler. Bunun, Mekke’nin dışında veya içinde olması
arasında fark yoktur.

Mekke, Allah tarafından haram kılınmış bir şehirdir.


Kur’an’dan mealen:

- (de ki) “Ben, bizzat kendisinin haram kıldığı bu şehrin


Rabb’ına ibadet etmekle emr olundum. Her şey O’na âittir.
Ve ben, Müslümanlardan olmakla emr olundum”. 27/91

Mekke’nin haram şehir olmasının manası, kendisine ait özel


yasakların bulunmasından dolayıdır. Örneğin, Hac zamanı
yasakları ve müşriklerin, Mescid-i Harâm’a
yaklaştırılmaması ve Mekke’nin güven ve huzurunu bozacak
olaylardan sakınılması hususlarına dikkat edilmesi ile
Mekke’yi saygın bir yer olarak kabul etme olayıdır. Yoksa
olay Mekke’nin otunu, dikenini koparmama veya Mekke’nin
asayiş ve savunmasını boş bırakma olayı değildir. Bir şehrin
güvenliğini sağlamaya çalışacak silahlı zabıta kuvvetleri
yoksa, şehrin asayişini bozmaya kalkışacak silahlı kimseler
cesaretlenip zarar vermeye kalkışırlar.

467- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm" buyurdular ki: “Mekke’de silah
taşımak hiç kimseye helal değildir. (K.S. 4587 C.13 S.167
Akçağ, alıntısı: Müslim, Hacc 449, (1356))

Bu rivayet dikkate alındığında, amaçlarının Mekke’ye saygı


göstermek olmayıp, Mekke’yi hem iç asayiş bakımından,
hem de dış güvenlik bakımından savunmasız bırakmak
olduğu kolayca anlaşılır.

Mekke için uydurdukları rivayetler gibi, Medine içinde


rivayetler uydurmuşlardır. Şöyle ki:

468- Asım-l Ahvel’den rivayet: “Enes b. Malik’e sorularak.

347
Resûlullah Medine’yi haram kıldı mı? diye sordum:

- Evet, o haramdır. Onun otu koparılmaz, bunu kim yaparsa


Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun
üzerinedir, cevâbını verdi." (Müslim, 464/151 C.7 Sönmez
Neşriyat.)

Bu tür rivayetlerle, Medine’ye saygı maskesi altında, Medine


halkına saldırıda bulunmuşlardır. Kim bir beldede yıllarca
yaşarda o beldeden hiç ot koparmamaya gücü yeter, bu
mümkün müdür? Hem otların kutsallığı olayı diye bir şey
İslam dininde yoktur. Bütün otlarda bir şehre süs veya fayda
değildir, örneğin dikenlerde ottur ve çoğaldığında tarıma
zarar verebilecek bir sürü bitkilerde ottur, bir kimse bir asma
bahçesi kurar da onun bahçesini bellemez mi? Bunun gibi
bahçelerden ayıklanması gereken bir çok ot vardır. Diğer bir
hususta, Medinelilerin vermiş oldukları büyük cihat dır. Bu
mücahit sahabeler ve Müslüman çocukları, Allah nezrinde,
Medine nin bir parça otundan daha az değerli midirler ki, bir
parça ot kopardıklarında lanete uğramış olsunlar. Hem de
öyle bir lanet ki, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların
lanetiyle lanetlenmek suretiyle lanetlenmek. Bu da gösteriyor
ki bu çeşit rivayetleri uydurmalarının amacı ot olmayıp,
dolaylı yoldan Medinelileri lanetlemektir, anlaşılan odur ki,
Medinelilerin, Peygambere verdikleri destek ve cihat
gayretleri, rivayet uydurmacılarının pek hoşuna gitmemiş.

Medine konusunda uydurdukları örnekleri daha da


çoğaltırsak:

469- .... Adiy b. Zeyd’den; demiştir ki: Resûlullah Sallallâhü


aleyhi vesellem Medine’nin her tarafından birer berid (12
mil)lik (bir bölgeyi) koru tayin etti. (Oranın) ağaçları
(yapraklarını düşürmek için) silkelenmez ve kesilmez. Ancak
(zarûret miktarı yedirilmek üzere) deve (sırtında) götürülen
(yapraklar) müstesnâ. (Ebû Dâvud, K.el-Menâsik (11), Bâb
95-96 S.31 C.8 H.2036 Şamil Yayınevi )

348
470- ... Hz. Ali’den (rivayet olunduğuna göre) Peygamber
(s.a.) şu (Medine’nin harem kılınması olayı hakkında (şöyle)
buyurmuştur:

“-Yaş otu kesilmez, avı ürkütülmez, yitiği alınmaz. Ancak


onu ilân edecek olan kimse müstesnâ orada herhangi bir
kimsenin savaş için silâh taşıması ve oradan ağaç kesmesi
uygun değildir. Ancak bir kimse (orada) devesini otlatabilir.
(Ebû Dâvud, K.el-Menâsik (11), Bâb 95-96 S.30 C.8 H.2035
Şamil Yayınevi )

Medinelilere saldırı ve onlara hayatı zorlaştırmak amacıyla


uydurulmuş bu rivayetlerin aslı yoktur.

471- İbnu Amr İbni’l-As radıyallahu anhüma anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm" buyurdular ki:
“Habeşliler sizi terkettikçe onları terkedin. Zira, Kâ’be’nin
hazinesini sadece zü’s-süveykateyn (ince bacaklı olan kimse)
çıkaracaktır."(K.S. 4595 C.13 S.174-175 Akçağ, alıntıları:
Ebû Dâvud, Melâhim 11,(4309))

472- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anhüma anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm" buyurdular ki:

“Kâbe’yi, Habeşlilerden bacakları ince bir adam tahrip


edecektir."(K.S. 4593 C.13 S.173-174 Akçağ, alıntıları:
Buhâri, Hacc 49; Müslim, Fiten 57,(2909); Nesâi, Hacc 125,
(5,216))

473- Buhari’nin İbnu Abbâs’tan kaydettiği diğer bir rivayete


göre, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurmuştur:
“Kâ’be’yi yıkacak olan o ayrık iri ayaklı, güdük kafalı (koyu
siyah) Habeşli’yi Kâ’be’nin taşlarını birer birer söker halde
görür gibiyim!"(K.S. 4594 C.13 S.174 Akçağ, alıntıları:
Buhâri, Hacc 49.)

Bu rivayetlerle, Kabe’nin altında hazine bulunduğunu ve bu


hazine nedeniyle Kabe’yi ince bacaklı iri ayaklı bir

349
Habeşlinin yıkacağını rivayet etmişlerdir. Kabe’nin altında
hazine olduğu iddiası, Kabe’yi hedef göstermek için
uydurulmuş bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Hem de
öyle bir iddia ki, hazinenin, Kabe’nin içinde veya avlusunda
olduğunu iddia etmeyip, temelleri altında olduğunu rivayet
etmişlerdir. Zira hazineyi çıkarmak için, Habeşlinin Kabe’nin
duvarlarını söktüğünü söylemeleri bunu göstermektedir.
Hazine iddiaları, Kabe’nin içi veya avlusu hakkında olsaydı
duvarları yıkmadan da çıkarmak mümkün olacaktı. Onlar ise,
iddia ettikleri hazinenin çıkarılması için duvarları yıkmanın
gerekli olduğunu söylemekle, Kabe’nin temellerini hedef
göstermişlerdir. Zira, Kabe’nin mevcudiyeti onların
hoşlanmadıkları bir olaydır.

Ayrıca, Kabe’nin asli yapısının değiştirilmesi yönünde de


saldırıda bulunarak, şöylece rivayetler uydurmuşlardır:

474- .......... Muhammed ibn Ebi Bekr’in oğlu Abdullah,


Abdullah ibn Umer’e, Âişe’den haber vermiştir:
Peygamber’in zevcesi Âişe şöyle demiştir: Resûlullah (S),
ben Âişe’ye hitâben:

-”Kavmin Kureyş’in Ka’be’yi binâ ederken, İbrâhim


Peygamber’in koyduğu temellerden bir kısmını terk ederek
kısalttıklarını bilmez misin?"dedi.

Ben

- Yâ Rasûlullah! Sen Ka’be’nin duvarlarını İbrâhim’in


temelleri üzerine döndürmez misin? dedim.

-”Kavminin zamânı kâfirlik devrine yakın olmasaydı,


muhakkak ben Ka’be’nin duvarlarını İbrâhim’in temelleri
üzerine yapardım" buyurdu.

Abdullah İbnu Umer: Vallâhi Âişe bu sözü muhakkak


Rasûlullah’tan işitmiştir. -Ben Rasûlullah’ın Hıcr’a yakın
bulunan o iki Ka’be köşesini istilamı terk ettiğini sanmam;

350
ancak şu var ki, herhâlde Beyt, İbrâhim’in temelleri üzere
tamâm olmamıştır, demiş (böylece Âişe’yi te’yid etmiş)tir.
(Buhâri, Kitâbu’l-Hacc Bab 42 H.66 C.3 S.1498-1499
Ötüken.)

475- ............. Bize Eş’es, el-Esved ibn Yezid’ten tahdis etti


ki, Âişe (R) şöyle demiştir: Ben Peygamber’e İsmâil
Hıcrı’nın duvarından sorup:

-Bu duvar Beyt’ten midir? dedim.

Rasûlullah:

- “Evet, duvar Beyt’tendir" buyurdu.

Ben yine:

- Kureyş için ne mâni’ vardı ki duvarı yâni Hıcr’ı Beyt’in


içine katmadılar? dedim.

Rasûlullah (S):

- “Kavmin olan Kureyş’in bu Hıcr’ı, Ka’be’ye girdirmeye ve


Ka’be içine katmaya bütçeleri kısa gelip yetmedi" buyurdu.

-Ka’be’nin kapısı neden bu kadar yüksektir? diye sordum.

Rasûlullah:

- “Senin kavmin, dilediklerini Ka’be’ye girdirmeleri,


dilediklerini de girdirmekten men’ etmeleri için böyle
yaptılar. Eğer kavmin Câhiliyet devrine yakın olmasaydı,
Hıcr’ın duvârını Beyt’e katmak ve Beyt’in kapısını yer
seviyesine indirmek isterdim. Fakat duvarı Beyt’e girdirmem
ve Ka’be kapısını yer seviyesine indirmemden ötürü, onların
günüllerinin kırılmasından endişe ederim" buyurdu. (Buhâri,
Kitâbu’l-Hacc Bab 42 H.67 C.3 S.1499 Ötüken.)

Görüldüğü gibi, Kabe’nin asıl temelleri üzerinde olmadığını


ısrarla iddia ederek, yıktırılıp asıl temelleri üzerine tekrar
351
bina edilmesi gerektiğini tahdis etmişlerdir. Yıkım işine
insanları cesaretlendirmek için de, İbn Zubeyr’in Kabe’nin
duvarlarını yıkarak tadilat yaptığını da rivayet ettiler. Şöyle
ki:

476- ........... Bize Cerir ibn Hâzım tahdis edip şöyle dedi:
Bize Yezid ibnu Rûman, Urve’den; o da Âişe (R)’den tahdis
etti ki, Peygamber (S), Âişe’ye hitâben şöyle buyurmuştur:

- “Yâ Âişe! senin kavmin câhili yet devrine zamânca yakın


olmasaydı, ben Beyt’in yıkılmasını emrederdim; o da
yıkılırdı. Sonra Beyt’ten dışarıda bırakılan Hıcr’ı, Beyt’e
katar ve kapısını da yere yapışık yapardım. Bir de Beyt’e biri
şark tarafında, öbürü de garp tarafında olmak üzere iki tâne
kapı koydururdum. Bu sûretle de Beyt’i, İbrahim
Peygamber’in temeline ulaştırmış olurdum”.

Urve: İşte Abdullah ibn Zubeyr’i Beyt’i yıkmaya ve yeniden


inşâya sevk eden sebep, Âişe’nin haber verdiği Peygamber’in
bu arzûsudur, demiştir.

Cerir ibn Hâzım dedi ki: Bana ibn Rûman:

- İbn Zubeyr, Beyt’i yıktığı ve yeniden binâ ettiği zamân, ben


de hâzır bulundum. O, Hıcr’dan bir miktarını Beyt’e katmıştı.
Bu sırada ben İbrâhim Peygamber’in deve hörgüçleri gibi
olan temel taşlarını gördüm, dedi.

Cerir dedi ki: ben de Yezid’e:

- İbrâhim’in bu temellerinin yeri neresidir? diye sordum.

Yezid:

- (Gel!) Şimdi onu sana göstereyim, dedi.

Ben kendisiyle berâber Hıcr’e girdim. O bana:

352
- İşte şurasıdır, diye Hıcr’ın asli hudûdunun bulunduğu bir
yer işâret edip gösterdi.

Cerir dedi ki: Ben Hıcr’den olan bu yerin altı zirâ, yâhud ona
yakın miktar olduğunu takdir ettim. (Buhâri, Kitâbu’l-Hacc
Bab 42 H.69 C.3 S.1500-1501 Ötüken.)

Bu rivayetlerinin uydurma olduğu şöyle de anlaşıla bilir. 471,


472, 473 no.lu örneklerde hazine için Kabe’yi bir Habeşlinin
yıkacağını ifade etmişken, 476. Örnekte, Abdullah ibn
Zubeyr’in Kabe’yi yıkarak asli temelleri üzerine oturttuğunu
ve temellerinin deve hörgüçleri gibi taşlardan müteşekkil
olduğunu iddia ettiler, hal böyle ise iddia ettikleri hazine
nerede? Ayrıca, madem ki Abdullah ibn Zubeyr, Kabe’yi
yıkıp tekrar inşa ettiyse, neden Kabe’yi rivayette bahsettikleri
gibi Hıcr’ı tümüyle Kabe’ye katmadı ve biri garpta biri şarkta
olmak üzere kapılar yaptırıp, bu kapıları yer seviyesine, eski
kapıyla birlikte indirmedi?

Gerekli olması halinde Kabe’ye bakım ve imar işi yapılabilir,


fakat Asli şeklini değiştirmek uygun değildir.

477- Hz. Muâz İbnu Cebel radıyallahu anh anlatıyor:


Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün)

“Beytu’l-Makdis’in imârı Yesrib’in harabıdır. Yesrib’in


harâbı melhemenin (savaşın) çıkmasıdır. Melheme
İstanbul’un fethidir, İstanbul’un fethi Deccâl’in çıkmasıdır!"
buyurdular. Sonra elini (Resûlullah), konuşmakta olduğu
kimsenin (yani, Hz. Muâz’ın) dizine vurdular ve:

“Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada


oturman hak olduğu gibi" buyurdular.”

Hz. Muâz burada kendisini kastetmektedir. (Yani


aleyhissalâtu vesselâm’ın konuştuğu ve dizine elini vurduğu
kimse Muâz İbnu Cebel radıyallahu anh’tır.)" (K.S. 5048
C.14 S.345 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Melâhim 3, (4294))

353
478- Hz. Enes radıyallahu anh dedi ki:”İstanbul’un fethi
Kıyamet anında olacaktır."(K.S. 5045 C.14 S.339 Akçağ,
alıntısı:Tirmizi, Fiten 58,(2240))

479- Abdullah İbnu Büsr radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Melheme (İstanbul) ile Medine’nin fethi arasında altı yıl


vardır. Yedinci yılda da Mesih Deccâl çıkar."(K.S. 5049 C.14
S.345 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Melâhim 4, (4296); İbnu
Mâce, Fiten 35,(4093))

Bu rivayetlere göre İstanbul’un fethi kıyamet zamanı vuku


bulacaktır. Başka bir ifadeyle, İstanbul kıyamete kadar
fethedilmeyecektir. Asırlardan beri, İstanbul’un Türkler
tarafından fethedilmiş olduğu bir vakıa olup. Medine’nin ise
hiç savaşsız, Müslümanlar tarafından Peygamber zamanında
İslam devlet merkezi olarak kullanıldığı tarihi bir gerçektir.
Aradan asırlar geçtiği halde Mesih Deccâl’in çıkmadığı da bir
vakıadır. Bu itibarla uydurmuş oldukları hadislerin saçma ve
gerçek dışı olduğu fazla izaha ihtiyaç göstermeyecek kadar
açıktır.

RESİM VE SURET YAPMA KONUSUNDA


UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ

480- İbnu Abbasi (radıyallahu anhümâ)’ın anlattığına göre:


“Kendisine bir adam gelip: “Ben ressamım, şu resimleri
yaptım. Bana bu hususta fetva ver!"dedi. İbnu Abbas adama:
“Bana yaklaş!"emretti, adam yaklaşınca: “Bana daha da
yaklaş!"dedi. Adam yaklaştı. İbnu Abbas elini başının
üzerine koydu ve: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı
dinledim. Şöyle diyordu: “Bütün tasvirciler ateştedir. Allah
ressamın yaptığı her bir resim için bir nefis koyar ve bu ona
cehennem de azap verir." İbnu Abbas devamla dedi ki: “İlla
da resim yapacaksan ağaç yap, canı olmayan şeyin resmini

354
yap." (K.S. 2167 C.7 S.549-550 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Büyû 104;Müslim,Libâs 99,(2110); Nesâi, Zinet 112,
(8,212,214))

481- Ebû Ümame radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’a bir kadın gelerek, kocasının gazvede
olduğunu söyleyerek evine bir hurma ağacı resmini yapmak
için izin istedi. Aleyhissalâtu vesselâm kadını men etti veya
nefyetti."(K.S. 7081 C.17 S.469 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace
3652.)

482- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Ben bir sehve mi


-yani odasının içindeki yüklüğümsü bir kısmını kastediyor-
üzerinde resimler bulunan bir kumaşla örtmüştüm. Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm (eve) gelince onu söktü. Ben de ondan
iki yastık yaptım. Ben Aleyhissalâtu vesselâm’ı bunlardan
birine yaslanmış olarak gördüm."(K.S. 7082 C.17 S.469
Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 3655.)

483-.......... Mü’minlerin anası Âişe (R) şöyle haber vermiştir:


Kendisi, üstünde bir takım resimler bulunan küçük bir yastık,
bir şilte satın almıştı. Resûlullah (S) bunu görünce kapının
önünde dikildi de içeriye girmedi. (Âişe dedi ki:) Bu sırada
ben O’nun yüzündeki istemezliği sezip tanıdım. Ve:

- Yâ Rasûlullah! Ben Allah’a ve Resûlü’ne tevbe ederim. Ben


ne günâhı işledim ki? dedim.

- “Şu yastığın hâli nedir?"buyurdu.

Ben:

- Ben onu Sen üzerinde oturasın ve yaslanasın diye, Senin


için satın aldım, dedim.

Rasûlullah:

- “Bu sûretlerin sâhipleri kıyâmet gününde muhakkak azâb


edilirler. Ve bu kimselere: Sûret verdiğiniz bu mahlûkları
355
diriltiniz, denilir”. Ve yine Rasûlullah: “İçinde sûret bulunan
eve melekler girmez" buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Buyu Bab
40 H.67 C.4 S.1947 Ötüken.)

<482> no.lu örnekte, resimli yastık yapılabileceği tahdis


edilmişken, <483> no.lu örnekte resimli yastık
yapılamayacağının, böyle bir olayın günah olduğunun tahdis
edilmesi bir çelişkidir. Ayrıca, İslam dininde günah
hususunda ancak Allah’a tevbe edilir, Âişe’nin, Allah’a ve
Resûlüne tevbe ederim dediğini rivayet etmeleri bir iftiradır.

Resim konusunda uydurmuş oldukları rivayetlerden topluca


birkaç örnek verip, Kur’an ayetleriyle karşılaştırırsak, yalan
rivayet uydurmakta ne kadar pervasızca davrandıkları açıkça
anlaşılmış olur. Şöyle ki:

484- (Yine) İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm" buyurdular ki: “Kim
resim yaparsa, Allah onu Kıyamet günü, yaptığı resim
sebebiyle, onlara ruh üfleyinceye kadar azab eder. Hiçbir
zaman da ruh üfleyici değildir."(K.S. 2168 C.7 S.550 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Ta’bir 45, Tirmizi, Libâs 19,(1751); Nesai,
Zinet 114,(8,215))

485- Ebû Talha el-Ensâri (radıyallahu anh) anlatıyor:


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Melekler
içerisinde köpek ve timsaller bulunan eve girmezler."(K.S.
2169 C.7 S.551 Akçağ, alıntıları: Buhari, Libâs 92,88,
Bed’ü’l-Halk 6,14, Meğazi 11; Müslim, Libâs 102,(2606);
Ebû Dâvud, Libâs 48,(4155); Tirmizi, Edeb 44,(2805); Nesâi,
Zinet 112,(8,212,213); İbnu Mâce, Libâs 44,(3649))

486-............. Bana Amr İbnu’l-Hâris, Sâlim’den; o da babası


Abdullah ibn Umer’den tahdis etti; o şöyle demiştir: Cibril
aleyhisselâm, Peygamber’in yanına inmeyi va’d etmişti
(inmedi; Peygamber sebebini sordu.) Cibril: Biz melekler,
içinde (canlı hayvana âid) sûret ve köpek bulunan eve

356
girmeyiz, dedi. (Buhâri, Bed’i’l-Halk H.37 C.7 Bab.6 S.3040
Ötüken.)

487-.............. Bize Amr İbnu’l-Hâris haber verdi. Onu da


Bukeyr ibnu’l-Eşecc tahdis etmiştir. Ona da Busr ibn Said
tahdis etmiştir. Busr ibn Said’in beraberinde, Peygamber’in
zevcesi Meymûne’nin himâyesinde bulunmuş olan
Ubeydullah el-Havlâni bulunuyordu. Râvi dedi ki: İşte bu
ikisine Zeyd ibn Hâlid tahdis etti. Ona da Ebû Talha şöyle
tahdis etti: Peygamber (S): “Melekler, içinde sûret bulunan
herhangi bir eve girmezler" buyurdu.

Sahâbi râvi Busr dedi ki: (Bu hadisi bana rivâyet ettikleri bir
zamân sonra) Zeyd ibn Hâlid hastalandı. Biz de ona hasta
ziyaretine gittik. Eve girdiğimizde içeride, üzerinde birtakım
sûretler bulunan bir perde ile karşılaştık. Ben orada bulunan
Ubeydullah el-Havlâni’ye:

- Bu Zeyd ibn Hâlid bize Peygamber’den tasvirler hakkındaki


hadisi tahdis etmedi mi? (Şimdi bu resimli perde ne oluyor?)
dedim.

Ubeydullah bana;

- Zeyd ibn Hâlid bu hadisi Ebû Talha’dan bize naklederken,


sonunda “İllâ fi sevbin (= Elbisedeki nakış ve resim
müstesnâdır)" demiştir; sen onu işitmedin mi? dedi.

Ben:

- Hayır işitmedim, dedim.

O da:

- Fakat sen o hadisi işittin, o bunu muhakkak zikretmiştir,


dedi. (Buhâri, Kitâbu Bed’i’-Halk H.36 C.7 Bab.6 S.3039-
3040 Ötüken.)

357
Görüldüğü gibi, canlı resmi yapmanın yaratılışı taklit olduğu,
bu tür resim yapanların, yaptıkları resimlere ruh üflemeğe
davet edilecekleri, dolayısıyla buna güç
yetiremeyeceklerinden ebediyen cehennemde azab
görecekleri, ayrıca içerisinde köpek ve resim bulunan eve
meleklerin girmeyeceğini iddia etmelerine rağmen, canlı
resminin elbise üzerinde olmasının günah olmadığını tahdis
etmeleri açık bir çelişkidir. Zira konu eğer ki yaratılışı
taklitse ve bu yasaksa, resim elbise üzerinde olmuş veya
olmamış ne fark eder? İnsan ve Hayvan resmi yapmanın
haram olduğunu tahdis etmenin yanında, bitki resimleri
yapmanın serbest olduğunu tahdis etmeleri ilginç bir
çelişkidir. Zira, yaratılış açısından türlerinin değişik
olmasından başka bir fark yoktur.

İslam dininde canlı resmi yapmak yasak olmayıp, resmin


müstehcen olması veya ona tapılması yasaktır. Bu konuda
suçlu olan resim sanatı değil, insanların bozuk zihniyetidir,
insanlar yalnız resimlere ve heykellere tapmıyorlar, örneğin:
Yıldızlara ve Güneşe de tapıyorlar, o zaman tapmasınlar diye
Yıldızları ve Güneşi yok etmek mi lazım bu mümkün
değildir, aynaya veya ayna türü bazı şeylere bakmakta bir
nevi resim yapmaktır, aynaya bakmayı sünnet kabul edenler
aynada ki resimleri konusunda ne düşünüyorlar; Çağımızda,
Televizyona çıkıp Kur’an okuyan kimse konusunda
düşünceleri nedir.

Ayrıca, resimden daha ileri bir tasvir teması olan heykellerle


ilgili olarak, Kur’an’dan örnek verecek olursam, resim
konusundaki rivayetlerinin Kur’an’la uyuşmadığı açıkça
anlaşılır. Daha öncede belirttiğim gibi, Süleyman
peygambere, cinler heykeller yapıyorlardı ve bu şükredilmesi
gereken güzel bir olay olarak Kur’an’da belirtilmiştir.
Kur’an’dan mealen:

358
- Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş)
leğenler, sâbit kazanlar yaparlardı. “Ey Dâvud âilesi,
şükredin!"kullarımdan şükreden azdır. 34/13

ŞİİR KONUSUNDA UYDURDUKLARI HADİSLERDEN


ÖRNEKLER:

488- Übey İbnu Ka’b (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Şiirde hikmet
vardır"(K.S. 2303 C.8 S.551 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Edeb
90; Ebû Dâvud, Edeb 95,(5010); Tirmizi, Edeb 69,(2847);
İbnu Mâce, Edeb 41,(3755))

489- Amr İbnu’ş-Şerrid, babasından (Şerrid’den naklen


radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir gün ben Resûlullah’ın
bineğinin arkasına binmiştim. Bir ara bana:

“Hafızanda Ümeyye İbnu Ebi’s-Salt’ın şiirinden bir şeyler


var mı?"diye sordu. Ben: “Evet!"deyince:

“Söyle!"dedi, Ben kendisine bir beyt okudum. O yine:

“Devam et! dedi. Ben bir beyt daha okudum. O yine,

“Söyle!"emretti. Böylece kendisine yüz beyit okudum." (K.S.


2307 C.8 S.186 Akçağ, alıntısı: Müslim, Şiir 1,(2255))

490- Bize Mûsa ibn İsmâil tahdis edip şöyle dedi: Bize Ebû
Avâne, el-Esved ibn Kays’tan; o da Cundub ibn Sufyân’dan
tahdis etti ki, Resûlullah (S)’ın şehit olma yerlerinin birinde
ayak parmağı (yaralanıp) kanamış idi. Bunun üzerine
Resûlullah:

“Hel enti illâ ısbaun demiti

Ve fi sebilillahi mâ lakıyti”

(= Sen ancak bir parmaksın ki kanadın


359
Allah yolundadır bütün de çattığın)

Recezini söyledi. (Buhâri, Kitâbu’l-Cihâd ve’s-Siyer H.18


C.6 S.2650 Bab 9 Ötüken.)

Yazmış olduğum üç rivayet örneğinde görüldüğü gibi, şiirde


hikmet olduğunu, bizzat peygamberin kendisine şiir
okunmasını istediğini ve kendisinin de şiir okuduğunu tahdis
etmişlerdir. Bu iddialarına göre şiir okumak çok iyi bir şey
olduğu gibi, şairlerde hikmetli kimseler olmuş olurlar. Bu
iddialarına rağmen, çelişkili olarak şu rivayetleri tahdis
etmekten çekinmemişlerdir:

491- Ebû Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)"buyurdular ki: “Sizden birinin içine
onu bozacak irin dolması, şiir dolmasından hayırlıdır."(K.S.
2305 C.8 S.183 Akçağ, alıntıları:Buhâri, Edeb 92; Müslim,
Şiir 7,(2257); Ebû Dâvud, Edeb 95,(5009); Tirmizi, Edeb 71,
(2855))

El-Hudri’den Müslim’in kaydettiği bir diğer rivayette şöyle


denmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)"yürümekte
iken karşısına şiir inşad eden bir şâir çıktı. Efendimiz:
“Şeytanı tutun" veya “Şeytanı yakalayın" diye emretti. (K.S.
2305, yukarıdaki rivayetin ikinci paragrafı)

492-.......... Bize Hanzala Sâlim’den; o da İbn Umer (R)’den


haber verdi ki, Peygamber (S): “Birinizin içinin irinle
dolması, muhakkak ki şiirle dolmasından hayırlıdır"
buyurmuştur. (Buhâri, Kitâbu’l-Edeb H.178 C.13 S.6118
Ötüken.)

Şiir ve şairleri hem öven, hem de kötüleyen rivayetler tahdis


etmeleri bir çelişkidir. Peygamberin şiir söylediğini,
dolayısıyla şair olduğunu söylemeleri, putperestlerin yaptığı
bir iddiadır.

Şiir konusunda, Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:

360
- Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik, (şiir) ona yakışmaz
da. O(nun getirdiği), sâdece bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.
36/69

- Şairler(e gelince) onlara da azgınlar uyar. 26/224

- Görmüyor musun onları, (nasıl) her vâdide şaşkın şaşkın


dolaşırlar? 26/225

- Ve onlar yapmadıkları şeyleri söylerler. 26/226

Bu itibarla uydurdukları rivayetlerin aslı yoktur.

AİLE VE TESETTÜR HAKKINDA UYDURDUKLARI


RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER:

493- Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ)


anlatıyor:

“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)" buyurdular ki: “Sizden


biri cariyesini veya kölesini veya ücretlisini evlendirdi mi,
artık onun avretine bakmasın." (K.S. 2680 C.8 S.522 Akçağ,
alıntısı: Ebû Dâvud, Libâs 37, (4113,4114))

Bu rivayetlerine göre, cariye, köle veya ücretle çalıştırılan


kimseler evlendirilmişlerse avretlerine yani vücutlarının
örtünmesi gereken gizli yerlerine bakılmaz, diğer bir ifadeyle
evlendirilmemişlerse bakılabilir manası çıkar. Bu duruma
göre, cariyeler bir tarafa, erkek köleler veya ücretle
çalıştırılan erkeklerin durumunu ele alalım. Müslüman erkek
ve bayanların bu gibi kimselerin avret yerine bakamayacağı
gibi, bunlarda Müslüman erkek ve bayanların avret yerine
bakamazlar. Zira başka bir rivayette Müslüman bayanların
köleleri karşısında baş örtüsüz durabileceklerini iddia
etmişlerdir, şöyle ki:

361
494- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm Fâtıma radıyallahu anhâ’ya bir köle
getirdi. Bunu ona hibe etmişti. Hz. Fâtıma’nın üzerinde (çok
uzun olmayan bir elbise vardı, elbiseyi başına çekecek olsa
öbür ucu ayaklarına ulaşmıyordu. Elbiseyle ayaklarını
örtecek olsa üst ucu başına yetişmiyordu. Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm, örtünme hususunda mâruz kaldığı
sıkıntıyı görünce:

“Bu kıyafette olmanın sana bir mahzuru yok, zira,


karşındakiler baban ve kölendir" buyurdu. (K.S. 3437 C.10
S.230,231 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Libâs 35, (4106))

Görüldüğü gibi, İslam dininde bayanların erkek köleleri


yanında örtünmeye bileceklerini iddia etmişlerdir. Böyle bir
iddianın yalan ve iftira olduğuna dair Kur’an’dan örnek
verecek olursak, mealen:

- Müminlere söyle: “Gözlerini (harama bakmaktan)


sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu (hareket) onlar için daha
temiz (ve yararlı)dır. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını
haber almaktadır. 24/30

Mümin kadınlara da söyle: “Gözlerini (haramdan)


sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler.
Ancak (elbise, yüzük gibi örtünmesinde güçlük bulunan)
kendilerinden görünenler hâriç. Baş örtülerini yakalarının
üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veyâ erkek kardeşlerinin
oğulları veyâ kız kardeşlerinin oğulları veyâ Müslüman
kadınları veyâ cariyeleri veyâ erkekliği kalmamış (iktidarsız,
şehvetsiz) erkeklerden tâbi’lerine (hizmetçi v.b.), ya da
kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklardan
başkasını göstermesinler. Gizledikleri süslerinin bilinmesi
için ayaklarını (yere) vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden
Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. 24/31

Görüldüğü gibi, mümin erkekler ve kadınlar harama


bakamayacakları gibi, mümin kadınların süslerini, bilezik v.s.
362
Gibi. Erkeklikten düşmemiş kölelerine ve hizmetçilerine
gösteremeyecekleri açıktır. Bu itibarla rivayetleri, Kur’an’la
çelişkili olup uydurmadırlar.

495- Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: “Ben


Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın yanında idim. Yanında
Meymune Bintu’l-Hâris radıyallahu anhâ da vardı. (Bu
esnada) İbnu Ümmi Mektum bize doğru geliyordu. -Bu
vak’a, tesettürle emredilmemizden sonra idi- ve yanımıza
girdi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bize:

“Ona karşı örtünün!" Emretti. Biz:

“Ey Allah’ın resulü! O, âma ve bizi görmeyen (ve varlığımızı


tanımayan) bir kimse değil mi?" dedik. Bunun üzerine:

“Siz de mi körlersiniz, siz onu görmüyor


musunuz?"buyurdu." (K.S. 3440 C.10 S.233 Akçağ,
alıntıları: Ebû Dâvud, Libâs 37, (4112); Tirmizi, Edeb 29,
(2779))

Gözleri görmeyen bir kimseye karşı örtünmenin mantığı


yoktur. Bu rivayeti tesettürle alay etmek için uydurmuşlardır.
Önceki rivayette Müslüman kadınlar kölesine karşı baş
örtüsünü örtmeye bilir diye rivayette bulunmuşlardı, bu
rivayette gözleri görmeyen bir Müslüman’a karşı örtünmeleri
gerektiği yolunda rivayette bulunmaları açık bir çelişki
olduğu gibi, asıl maksatları kendilerince, tesettürle alay
etmektir.

496- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ demiştir ki: “Bir erkek


hanımına bir defada “Sen üç talakla boşsun! Dese, bu bir
talâk sayılır? (K.S. 3045 C.11 S.409 Akçağ, alıntıları: Ebû
Dâvud, Talâk 10,(2197))

Bu rivayette, bir seferde kadını üç kere boşamanın bir


boşama sayılacağını rivayet etmişlerdir.

363
497-. ...a) Muhammed b. İyas’dan (rivayet olunduğuna göre);
İbn Abbas İle Ebû Hüreyre ve Abdullah b. Amr b. El-As’a;
kocasının (daha cinsi münâsebette bulunmadan bir defada) üç
talakla boşadığı bir kız(ın durumun)dan sorulmuş da hepsi “O
kız başkasıyla evleninceye kadar ona helal olmaz."diye cevap
vermişler. .............. (Ebû Dâvud, K.et-Talâk (13), Bâb 9-10
C.8 S.384 Şamil Yayınları)

498-.............. Ubeydullah şöyle demiştir: Bana el-Kaasım


İbnu Muhammed Âişe(R)’den şöyle tahdis etti: bir kimse
karısını üç talak ile boşamış. Sonra kadın başka bir erkekle
evlenmiş. İkinci koca da (kadınla cimâ yapmadan) kadını
boşamış. Bu ikinci koca kadını boşadıktan sonra, kadını ilk
kocasına varması helâl olur mu? Diye Peygamber’e soruldu.

Peygamber (S) de:

- “İkinci erkek kadının balcığından, birinci erkeğin tatması


gibi tatmadıkça helâl olmaz" Buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-
Talâk H.9 C.11 S.5337 Ötüken.)

Bu rivayette, bir seferde üç talakla boşamanın üç boşama


sayılacağını rivayet etmeleri. Önceki rivayette, bir seferde üç
talakla boşamanın bir boşama sayılacağı yolunda yapmış
oldukları tahdis çelişkilidir.

Bir kimse karısını bir seferde üç veya üç yüz kere boşasa bu


ancak bir boşamadır. Zira birinci talakla boşanmış olan
kadını, diğer talaklarla boşamanın bir manası yoktur. Çünkü
birinci talakla boşanmış olan kadın artık kendisini boşamış
olan kocasının nikahı altında değildir ve zaten boş olanı
boşamanın bir manası yoktur.

499- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) bana: “Ey Ali, dizini çıkarma, ne
canlı, ne ölü, başkasının dizine de bakma" buyurdu. (K.S.
2681 C.8 S.523 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Cenâiz 32,
(3140))

364
500- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)"uyluğu avret addetti." (K.S. 2682
C.8 S.523 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Edep 40,(2798))

Bu iki rivayette, erkekler için de diz, (baldır), uyluk avret


olarak sayılmıştır. Buna rağmen, Âişe ve Ümmü Süleym’e şu
rivayeti yakıştırmışlardır:

501- Enes b. Mâlik’ten rivayet: “Uhud harbinde, Yemin


olsun ki, Âişe binti Ebi Bekir ile Ümmü Süleym’i paçalarını
sıvamış halde gördüm. Baldırlarının bileziklerini
görüyordum. Su tulumlarını taşıyor, sonra gâzilerin ağızlarına
boşaltıyorlardı. (Müslim, C.8 H.136/655 Sönmez Neşriyat.)

Bu rivayet, Âişe ve Ümmü Süleym’e yapılmış bir iftiradır.

502- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Cariyenin talakı iki
talaktır, iddeti de -bir nüshada “kurû’u da"- iki hayız
müddetidir."(K.S. 4070 C.11 S.442 Akçağ, alıntıları: Ebû
Dâvud, Talâk 6,(2189); Tirmizi, Talâk 7,(1182); İbnu Mâce,
Talâk 30,(2080))

503- İbnu Ömer radıyallahu anhümâ derdi ki: “Köle,


hanımını iki talakla boşadı mı artık kadın, başka bir kocaya
var(ıp ondan boşan)madıkça ona haram olur. Bu kölenin
hanımı hür de olsa hüküm böyledir. Hür kadının iddeti üç
hayız müddeti, köle kadının iddeti iki hayız müddetidir."
(K.S. 4071 C.11 S.443 Akçağ, alıntısı: Muvattâ, Talâk 50,
(2,574))

Bu konuda, Hür veya Cariye kadınlar arasında Kur’an’da bir


ayırım yapılmamıştır. Kur’an’dan mealen:

- Boşanmış kadınlar, üç kur’(üç âdet veya üç temizlik süresi


bekleyip) kendilerini gözetirler (hâmile olup olmadıklarına
bakarlar). Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa,
Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri

365
(Karınlarında çocuk bulunduğunu saklamaları) kendilerine
helâl olmaz. Kocaları da bu arada barışmak isterlerse, onları
geri almağa daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar
üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde
hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerinde(ki hakları), bir
derece daha fazladır. Allah azizdir, hakimdir. 2/228

Bu itibarla, uydurmuş oldukları rivayetler, Kur’an’a aykırı


olup, asılsızdırlar. Üç temizlik müddeti beklenmesi
hamilelikle ilgilidir, bu konuda cariye ile hür kadın arasında
fark yoktur, zira yaratılış olarak aynıdırlar.

504- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm: “Hangi kadın velisinin izni
olmaksızın nikahlanırsa onun nikâhı bâtıldır! buyurdular ve
bunu üç kere tekrar ettiler............. (K.S. 5652 C.16 S.5
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Nikâh 20,(2083); Tirmizi, Nikâh
14,(1102))

505- Yine Ebû Dâvud ve Tirmizi’de Ebû Musa radıyallahu


anh’tan gelen bir rivayette:: “Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm: “Velisiz nikah yoktur!"demiştir." (K.S. 5653 C.16
S.5 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Nikâh 14,(1101), Ebû Dâvud,
Nikâh 20,(2085))

Bu iki rivayette bir kadının evlene bilmesi için velisinden izin


alması şart koşulmuştur. Buna rağmen şu rivayeti çelişkili
olarak tahdis ettiler:

506- Hz. İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor:


Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Dul nefsine velisinden haktır. Bakireden nefsi hususunda


izin alınır, onun izni sükûtudur."."(K.S. 5656 C.16 S.8
Akçağ, alıntıları:Müslim, Nikâh 66,(1421); Tirmizi, Nikâh
12,(1108); Ebû Dâvud, Nikâh 26,(2098); Nesâi, Nikâh 31,32,
(6,84))

366
Bu rivayette dulun velisinden izin almasına gerek olmadığını
rivayet etmeleri bir çelişkidir.

507- Hz. Semüre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)"buyurdular ki:

“Hangi kadını, (seviyesi eşit) iki veli (iki ayrı şahsa)


nikâhlamışsa, o kadın o iki veliden önce davranana aittir.
Kim iki kişiye bir şey satmışsa, o satılan şey birinci kimseye
aittir." (K.S. 5654 C.16 S.7 Akçağ, alıntıları:Ebû Dâvud,
Nikâh 22,(2088);Tirmizi, Nikâh 19,(1110); Nesâi, Büyu’ 96,
(7,314))

Bu rivayete göre, evlendirilecek olan kadınlar tamamen


velilerinin keyfi tercihlerine bırakılmış olup, kendilerine
hiçbir söz veya tercih hakkı verilmemiştir. Öyle ki, iki ayrı
veli tarafından iki ayrı şahsa kendilerinden habersiz
nikahlarının yapılabileceği ve nikah üstüne nikah yapılmış
olduğundan da, ilk davranan yani ilk evlendirmeyi yapan
velinin tercihinin geçerli olacağını söylemişlerdir. Velilerin
aynı zamanda ayrı ayrı nikah yaptırma olasılığı ise belirsiz
bırakılmaktadır. Erkek olsun, bayan olsun evlenecek
olanların tasvibinin olmadığı bir evlilik nasıl mümkün
olabilir? Eğer bu şekilde bir zorlamayla evlilik kurulmuşsa ne
derece sağlıklı yürüyebilir.

İslam dininde, evliliğe ve aile kurmaya çok önem verilmiştir.


Kur’an’da bu konuyla ilgili çok ayet vardır. Tahdis etmiş
oldukları rivayetin uydurma olduğuna delil olarak 4 Nisa 21
den örnek vermem yeterlidir. Kur’an’dan mealen:

- Bir eşin yerine başka bir eş almak isterseniz ve birincisine


büyük mal vermişseniz, (onu boşadığınızda) ondan hiçbir şey
almayın. İftira ederek, açık bir günaha girerek (o ilk hanımı
kötüleyerek) o verdiğiniz mehri geri alır mısınız? 4/20

- Nasıl alırsınız? Halbuki siz birbirinizle kaynaşmıştınız ve


onlar sizden ağır söz almışlardı. 4/21

367
Görüldüğü gibi, evlenecek olan bayanların evleneceği
şahıstan, bizzat ağır (sağlam) söz almaya hakları vardır. Bu
da evlenecek bayanların evliliği onaylamalarını içermektedir.
Zira evlenmeyi kabul etmeye niyeti yoksa, damat adayını
evlenme konusunda muhatap kabul etmemesi yeterlidir.

Görüldüğü gibi tahdis etmiş oldukları rivayet Kur’an’a uygun


olmayıp aslı yoktur.

508- Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Bir veya iki emme ile (süt kardeşliği) haramlığı hâsıl


olmaz." (K.S. 5673 C.16 S.30 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Radâ’ 17,(1450); Tirmizi, Radâ’ 3,(1150); Ebû Dâvud, Nikâh
19,(2063); Nesâi, Nikâh 51,(6,201))

509- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Kur’an olarak


inenler meyanında “Ma’lûm on emme ile haram sabit olur"
âyeti de vardı. Sonra (Rab Teâla) onları, malum beş emme ile
neshetti. Bu (beş emme) âyetleri, Kur’an’ın okunan ayetleri
arasında iken Aleyhissalâtu vesselâm vefat etti."(K.S. 5675
C.16 S.29-30 Akçağ, alıntıları: Müslim, Radâ’ 24,(1452);
Muvatta Radâ’ 17,(2,608); Ebû Dâvud, Nikâh 11,(2062);
Tirmizi,Radâ’ 3,(1150); Nesâi, Nikâh 51,(6,100))

Tahdis etmiş oldukları bu rivayetlerde, bir iki kere süt emme


ile süt kardeşliği haramlığının hasıl olmayacağını, hatta bu
hususta iki Kur’an ayetinin inmiş olduğunu, beş emme şartı
ihtiva eden Kur’an ayeti, Kur’an’ın okunan ayetleri arasında
iken, Peygamberin vefat ettiğini, başka bir ifade ile,
Peygamberin vefatından sonra da bu ayetin yürürlükte
olduğunu tahdis ettiler. Böyle bir iddia bugün elde mevcut
olan Kur’an’ın muharref ve noksan olduğu manasındadır. Bu
da Kur’an’ı apaçık inkar ve küfürdür. İddialarının nesh veya
unutturma olmadığına dair Kur’an’dan örnek verecek
olursak, mealen:

368
- Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir âyeti(n
hükmünü) yürürlükten kaldırmaz veyâ onu unutturmayız.
Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu bilmedin mi? 2/206

Burada bildirilen nüshalardan, nesh veya unutturma olayında,


nesh edilen veya unutturulan ayetin yerine muhakkak, ya
daha hayırlısı veya benzerinin Allah tarafından indirileceği
olayına dikkat ettiğimizde. İddialarının bu hususlara
uymadığını görürüz, zira kendi iddialarına göre ayet ne nesh
edilmiş nede unutturulmuştur ve Kur’an’ın içinde de yer
almamasına rağmen de Kur’an’ın ayeti olarak geçerlidir
demektedirler. İddia ettikleri bu ve bu gibi sözler Kur’an’ın
noksan ve muharref olduğunu iddia etmek demektir. Bu ise
İslam dinine göre apaçık küfürdür.

Diğer taraftan, uydurmuş oldukları başka hadis


rivayetlerinde, bu iddialarıyla çelişkiye de düşmüşlerdir,
şöyle ki:

510- Hz. İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ demiştir ki: “İki yıl
içerisindeki emme tek bir emmeden ibaret de olsa bu,
(evlenmeyi) haram kılar." (K.S. 5676 C.16 S.33 Akçağ,
alıntısı: Muvatta Radâ’ 4,(2,602))

511- İbrahim b. Ukbe der ki: Said b. Müseyyeb’den emmenin


hükmünü sorduğumda Said: “İki sene zarfında meydana
gelen emme, bir damla da olsa nikâhı haram kılar. Ama iki
seneden sonra emme çocuğun yediği yemek hükmündedir.
(Nikâhı haram kılmaz)"dedi. Sonra Urve b. Zubeyr’e sordum
o da Said b. Müseyyeb’in söylediğini tekrarladı. (İmam
Mâlik, Muvatta C.3 S.153 H.10 Süt emme Kitabı, Beyan
Yayınları Eylül 1994 )

Görüldüğü gibi, iki sene zarfında, yani çocuk iki yaşını


bitirmeden önce, bir damla dahi süt emmişse, bu süt
kardeşliği için yeterlidir diye rivayet ettiler. Hal böyle olunca,
beş emmeyi şart koşan rivayetleriyle çelişkiye düşmüş
olurlar. İki seneden sonra vuku bulacak emzirmeyle süt
369
kardeşliği meydana gelmeyeceği iddialarına gelince daha
önce vermiş olduğum (Salim’in emzirilmesi rivayeti)
örneğinde, adamların emzirilmesini dahi, süt çocukluğu olur
iddiasıyla helal gördüklerinden bahsetmiştim. (Bak, Müslim,
Cilt 7 H.27/371 Sönmez Neşriyat; İbni Mace, Kitabü-n’Nikah
H.1943 S.411-412 Kahraman Yayınları.)

512-. ............ İbn Abbas (r.a.)’dan; demiştir ki: Adamın biri


Peygamber (s.a.)’e gelip;

Benim eşim (kendisine uzanan) zinâkar (adamlar)ın elini geri


çevirmiyor? dedi. (Hz. Peygamber de):

“Onu boşa!"buyurdu.

Adam bu sefer;

- Nefsimin onun peşinden gitmesinden korkuyorum, dedi.


(Resûl-i Ekrem Efendimiz de);

“Öyleyse ondan bir süre faydalan" buyurdu. (Ebû Dâvud,


K.en-Nikâh (12).Bâb C.8 S.67 H.2049 Şamil Yayınevi,
ayrıca: Nesâi, Nikâh 12, tâlâk 34.)

Bu rivayette, Peygambere karşı ağır bir iftirada


bulunmuşlardır. Zira peygambere danıştığını iddia ettikleri
şahıs, iddia ettikleri gibi davranacak olsa iki husustan biri
meydana gelecektir. Birincisi eğer kadını boşayıp, ondan
sonra da cinsel ilişkisini devam ettirecek olursa zina etmiş
olacaktır. İkincisi, eğer boşamayıp evliliğini devam ettirecek
olursa kadının zina etmesine mani olmadığından ve durumu
da kabul etmiş olduğundan, kadının zina etmesine göz
yummuş olmakla deyyus durumuna düşmüş olacaktır.

Bu itibarla, Peygamberin bu şahsa zina kar kadından


istifadeye devam etmesini önermesi imkansız olduğu gibi,
zina eden erkek veya kadın, Mümin erkek veya kadınla nikah
akdi yapamazlar. Dolayısıyla eş olarak bir arada
bulunamazlar. Kur’an’dan mealen:
370
- Zina eden erkek zinâ eden veyâ puta tapan kadından
başkasıyla evlenemez; zinâ eden kadın da zinâ eden veyâ
puta tapan erkekten başkasıyla evlenemez. Bu (tür
evlenmek), müminlere haram kılınmıştır. 24/3

Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetin aslı yoktur.

513- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Ey Allah’ın


Resûlü dedim, ben genç bir insanım, günahtan korkuyorum,
evlenecek maddi imkân da bulamıyorum, hadımlaşayım
mı?"dedim: Aleyhissalâtu vesselâm bana cevap vermedi. Ben
bir müddet sonra aynı şeyi tekrar söyledim. Yine cevap
vermedi. Sonra:

“Ey Ebu Hüreyre! Buyurdu. Senin karşılaşacağın şey


hususunda artık kalem kurumuştur. Bu durumda ister
hadımlaş ister bırak." (K.S. 5725 C.16 S.85 Akçağ,
alıntıları:Buhâri, Nikâh 8; Nesâi, Nikâh 4, (6,59))

Çocukların sünnet edilmesi konusunu işlerken, sağlıklı beden


üzerinde, saç, sakal, tırnak v.s. Gibi hususlar dışında
yapışacak kalıcı ve keyfi değişikliklerin yaratılışı değiştirme
manasına geleceği hususunda izahatta bulunmuştum. Hadım
olayı da yaratılışı değiştirme olayından başka bir şey değildir.
Tarih boyunca, gerek insanlara gerekse hayvanlara
uygulanmış olan hadımlaştırma ve benzeri olaylar ile
kısırlaştırma olayları yaratılışı değiştirme işlemleri olduğu
gibi aynı zamanda iğrenç olaylardır. Bu gibi olayları yapanlar
ve yaptıranlar insaf denen olayın kokusunu dahi almamış
kimselerdirler.

Rivayette her ne kadar bir azarlama havası verilmişse de,


hadım olayı sıradan bir olaymış gibi gösterilmek istenmiştir.
Rivayet uydurma olup, aslı yoktur.

514-. ......... Muhammed b. Ubeyd b. Ebi Salih, İlya’da


ikamet ettiği sıralarda (şunları) söylemiştir: (Bir gün) Adiy b.
Adiyyi’l-Kindi ile birlikte (yolculuğa) çıkmıştım. Nihâyet

371
Mekke’ye varınca (Adiyy) beni Safiyye bint Şeybe’ye
gönderdi. (Safiyye) Âişe’den (pek çok hadis) öğretmişti.
(Yanına vardığımız zaman Safiyye bana şunları) söyledi:
“Ben Âişe’yi “Rasûlullah (s.a.)’in;

“Öfke (veya zorlama) hâlinde ne boşama olabilir ne de (köle


veya câriyeyi) âzâd etmek."dediğini duydum."derken işittim.

Ebû Dâvud dedi ki: “Öyle zannediyorum ki el-ğılâk öfke


demektir. (Ebû Dâvud, K.et-Talak (13).Bâb C.8 S.370
H.2193 Şamil Yayınevi. Ayrıca: İbn Mace, talak 16.)

515-. ......... Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine


göre:Resûlullah Sallallâhü aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur; “üç şeyin ciddisi de, şakası da ciddidir. Nikâh,
talak, rec’â. (Ebû Dâvud, K.et-Talak (13).Bâb 9 C.8 S.373
H.2194 Şamil Yayınevi. Ayrıca, Tirmizi talak 9; İbn
Mâce,mukaddime 7, talak 13.)

Birinci rivayette öfke halinde boşama olamayacağını tahdis


etmelerine rağmen, ikinci rivayette şakadan dahi olsa
boşamanın yapılması halinde, gerçek manada gerçekleşmiş
olacağının rivayet edilmesi bir çelişkidir. Şakayla yapılan
boşama, ciddi boşama sayılır demeleri de bir uydurmadır.
Zira İslam dininde değil şakadan boşamaların, kasıtsız
yeminlerde dahi sorumluluk yoktur, şöyle ki, Kur’an’dan
mealen:

- Allah sizi, yaptığınız kasıtsız yeminlerinizden sorumlu


tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığı (bile bile yaptığınız)
yeminlerden sorumlu tutar. Allah bağışlayan halimdir. 2/225

516- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Şu nikâhı ilan edin ve
davul (tef) da döğün."(K.S. 6586 C.17 S.202 Akçağ, alıntısı:
İbn-i Mace 1895.)

372
517- Mücahid merhum anlatıyor: “Ben İbnu Ömer
radıyallahu anhüma ile beraberdim. Derken bir davul
(darbuka) sesi işitti. Derhal iki parmağını iki kulağına soktu
ve oradan (hızla) uzaklaştı. Bunu üç kere yaptı. Sonra:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm da böyle yapmıştı"
dedi."(K.S. 6589 C.17 S.203 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace
1901.)

Bir rivayette, düğünlerde (davul) tef çalınması gerektiği


rivayet edilmişken, diğer rivayette, davul veya darbuka
sesinin nefret edilecek bir şey olarak tahdis edilmesi bir
çelişki ve asılsız bir iddiadır, zira üçü de aynı menşeden
çalgılardırlar.

518- A’rac Ebu Hüreyre radıyallahu anh’tan naklen anlatıyor:


Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm diyor ki: “En şerli yemek,
sâdece zenginlerin çağrılıp fakirlerin çağrılmadığı yemektir.
Kim de dâvete icabet etmez, yemeğe gelmezse, Allah ve
Resûlüne âsi olmuştur. (K.S. 3967 C.11 S.207 Akçağ,
alıntıları:Buhâri, Nikâh 72; Müslim, Nikah 107-110,(1432);
Ebû Dâvud, Et’ime 1,(3742))

Bir kimsenin çağrıldığı yemek davetine gitmemek için bir


çok geçerli mazereti olabilir, örneğin sağlık durumu uygun
olmayabilir, bir yakını hasta olmuş olabilir, bir işi olmuş
olabilir v.s. Buna rağmen yemek ziyafetine çağrılıp ta
gitmeyen kimsenin Allah’a ve Resûlüne asi olarak sayılması
ağır bir suçlama ve asılsız bir iddiadır.

519-. ... Câbir b. Abdullah (r.a.)’den; demiştir ki:Resûlullah


(s.a.)

“- Biriniz bir kadına dünürlük yaptığı zaman kendisini o


kadınla evlenmeye sevk eden organlara bakmaya imkân
buluyorsa, bunu yapsın-”

(Câbir) dedi ki: “ben bir câriyeyle evlenmek istedim, bunun


üzerine (onun haberi olmadan görebilmek için) onu gizli gizli

373
gözetlemeye başladım. Nihayet beni kendisiyle evlenmeye
sevk eden (organlar)ını gördüm de onunla evlendim. (Ebû
Dâvud, K.en-Nikâh (12), Bâb 17-18 C.8 S.148 Şamil
Yayınları.)

Görüldüğü gibi, evlenmek isteyen bir kimsenin evlenmeyi


düşündüğü kadının, eğer imkan buluyorsa en gizli yerlerine
bakabileceği, hatta böyle bir davranışın kadının haberi
olmadan gizlice yapılabileceğini tahdis etmişlerdir.
Röntgenciliği meşru kabul eden bu iddiaya göre bir kimse
niyetim evlenmedir deyip bekar olan, nikahlanabileceği bütün
kadın ve kızlara meşru olarak bakabilir. Bu iddia Peygamber
üzerine uydurulmuş bir iftira olduğu gibi, çeşitli fitnelere
sebep olabilecek ve Müslümanlara saldırı amacıyla
uydurulmuş asılsız bir iddiadır.

520-. .......... Câbir (r.a.)’den rivâyet olunduğuna göre,


Peygamber (s.a.) (ansızın) bir kadın görmüş, bunun üzerine
Zeyneb bint Cahş’ınyanına girip onunla ihtiyacını gidermiş,
sonra ashabının yanına çıkıp onlara; “Kadın, şeytan kılığında
(bir erkeğin) karşısına çıkabilir kim böyle bir şeyle
karşılaşırsa, hemen ailesine gelsin (ve onunla cinsi
münâsebette bulunsun) çünkü bu (şekilde hareket, kadınlara
yönelik) içindeki(his)leri zayıflatır."buyurmuş. . (Ebû Dâvud,
K.en-Nikâh (12), Bâb 42-43 Şamil Yayınları, ayrıca: Müslim,
nikâh 9; Tirmizi, redâ’ 9.)

Bu iddialar, Peygamberin aile hayatı konusunda saygısızca


uydurulmuş ifadeler içerdiği gibi, bu iddialarına göre örneğin
bir çarşıdan geçen tahrik edici bir kadın o çarşıyı tatil
edebilir. Ayrıca bir çok dramatik sahnelerin çıkmasına da
sebep olur. Şöyle ki, evli olup ta bir iş yerini çalıştıran baba
ve oğulların, dükkanlarına alışveriş için gelen tahrik edici bir
kadın nedeniyle, baba ve oğulların dükkanlarını kapatıp
eşleriyle cinsi münasebet yapmak üzere birlikte güpegündüz
evlerine gitmeleri gibi v.s. Bu rivayette, önceki rivayet gibi
Müslümanlara saldırı amacıyla uydurulmuş aslı olmayan bir

374
saçmalıktır. Dünya evlilerden müteşekkil değil, bekarlar da
vardır. Yetişkin bekarların bu durum karşısında ne yapmaları
gerektiği sorulmaya değer. Eğer bekar kimselerin
sabretmeleri gerektiği iddia edilirse ki, bu yıllarca da
sürebilir. Evli kimselerin geceyi beklemek üzere birkaç saat
sabretmelerine mani olan şey nedir? Aynı şekilde, evli bir
bayan, iddia ettikleri tahrik edici kadın konumunda bir erkek
görecek olsa, kocasını gündüz vakti aramak üzere yollara
düşmeli midir? Uydurdukları hakaret içerikli rivayetlerden
dolayı, eleştirilerimde bu tür ifadeler kullanmak zorunda
kaldığımdan dolayı okuyucudan özür dilerim.

521- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor:Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm), cünüp olmadıkça her halimizde bize
Kur’an okutup talim ederdi. (K.S. 3771 C.10 S.548 Akçağ,
alıntıları 3772 no.lu rivayetle bağlantılı, şöyle ki: )

522- Nesâi’nin bir başka rivayetinde şöyle gelmiştir:


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) helâdan çıkınca Kur’an
okur, bizimle et yerdi. Cenabet halinden başka hiçbir şey
O’nunla Kur’an arasına perde olmazdı." (K.S. 3772 C.10
S.548 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Tâharet 91,(229);
Tirmizi, Tahâret 111,(146); Nesâi, Tahâret 171,(1,144))

Bu iki rivayette cenabetli olan kimsenin Kur’an


okuyamayacağını tahdis etmişlerdir. Buna rağmen şöylece
rivayette bulundular:

523- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)’dan rivayet edildiğine


göre, o cünüp kimsenin Kur’an okumasında bir beis
görmezdi." (K.S. 3773 C.10 S.550 Akçağ, alıntısı: Buhâri,
(Hayz 7))

524-............. Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Ben cünüp iken


Rasûlullah (S) benimle karşılaştı ve elimi tuttu. Böylece
kendisiyle birlikte yürüdüm. Nihâyet oturdu. Ben hemen
savuştum da barındığım yere geldim, yıkandım. Sonra geldi.
O hâlâ oturuyordu. “Sen nerede idin yâ Ebâ Hırr?"dedi. Ben
375
de kendisine (yaptığım işleri) söyledim. Bunun üzerine:
“Suphanallah! Yâ Ebâ Hırr, mü’min murdâr olmaz" buyurdu.
(Buhâri Kitâbu’l-Gusl H.36 Bâb 24 S.390 C.1 Ötüken.)

Bu iki rivayette, cenabetlinin Kur’an okuyabileceğini ve


Mümin cenabetli olsa dahi murdar olmadığını tahdis etmeleri
evvelki iki rivayetle çelişkilidir.

525-.......... Bize Mâlik, Ebû’z-Zinâd’dan; o da el-A’rec’den;


o da Ebû Hureyre (R)’den olmak üzere haber verdi ki,
Rasûlullah (S): “Bir kadınla onun halası, yine böyle bir
kadınla onun teyzesi birlikte nikâh olunmaz" buyurmuştur.
(Buhari, Kitâbul’n-Nikâh Bâb 28 C.11 S.5205 H.46 Ötüken.)

Bir kadının, teyzesi veya halasıyla birlikte


nikahlanamayacağını, keza (daha önce belirttiğim gibi) süt
haramlığının nesep haramlığıyla aynı şey olduğunu tahdis
ettiler. Böyle bir iddia ise Kur’an’a aykırıdır. Bu hususta
örnek verecek olursak, Kur’an’dan mealen:

- Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı: Analarınız,


kızlarınız, kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş
kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt
kardeşleriniz, karılarınızın anaları, birleştiğiniz karılarınızdan
olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, eğer onlarla henüz
birleşmemişseniz (kızlarını almaktan ötürü) üzerinize bir
günah yoktur- kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları
ve iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar
hâriç. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan çok merhamet edendir.
4/23

Görüldüğü gibi, iki kız kardeşle bir nikah altında evlenilmesi


yasaklanmış olup, hala teyze konusunda herhangi bir yasak
getirilmemiştir, bu itibarla rivayet uydurma olup, aslı yoktur.

526- Hz. Ebû Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

376
“Kişi, önüne semer kaşı kadar bir şey bırakmadan namaz
kılarsa; (önünden geçtiği takdirde) siyah köpek, kadın, eşek
namazı bozar..."

Ebû Zerr’e dendi ki:

“Siyahın kırmızıdan, beyazdan farkı nedir?" Şu cevabı verdi:

“Ey kardeşimin oğlu! Sen bana, benim Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’a sorduğum şeyi sordun. Efendimiz:

“Siyah köpek şeytandır" buyurmuştu."." (K.S. 2743 C.9 S.39


Akçağ, alıntıları: Müslim, Sâlat 265,(510); Ebû Dâvud, Salât
110,(702); Tirmizi, Salât 253,(338), Nesâi, Kıble 7,(2,63);
İbnu Mâce, İkâmetu’s-Salât 38,(952))

Sütresiz namaz kılanın önünden, siyah köpek, kadın ve eşek


geçmesi halinde, namaz kılanın namazının bozulacağını,
siyah köpeğin şeytan olduğunu, dolayısıyla, kadınlarla
eşeklerinde şeytan olduklarını iddia ettiler. Başka bir
ifadeyle, sütresiz (maniasız, yani namaz kılınan yerin önüne
tümsek gibi bir şey konmaması durumunda) namaz kılanın
önünden Ebû Cehil veya Firavun geçse o şahsın namazının
bozulmayacağını. Fakat, Mümin olan karısı geçse veya
Mümin olan kızı geçse namazının bozulacağını, zira
kadınların bizzat şeytan olduklarını iddia ve tahdis etmeleri,
İslam dininde kabul edilir bir durum olmadığı gibi, kadınlara
ağır bir hakaret teşkil etmektedir. İslam maskesi altında
kadınlara bu şekilde saldırmalarının nedeni, onları İslam
dininden soğutmak içindir. Bu rivayetten başka daha bir çok
rivayette, bu tür iddialarda bulunmuşlardır, Örneğin:

527- Usâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “(Mirâç
sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya
girenlerin büyük çoğunluğunun miskinler olduğunu gördüm.
Dünyadaki imkân sâhiplerinin cehennemlikleri ateşe girmeye
emr olunmuşlardı, geri kalanlar da mahpus idiler.

377
Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin büyük
çoğunluğu da kadınlardı." (K.S. 2075 C.7 S.449 Akçağ,
alıntıları: Buhâri, Rikak 51, Müslim, Zühd 93,(2736))

528- Mutarrıf İbnu Abdillah’ın anlattığına göre, bu zatın iki


hanımı vardı. Bunlardan birinin yanından çıkmıştı. Geri
dönünce, hanımı: “Falan hanımın yanından geliyor
olmalısın!"dedi. Mutarrıf: “Hayır, dedi İmrân İbnu Husayn’ın
yanından geliyorum. O bana Rasûlullah’ın şu sözünü nakletti:

“Cennet sakinlerinin en azı kadınlardır." (K.S. 3309 C.10


S.98 Akçağ, alıntısı: Müslim, Zikir 95,(2738))

Kadınları esas itibariyle, Cennete değil de, Cehenneme layık


görmelerinin yanında, ayrıca kadınların uğursuz olduğuna
dair rivayet uydurdular, şöyle ki:

529- Salim’in babası (Abdullah İbnu Ömer) radıyallahu


anhümâ anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Uğursuzluk üç şeydedir: At, kadın ve
evdedir.”............ (K.S. 6617 C.17 S.218 Akçağ, alıntısı:İbnû
Mâce 1995.)

At, kadın ve evi uğursuz saydıkları bu rivayetin, diğer


rivayetleri gibi aslı yoktur. Allah, Kur’an’da eşler arasında
uğursuzluk koyduğunu belirtmemiş. Sevgi ve merhamet
koyduğunu belirtmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- O’nun âyetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için


size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi
ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir
toplum için ibretler vardır. 30/21

Mut’a nikahı konusunda da bir takım rivayetler


uydurmuşlardır, bu rivayetlerinden örnekler verip aralarında
ki çelişkiyi belirtmekle yetineceğim. Bu konuda ki geniş
tenkidimi bu kitabın devamı olan ikinci kitabım da, bu günde

378
mut’a nikahını geçerli kabul eden İmâmiyye Şiası konusunu
işlerken belirttim.

Mut’a nikahı, belirlenen ücret karşılığında, belirlenen müddet


için yapılan geçici nikahtır. İslam dininde bu çeşit nikah şekli
yoktur.

530- Seleme İbnu’l-Ekvâ radıyallahu anh


anlatıyor:“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Evtas gazvesi
yılında Mut’a ya ruhsat verdi, sonra da onu yasakladı."(K.S.
5646 C.15 S.535 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Nikâh 31,(talik
olarak); Müslim, Nikâh 18,(1405))

531- Muhammed İbnu’l_ Hanefiyye anlatıyor: “Hz. Ali, İbnu


Abbâs radıyallahu anhüm’e dedi ki::“Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm, Hayber gazvesi günü kadınlarla Mut’a yı, ehli eşek
etlerinin yenmesini haram kıldı." (K.S. 5648 C.15 S.536
Akçağ, alıntıları: Buhari, Meğazi 38, Nikâh 31, Zebâih 28,
Hiyel 3; Müslim, Nikâh 29,(1407); Tirmizi, Nikâh 28,(1121);
Nesâi, Nikâh 71,(6,125,126))

Her iki rivayette mut’a nikahının bizzat peygamber tarafından


yasaklandığını rivayet etmişlerdir. Buna rağmen çelişkili
olarak şöylece rivayette bulundular:

532- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor::“Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm ve Hz. Ebû Bekr radıyallahu anh
zamanında bir avuç hurma ve un mukabilinde birkaç gün
boyu devam eden mut’a nikâhı yapardık. Bu hal, Hz. Ömer
radıyallahu anh’ın Amr İbnu Hureys hâdisesi vesilesiyle
Mut’a yı yasaklamasına kadar devam etti. (K.S. 5649 C.15
S.536 Akçağ, alıntısı: Müslim, Nikâh 16,(1405))

Bu rivayette, mut’a nikahının Ömer zamanında


yasaklandığının tahdis edilmesi açık bir çelişkidir. Bu itibarla
uydurdukları rivayetin aslı yoktur.

533... Yezid İbn Hürmüz’den demiştir ki:

379
Necdetü’l-Harûri, İbn Abbas’a (bir mektup) yazarak ona
“Kadınlar Resûlullah (s.a)’le birlikte savaşa katılırlar mıydı?
Resûlullah (s.a.) onlara (ganimetten) bir pay ayırır
mıydı?"diye sordu. (Yezid b. Hürmüz rivayetine devam
ederek şunları) söyledi: İbn Abbas’ın Necdet’e (gönderdiği)
mektubunu ben (bizzat kendi ellerimle ve şu şekilde)
yazdım:" Kadınlar da Resûlullah (s.a.)’la birlikte savaşa
katılırlardı. (Ganimetlerden) pay (ayırmaç)a gelince (işte bu)
yoktu, fakat anlara razh verilirdi. (Ebû Dâvûd K.el-Cihâd
(15), Bâb (4) H.2728 C.10 S.339 Şamil)

Bu rivayette kadınlara ganimetten bir pay verilmediğini


ancak harçlık şeklinde bir miktar mal verildiğini tahdis ettiler.

534-......... Haşrec b. Ziyad’ın baba annesi (Ümmü Ziyad el-


Eşçiyye)nden demiştir ki; kendisi Resûlullah (s.a.) ile birlikte
(Hayber savaşına katılan) altı kadının altıncısı olarak Hayber
savaşına çıkmıştır. (Hz. Ümmü Ziyad sözlerine) şöyle devam
etti: Bizim de erkeklerle birlikte savaşa çıktığımız haber
olarak Resûlullah (s.a.)’e erişince bize (emir) gönderip
(yanına çağırdı) Biz de (emre uyup huzuruna) vardık.
Kendisinde öfke (alametleri) gördük. (Bu savaşa)

-”Kiminle ve kimin izniyle çıktınız?"dedi. Biz de “Ey


Allah’ın Rasûlü), biz yün eğirerek (savaşa) çıktık. Bununla
Allah yolunda hizmet edeceğiz. Ayrıca bizim yanımızda
yaraları (tedavi) için (birtakım) ilaçlar da var.
(ganimetlerden) hisse alırız (halka buğday ve arpadan
yapılmış) sevk (denilen bir şurup) içiririz" dedik. (bu hadisi
Hz. Ümmü Ziyad’dan naklen Haşrec, sözlerine devam ederek
şunları) söyledi (Bu konuşmadan sonra) “Kadınlar
kalktılar"(gittiler, Hz. Ümmü Ziyad sözlerine devam ederek
bana) “Allah, peygamberine Hayber’i(n kapılarını) açınca
bize de çekekler gibi (ganimetten) pay verdi."dedi. Ben de
ona: “Ey nineciğim (Hz. Peygamberin size verdiği) bu şey ne
idi?"dedim. “Hurma"(idi) diye cevap verdi. (Ebû Dâvud,
K.el-Cihâd (15), Bâb 141 C.10 H.2729 S.340 Şamil)

380
Bu rivayette ise, kadınların da erkekler gibi ganimetten pay
aldıklarını tahdis etmeleri, evvel ki rivayetle çelişkilidir.

FAL VE GAYB İLE İLGİLİ UYDURDUKLARI RİVAYET


ÖRNEKLERİ

535- Mu’âviye İbnu’l-Hakem es-Sülemi (radıyallahu anh)


anlatıyor:

“Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte namaz


kılıyordum. Derken cemaatten bir şahıs hapşırdı. Ben:

“Yerhamükallah dedim. Cemaattekiler bana bed bed baktılar.


Bunun üzerine (kızıp):

“Vay başıma gelen, niye bana böyle bakıyorsunuz?"dedim.


Bu sefer ellerini dizlerine vurarak beni susturmak istediler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazı bitirince (bana iyi
davrandı), annem babam O’na fedâ olsun, ben O’ndan, ne
önce ne de sonra, ondan daha iyi öğreten bir muallim
görmedim. Allah’a yemin olsun O beni ne azarladı, ne dövdü,
ne de betimi yaktı; sadece:

“Namaz da insan kelamından (dünyevi) bir söz münasip


değildir, ona uygun olan söz, tesbih, tekbir ve Kur’an
kıraatidir!"dedi. Ben:

“Ey Allah’ın Resûlü, dedim, ben câhiliyeden daha yeni


çıkmış birisiyim. Allah bize İslâm’ı lütfetti ama bizde öyleleri
var ki, hâlâ kâhinlere geliyorlar, (bu hususta ne tavsiye
edersiniz?)"dedim.

“Sen onlara gitme!"buyurdu. Ben tekrar:

“Bizde (kuşun uçuşuna vs.ye bakarak) uğursuzluk çıkaranlar


da var?"dedim. Cevaben:

381
“Bu (uğursuzluk zannı) kalplerinde mevcut olan bir
(kuruntu)dur. Sakın onları (gayelerine gitmekten)
alıkoymasın!"dedi. Ben:

“Bizde, kuma hatlar çizerek fala bakanlar da var?"dedim. Şu


açıklamayı yaptı:

“Peygamberlerden biri de (kuma) çizgi çizerdi. Kim çizgisini


onun çizgisine uygun düşürürse isabet
eder!"buyurdu.............. (K.S. 2710 C.9 S.6 Akçağ, alıntıları:
Müslim, Mesâcid 33,(537); Ebû Dâvud, Salât 171,(930,931);
Nesâi Sev 20,(3,14,18))

Görüldüğü gibi, tahdis etmiş oldukları rivayette kuşların


uçuşundan mana çıkarmak, kahine yani falcıya gitmek
yasaklanmışken, kişinin kum falı açmak suretiyle, kendisi
için veya başkaları için kahinlik yapmasına ruhsat
vermişlerdir. Hem de bu öyle bir ruhsat veriş ki, güya bir
peygamber de kum falı yapıyor muşta kimin çizgisi onun
çizgisine uygun düşerse imiş o şahıs isabet edecekmiş. Bur da
kuma çizgi çizip fal açıyor diye iddia ettikleri peygamber ise
peygamberimiz Muhammed’dir, zira bulunduğu çağda
onunla birlikte yaşayan başka peygamber yoktur. Bu ise
peygambere büyük bir iftiradır. Ayrıca bu durum ise, İslam
dininde yasak olan bir hususa tenkit yöneltip, aynı hususu
başka bir yoldan yutturma çabasıdır. Böyle bir yutturmanın
şeytani bir tuzak olduğu açıktır. Kahinlik veya falcılık gaybı
görme veya bilme iddiasıdır. Bu ise Kur’an’a uymayan bir
husustur. Bu konuda Kur’an’dan örnek verecek olursam,
mealen:

- De ki: “Size va’dedilen şey yakın mıdır, yoksa Rab’im onun


için uzun bir süre mi koyacaktır bilmiyorum." 72/25

- O, gaybı bilendir. Kendi görünmez bilgisini kimseye


göstermez. 72/26

382
- Ancak (görmelerine) razı olduğu resûllere gösterir. Çünkü
O, (gaybı görmelerine razı olduğu resûllerin) önüne ve
arkasına gözetleyiciler koyar. 72/27

- (Böyle yapar) ki onların, Rab’lerinin kendilerine verdiği


emirleri duyurduklarını bilsin. Ve (Allah), onların yanında
bulunan her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır, her şeyi bir bir
saymıştır. 72/28

Bu ayet meallerinden anlaşılacağı gibi, Allah gaybına


kimseyi muttali kılmaz, ancak görmelerine razı olduğu
resûllere gösterir. Ve bu gösterme olayı da gaybın tamamıyla
ilgili değildir. Örneğin: Gayb bilgilerinden olan kıyametin
saatini resûllerde bilemezler. Kur’an’dan mealen:

- İnsanlar sana (kıyametin) zamanını soruyorlar. De ki: Onun


bilgisi Allah’ın yanındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı
yakındır. 33/63

Gaybı görmenin manası kumda çizgiler çizmek olmadığı


gibi, gaybı bildiğini iddia eden bir şahıs aynı zamanda
resûllükte iddia etmiş olmaktadır. Bir insanın herhangi bir
surette, kahinlik v.s. gibi hususlar dahil olmak üzere gaybı
gördüğünü iddia etmesi, Resûllük iddia etmesi ile eş
anlamlıdır.

Bu itibarla peygamberin şahıslara gidin kum falı açarak


gaybten haber verin demesi imkansızdır. Böyle bir durum her
kum falı açanı resûl kabul etmesi manasına gelir ki bu saçma
ve İslam dininde yeri olmayan bir iddiadır.

Rivayetin uydurma olduğu şu şekilde de anlaşıla bilir. Güya


cemaatle namaz kılınırken hapşıran kişiye, Yerhamükallah
diyen şahsa cemaat bed bed bakmış ve onu susturmak için de
ellerini dizlerine vurmaya başlamışlar. Bu durumun ola
bilmesi için namaz kılan cemaatin namazdayken bir birlerinin
yüzünü görmeleri gerekir. Cemaatle namaz kılan şahıslar ise
namazdayken bir birlerinin yüzünü veya bakışlarını

383
göremezler, bu iddiaları ve erkeklerin ellerini dizlerine
vurarak el çırptıkları iddiası şu rivayetleriyle de çelişkilidir:

536- Ebû Hüreyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Tesbih erkeklere, el
çırpma kadınlara mahsustur." (K.S. 2721 C.9 S.21 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Amel fi’s-Salât 5; Müslim, Salât 106,(422);
Ebû Dâvud, Salât 173,(939); Nesâi, Sehv 16,(3,11-12))

537- İbnu Ömer radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm namazda (ihtiyaç halinde), kadınların
ellerini çırpmasına, erkeklerin de “sübhanallah!" demesine
ruhsat tanıdı." (K.S. 6298 C.17 S.45 Akçağ, alıntısı: İbn-i
Mace 1036.)

538- Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın zevce’i


pâklerinden Ümmü Seleme Bintü Ebi Ümeyye radıyallahu
anhâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
zamanında insanlar namaza durdukları vakit hiç kimsenin
nazarı (bakışı) ayaklarını bastığı yerden ileri geçmezdi.
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm vefat edince insanlar
namaza durunca hiçbirisinin nazarı (bakışı) alnını koyduğu
yerden ileri geçmezdi. Sonra Hz. Ebû Bekr vefat etti, Hz.
Ömer devri geldi. Bu devirde insanların nazarı kıbleden dışarı
çıkmazdı. Hz. Osman halife olunca fitne başladı, insanlar
sağa sola bakmaya başladı."(K.S. 6506 C.17 S.156 Akçağ,
alıntısı: İbn-i Mace 1034.)

Bu rivayete göre, peygamber zamanında namaz kılan bir


kimse, başka bir kimsenin görmüyor ve evvelki rivayetlerde
de erkeklerin namazda el çırpmadıklarını söylemeleri tahdis
etmiş oldukları rivayetle çelişkilidir.

Amaçlarının falcılığı teşvik etmek olduğunu şu


rivayetlerinden anlamak mümkündür:

539-......... Ebû Hureyre (R) şöyle demiştir: Peygamber (S):

384
-”(İslâm’da) tıyere (yaramaz, uğursuz fal) yoktur. Tıyere nin
hayırlısı faldır" buyurdu.

Bir sahâbi:

- Fal nedir yâ Rasûlullah? dedi.

Rasûlullah:

- “Herhangi birinizin işiteceği sâlih kelimedir (yâni iyi bir


sözdür)"buyurdu. (Buhâri Kitâbu’t-Tıbb H.70 S.5777 C.12 44
Fal Bâbı Ötüken.)

540-........... Bize Hişâm ed-Destevâi, Katâde’den; o da


Enes(R)’ten tahdis etti ki, Peygamber (S): “İslâm’da advâ ve
tüyere inancı yoktur. İyi ve güzel kelime olan fal, benim
hoşuma gider" buyurmuştur. (Buhâri Kitâbu’t-Tıbb H.71
S.5778 C.12 44 Fal Bâbı Ötüken.)

Peygamberin faldan hoşlandığını söylemeleri asıl niyetlerini


ortaya koymaya yeterli bir husustur.

CENAZELER VE KABİRLER KONUSUNDA


UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYETLERİNDEN
ÖRNEKLER

541-... Ebû Said el-Hudri’den (rivayet edildiğine göre


kendisine ölüm yaklaşınca yani elbiseler isteyip onları
giymiş, sonra (şöyle) demiştir: “Ben Rasûlullah (s.a.)’i, (kişi)
ölürken üzerinde bulunan elbiseler içerisinde diriltilir- derken
işittim." (Ebû Dâvud, K. El-Cenâiz (20), Bab 13-14 C.11
H.3114 S.484 Şamil.)

Bu rivayette kişinin ölürken üzerinde bulunan elbiselerle


diriltileceğini rivayet ettiler. Böylece Firavun ve Karun gibi
dünyada maddi varlık sahibi olmuş kimseler süslü elbiselerle,
bir çok maddi yönden dünya da fakir yaşamış Müslümanlarda
eski elbiselerle dirilecek demektir. Bu da, bu rivayeti
uyduranların dünyadaki maddi varlıklarını ahrete taşıma
385
hasretlerinin bir belirtisidir. Dünyada mal, mülk bir imtihan
vasıtasıdır ve dünya malı dünyada kalır. Allah ahrette cennet
ehlini süsler. Firavun, Karun ve Heman gibilerini değil.

542-.......... İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) bir


hutbe yaptı da:

- “Ey insanlar! Şüphesiz sizler (kıyâmet gününde) Allah’ın


huzûruna yalınayaklılar, çıplaklar ve erlik yerleriniz sünnetsiz
olarak toplanacaksınız" buyurdu.

Bundan sonra şu âyeti okudu: “(O günü biz göğü, kitâpların


sahifelerini dürüp büker gibi düreceğiz.) İlk yaratışa nasıl
başladıksa, üzerimize hakk bir va’d olarak, yine onu iâde
edeceğiz. Biz, (va’dettiğimimizi) yaparız. (21/104)

Ve şöyle devam etti:

- “Kıyamet günü yarattıklarından ilk elbise giydirilecek olan


kişi İbrâhim’dir. ....... (Buhâri Kitâbu’t-Tefsir H.147 S.4348
C.9 Ötüken.)

Bu rivayette, mahşerde çıplak v.s. olarak toplanacağımızı


rivayet etmeleri, evvel ki rivayetle çelişkilidir.

543- Muğire radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Binekli, cenazenin ardından yürür, yaya ise dilediği


yerden....... (K.S. 5452 C.15 S.270 Akçağ, alıntıları: Tirmizi,
Cenâiz 42,(1031); Nesâi, Cenâiz 55,56, (4,55,56); Ebû
Dâvud, Cenâiz 49,(4180))

544- Hz. Sevbân radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm bir cenazeye katılmıştı. Bir kısım
binekliler gördü.

“(binerek cenazeye teşyi etmekten) utanmıyor musunuz?


Allah’ın melekleri yaya olsunlar da siz hayvanların sırtında

386
olun (olacak şey değil)!" buyurdular." (K.S. 5453 C.15 S.271
Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Cenâiz 28,(1012); Ebû Dâvud,
Cenâiz 48,(3177))

Bu rivayette binekli olarak cenaze teşyi edilemeyeceğini


rivayet etmeleri, evvelki rivayette bineklinin cenaze teşyiine
katılabileceği yolundaki rivayetleriyle çelişkilidir.

545- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Birinizin bir kor üzerine oturup oradan da bedenini yakması,


kendisi için bir kabrin üzerine oturmaktan daha
hayırlıdır."(K.S. 5483 C.15 S.296 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Cenâiz 96,(971); Ebû Dâvud, Cenâiz 77,(3228); Nesâi,
Cenâiz 105,(4,95))

Bu rivayette kabirler üzerine oturulamayacağını tahdis ettiler.

546- Hz. Ali radıyallahu anh’tan anlatıldığına göre kabirlere


dayanır, üzerlerine yatardı. (K.S. 5484 C.15 S.297 Akçağ,
alıntısı: Muvatta, Cenâiz 34,(1,233))

Bu rivayette ise, değil mezarların üzerine oturmak, üzerlerine


yatılabileceğini tahdis etmeleri evvelki rivayetleriyle
çelişkilidir.

547- Hz. Osman İbnu Affân radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Osman İbnu Maz’ûn
üzerine cenaze namazı kıldırdı. Namazda dört kere tekbir
getirdi."(K.S. 6445C.17 S.122 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace
1502.)

547/A- El-Heceri rahimehullah anlatıyor: “Resûlullah’ın


sahabisi olan Abdullah İbnu Ebi Evfa ile birlikte, onun bir
kızının cenaze namazını kıldım. Abdullah dört kere tekbir
getirdi. Dördüncüden sonra (selam vermeyip) biraz durdu.
Ben safların muhtelif yerlerinden cemaatin onu uyarmak
üzere “sübhanallah" dediklerini işittim. Sonra selam verdi ve
387
dedi ki: “Siz benim beş kere tekbir getireceğimi mi
zannediyorsunuz?" Cemaat: “Evet bundan korktuk" dediler.
Bunun üzerine: “Hayır bunu yapmayacağım. Ancak
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm dört kere tekbir getirir,
sonra bir müddet durup Allah’ın söylemesini dilediği bir
şeyler söyler, sonra da selam verirdi." dedi." (K.S. 6446 C.17
S.122 Akçağ, alıntısı İbn-i Mace 1503.)

Bu iki rivayette, cenaze namazında dört kereden fazla tekbir


getirilemeyeceğini rivayet ettiler.

548- Kesir İbnu Abdillah’ın dedesi, “Resûlullah aleyhissalâtu


vesselâm’ın (cenaze namazında) 5 kere tekbir getirdiğini
söylemiştir."(K.S. 6447 C.17 S.123 Akçağ, alıntısı: İbn-i
Mace 1506.)

Bu rivayette ise cenaze namazında beş kere tekbir


getirilebileceğini söylemeleri evvelki rivayetle çelişkilidir.

549-.......... Katâde şöyle demiştir: Bize Enes ibn Mâlik (R),


Ebû Talha’dan şöyle zikretti: Peygamber (S) Bedir günü harb
sonunda Kureyş şeriflerinden yirmi dört kişinin cesetlerinin
bir araya toplanmasını emretti de, bunlar Bedir kuyularından
pis ve pis şeyleri içine alan bir kuyuya atıldılar. Peygamber
düşman bir kavme gâlip olunca onun açık bir sâhasında üç
gece kalmak âdetinde idi. Bedir harbinin üçüncü günü olunca
da Peygamber, devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı
deveye yüklenip bağlandı. Sonra Peygamber yürüdü,
sahabeleri de kendisinin ardı sıra yürüdüler. Sahabeler
birbirlerine:

-Herhalde Peygamber bâzı ihtiyâcı için gitmektedir sanıyoruz


dediler.

Nihâyet peygamber, öldürülen Kureyş ileri gelenlerinin


atıldıkları kuyunun bir tarafında durdu da onları kendi
adlarıyla ve babalarının adlarıyla şöyle çağırmaya başladı:

388
- “Yâ Fulân oğlu Fulân, yâ Fulân oğlu Fulân! Siz Allah’a ve
Resûlü’ne itâat etmiş olsaydınız, itâatiniz sizleri sevindirir
miydi? (Ey öldürülenler!) Biz Rabb’imizin bize va’dettiğini
nusret ve zaferi muhakkak sûrette gerçek bulduk. Siz de
(bâtıl) rabbinizin va’dettiği nusret ve zaferi gerçek buldunuz
mu?"buyurdu.

Râvi Ebû Talha dedi ki: Umer:

- Yâ Rasûlullah! Kendilerinde ruhları bulunmayan şu


cesetlere ne söylüyorsun? dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (S):

- “Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki,


benim söylemekte olduğum sözleri sizler onlardan iyi işitir
değilsiniz" buyurdu.

Katâde: Allah onları ayıplamak, küçültmek, azâb etmek ve


kaçırdıkları fırsatlara yanmaları, yaptıkları zulümlere
pişmânlık duymaları için, Bedir kuyusundaki cesetlere
Peygamber’in hitâbesini işittirecek derecede hayât vermiştir,
demiştir. (Buhâri, Kitâbu2l- Mağazi H. 27 C.8 Bâb 7 S.3727-
3718. Ötüken)

550- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Kul kabrine konulup, yakınları da ondan ayrılınca-ki o, geri


dönenlerin ayak seslerini işitir- .................. (K.S. 5500 C.15
S.309-310 Akçağ, alıntıları: Buhari, Cenâiz 68, 87; Müslim,
cennet 70,(2870); Ebû Dâvud, Cenâiz 78,(3231); Nesâi,
Cenâiz 110,(4,97,98); Tirmizi, Cenâiz 70,(1071 -Ebu
Hüreyre’den-.)

Bu rivayetlerde ölülerin duyduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca


rivayetler kendi aralarında, Katade’nin tevilinden dolayı
çelişkilidirler. Katade bu hususun Bedirde katledilen müşrik
önderlerinin pişmanlık duymaları için, Allah’ın takdir ettiği
389
özel bir durum olduğunu söylemiştir diye iddia etmelerine
rağmen. Sonuncu rivayette duyma işinin tüm ölüler için genel
bir durum olduğunu söylemeleri açık bir çelişkidir. Ayrıca
her iki rivayet Kur’an ile çelişkilidir. Bu hususta Kur’an’dan
mealen:

- Allah öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de


uykularında; sonra ölümüne hükmettiğini tutar, ötekilerini de
belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir. Şüphesiz bunda
düşünen bir toplum için ibretler vardır. 39/42

- O’dur ki, geceleyin sizi öldürür, gündüzün ne işlediğinizi


bilir; sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye
gündüzün sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O’nadır; (O,
dünyada) yaptıklarınızı size haber verecektir. 6/60

Görüldüğü gibi, ölümle uyku aynı şeydir. Uyuyan her kişi


uykuyu bilir. Uyanmadığı müddetçe dünyadan hiçbir ses
duymaz, duyuyorsa uyanmış demektir. Bu ölü için diriliş
demektir, dolayısıyla ölülerde uykudaki insan gibi dünyadan
hiçbir ses duymazlar.

Ayrıca, Kur’an’dan başka örnek verecek olursak, mealen:

- Sen ölülere duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçarken


sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. 27/80

Bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayetler Kur’an’la çelişkili


olup aslı yoktur.

551- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:”Ashab’a


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’dan sevgili kimse yoktu.
Buna rağmen Aleyhissalâtu vesselâm’ı gördükleri zaman
ayağa kalkmazlardı. Çünkü O’nun bundan hoşlanmadığını
biliyorlardı." (K.S. 3318 C.10 S.115 Akçağ, alıntısı: Tirmizi,
Edeb 13,(2755))

390
552- Ebû Ümame (radıyallahu anh) anlatıyor: Bir gün
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza geldi, elinde de
bir âsa (değnek) vardı. Biz ayağa kalktık.

“Yabancıların birbirlerini büyüklemek için ayağa kalkmaları


gibi ayağa kalkmayın!" buyurdu." (K.S. 3319 C.10 S.116
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Edeb 165,(5230))

553- Ebu Miczel rahimehullah anlatıyor: “Hz. Muâviye


radıyallahu anh, İbnu’z-Zübeyr ve İbnu Âmir (radıyallahu
anhüm)’in yanlarına geldi. İbnu’z-Zübeyr oturdu (kalkmadı).
Hz. Muâviye Radıyallahu anh, İbnu Âmir’e:

“Otur, zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın:


“İnsanların kendisi için ayağa kalkmalarından hoşlanan
kimse ateşteki yerini hazırlasın" buyurduğunu işittim"
dedi."(K.S. 3320 C.10 S.116 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud,
Edeb 165,(5229); Tirmizi, Edeb 13,(2756))

Vermiş oldukları üç rivayette, bir kimsenin bir başka şahıs


için ayağa kalkmasının peygamber tarafından yasaklanmış
olduğunu, böyle bir hareketin iyi bir hareket olmadığını, hatta
peygamber için dahi ayağa kalkılmaması gerektiği ve
peygamberin kendisi için yapılacak böyle bir hareketten
hoşlanmayacağını tahdis ettiler. Buna rağmen şu rivayetleri
de tahdis ettiler:

554-.............. Bize Yahyâ ibn Ebi Kesir, Ebû Seleme ibn


Abdirrahmân’dan; o da Ebû Said el-Hudri(R)’den tahdis etti.
Peygamber (S): “Bir cenâze gördüğünüz zamân hemen ayağa
kalkınız. Cenâzenin ardından giden kimse ise, cenâze
konuluncaya kadar oturmasın" buyurmuştur. (Buhâri,
Kitâbu’l-Cenâiz H.69 C.3 S.1236 Bâb 48 Ötüken.)

555-............. Câbir ibn Abdillah şöyle demiştir: bir kere


yanımızdan bir cenâze geçmişti. Peygamber (S) hemen o
cenâze için ayağa kalktı. Biz de ona uyarak ayağa kalktık ve:

391
- Yâ Rasûlullah! Bu bir Yahûdi cenâzesidir, dedik.

- “Bir cenâze gördüğünüz zaman hemen ayağa kalkınız"


buyurdu. (Buhâri, Kitâbu’l-Cenâiz H.70 C.3 S.1237 Bâb 49
Ötüken.)

556-.............. Bize Amr İbnu Murre tahdis edip şöyle dedi:


Ben Abdurrahmân İbn Ebi Leylâ’dan işittim. Şöyle dedi: Sehl
ibn Huneyf ile Kays ibn Sa’d, Kaadisiyye mevkiinde
oturuyorlardı. Ora halkı bunların yanından bir cenâze
geçirdiler. Sehl ile Kays hemen ayağa kalktılar. Kendilerine:
Bu cenâze, bu ârazilerin halkından, yâni zimmet ehlindendir,
denildi. Bunun üzerine Sehl ile Kays:

- Peygamberin (S)’in yanından bir Yahûdi cenâzesi geçmişti


de Peygamber hemen ayağa kalkmıştı. Bunun üzerine
Peygamber’e de: Bu bir Yahûdi cenâzesidir, denilmişti de
Peygamber (S): “Bu da (yaşayıp ölen) bir insan değil mi?"
diye cevap vermişti, demişlerdir. ... (Buhâri, Kitâbu’l-Cenâiz
H.71 C.3 S.1238-1239 Bâb 49 Ötüken.)

Peygamberin önünde dahi ayağa kalkılmaz diye tahdiste


bulunup, buna rağmen ölen kafirler de insandır onların
cenazesi önünde ayağa kalkılması gerekir iddiasında
bulunmaları ve bu yönde rivayet tahdis etmeleri açık bir
çelişkidir. Bundan öte bu rivayeti uyduranların kimden yana
sevgi beslediklerinin açık belirtisidir.

557 Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm kabrin kireçlenmesini, üzerine bina
yapılmasını, üzerine oturulmasını, üzerine yazı yazılmasını
ve ayakla basılmasını yasakladı." (K.S. 5470 C.15 S.285
Akçağ, alıntıları: Müslim, Cenâiz 94, (970); Ebû Dâvud,
Cenâiz 76,(3225,3226); Tirmizi, Cenâiz 58,(1052); Nesâi,
Cenâiz 96,(4,86,88))

558- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

392
“Allah kabirleri çok ziyaret eden kadınlara ve kabirlerin
üzerine mescitler yapanlara, kandiller takanlara da lanet
etsin." (K.S. 5477 C.15 S.291 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Cenâiz
61.)

559- Hassân İbnu Sâbit radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm kabirleri ziyaret eden
kadınlara lânet etti."(K.S. 6476 C.17 S.139 Akçağ, alıntısı:
İbn-i Mace 1574.)

560- Ebû Mâlik el-Eş’ari radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Yas
tutmak cahiliye işlerinden biridir. Yas tutan kadın, tevbe
etmeden ölürse, Allah Teâla hazretleri, ona katrandan bir
elbise, cehennem alevinden de bir gömlek biçer." (K.S. 6481
C.17 S.141 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace, 1581 )

Kadınları İslamiyetken soğutmak gayretiyle çok miktarda


yalan rivayetler uydurmuşlardır. Bunlardan bazısı da, çocuğu
veya yakını ölen kadına, mezarlığa giderse veya üzülürse
lanete uğrayacağı ve cehennemlik olacağı yolunda uydurmuş
oldukları rivayetlerdir. Bu ise duygusal ve hassas olan
kadınlar hakkında ileri sürülen ve aslı olmayan çok ağır bir
yaptırımdır. Bazı durumlar var ki, değil kadınlar, erkekler
dahi üzülürler ve bu gayet doğal bir durumdur.

Bu hususta, Kur’an’dan mealen:

- Ve yüzünü onlardan öteye çevirdi de: “Ey Yûsuf üzerindeki


tasam (gel, gel, tam senin gelme zamanındır)!" dedi ve
tasadan gözleri ağardı. (Acısını) yutkunuyordu. 12/84

Bu ayet meali, oğlu Yusuf Peygamberin kaybolması üzerine,


üzüntüsünden gözlerine perde inen Yusuf Peygamberin
babası hakkındadır. İslam dininde bazı durumlarda üzülmek
yasak değildir, üzüntülü durumdan dolayı Allah’a isyan
etmek yasaktır.

393
Kabirler üzerinde bina veya Mescid v.s. Yapılmaz diye
iddiada bulunmalarına gelince, bu konuda örnek verecek
olursak, Kur’an’dan mealen:

- (Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa yine) böylece onları


(bâzı insanlara) buldurduk ki, Allah’ın (öldükten sonra
diriltme) va’dinin gerçek olduğunu ve kıyametin mutlaka
geleceğini; onda asla şüphe olmadığını bilsinler. (Bunlar), o
sırada kendi aralarında onların durumlarını tartışıyorlardı:
“Onların üstüne bir bina yapın! dediler. Rab’leri onları daha
iyi bilir. Onların işine galip gelenler (onların durumlarını iyi
bilenler veya onların işini başarıya ulaştırıp tevhidi
yerleştirenler) “Mutlaka onların üstüne bir mescid
yapacağız,"dediler (ve bir mescid yaptılar). 18/21

Mealini yazmış olduğum bu ayet Eshabı Kehf hakkındadır.


Onların durumunu tartışan bir grup onların üzerine bir bina
yapılmasını istiyorlardı. Neticede mescid yapılmasını
isteyenlerin galip gelmiştir. Eğer bina veya mescid yapılması
hususu yasak veya mahzurlu olsaydı, Allah bunu belirtecekti,
fakat bu hususta Kur’an’da herhangi bir yasaklama olmadığı
gibi, Ayette tasvip olayı vardır. Diğer bir hususta, Peygamber
aleyhissalâtu vesselâmın, Mezarının Medine’de Mescid de
yapılmış olmasıdır. Mahzuru olması halinde ilk sahabelerin
bu olayı yapmalarının mümkün görülmemesidir.

Bu itibarla uydurdukları rivayetlerin aslı yoktur.

561- ... Cahiliye devrinde ismi zalim b. Ma’bed iken


Rasûlullah (s.a.) (in bulunduğu Medine’)ye hicret edince
(Rasûlullah’ın kendisine “İsmin nedir?"diye sorması üzerine
“Zalim" cevabını veren (Bunun üzerine Rasûl-ü Ekremden)
“Hayır sen Beşir’sin" cevabını alan Rasûlullah (s.a.)’ın azatlı
kölelerinden (rivâyet olunmuştur). Dedi ki:

Ben Rasûlullah (s.a) ile birlikte yürürken (bir ara Rasûl-ü


Ekrem) müşriklerin kabirleri üzerine uğradı da üç defa
“Bunlar daha önce çok hayır(lar)la karşılaştılar (da ondan yüz
394
çevirdiler)"buyurdu. Sonra Müslümanların kabirlerine uğradı
ve “Bunlar da çok hayırlara eriştiler" buyurdu. Sonra
Rasûlullah (s.a.)’dan (bir) bakış (onlara doğru) bir süre
devam etti. Bir de baktık ki ayağında ayakkabıları ile kabirler
arasında gezinen bir adam karşımıza çıkıverdi. Bunun üzerine
(Rasûlullah ona) “Ey, sibt (denilen tabaklanmış sığır
köselesin)den yapılmış ayakkabı giyen kimse, yazık sana
(çabuk) ayakkabılarını (ayağından çıkarıp) at."buyurdu.
Adam Rasûlullah (s.a.) tanıyınca (hemen) onları çıkarıp attı.
(Ebû Dâvûd, K. El-Cenkiz (20) Bab 72-74 H.3230 C.12
S.134 Şamil, diğer rivayet edenler: Nesâi, cenâiz 107; İbn
Mâce, cenâiz 46.)

Bu rivayete göre kabirler arasında ayakkabıyla


gezinilemeyeceğini rivayet ettiler. Buna rağmen şu rivayeti
tahdis ettiler:

562-... Enes İbn Malik’den (rivayet edildiğine göre)


Peygamber (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:

“- Gerçekten kul kabre konulup da kendisinden uzaklaşıp


gittikleri sırada onların ayakkabılarının seslerini işitir. (Ebû
Dâvûd, K. El-Cenâiz 820) Bab 72-74 S.136 H.3231 Şamil,
diğer rivayet edenler: Buhâri, cenâiz 68,87; Müslim, cenâiz
70; Ebû Dâvud, sünne 24; Nesâi, cenâiz 108.)

Madem ki, mezarlıkta ayakkabı giyilmiyorsa, “mezar ehli“,


olmayan ayakkabıların sesini nasıl işittiler veya mahzurlu
olmasına rağmen giyiliyorsa, mahzurlu olan şeyi tasvip
manasında rivayetle örnek göstermek çelişkidir. Bu itibarla
bu iki rivayet birbirleriyle çelişkili olup aslı yoktur.

563- Ebu Musa el-Eş’ari radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ölüye,
dirinin ağlaması sebebiyle azap edilir. Diriler “Ey koruyucu!
Ey giydirici! Ey yardımcı! Ey sığınak!"gibi (hitaplarla ölüye
seslendikçe) ölü kıskıvrak tutulup çekilir ve: “Sen böyle
misin? Sen böyle misin? denilir."
395
Râvi Esid der ki: “(Ben, bunu işitince) “Sübhanallah! Allah
Teâla hazretleri “Birinin günahını bir başkasına yüklemez"
buyurmadı mı!"dedim. Musa İbnu Ebi Musa: “Yazık sana!
Ben sana, Ebu Musa radıyallahu anh’ın aleyhissalâtu
vesselâm’dan anlattığını aktarıyorum. Yoksa sen Ebu
Musa’nın Rasûlullah’a iftira ettiğini mi sanıyorsun? Veya
benim Ebû Musa hakkında yalan söylediğimi mi
zannediyorsun?" dedi." (K.S. 6488 C.17 S.145 Akçağ,
alıntısı: İbn-i Mace 1594 )

Uydurmuş oldukları bu rivayette, Kur’an’ın, rivayetlerinin


doğruluğuna veya yanlışlığına ölçü olamayacağını
vurgulamayı amaçlamışlardır.

Bir tarafta Kur’an ayeti, bir tarafta da sen bana yalancımı


demek istiyorsun sözü. İşte din açısından, yolların ayrıldığı
nokta, hadis konusunda burasıdır. Hiçbir şekilde
rivayetlerinin Kur’an ölçüsüne vurulmasına tahammül
edemezler. Zira böyle bir durumda bütün yalanları ortaya
çıkmış olacaktır. Peygamber Kur’an’a aykırı sözler
söylemiştir demeleri ise, Peygambere bir iftira ve büyük bir
zülümdür:

Hiç kimsenin başkasının günahından sorumlu olamayacağı


konusunda, Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- De ki: “Allah, her şeyin Rabb’i iken ben O’ndan başka Rab
mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir.
Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının
(günah) yükünü taşımaz. Sonra dünüşünüz Rabb’inizedir; (O)
ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir." 6/164

- Yoksa kendisine haber mi verilmedi: Mûsa’nın sahifesinde


(yazılı) olan? 53/36

- Ve çok vefâlı İbrâhim’in (sahifesinde yazılı olan şu


gerçekler): 53/37

396
- Ki hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez.
53/38

- İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39

Rivayetleri Kur’an’a aykırı olduğu gibi. Peygamberin


Kur’an’a aykırı söz söylemeyeceği açıktır.

TEMİZLİK KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


BAZI RİVAYET ÖRNEKLERİ:

Elbise ve Beden temizliğinin, İslam dininde ki önemi


büyüktür. Buna rağmen, bu konuda tiksindirici iftiralarda
bulunmuşlardır.

Örneğin:

564- Ebu Sa’idi’l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a:

“Ey Allah’ın Resûlü! Biz senin için Budâ’a kuyusundan su


alıyoruz. halbuki onun içerisine (ölmüş) köpeklerin leşleri,
kadınların hayız bezleri, insan pislikleri atılıyor, (ne yapalım,
su almaya devam edelim mi?)"diye sordular. Şu cevabı verdi:

“Su temizdir, onu hiçbir şey kirletmez." (K.S. 3494 C.10


S.317 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Tahâret 34,(66); Tirmizi,
Tahâret 49,(66); Nesâi, Miyâh 2,(1,174))

“Bu, Ebû Dâvud’un metnidir. Ebû Dâvud der ki: “Kuteybe


İbnu Said’i işittim. Suyun en çok olduğu durumda kasıklara
kadâr çıkar" dedi. “Azaldığı zaman?"dedim. “Avret
mahallinin (dizinin) altına düşer" dedi. Ebû Dâvud der ki:
Budâ’a kuyusunu ridam ile bizzat takdir ettim. Üzerine
ridâmı gerdim. Sonra ridâmı ölçtüm. Kuyunun genişliği altı
zirâ idi. Bahçenin kapısını bana açan kimseye: “Kuyunun
süre gelen yapısı hiç değiştirildi mi?"diye sordum. Bana
“Hayır" dedi. Kuyunun içindeki suyun rengini değişmiş
gördüm." (K.S. C.10 S.317 Akçağ.)
397
565- İbnu Ömer radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’ı dinledim. Kendisine çöl bir arazide
bulunan bir sudan ve ona uğrayan hayvan ve vahşilerden
soruluyordu. Şöyle cevap verdi:

“Eğer su iki kulle miktarında olursa pislik taşımaz!" (K.S.


3495 C.10 S.320 Akçağ; alıntıları: Ebû Dâvud, Tahâret 33,
(63,64,65); Tirmizi Tahâret 50,(67); Nesâi, Miyah 3,(1,175);
İbnu Mâce, Tahâret 75,(517,518))

Kulle veya Cerra testi demektir. Suyu hiçbir şeyin


kirletemeyeceğini iddia etmeleri temizliğin inkarı demektir.
Bu iddialarına rağmen sistemleri gereği bu rivayetlerine ters
düşecek rivayetlerde uydurmuşlardır. Bundan amaçları öbür
rivayetlerinde olduğu gibi, temizlik konusunda da
Müslümanları kargaşaya sürüklemek istemeleridir, örneğin:

566- Abdurrahmân İbnu Hasane radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, elinde kalkan gibi bir şey
olduğu halde bize doğru geldi ve onu yere bıraktı. Sonra onun
gerisine çömelip ona doğru küçük abdest bozdu.
Yanımızdakilerden biri: "(Resûlullah’a) bakın, tıpkı kadınlar
gibi abdest bozuyor" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm bu sözü
işitmişti.

“Beni İsrâil’in arkadaşının başına geleni işitmedin mi" dedi


ve devam etti: “Onlara idrar bulaşınca, bıçakla idrarın değdiği
yeri kazıyorlardı. Arkadaşları onları bu tatbikattan yasakladı.
Bu adam, yasaklaması sebebiyle kabrinde azâba uğradı."
(K.S. 3555 C.10 S.373-374 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud,
Tahâret 11,(22); Nesâi, Tahâret 26, (1,26,28))

567- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Bir kaba, köpek
banmışsa, onun temizlenmesi, yedi kere su ile yıkanmasına
bağlıdır, hatta bunların ilki toprakla olmalıdır." (K.S. 3523
C.10 S.351 Akçağ, alıntıları: Buhari, Vudû 33; Müslim,
Tahâret 97, (279); Muvatta Tahâret 35,(1,34); Ebu Dâvud,
398
Tahâret 37,(71,72,73); Tirmizi, Tahâret 68,(91); Nesâi,
Miyâh 7,(1,176,177))

Bir taraftan iki testi miktarı suyu bile, köpek leşleri, insan
pislikleri, kadınların hayız bezleri gibi şeylerin
pisletmediklerini, suyun temiz olduğunu, onu hiçbir şeyin
kirletemeyeceğini iddia ederken. Diğer taraftan idrarın
değdiği yeri bıçakla kazımanın gerektiğini ve av hayvanı
olarak tuttuğu av yenen köpeğin ağzını bandığı kabın, ilki
toprakla olmak üzere yedi defa yıkanması gerektiğini iddia
etmek açık bir çelişkidir.

468- Dâvud İbnu Sâlih İbni Dinâr et-Temmâr, annesinden


anlatıyor: “Efendim beni, Hz. Aişe radıyallahu anhâ’ya bir
miktar yemekle gönderdi. Gelince Hz. Aişe’yi namaz kılıyor
buldum. Bana, elimdekini koymamı işâret etti. (Ben de
bıraktım). Ancak bir kedi gelerek üzerinden yedi.

Hz. Aişe radıyallahu anhâ, namazdan çıkınca, kedinin yediği


yerden yemeği (bir miktar) yedi. Sonra da şu açıklamayı
yaptı: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselam: “Kedi necis
değildir, o sizi çokça dolaşan birisidir" demişti. Ben ayrıca,
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın kedinin artığıyla abdest
aldığını gördüm." (K.S.3526 C.10 S.353 Akçağ, alıntısı: Ebû
Dâvud, Tahâret 38,(76))

İddia ettiklerine göre, lağım faresi yakalayan kedinin ağzı


temizdir. Fakat bıldırcın avlayan köpeğin ağzı necistir. Bu
hususta yalan söylediklerine dair Kur’an’dan örnek verecek
olursam, mealen:

- Sana kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki:


“Size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Allah’ın size
öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların, sizin
için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın.
Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. 5/4

399
Yalnız şunu belirteyim ki: Bir pisliğe bulaşmadığı müddetçe,
köpeğin ağzı temiz olduğu gibi, kedinin de ağzı temizdir.

569- Lübâde Bintu’l-Hâris anlatıyor: “Hz. Ali’nin oğlu Hasan


radıyallahu anhümâ, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın
kucağında idi, elbisesine akıttı. Ben atılıp:

“Ey Allah’ın Resûlü (yeni) bir elbise giy. İzârını da bana ver
yıkayayım!"dedi. Cevaben:

“Kız çocuğunun idrarı olsa yıkanırdı; ancak erkek çocuğun


idrarı su ile çilemek suretiyle temizlenir!" buyurdular." (K.S.
3507 C.10 S.336 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Tahâret 137,
(375))

İdrar idrardır, ha erkek çocuğuna ait olmuş, yada kız


çocuğuna ait olmuş fark eden nedir ki, temizlik yönünden
fark iddia ediyorlar. Bu rivayet kız çocuğuna düşman olup,
onları diri diri toprağa gömen zihniyetin eseri asılsız bir
iddiadır.

570- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm iki lanetten korkun buyurdular.
Ashab:

“İki lânet de nedir? diye sorunca, açıkladılar:

“İnsanların yollarına abdest bozanla, gölgelerine abdest


bozanlardır!" (K.S. 3538 C.10 S.363 Akçağ, alıntıları:
Müslim, Tahâret 68,(269); Ebû Dâvud, Tahâret 14,(25))

İnsanların kullandıkları iki testi miktarı suya pisliğin zarar


vermediğini tahdis etmeleriyle, yollara veya gölgeliklere
abdest bozanların lanetleneceklerini iddia etmeleri çelişkidir.

571- Ebu Vâil’den gelen bir rivâyet şöyle: “Ebu Musa


radıyallahu anh küçük abdest (bozma) hususunda çok titiz
davranır (üzerine sıyrıntı değmemesi için âzami gayreti
gösterirdi. O kadar ki,) küçük abdestini bir şişe içerisine
400
bozar ve: “Beni İsrâil’den birinin bedenine sidik değecek
olsa, adam kirlenen derisini bıçakla kazırdı" derdi.

(Bunu işiten) Huzeyfe radıyallahu anh dedi ki:


“Arkadaşınızın titizliği bu kadar ileri götürmemesini tercih
ederim. Ben, “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’la bir
beraberliğimizi hatırlıyorum. Beraber yürüyorduk. Derken bir
kavmin bir duvar gerisindeki küllüğüne rastladık. Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm, tıpkı sizden birinin ayakta bevletmesi
gibi durup ayakta bevletti. .......... (K.S. 3549 C.10 S.369-370
Akçağ, alıntıları: Buhari, Vudû 62,60,61, Mezâlim 27;
Müslim, Tahâret 9,(13); Nesâi, Tahâret 24,(3,25))

572- Hz. Aişe radıyallahu anhâ’dan rivâyete göre şöyle derdi:


“Size kim, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın ayakta
bevlettiğini söylerse, sakın onu tasdik etmeyin. O, daima
çömelerek abdest bozardı." (K.S. 3553 C.10 S.373 Akçağ,
alıntıları: Tirmizi, Tahâret 8,(12); Nesâi, Tahâret 25,(1,26))

Yukarıdaki iki rivayetin bir birleriyle çelişkili oldukları


açıktır.

573- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm, ölmüş (ve terkedilmiş) bir koyuna
rastlamıştı.

“Bunun derisinden faydalanmıyor musunuz?"buyurdular.


Oradakiler:

“Ama bu meytedir (leştir, istifâdesi câiz değildir)"dediler.


Aleyhissalâtu vesselâm:

“Meytenin yenmesi haramdır!" buyurdular.”

Bir başka rivâyette: “Bunun derisini alıp debbağlı yarak


istifâde etmiyor musunuz?"demiştir. (K.S. 3531 C.10 S.357
Akçağ, alıntıları: Buhari, Büyû 101, Zekât 61, Zebâih 30;
Müslim, Hayz 100,103,104, (363,364,365); Muvatta, Sayd

401
16,(2,98); Ebû Dâvud, Libâs 41,(4120,4121); Tirmizi, Libâs
7,(1727); Nesâi, Fera’ ve’l-Atire 9,(7,171,172) .)

574- Abdullah İbnu Ukeym radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, ölümünden bir ay önce
Cüheyne kabilesine şöyle yazdı:

“Meytenin ne deri ne de sinirinden istifade etmeyin." (K.S.


3534 C.10 S.359 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, libâs 42,
(4127, 4128); Tirmizi, Libâs 7,(1729); Nesâi, Fera’ ve’l-
Atire 10,(7,175))

Yukarıdaki iki rivayetin bir birleriyle çelişkili oldukları


açıktır.

575- . ... Ali (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah


(s.a.) şöyle buyurmuştur.

“Kim kıl dibi kadar bir yeri yıkamayıp cünüp bırakırsa ona
(terk edilen yere veya bu yeri yıkamayıp terk eden kişiye)
şöyle böyle (veya şu kadar süre) azap edilir.”

Ali (r.a) “Bunun (bu şiddetli azabı duyduğum) için (üç defa)
başıma (saçıma) düşman oldum" der ve saçını tıraş ederdi.
(Ebû Dâvûd, K.Taharet (1), Bâb 98 H.249 C.1 S.448 Şamil,
ayrıca: İbn Mâce, taharet 106, )

576-. ... Cübeyr b. Mut’im’den rivâyet edildi ki:

Sahabe-i Kirâm (r.a.) Rasûlullah (s.a.)’ın yanında


cünüplükten dolayı yıkanmaktan bahsettiler. Rasûlullah (s.a.)
her iki ile de göstererek “Bakın ben başıma üç defa (üç avuç)
dökerim" buyurdu. (Ebû Dâvud, K.Taharet (1), Bâb 97 H.239
C.1 S.432 Şamil.)

Evvelki rivayette hiçbir kıl dibi yıkanmadan bırakılamaz diye


tahdis etmişken, sonra ki rivayette cünüplükten yıkanmak
için üç avuç suyun yeterli olacağını tahdis etmeleri çelişkidir.
Üç avuç suyun değil insan vücudunu yıkamaya yeterli
402
gelmesi, bir çok insanın yalnız saçını dahi ıslatmaya yeterli
gelmez, İslam Dininde yıkanmanın manası bu değildir,
çocukların bile anlayabileceği gerçek manada yıkanmadır.

EKONOMİ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

Bir toplumda, zenginler, fakirler ve orta halliler olabilir.


Çeşitli gelir guruplarının olması, iş yaptıranla iş yapanların
bulunması üretim için gereklidir. Eğer maddi varlık sahibi
olan Müslümanlar helal yollardan kazanç sağlıyorlarsa,
sadaka ve zekatlarını veriyor ve Allah’a şükrediyorlarsa,
sevap kazanır ve mallarından dolayı kötülenmezler. Fakir
olan Müslüman kimselerde sabreder ve Allah’a isyan
etmeyip, Allah’ın kendilerine de vermiş olduğu nimetlere
şükrederlerse onlarda sevap kazanırlar. Kimi zengin vardır,
malından dolayı günah işler ve cehennemi hak eder. Kimi
fakirde vardır, fakirliğinden dolayı Allah’a isyan eder o da
cehennemi hak eder. Demek ki mal bir imtihan vasıtasıdır.
Bu imtihanı zenginde, fakirde kazanabilir veya kaybedebilir.

Bir toplumda fakirliği övmek suretiyle o toplumun


çalışmasına mani olmak ise o toplumun çökmesini arzulayan
kimselerin işidir. Diğer taraftan, İslam dinine göre cennete
gitmenin yolu ancak fakirlikle mümkündür denmesi halinde
bunu diyenlerin amacı insanları fakirlikle korkutmak
suretiyle İslam dininden uzaklaştırmaya çalışmaktır.

Şimdi bu konuda uydurmuş oldukları rivayetlerinden


örnekler verecek olursam:

577-............ Bize Ebû Recâ’, İmran ibn Huseyn’dan tahdis


etti ki, Peygamber (S): “Ben (mi’râc gecesi) cennete baktım
da, cennet ahâlisinin çoğunun fakirler olduğunu gördüm.
Cehenneme de baktım. Cehennemdekilerin çoğunu da
kadınlar gördüm" buyurmuştur. (Buhâri, Kitâbu Bed’i’l-Halk
H.51 S.3051 Bâb 67 Ötüken.)

403
578- Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Fukaralar,
cennete zenginlerden beş yüz yıl önce girerler. Bu (Allah’ın
indinde) yarım gündür."(K.S. 2072 C.7 S.446 Akçağ, alıntısı:
Tirmizi, Zühd 37, (2354))

579- Abdullah İbnu Muğattel radıyallahu anh anlatıyor: “Bir


adam gelerek “Ey Allah’ın Resûlü! Ben seni seviyorum"
dedi. Resûlullah:

“Ne söylediğine dikkat et!"diye cevap verdi. Adam:

“Vallahi ben seni seviyorum!"deyip, bunu üç kere tekrar etti.


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine adama:

“Eğer beni seversen, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni
sevene fakirlik, hedeflerine koşan selden daha süratli gelir."
(K.S. S.2078 C.7 S.453 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Zühd 36,
(2351))

Peygamberi sevmekle fakirliğin hiçbir ilgisi olmadığı gibi.


Bu iddia, Müslümanları peygamberi sevmekten engelleme
çabasıdır. İslam dininde peygamberi sevmek zorunlu bir
olaydır, Peygamberi sevmeyeni Allah’ta sevmediği gibi,
böyle bir kimsenin Allah yanında bir değeri olamaz. Bundan
dolayı, Müslümanların peygamberi sevme olayı istisnai bir
olay değildir, bir kişinin çıkıp peygambere seni seviyorum
demesini ve bunu istisnai bir olaymış gibi göstermeleri ile
fakirlikle ilişkilendirmelerinin İslam dininde yeri yoktur.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Peygamber, müminlere nefislerinden daha yakındır. Onun


zevceleri de (müminlerin) analarıdır. Allah’ın Kitabında,
akraba da birbirine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha
yakındır. Ancak, dostlarınıza iyilik etmeniz müstesnadır.
Allah’ın kitabında böyle yazılıdır. 33/6

404
- De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, düşmesinden
korktuğunuz ticâret(iniz), hoşlandığınız meskenler, size
Allah’tan, Resûlünden ve O’nun yolunda cihâd etmekten
sevimli ise o halde Allah emrini getirinceye kadar gözetleyin
(başınıza gelecekleri göreceksiniz)! Allah, yoldan çıkmış
topluluğu (doğru) yola iletmez. 9/24

Görüldüğü Müminler, Peygamberi kendi nefisleri dahil,


bütün akrabalarından ve mallarından daha fazla sevmek
zorundadırlar.

Peygamberi sevmekle fakirliğin hiçbir ilgisi olmadığı gibi.


Peygamber kimseyi bu şekilde fakirlikle korkutmaz.
Fakirlikle kimin korkuttuğuna dair Kur’an’dan örnek verecek
olursam, mealen:

- Şeytan sizi fakirlikle korkutur, ve size çirkin şeyleri


yapmayı emreder. Allah ise size kendi tarafından bağışlama
ve lütuf vadediyor. Şüphesiz (Allah(ın lûtfu) geniştir, (O)
bilendir. 2/268

Dünyada Müslüman, fakir de olabilir zengin de, dünya


imtihan yeridir. Fakat bunlara göre fakirlik Müslüman ın
hayat boyu iddialı olmalıdır. Hatta bu konuda Peygamberin
duada bulunmuş olduğunu tahdis etmektedirler, örneğin:

580- Amr İbnu es- Sakafi radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ey
Allah’ım! Kim bana inanır, beni tasdik eder, ve her ne
getirmiş isem onun senin yüce katından olduğunu ve hak
olduğunu bilirse, ona az mal, az evlat ver, ona, sana
kavuşmayı sevdir ve ölümünü çabuklaştır. Kim de bana
inanmaz ve beni tasdik etmezse malını ve evladını çok kıl,
ömrünü de uzat." (K.S. 7258 C.17 S.573 Akçağ, alıntısı: İbn-i
Mace 4133.)

405
Halbuki daha önce 220. Örnekte belirttiğim gibi, uzun
yaşayan müminler daha iyidirler diye tahdiste
bulunmuşlardır. Allah’a kavuşmayı sevme ile kamufle
ederek, Müminlere felaket dilerken bu tahdislerini unutu
verdiler, şöyle ki:

581- <<220>>- Talha İbnu Ubeydullah radıyallahu anh


anlatıyor: “Beli (kabilesinden) iki kişi Aleyhissalâtu
vesselâm’ın yanına geldiler. İkisi beraber Müslüman olmuştu.
Biri gayret yönüyle diğerinden fazlaydı. Bu gayretli olanı, bir
gazveye iştirak etti ve şehit oldu. Öbürü, ondan sonra bir yıl
daha yaşadı. Sonra o da öldü.”

Talha (devamla) der ki: “Ben rüyamda gördüm ki: “Ben


cennetin kapısının yanındaydım. Bir de baktım ki yanımda o
iki zat vardır. Cennetten biri çıktı ve o iki kişiden sonradan
ölene (cennete girmesi için) izin verdi. Aynı vazifeli zat, bir
müddet sonra yine çıktı, şehit olana da (içeri girme) izni
verdi. Sonra, adam benim için geri geldi ve:

“Sen dön, senin cennete girme vaktin henüz gelmedi!"dedi.


Sabah olunca Talha bu rüyayı halka anlattı. Herkes bu
rüya(da şehit olan zâtın sonradan cennete girmesine) şaştı.
Bu, Resûlullah’a kadar ulaştı, rüyayı ona anlattılar.
(Dinledikten sonra) Aleyhissalâtu vesselâm:"Burada şaşacak
ne var?"buyurdular. Halk: “Ey Allah’ın Resûlü!" Bu zat (din
için) çalışmada öbüründen daha gayretli idi ve şehit de oldu.
Ama cennete öbürü ondan evvel girdi" dediler. Bunun
üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Berikisi ondan
sonra bir yıl hayatta kalmadı mı?"dedi.

“Evet!"dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: “Ve o ramazan idrak


edip oruç tutmadı mı, bir yıl boyu şu şu kadar namaz kılmadı
mı?"Halk yine: “Evet!"deyince, Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm: “Şu halde ikisinin arasında bulunan mesâfe gök ile
yer arasındaki mesafeden fazladır!"buyurdular. (K.S. 7173
C.17 S.517 Akçağ 1993, alıntısı İbn-i Mace 3925.)

406
İki rivayet arasındaki çelişki düşünüldüğünde asıl
amaçlarının, Müslümanlara saldırı olduğu açıkça anlaşılır.
Kısa ömür isterken Müminlerin yok olmasını
arzulamaktadırlar, Uzun ömür isterken ise amaçları şehitliği
hafife almak istediklerindendir.

İddia ettiklerine göre, güya Peygamber aleyhissalâtu


vesselâm, Allah’tan Müminler için az mal az evlat ve çabuk
ölüm istemiş. Kafirlere de çok mal, çok evlat ve uzun ömür
istemiş. Mümin kimseler, Allah’ı severler, Allah’ın rızasını
kazanarak, Allah’a kavuşmayı isterler. Fakat bunun manası
dünya hayatında Allah’tan az mal az evlat ve çabuk ölüm
istemek değildir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Onlar ki yalan şahitlik etmezler, boş laf (konuşanlar)a


rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler. 25/72

- Ve onlar ki kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığı


zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. 25/73

- Ve onlar ki: “Rabb’imiz, bize gözler sevinci (gönüller açan)


eşler ve çocuklar lûtf eyle ve bizi (senin azâbından)
korunanlara önder yap."derler. 25/74

- İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek


makamlarıyla mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve
selâmla karşılanacaklardır. 25/75

- Orada ebedi kalacaklardır. Orası ne güzel bir konak ve ne


güzel bir makamdır. 25/76

Demek ki Müminler dünya hayatında, Allah’tan gözler


sevinci, gönüller açan eşler ve çocuklar isterler ve bu dua
öyle bir duadır ki, Allah tarafından övülmüştür.

Tahdis etmiş oldukları rivayette aslında Mümin düşmanlığı


yapmaktadırlar, öyle ki, bir kimse bir başka kimseye, Allah,
sana az mal az evlat versin canını da çabuk alsın derse bu
dostça bir davranış olarak yorumlanamaz. Muhakkak ki,
407
Allah’ın rızasını kazanıp cennete girmek dünya hayatından
daha iyidir, fakat bunun yolu, Allah’ın dünya hayatında
verdiği nimetleri red etmek değildir. Bu konuda Kur’an’dan
mealen:

- Onlardan kimi de: “Rabbımız, bize dünyâda da güzellik ver,


âhirette de güzellik ver, bizi ateş azabından koru!"der. 2/201

- İşte onların, kazandıklarından (alacakları) bir payları vardır.


Allah, hesabı çabuk görendir. 2/202

- Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak)


ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah
sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde
bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları
sevmez. 28/77

Şimdi, Müslümanları fakirliğe teşvik etmek için uydurmuş


oldukları rivayetlerinden örnekler vermeye devam edecek
olursam:

582- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dua etmişti: Allah’ım, beni
miskin olarak yaşat, miskin olarak ruhumu kabzet, Kıyamet
günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret."

Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) atılarak sordu: “Niçin ey Allah’ın


Resûlü?)"

“Çünkü, dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce


girecekler. Ey Aişe! Fakiri, yarım hurma ile de olsa boş
çevirme. Ey Aişe! Fakirleri sev ve onları (rivâyet meclisine)
yaklaştır, tâ ki Kıyâmet günü Allah da sana yaklaşsın." (K.S.
2071 C.7 S.444 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Zühd 37,(2353))

583-. ... Cübeyr b. Nüfeyr el-Hadrami’den rivayet


olunduğuna göre kendisi Ebu’d-Derdâ’yı şöyle derken
işitmiştir: Ben Rasûlullah’ı (s.a.) şöyle buyururken dinledim:

408
“Bana zayıfları çağırınız (da ben onların yüzü suyu hürmetine
Allah’dan düşmanlara karşı zafer dileyeyim). Çünkü siz
zayıflarınız(ın duası bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım
edilirsiniz..." (Ebû Dâvûd, K.el-Cihâd (15), Bâb 70 C.10 S.97
H.2594 Şamil, ayrıca: Nesâi, Cihâd 43; Tirmizi, cihâd 24.)

584- Katâde İbnu Nu’mân (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Allah bir
kulu sevdimi, onu dünyâdan korur. Tıpkı sizden birinin
hastasına suyu yasaklaması gibi." (K.S. 1972 C. S.246
Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Tıp 1, (2037))

585- Hz. Osman radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Ademoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur:


İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız
ekmek ve su." (K.S. 4855 C.14 S.44 Akçağ, alıntısı: Tirmizi,
Zühd 30,(2342))

586- Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’a (evde bulunması gereken) yataklar
zikredilmişti. Şöyle buyurdular:

“Kişinin kendisi için bir yatak, kadın için bir yatak, misafir
için bir yatak lazımdır. Dördüncü yatak şeytanadır." (K.S.
5301 C.15 s.90 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Libas 45,
(4142); Nesâi 82, (6,135): Müslim, Libas 41, (2084))

587- Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Bana zayıflarınızı
arayın. Zira sizler, zayıflarınız sebebiyle yardıma ve rızka
mahzar kılınıyorsunuz."(K.S. 2076 C.7 S.450 Akçağ,
alıntıları: Ebû Dâvud, Cihâd 77, (2594); Tirmizi, Cihâd 24,
(1702); Nesâi, Cihâd 43,(6, 45-46))

588- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) bir yahudiden, veresiye yiyecek

409
satın aldı. Rehin olarak zırhını verdi."(K.S. 2001 C.7 S.303
Akçağ, alıntıları: Buhâri, Rehn 2,5, Büyû 14,33,88, Silm 5,6
İstikraz 1, Cihâd 89, Meğâzi 85, Müslim, Musâk3at 124,
(1603); Nesâi, Büyû 58,87,(7,288,303))

589- Esma Bintu Yezid (radıyallahu anhâ) anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, zırhını bir yahudinin
yanında, bir miktar zahire mukabili rehine bırakmış olarak
vefat etti." (K.S.6747 C.17 S.294 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace,
24,38.)

590- İbnu Mes’ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’ın yanına girmiştim. Onu bir hasır
örgünün üzerinde uyumuş buldum. Hasır, (vücudunun açık
olan) yan taraflarında izler bırakmıştı.

“Ey Allah’ın Resûlü dedim, sana bir yaygı temin etsek de


hasırın üstüne sersek, onun sertliğine karşı sizi korusa!”

“Ben kim, dünya kim. Dünya ile benim misâlim, bir ağacın
altında gölgelenip sonra terk edip giden yolcunun misali
gibidir." (K.S. 1970 C.7 S.244 Akçağ, alıntısı: Tirmizi,, Zühd
44,(2378))

591- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “(Ey Aişe! Cennette)
benimle olman seni mesrur edecekse sana dünyadan bir
yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle
sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş
addetme."(K.S. 2069 C.7 S.442 Akçağ, alıntısı: Tirmizi,
Libâs 38, (1781).

592- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) yarın için hiçbir şey
biriktirmezdi."(K.S. 2176 C.8 S.8 Akçağ, alıntısı: Tirmizi,
Zühd 38,(2363))

410
593- Ebû Bürde İbnu Ebi Mûsa el-Eş’âri anlatıyor: “Hz. Aişe
radıyallahu Anka’nın yanına girdim. Bana yamalı bir giysi ve
kaba bir izar çıkardı ve “Resûlullah aleyhissalâtu vesselam şu
iki (parça)nın içinde vefat etti!"dedi." (K.S. 5297, Libâs 35,
(2080); Ebû Dâvud, Libâs 8, (4036); Tirmizi, Libas 10,
(1733))

594- Ebu Hâzım anlatıyor: “Ben Sehl İbnu Sa’d radıyallahu


anh’a: “Sen has undan yapılmış beyaz ekmek gördün mü?
diye sormuştum.

Sehl: “Rasulûllah aleyhissalâtu vesselâm vefat edinceye


kadar, beyaz ekmek görmedim" dedi. Ben tekrar: “Resûlullah
zamanında ashabın eleği var mıydı? Dedim. “Aleyhissalâtu
vesselâm vefat edinceye kadar elek görmedim" dedi.
“Öyleyse elenmemiş arpa ekmeğini nasıl yiyiyordunuz?"
dedim. “Biz onu üflerdik, içindeki kepekten uçan uçardı.
Kalan (kepek)leri de su ile yumuşatıp yoğururduk" cevabını
verdi." (K.S. 6983 C.17 S.422 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace
3332.)

595- İbnu Abbâs radıyallahu anhıma anlatıyor: “Fâlûzeci ilk


işitmem şöyle oldu: “Cebrail aleyhissalâm Rasûlullah’a gelip:
“Ümmetine yeryüzü açılacak. O zaman onlara dünyalık bol
bol akacak. Öylesine akacak ki fâlûzeç bile yiyecekler" dedi.
Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: “Fâlûzeç nedir?"diye
sormuş, Cebrail aleyhisselâm: “Yağ ve balı karıştırıp yapılan
helva" diye açıklamıştır. Resûlullah bu haber karşısında
hıçkıra hıçkıra ağlamıştır." (K.S. 6986 C.17 S.424 Akçağ,
alıntısı İbn-i Mace 3340.)

596- Ebu Sa’idi’l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm hasta yatmakta iken
yanına girdim. Elimi üzerine koydum, hararetini, yorganın
üstünden elimin altında hissettim. “Ey Allah’ın Resûlü!
Hararetiniz çok fazla!"dedim.

411
“Biz (peygamberler) böyleyiz. Belalar bize katmerli gelir,
buna mukabil ücretleri de katmerli verilir" buyurdular.

“Ey Allah’ın Resûlü! Hangi insanlar en çok bela


çekerler?"dedim.

“Peygamberler!"buyurdular.

“Ey Allah’ın Resûlü! Sonra kimler?"dedim.

“Sonra sâlihler! Buyurdular ve açıkladılar: Onlardan biri


fakirliğe öylesine müptelâ olur ki, kendisini örten abadan
başka bir şey bulunamaz. Onlar, sizin bollukla sevindiğiniz
gibi fakirlikle sevinirler." (K.S. 7211 C.17 S.542 Akçağ,
alıntısı: İbn-i Mace 4024.)

597- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm hastalanmıştı. Sa’d İbnu Ebi Vakk’as
geçmiş olsun ziyaretine gitti. Yanına varınca Selman’ı
ağlıyor buldu. Sa’d: “Niye ağlıyorsun? Ey kardeşim, sen
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a arkadaşlık etmedin mi?
Şöyle değil mi, böyle değil mi (diye ağlamasını abes kılan bir
kısım faziletleri hatırlattı). Selman radıyallahu anh şu cevabı
verdi:

“Ben şu iki şeyden biri için ağlamıyorum: “Ben ne bir dünya


düşkünlüğü ne de ahiret gafleti sebebiyle ağlıyor değilim.
Beni ağlatan Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın bir ahdidir.
O bana bir husus ahdetmişti, şimdi kendimi o ahdi tecavüz
etmiş görüyorum."

Sa’d: “Resûlullah size ne ahdetmişti?"diye sordu.

Selmân: “Aleyhissalâtu vesselâm bana: “Birinize dünyalık


olarak bir yolcunun azığı kadarı yeterli" diye ahdetmişti. Ben
kendimi bu haddi aşmış görüyorum. Sana gelince, ey Sa’d!
Hüküm verdiğin zaman hükmünden, (hak) taksim ettiğin
zaman taksiminden, bir şeye yöneldiğin zaman niyetinden
Allah’tan kork."
412
Ravilerden Sâbit der ki: “Selman radıyallahu anh’ın vefat
ettiğinde geriye nafaka olarak sadece yirmi küsur dirhemlik
bir mal bıraktığı haberi bana geldi." (K.S. 7244 C.17 S.563-
564 Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 4104.)

Ve bunlar gibi, fakirliği övücü ve fakirliğe teşvik edici bir


çok başka rivayetlerde mevcuttur. İddia ettiklerine göre bir
Müslüman kuru ekmek ve suyla idare etmeli (Örnek 585).
Evinde bulunduracağı yatak sayısı üçten fazla olmamalı
(Ö.586). Peygamber dahi hasır üzerinde isteyerek yatıyormuş
(Ö.590), ve yarın için hiçbir şey biriktirmezmiş (Ö.592),
Vefat ettiği zaman zırhı yiyecek karşılığında bir yahudide
rehinmiş (Ö.588-589). Kaba izar ve yamalı giysi giyermiş
(Ö.593). Müslümanların yağ ve balı karıştırarak yemeleri
ağlanacak bir durummuş (Ö.595). Fakirlik salih insanlara has
bir şeymiş (Ö.596). Müslüman’a yolcunun azığı kadarı
yeterliymiş (Ö.597). Ve daha bunlara benzer başka rivayetleri
vardır. Bunlarla çelişkili olarak işlerine geldiği zaman
kullanmak üzere metotları gereği başka rivayetleri de
mevcuttur. Bu rivayetlerinden örnekler vermeden önce, mal
edinmeyle ilgili olarak Kur’an’dan örnekler verecek olursam,
bu konuda da yalan söyledikleri kolayca anlaşılır. Mealen:

- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra


göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi
bilir. 2/29

- Ey Adem oğulları, her mesci(de gidişiniz)de süs(lü, güzel


elbiseler)inizi (üzerinize alın; yiyin için, fakat israf etmeyin;
çünkü O, israf edenleri sevmez. 7/31

- De ki: “Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları


kim haram etti?"De ki: “O, dünya hayatında inananlarındır,
kıyamet günü de yalnız onlarındır. “İşte biz, bilen bir
topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz. 7/32

İnsanlar yeryüzünde ne varsa hepsinden meşru olarak istifade


edebilir. Mescide gidildiğinde insanlar güzel süslü
413
elbiselerini giymeye davet edilmişlerdir. Sadece israf men
edilmiştir. Süsü ve Güzel rızıkları Müminlere haram edenler,
onları bu güzel şeylerde, rivayetlerde olduğu gibi men etmeye
çalışanlar, çirkin göstermek suretiyle haram olduğunu iddia
edenler Kur’an’da tehdit edilmişlerdir. Ve onlara şöyle cevap
verilmiştir. “Bu nimetler, dünya hayatında Müminlerindir,
kıyamet günü de yalnız onlarındır.”

Müminlere örnek olsun diye özellikle peygamberler devamlı


acı çeken, fakirlik içinde yaşayan ve bir lokma ekmeğe
muhtaç kimseler olarak rivayetlerde belirtilmişlerdir. (Örnek
596 da olduğu gibi). hal bu ki, Allah, Süleyman peygambere
büyük bir mülk vermişti, bu konuda Kur’an’dan mealen:

- “Rabb’im dedi, beni affet, bana benden sonra hiç kimseye


nasip olmayan bir mülk (hükümdarlık ve mal) ver. Çünkü,
sensin o çok lütfeden, sen!" 38/35

Ve Allah, duasını kabul ederek ona istediği mülkü verdi.


İstediği mülkte kendisinden sonra hiç kimseye nasip
olmayacak seviyede olmasıdır. Süleyman peygamber,
peygamber olmakla, taktir edilir ki mahzuru olacak bir mülkü
Allah’tan istemez. Hal böyle olunca, mal, mülk konusunda
mülk edinmeyi kötüleyici ve fakirliği övücü olarak tahdis
ettikleri rivayetler, Kur’an’la çelişkilidir.

Kendilerine nimet verilmişken, bunun zorlukla


değiştirilmesini isteyen kimseler hakkında Kur’an’da şöyle
denmiştir, mealen:

- Onlarla, içinde bereketler yarattığımız memleketler arasında


(birinden diğeri) görünen şehirler var ettik ve bunlar arasında
yürümeyi takdir ettik: “Oralarda geceleri, gündüzleri (ne
zaman isterseniz) korkusuzca gezin, (dolaşın)"(dedik). 34/18

- “Rabb’imiz, seferimizin arasını uzaklaştır (şehirlerimiz


birbirine çok yakın, bunların arasını uzat da daha uzun
mesâfelere gidelim)." dediler ve kendilerine zulmettiler. Biz

414
de onları, (insanlar arasında söylenen) efsanelere çevirdik. Ve
onları darmadağın ettik. Şüphesiz bunda, sabreden, şükreden
herkes için ibretler vardır. 34/19

Bu olay Seben’de oturanlar hakkında vuku bulmuştur. Allah


onlara güvenlik içerisinde ve kolayca seyahat edebilecekleri,
birbirlerine yakın güzel şehirler ihsan etmiş, onlar ise bu
güvenlikli ve kolay seyahatlerinin zorlaştırılmasını Allah’tan
istemişlerdir. Bu ise büyük bir yanlıştı, nimeti ret etmiş
oluyorlardı, diğer bir ifadeyle nimete karşı nankörlük etmiş
oluyorlardı. Zira insan Allah’a muhtaçtır, Allah’tan zorluk
değil kolaylık istemelidir. Ve Allah onların bu yerinde
olmayan isteklerinden dolayı onları darmadağın etti, öyle ki
insanlar arasında ibretle söylenen efsaneler oldular. Hal böyle
olunca Peygamberin Allah’tan fakirlik ve miskinlik istemiş
olduğu yolunda iddiada bulunmak, İslam diniyle
bağdaşmayan boş bir iddiadır. Bıldırcın eti varken, Allah’tan
mercimek istemek Müslümanların yapacağı uygun bir
hareket değildir.

598- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’ın hanımları, Rasûlullah vefat ettiği
zaman Hz. Osman’ı Hz. Ebu Bekr radıyallahu anhümâ’ya
gönderip miras hisselerini talep ettirmek istediler. O zaman
ben onlara: “Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Bize varis
olunmaz, bıraktığımız sadakadır!" demedi mi (nasıl miras
talep edebiliriz?) dedim (ve onları bu niyetten
vazgeçirdim.)"(K.S. 4750 C.13 S.346 Akçağ, alıntıları:
Buhâri, Ferâiz 3; Müslim, Cihâd 51,(1758); Ebû Dâvud,
Harâc 19,(2976,2977).

Bu rivayette, peygamberlerin miras bırakamayacaklarını


iddia etmişlerdir. Bu iddia Kur’an’a aykırıdır. Şöyle ki,
Kur’an’dan mealen:

- Bu, Rabb’inin kulu Zekeriyâ’ya rahmetini anıştır. 19/2

- O, Rabb’ine gizli bir seslenişle yalvarmıştı: 19/3


415
- Rabb’im, demişti, ben, bende kemik gevşedi; baş, ihtiyarlık
aleviyle tutuştu, Rabb’im, sana duâ ile hiçbir zaman bahtsız
olmadım (her dua ettikçe kabûl buyurdun, beni istediğimden
mahrûm etmedin)." 19/4

- Doğrusu ben arkamdan yerime geçecek yakınlar(ımın iyi


hareket etmeyeceklerin)den korktum; karım da kısır. (Ne
olur) katından bana yerime geçecek bir veli lütfet." 19/5

- “Ki (o) bana ve Yakûb oğullarına mirasçı olsun. Rabb’im,


onu beğendiğin bir insan yap." 19/6

- (Allah buyurdu): “Ey Zekeriyyâ, biz sana bir oğul


müjdeleriz, adı Yahya’dır. Daha önce hiç kimseyi adaş
yapmadık (ondan önce kimseye bu adı vermedik.)" 19/7

Görüldüğü gibi peygamberler miras bırakmaktadır, bu itibarla


tahdis etmiş oldukları rivayet uydurmadır.

599-. ... Eslem (r.a.)’den; demiştir ki: Ömer b. Hattâb’ı şöyle


söylerken işittim:

- Resûlullah (s.a.) bir gün bize sadaka vermemizi emretti. Bu


(emir) bende mal bulunan bir zamana rastladı. (Kendi
kendime) “bir gün Ebû Bekr’i geçersem işte bugün geçerim"
dedim ve malımın yarısını getirdim. Resûlullah (s.a.):

“-Ailene ne bıraktın?"dedi. Ben de:

- Bu kadarını dedim. Ebû Bekir de malının hepsini getirdi,


sonra Resûlullah (s.a.) O’na:

“-Ailene ne bıraktın?"dedi. O da:

- Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım dedi. (O’na);

- Bundan sonra seninle hiçbir şeyde asla yarışmam, dedim.

(Ebû Dâvûd, K.ez-zekât (9),Bab 41 H.1678 S.310-311 Şamil,


ayrıca: Tirmizi, men âkıp 16.)
416
600- Ukbe İbnu’l-Hâris (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize ikindi namazı
kıldırmış idi. (Selam verince) acele ile cemaati yarıp evine
girdi. Halk onun bu telâş esinden hayrete düşmüştü. Ancak
geri dönmesi gecikmedi. Gelince, (halkın merakını
yüzlerinden anlayan Hz. Peygamber şu açıklamayı yaptı):
“Yanımda kalan bir kısım altın vardı (namazda) onu
hatırladım. Beni alıkoyacağından korktum ve hemen gidip
dağıttım."(K.S. 2178 C.8 S.10 Akçağ, alıntıları: Buhari, Ezân
155, Amel fi’s-Salât 18, Zekât 20, İsti’zân 36; Nesâi, 104
(3,84))

Malların tamamının bağışlanması yolunda uydurmuş


oldukları bu rivayetler, Kur’an’a aykırıdır. Şöyle ki, mealen:

- Dünya hayatı ancak bir oyun ve oyalanmadır. Eğer iman


eder ve sakınırsanız, Allah size mükafatlarınızı verir. O,
sizden mallarınızın tamamını istemez. 47/36

Servetlerle ilgili olarak kendi kendi aralarında çelişkili bazı


hadis örnekleri:

601- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) bir adamın elinde altından bir yüzük
gördü. Onu çıkarıp attı ve:

“Biriniz tutup ateşten bir parçayı alıp eline


koyuyor!"buyurdu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
gidince adama: Yüzüğünü al (başka sûrette) ondan faydalan"
dediler. O:

“Hayır! Vallahi ebediyen almayacağım, onu Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) attı" dedi." (K.S. 2096 C.7 S.471
Akçağ, alıntısı: Müslim, Libâs 52,(2090))

602- Sa’id İbnu’l-Müseyyeb anlatıyor: “Hz. Ömer Süheyl


(radıyallahu anhımâ)’e: “Niye parmağında altın yüzük

417
görüyorum? Dedi. Beriki: “Onu senden daha hayırlı olan da
gördü, ama ayıplamadı" deyince, Hz. Ömer:

“O da kimmiş?"dedi. Süheyb: “Resûlullah!" cevabını verdi."


(K.S. 2098 C.7 S.472 Akçağ, alıntısı: Nesâi, Zinet 42,
(8,164,165))

603- Üsâme İbnu Zeyd radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Müslüman kimse kâfir kimseye varis olamaz: kâfir de


Müslüman’a varis olamaz." (K.S. 4706 C.13 S.301 Akçağ,
alıntıları: Buhâri, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1,(1614); Ebû
Dâvud, Ferâiz 10,(2909); Tirmizi, Ferâiz 15,(2108))

604- Ebu’l-Esved ed-Düeli anlatıyor: “Hz. Mu’az’a bir


yahudinin miras meselesi getirildi. Onun Müslüman oğluna
da mirastan pay verdi ve dedi ki: “İslâm (galebe çalar, ona
galebe çalınmaz), artar eksilmez." (K.S. 4711 C.13 S.909-310
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Ferâiz 10,(2912,2913))

İki rivayet bir birleriyle çelişkilidir.

605- İbnu Ömer radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm yüzükoyun yatarak dudaklarımızla su
içmemizi yasakladı. Keza, tek bir avuçla, avuçlayarak
içmemizi de yasakladı ve buyurdu ki: “Sakın sizden kimse
köpeklerin içtiği gibi suyu dudaklarıyla içmesin! Allah’ın
gazabına uğrayan kavim gibi tek eliyle de içmesin. Suyu
çalkalamadıkça geceleyin de içmesin, ağzı kapalı ise
çalkalamaya gerek yok. Kim kapla içmeye muktedir olduğu
halde, tevazu düşünerek eliyle içerse Allah parmakları
adedince kendisine sevap yazar. Bu (avuç), Hz. İsa
aleyhisselâmın kabı idi. Çünkü o, kadehi atmış ve: “Öf! Bu
dünya ile beraberdir!" demiştir." (K.S.7015 C.17 S.436
Akçağ, alıntısı: İbn-i Mace 3431.)

418
606- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’ın, cam bir bardağı vardı, (suyu)
onunla içerdi." (K.S.7016 C.17 S.437 Akçağ, alıntısı: İbn-i
Mace 3435.)

İki rivayet bir biriyle çelişkilidir.

607- Bize Kuteybe ibnu Said tahdis edip şöyle dedi: Bize Ebû
Avâne tahdis etti. H ve yine bize Abdurrahmân ibnu’l-
Mübârek tahdis edip şöyle dedi. Bize Ebû Avâne, Enes’ten
tahdis etti. Enes (R) dedi ki: Rasûlullah (S): şöyle buyurdu:
“Hiçbir Müslüman yoktur ki, bir ağaç diker yâhud ekin eker
de bunların hiçbirinden bir kuş yâhud bir insan yâhud bir
hayvan yesin de, kendisi bundan faydalanmasın! Muhakkak
buna mukabil o Müslüman için bir sadaka sevâbı olmuştur”.
(Buhâri, Kitâbu’l-Muzara’a Bab 1 C.5 S.2151 H.1 Ötüken.)

608-............. Ebû Umâme el-Bâhili (R) bir keresinde bir


demir saban ve zirâat âletinden bir şey gördü de hemen şöyle
dedi: Ben Rasûlullah (S)’tan işittim, şöyle buyuruyordu: “Bu
âlet bir âilenin evine girerse, o eve muhakkak bir zelillik
(horluk, hakirlik) girdirilir”. (Buhâri, Kitâbu’l-Muzâra’a C.5
S.2152 H.2 Bab 1 Ötüken.)

Bir taraftan ziraatçılığı överken, diğer taraftan kötülemeleri


bir çelişkidir.

609-. ... Sehl b. El-Hanzeliyye’den; demiştir ki:.......................

“-Kimin yanında kendisine yetecek malı olduğu halde


dilenirse, kendisini ateşe götürecek şeyi çoğaltmış olur"
buyurdu. Nüfeyli bir diğer rivayette (“ateş" sözü yerine)
“cehennemin kor ateşi”, dedi, Oradakiler:

- Ya Rasûlullah! Kişiye yetecek malın miktarı nedir? Dediler.


-Nufeyli bir diğer rivâyette bunun yerine “varlığıyla beraber
dilenmek uygun olmayan zenginliğin miktarı nedir? dedi -.

419
“Ona öğle ve akşam yemeğinde yetecek miktardır" buyurdu.
-Nufeyli bir diğer rivayette bunun yerine, “Onu bir gün bir
gece veya bir gece bir gün doyuracak yiyeceğinin olmasıdır"
dedi ve bize bunu zikredilen bu sözlerle kısa olarak rivayet
etti. (Ebû Dâvûd, K.ez-Zekât (9), Bâb 24 C.6 S.251-252
H.1629 Şamil.)

610-. ... Hüseyin b. Ali (r.a.)’den; demiştir ki: Resûlullah


(s.a.):

“-At üzerinde gelse bile, dilencinin hakkı vardır."buyurdu.


(Ebû Dâvûd, K.ez-Zekât (9), Bâb 33 C.6 S.296 H.1665
Şamil.)

O zamanlar için at üzerinde gelse dahi demelerinin manası bu


zaman için, özel arabasıyla gelse dahi manasındadır. Bu
açıdan düşünüldüğünde iki rivayet arasındaki çelişki kolayca
görülür.

611-................ Bize İbnu Ebi Zi’b, Said el- Makburi’den; o


da Ebû Hureyre(R)’den tahdis etti ki, Ebû Hureyre bir kerre
önlerinde kebap yapılmış bir koyun bulunan bir cemâate
uğramıştı. Onlar Ebû Hureyre’yi kebap yemeğe davet
etmişler, fakat o kebap yemeyi kabûl etmeyip:

- Rasûlullah (S) şu dünyâdan arpa ekmeği ile karnı doymadan


çıkıp gitti, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Et’ime Bâb 23 C.12
S.5507 H.40 Ötüken.)

611/A- Hz. Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a bir et parçası
getirilmişti. Kendisine bunun bud kısmı sunuldu.
Aleyhissalâtu vesselâm budu severdi. Bu bud gelince hemen
ondan ısırarak yedi." (K.S.3953 C.11 S.191 Akçağ, alıntıları:
Tirmizi, Et’ime 34,(1838); İbnu Mace, Et’ime 28,(3307);
Buhari, Enbiya 3, Tefsir, İsra 5; Müslim, İman 327.)

420
Daha önce, 595. Örnekte yazmış olduğum rivayette.
Peygamberin, ümmetinin “Fâlûzeç" denen tatlıdan
yiyeceklerini duyunca, hıçkıra hıçkıra ağladığını rivayet
ettiklerini yazmıştım. Fâluzec, yağ ve balın karıştırılmasıyla
yapılan helvadır. Bu helvanın diğer bir çeşidi, süt un ve balın
karıştırılmasıyla yapılan “Telbine" helvasıdır. Tahdis ettikleri
diğer bir rivayette Peygamberin telbine helvasının yenmesini
tavsiye ettiğini tahdis etmişlerdir. Bu da fâluzeç helvasının
yenmesi aleyhinde tahdis etmiş oldukları rivayetle çelişki
teşkil eder. Şöyle ki:

612-............... Bize el-Leys, Ukayl’den; o da İbn Şihâb’dan; o


da Urve’den; o da Peygamber’in zevcesi Âişe (R)’den tahdis
etti ki, o şöyle demiştir: Bir ev halkından birisinin vefâtı
üzerine ta’ziye için kadınları topladıkları, sonra dağıldıkları,
yalnız hâne halkı ve hısımları kaldıklarında Âişe emretti: Bir
çömlek içinde telbine bulamacı pişirildi. Sonra tirit yapılıp,
telbine onun üzerine döküldü. Sonra Âişe:

- Haydi bundan yiyiniz! Çünkü ben Rasûlullah (S)’tan


“Telbine hastanın kalbine rahatlık verir, hüznün bir kısmını
da giderir" buyururken işittim, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-
Et’ime C.12 Bab 24 S.5508 H.43 Ötüken.)

613- Ümmü Seleme (radıyallahu anha) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Gümüş kaptan su
içen, karnına cehennem ateşi dolduruyor demektir." (K.S.144
C.2 S.465 Akçağ, alıntıları: Buhari, Eşribe 28; Müslim Libas
1,(2065); İbnu Mace, Eşribe 17 (3413))

Müslim’in diğer bir rivayetinde şöyle denir: “Kim altın veya


gümüş bir kaptan içerse..."(Karnına cehennem ateşi
dolduruyor demektir.)

614- ............. Enes ibn Mâlik(R)’ten: Peygamber(S)’in su


bardağı kırıldı akabinde kırık yerine gümüşten bir bardak
edindi dediğini tahdis etti.

421
Râvi Âsım el-Ahvel: Ben bu kadehi gördüm ve (teberruken
içine su koyup) ondan su içtim, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-
Humus Bâb 5 C.6 S.2895 H.18 Ötüken.)

Peygamberin, zırhı bir Yahudi’nin yanında otuz sa’ ölçeği


arpaya karşılık rehin edilmiş bulunduğu halde vefat ettiğini
tahdis etmişlerdi. (Buhâri, Kitâbu’l- Cihad Hadis 127 C.6
S.2735 Ötüken.) Hal bu ki, tahdis etmiş oldukları bazı
rivayetlerde Peygamberin külliyetli miktarda mal varlığına
sahip olduğunu, sahabelerden de yüz binlik servete sahip
olanların bulunduğunu rivayet ettiler, bu bir çelişki teşkil
etmektedir. Fakirliği öven rivayetleriyle halka fakirliği
tavsiye ederken, servetlerini meşrulaştırmak içinde servetleri
öven rivayetler tahdis etmişlerdir. Ayrıca takip etmiş
oldukları çelişkiler metoduna da uymaktadır. Örneğin:

615-............... Umer İbnu’l-Hattâb (R) şöyle demiştir:


Benû’n-Nadir malları, Allah’ın kendi Resûlü’ne fey olarak
tahdis ettiği şeylerdendir. Bunlar Müslümanların at sürerek,
deveye binerek (harb ile) elde ettikleri ganimetlerden
değildir. Bu sebeple Benû’n-Nadir malları hususi olarak
Resûlullah’a ait olmuş idi. Rasûlullah âilesi halkının bir
senelik nafakasını bundan harcar idi. Sonra bundan geri
kalanı da Allah yolunda gazâ hazırlığı olarak silaha ve atlara
harcar idi. (Buhâri. Kitâbu’l-Cihâd ve’s-Siyer Bab 79 S.2726
C.6 H.116 Ötüken.)

Beni Nadir, Medine’den sürgün edilen bir Yahudi kabilesi


idi. Bu kabilenin tüm malları peygamberin emrine tahsis
edilmişti diye rivayette bulunup, diğer taraftan, peygamber
vefat ettiğinde zırhı otuz sa’ yani bir sa’nın 2120 gr. Olması
hesabıyla 63600 gr. Arpa karşılığı bir Yahudi’nin yanında
rehindi demeleri bir çelişkidir.

616-......... (Müminlerin anası Cuveyriye’nin kardeşi) Amr


ibnu’l-Hâris (R): Peygamber (S) silâhından, beyaz katırından,
bir de (sağlığında) sadaka yaptığı Fedek arâzisinden başka bir

422
şey geriye bırakmadı, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’l-Cih3ad
ve’s-Siyer C.6 S.2731 Bâb 85 H.123 Ötüken.)

Fedek arazisi de, hurmalığı olan ve gelir getiren meşhur bir


arazi. Buna sahip olan bir kimse için arpa ekmeğine karnı
doymamış muhtaç bir kimse olarak bahsedilmesi gülünçtür.

617- ............. Abdullah ibn Zeyd ibn Âsım şöyle


demiştir:.........

Rasûlullah onlara (Ensâr’a) hitap edip şöyle buyurdu:

- “Ey Ensâr cemâati! Ben sizleri yolu şaşırmışlar bulup da


Allah benim delâletimle sizlere hidâyet vermedi mi? Ben
sizleri fırka fırka bölünmüş hâlde bulup da, Allah benim
Medine’ye hicretimle sizleri birbirlerinizle birleştirmedi mi?
Ben sizleri fakir hâlde bulup da Allah benim yüzümden
sizleri zengin kılmadı mı?”

Rasûlullah bu soruların her birini sordukça, Ensâr


Rasûlullah’a karşı:

- Allah ve Rasûlü en çok ihsân edicidir, dediler. .................


(Buhâri, Kitabu’l- Mağazi Bâb 58 C.9 S.4026 H.330 Ötüken.)

Peygamberin maddi zenginlik sahibi de olduğuna dair,


Kur’an’dan delil gösterecek olursam, mealen:

- Rabb’in sana verecek ve sen râzı olacaksın. 93/5

- O seni yetim bulup barındırmadı mı? 93/6

- Seni şaşırmış bulup yola iletmedi mi? 93/7

- Seni fakir bulup zengin etmedi mi? 93/8

- Öyleyse sakın yetimi ezme, 93/9

- Dilenciyi azarlama, 93/10

423
- Rabb’inin nimetini anlat. 93/11

Bu itibarla, peygamberin zırhını arpa karşılığı rehin verdiği


ve vefat ettiğinde zırhının rehinde olduğu konusundaki
rivayetleri uydurma olup aslı yoktur. Hem de rehin konusuna,
korunmayı sembolize eden zırhı konu etmeleri manidardır.

ARAZI VE ARSALAR HAKKINDA UYDURMUŞ


OLDUKLARI RIVAYETLERDEN ÖRNEKLER

618- İmam Mâlik anlatıyor: “Bana ulaştığına göre,


Abdurrahmân İbnu Avf radıyallahu anh bir tarlayı kiraladı.
Ölünceye kadar da arazi elinde kaldı. Oğlu dedi ki: “Ben, bu
araziyi uzun müddet babamın elinde kaldığı için bizim
malımız sanıyordum. Babam öleceği sırada tarlanın bize ait
olmadığını söyledi ve tarlanın kirasından ödenmesi gereken
bir miktar borcun altın veya gümüş olarak ödenmesini
emretti." (K.S. 5383 C.15 S.195 Akçağ, alıntısı: Muvatta,
Kirâu’l-Arz 4 (2,712))

619- Kays İbnu Müslim, Ebu Ca’fer’den naklen diyor ki:


“Medine’de muhacir aileden hiçbiri yoktur ki, üçte veya
dörtte bir pay ile ziraatçılık yapmasın. Hz. Ali, Sa’d İbnu
Mes’ud radıyallahu anhüm de bu çeşitten muzâra’a akdi
yapmışlardı. el-Kâsım (İbnu Muhammed) ve Urve’den de
benzer rivayet mevcuttur. Rivayette şu ziyade de var: “Ebu
Bekr ailesi, Hz. Ömer ailesi, Hz. Osman’ın ailesi, Ali ailesi
ve İbnu Sirin ailesi de." (K.S. 5384 C.15 S.195 Akçağ,
alıntısı: Buhari, Müzâra’a 8 (bab başlığı olarak
kaydedilmiştir))

620- .............. Abdullah ibn Umer (R): Rasûlullah (S),


Hayber arâzisini, orada çalışmaları ve ekincilik yapmaları ve
arâziden çıkacak mahsûlün yarısı onların olması şartı üzere,
Hayber Yahudileri’ne verdi, demiştir. (Buhâri, Kitâbu’ş-
Şurut Bab 5 C.6 S.2542 H.8 Ötüken.)

424
Görüldüğü gibi, arazilerin altın, gümüş ve ürün karşılığında
kiraya verilebileceğini tahdis ettiler. Buna rağmen şu şekilde
rivayetlerde bulundular:

621- Râfi’ İbnu Hadic radıyallahu anh anlatıyor: “Yanıma


Züheyr geldi ve bana: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
bize faydalı bir şeyi yasakladı" dedi. Ben:

“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm her ne söyledi ise,


mutlaka haktır!" dedim.

“Muhâkala’yı (tarla kiralamasını) nasıl yaptığımızı sordu.


Ben de:

“Biz onu, dörtte bir ve kuru hurma ve arpadan vasklarla


ücretlendiriyoruz" dedim, bunun üzerine (Aleyhissalâtu
vesselâm):

“Öyle yapmayın! Araziyi ya kendiniz ekin veya ektirin veya


(kimseye vermeyip) sahip olun!"buyurdular.”

Rafi der ki: “Ben de: “(Baş üstüne!) dinlemek ve itaat etmek
(borcumuzdur!)"dedim." (K.S. 5385 C.15 S.197 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Muzâra’a 18, 19: Müslim, Büyû’ 114,
(1548); Ebû Dâvud, Büyû 32,(3394); Nesâi, Müzâra’a 45,
(7,44,49))

Bu rivayette, arazilerin kiraya verilemeyeceğini, ancak boşta


olsa elde tutulabileceğini rivayet ettiler. Böylece kiraya
verilebileceği hususundaki rivayetleriyle çelişkiye düşmüş
oldular.

622- Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: “Bizden bazı


kimselerin ihtiyaçlarından fazla arazileri vardı. Onları: “Biz
arazimizi üçte bir veya dörtte bir veya yarıya kiraya verelim
dediler bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:

“Kimin arazisi varsa bizzat eksin veya kardeşine bağışlasın;


ne ücret mukabili versin ne de kiraya versin!"buyurdular."
425
(K.S. 5387 C.15 S.199 Akçağ, alıntıları: Buhâri, Müzâra’a
18, Hibe 35; Müslim, Büyû’92,(1536); Nesâi, Müzâra’a 45,
(7,36,38))

Bu rivayette ise, evvelki rivayetin aksine olarak fazla arazinin


elde boş olarak tutulamayacağını, bu şekilde fazla arazisi olan
kimse, araziyi bir ücret karşılığında ne satabilir, nede kiraya
verebilir, ancak kullanmadığı fazla araziyi bir kardeşine ki
burada herhangi bir mümin kastedilmektedir, bağışlamalıdır
diye tahdiste bulundular.

Bu itibarla, tahdis etmiş oldukları rivayetlerden, çelişkiler


nedeniyle kesin bir şekilde arazi hukukunun nasıl olması
gerektiği anlaşılamaz. Zira, arazi altın gümüş ve ürün
karşılığı kiraya verilebilir derken, bunun tam aksine hiçbir
ücret alınamaz, hibe edilmelidir demeleri bir çelişkidir. Hele
tahdis etmiş oldukları bazı rivayetlerde ürün karşılığında
tarlanın kiralanmasını ribaya (faize) benzetmişlerdir. Şöyle
ki:

623- Zeyd İbnu Sâbit radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm muhâbereyi yasakladı. Muhâbere,
tarlayı yarı, üçte bir veya dörtte karşılığında almaktır.“
(kiralamak). (K.S. 5389 C.15 S.200 Akçağ, alıntısı: Ebû
Dâvud, Büyû’34,(3407))

624- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Muhâbereyi terk etmeyen, Allah ve Resûlü ile savaş ilan


etsin." (K.S. 5390 C.15 S.200 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud,
Büyû’ 34, (3406))

625-... Râfi’ b. Hadic’ten rivayet edildiğine göre;

O bir araziyi ekmişti, tarlayı sularken kendisine Rasûlullah


(s.a.) uğrayıp:

“-Ekin kimin, tarla kimin?"diye sordu.


426
Râfi’:

- Tohumum ve emeğim karşılığında benim ekinim; yarısı


benim, yarısı da filan oğullarının, karşılığını verdi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):

“-Ribâ muamelesi yaptınız, araziyi sahibine ver, sen de


ücretini al" buyurdu. (Ebû Dâvûd, K.el-Büyû’ (22) Bab 31
C.12 S.463 H.3402 Şamil.)

Bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayetler bir birleriyle


çelişkilidirler. Arazi üzerinde yarıcılığın Ribâ olduğunu
tahdis etmelerine rağmen. Peygamberin, Hayber arazisini
yahudilere, yarıcılığa verdiğini tahdis etmeleri peygambere
saygısızlıktır.

626- İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Hz. Ömer


radıyallahu anh Hayber’de (ganimetten) bir arazi sahibi oldu.
(Bunu tasadduk etmesini emreden bir rüyayı üst üste üç gün
görmesi üzerine) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a
gelerek:

“Ey Allah’ın Resûlü! Ben Hayber’de bir tarlaya sahip oldum.


Şimdiye kadar yanımca böylesine değerli bir arazim hiç
olmadı. Bu tarla için bana ne emir buyurursunuz?"diye sordu.
Aleyhissalâtu vesselâm:

“Dilersen onun aslını (Allah için) hapset ve (gelirini)


tasadduk et!"buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ömer
radıyallahu anh araziyi tasadduk etti ve aslının
satılamayacağını ve satın alınamayacağını, vâris
olunamayacağını söyledi.

Râvi der ki: “Ömer bu araziyi fakirlere, akrabalara, kölelere,


Allah yolunda harcamalara ve yolculara bağışladı. -Bir
rivayette misafirlere de denmiştir.- Onun işlerini üzerine
alanın maruf üzere yemesinde veya bir dostuna yedirmesinde
bir beis yoktur ki, malı kendisine sermaye yapmasın ." (K.S.
427
5809 C.16 S.278-279 Akçağ, alıntıları: Buhari, Şurût 19,
Vesâya 28, İmân 33; Müslim, Vasiyyet 15, (1632); Ebû
Dâvud, Vesâya 13,(2878); Tirmizi, Ahkâm 36,(1375); Nesâi,
Ahbâs 1, (6,230); İbnu Mâce, Sadakât 4,(2396))

Bu rivayette, arazinin vakf edilebileceğini ve bunun iyi bir


şey olduğunu iddia etmişlerdir. Vakfı tanımlarken de,
vakfedilen herhangi bir iktisadi kıymetin, özellikle gayri
menkullerin, örneğin: Arazi, bahçe, dükkan ev v.s. Kıyamete
kadar alınıp satılamayacağını, ancak gelirlerinden istifade
edilebileceğini iddia etmişlerdir. Bu ise Kur’an’a
uymamaktadır. Zira, Allah alım satımı helal etmiştir.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin


kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların: “Alışveriş de faiz
gibidir."demelerinden ötürüdür. Oysa Allah, alışverişi helâl,
faizi haram kılmıştır. Kime Rabbi’nden bir öğüt gelir de (o
öğüte uyarak faizden) vazgeçerse, geçmişte olan
kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır (Allah’ın onu affetmesi
umulur). Kim tekrar (faize) dönerse onlar ateş halkıdır, orada
ebedi kalacaklardır. 2/275

Bu itibarla alışveriş durdurulamaz, hayır işlerine tahsis


edilmiş olan herhangi bir mal veya önceden alım satıma konu
olmuş bir gayrimenkul gerektiğinde hayır işlerine sarf
edilmek üzere alınıp satılabilir. Nasıl ki, şahıslar aleyhlerine
olmadan gerektiğinde fayda sağlamak için gayri menkullerini
satabiliyorlarsa vakıf malları da bundan değişik değildir.
Örneğin, farz edelim ki bir camiye ait kiraya verilen beş adet
dükkan veya bir bahçe olmuş olsun. Herhangi bir nedenle
cami yıkılacak olsa veya köklü bir şekilde tamir edilmesine
ihtiyaç olduğunda biri çıkıp diyebilirmi ki, dükkanları veya
bahçeyi satmayın, cami yıkık vaziyette kalsın desin de bu
önerisi doğru ve faydalı kabul edilsin. Hangi birimiz, evimiz
yıkıldığında, sahip olduğumuz bir bahçeyi satıp evimizi inşa
etmeyiz. Cami içinde durum bundan farklı değildir.
428
Satılamayacak olan caminin kendisidir, zira cami satışında
ibadete mani olma durumu vardır. Bundan dolayı, camilerin
muhafaza edilmesi ve içinde ibadet edilmeye uygun şekilde
muhafaza edilmesi esastır. Zira, Allah’ın mescitlerini yıkmak,
yok etmek ve içinde ibadet edilmesini engellemek büyük bir
zülümdür. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Allah’ın mescitlerinde, Allah’ın adının anılmasına engel


olan ve onların harâb olmasına çalışandan daha zâlim kim
vardır? Bunların oralara korka korka girmesi gerekir (başka
türlü girmeğe hakları yoktur.) bunlar için dünyâda rezillik,
âhirette de büyük azab vardır. 2/114

Diğer taraftan, fakirlere tahsis edilmiş bir gayrimenkul içinde,


satış gerektiğinde satış yapılabilir. Örneğin: Herhangi bir
kıtlık durumunda, insanların açlıktan çok zor duruma
düşmelerini seyredip vakıf malı elde tutmak mı doğrudur?
Yoksa satıp acilen ihtiyaçlarını karşılamak mı. Hangi birimiz
sahip olduğumuz bir gayri menkulü veya bir menkulü, çoluk
çocuğumuz açlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya iken satıp
ihtiyaçlarını karşılamayız veya onlara gerekli ilaçları
almayız?

Araziler konusunda, yukarıda vermiş olduğum örneklerde


görüldüğü gibi özet olarak şu iddialarda bulunmuşlardır.

a) Araziler, altın ve gümüş karşılığında kiraya verilebilir.


(Örnek 618)

b) Arazilerde yarıcılık yapılabilir. (Örnek 619-620)

c) Arazilerde yarıcılık yapılamaz, fakat arazi boş olarak elde


tutulabilir. (Örnek 621)

ç) Ekilmeye araziler elde boş olarak tutulmayıp ücretsiz


olarak bağışlanmalıdır. Bu şekildeki araziler, ne ücret
karşılığı satılabilir, nede kiraya verile bilir. (Örnek 622)

d) Yarıcılık ribadır (faizdir). (Örnek 623-624-625)


429
e) Arazi vakf edilebilir. (Örnek 626)

Bu örneklerin kendi aralarında çelişki ihtiva ettikleri açıktır.


Bir taraftan yarıcılık yapılabilir derken, diğer taraftan bunun
riba (faiz) olduğunun tahdis edilmesi izah edilebilir bir durum
değildir.

Arsa ve araziler mülkiyet bakımından değişik bir durum arz


etmektedirler. Mülkiyet bakımından, Hava, Deniz, Göl,
Akarsu, Orman ne ise Arsa, Arazi veya dağ olsun, toprağın
durumu da odur. Bunların üzerinde mülkiyet olarak ancak
kullanım hakkı vardır. Kullanım olayı bitmişse daha önce
kullanmış olan şahıs bunları ne satabilir ne kiraya verebilir
nede bağışlaya bilir. Ancak devlet denetiminde ihtiyacı olan
başka kimselerin istifadesine terk etmesi gerekir. Arazi veya
arsa üzerine bağ, bahçe veya konut yapılmışsa şahıs olarak
kişi ancak bağ, bahçe, konut v.s. nın sahibidir. Şahsi emek
verdiği bu şeylerin olayı devam ettiği müddetçe başkası bu
şahsın yapmış olduğu, örneğin: konutu üzerine konut, bahçesi
üzerine bahçe yapamaz, meğer ki kendisi izin vermiş olsun
veya istifadesine verilmiş olmasının başlangıcında kendisine
bu şartla verilmiş olsun, o zam yapılabilir. Toprak, dağ ve su
kaynaklarının tamamı yer altı ve yerüstü tabii servetler
enfaldir, bunların hepsi devlet mülkiyetinde olup ancak
devlet denetiminde kullanılabilir. Enfâl den kendisine
kullanım hakkı verilmiş olan kimseler, en fal üzerine bir
emek veya masraf yaparak tesis icra ettiklerinde, en fal
üstündeki tesislerini enfalden ayırmadan satma hakkına
sahiptir, örneğin bağ yapmışsa bağ halinde, bina yapmışsa
bina halinde v.s. satabilir. Zira bunlar enfâl den istifade de
emek ve masrafın zayi olmaması için gerekli olan
hususlardır. Satış durumunda aslında satılan arsa veya arazi
v.s. İle ilgili enfâl olmayıp, emek ve masraf yapılmış olan
bina veya bağ ve bahçenin ihtiva ettiği bitkiler ve araziyi
ıslah eden şeylerdir. Miras bırakmada da durum aynıdır.
Yani, enfâl devlete ait ve devletin tasarrufunda, emek ve
sermaye şahsa ait ve şahsın tasarrufundadır. Şahıs enfali

430
satamaz veya başkasına devir edemez, miras bırakamaz,
ancak enfal üzerinde ürettiği şeyler üzerinde tasarruf
yapabilir. Örneğin arsa her ne kadar enfal olup kendisinin
mülkiyetinde değil, devletin mülkiyetinde ise de, üzerine inşa
ettiği veya satın aldığı bir apartman dairesini enfalden
koparmadan satabilir, bağışlaya bilir veya miras bırakabilir.
Aksi takdirde zarara uğramış olacaktır. enfal üzerinde şahsın,
tesisi şeklinde hiçbir eseri kalmamışsa, ve kendisine devlet
tarafından verilmiş kullanım hakkını artık
değerlendirmeyecekse yani enfal öz şekli halinde ise artık
şahıs bunun üzerinde tasarruf yapamaz, tasarruf hakkı devlete
aittir. Bu duruma havayı örnek gösterecek olursak, şahıs
nefes aldığında ciğerlerine doldurmuş olduğu havayı
kullanım mülkiyeti hakkına sahiptir, saldığında da bu
kullanım hakkı ondan istifade eden başka kimseye ait olur.
Örneğin: Bir kimse denizde gemi yüzdürdüğünde kullanım
hakkı geminin işgal ettiği yerdir, gemisini çektiğinde diğer
bir kimse aynı şekilde istifade edebilir. Toprak ve arazide
bunun gibi düşünülmelidir. Toprak ve arazide bunun gibi
düşünülmelidir. Bu istifade hakkı devlet denetiminde olup,
devlet tarafından tüm vatanın istifadesine uygun şekilde
kullanılır. farz edelim ki, bir kimse bütün havayı bir seferde
çekip ciğerlerine doldurmuş olsun ve salmasın, bunun manası
Allah’ın takdiri hariç tüm insanların ölümü demektir. Bu
itibarla istifade hakkı kullanılırken diğer insanlarda
düşünülmelidir. Bu da keyfi olmayıp, İslam devlet başkanının
ve dolayısıyla şuranın da gözetimi altında olan bir husustur.
Bir kimse tüplere doldurduğu havayı satabilir fakat açık
havayı satamaz, inşa ettiği binayı veya bahçeyi bozmadan
satabilir, fakat üzerinde eseri olmayan ve istifadeden vaz
geçtiği tarla veya arsayı sahiplenip satamaz, karşılıksız terk
etmek zorundadır. Zira, enfalin kullanımını belirttiğim gibi
ancak devlet denetler.

Kendisinden istifade imkanı varken boş bırakılan her bir avuç


toprak hem ülke için, hem de kendisinden gelir sağlayacak
fertler için bir kayıptır. Ve toprak öyle bir olaydır ki, boş
431
bırakılmak suretiyle terk edilirse veya hor kullanılırsa,
kendisini hor kullananları veya boş bırakanları terk eder. Her
yıl erozyon suretiyle ülkeleri terk eden muazzam miktarda
güzel topraklar bunun örneğidir. Çoğu zaman toprağın
erozyona gitmesine halkın tembel olması yol açmıyor. Halk
çalışkan olmasına rağmen devletlerin bozuk ve yanlış toprak
politikaları erozyon suretiyle toprak tahribatının ana nedenini
teşkil eder. Örneğin: Halkın istifadesinden koparmak
suretiyle, toprağı, devlet arazisi, tapulu şahıs arazisi ve vakıf
arazisi şeklinde el konduğunda, toprağı işlemek bu üç grupla
sınırlı olmuş olmaktadır. Toprağı denetlemek, hatta devlet
başkanlığı makamına bağlı olarak asli şekilde sahiplenmek
devletin ana görevidir, fakat toprağı insanlardan ayırıp, onu
işlemelerine set çekmek devletin ana görevi değildir. Devlet,
fertlere toprağı işleme hürriyeti vermek suretiyle topraktan
elde edilebilecek azami faydanın elde edilmesine ortam
sağlamalıdır. Fayda kaybını önlemek için adaletli bir şekilde
denetim görevini yürütmelidir. Örneğin, tapulu şahıs
arazilerinde veya vakıf arazilerinde şu hususlar ortaya
çıkmaktadır. Toprak, tapuyu elinde bulunduranlar tarafından,
kendisini işleyecek olanlara ya kiraya verilmekte, yada
yarıcılık yapılmakta veya boş bırakılmaktadır. Kira veya
yarıcılık veya durumunda toprağı işleyenlere yük getirilmek
suretiyle ziraatta ilerlemeleri engellenmektedir. İnşaatlarda da
durum bundan farklı değildir, bazen arsa fiyatı üzerinde
yapılan inşaatın maliyetini aşmaktadır. Toprağın boş
bırakılması durumunda ise sağlanacak bütün fayda kökten
yok olduğu gibi, toprağın erozyona gitmesine sebep
olmaktadır. Hele toprağa vakıf diye kutsiyet atfedilmesi çok
ilginçtir. Çoğunlukla vakıf diye telakkileri uydurdukları
rivayetleri de aşarak, Allah için hayra tahsis edilmiş bir
toprak parçası olmayıp, direk şahsa, örneğin, bir şeyhe
vakfetme şeklindedir. Hal bu ki, şahsa verilen herhangi bir
şey kendi öğretilerinde dahi vakıf olmayıp hediyedir. Bu tür
araziler dahi alınıp satılamaz mallar kapsamında
değerlendirilmektedir. Ve bu araziler çoğunlukla el
sürülemez kutsal araziler olarak asırlarca boş bırakılmaktadır.
432
Demin bahsettiğim gibi, enfal malları devlet dışında şahıslar
aslen sahiplenemeyeceği için, enfal malları şahısların
vakfetmesi de söz konusu değildir. Kişiler enfal malların
değil, üzerinde gerek sermaye olarak, gerekse emek olarak
çalışma yaptıkları şeylerin sahibidirler.

Özetleyecek olursam insan ancak çalışması üzerinde hak


iddia edebilir. Emek vermediği su, hava, maden ve toprak
üzerinde alıp satmak üzere ferdi hak iddia edemez. Bunların
asılları Allah’a ait ve Devlet İdaresi dahilinde; İslam Devlet
sisteminin bir parçası olarak mülkiyeti muhafaza etmek üzere
devlet başkanına aittir. Eğer enfâl üzerinde müsaade almış
şahısların çalışmaya dayalı eserleri varsa, bu eserlerden
dolayı, eserin satılmasıyla kullanım hakkı başkasına
devredilebilir, emek eseri bitmişse alınıp satılamazlar. İhtiyaç
sahiplerine, devlet başkanlığınca ücretsiz olarak istifade
edilmek üzere verilir.

Bu hususta Kur’an’dan örnek verecek olursak, mealen:

- Sana “Enfâl" hakkında sormaktadırlar. De ki: “Enfâl”,


Allah’a ve Resûlüne âittir. Allah’tan sakının ve aranızı
düzeltin. Eğer mümin kişiler iseniz, Allah’a ve Resûlüne itaat
edin. 8/1

“Enfâl" hiçbir şekilde, insan emeğiyle birleşmemiş ve


Allah’ın kullarına emekleri dışında açıktan vermiş olduğu
mallardır. Bunlar, dağlar, ovalar, meralar, arsalar, araziler,
hava su, madenler ve bunlar gibi olan şeylerin tümüdür.
Resûlullah’ın bunları sahiplenmesi gibi, İslam devlet
başkanları bunları sahiplenirler, fakat bu sahiplenme
kullanımlarını halka yasaklayan bir sahiplenme değildir.
Mülk olarak fertlerin sahiplenip, kendi aralarında alıp
satmalarını engelleyen bir sahiplenmedir. Halk bunlar
üzerindeki emeklerinin sahibidirler. Eğer kullanmayacaklarsa
ve üzerinde emeğe dayalı eserleri de yoksa bunları alıp
satamazlar, boş bırakamazlar, başkalarına ne vakıf nede hibe
edemezler. Hatta üzerlerindeki emeklerine dayalı haklarını
433
satmayıp terk etmişlerse, başkaları bunları sahiplenip
kullanabilir. Kimi yazarlar Enfâl’i harp ganimeti olarak izah
etmişlerdir. Halbuki harp ganimetlerinin hususiyeti ve
bölüşümü ayrıdır. Harp ganimetleri savaş meydanında elde
edilen, parasal şeyler, aletler v.s. gibi menfaatlerdir.

Kur’an’dan mealen:

- Şunu bilin ki, eğer Allah’a ve (hak ile bâtılın) ayrıldığı gün,
iki topluluğun karşılaştığı (Bedir) günü kulumuza
indirdiğimiz (âyetler)e iman etmişseniz, (savaşta) ganimet
olarak aldığınız bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah’a,
Resûlüne, hısımlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara âittir.
Allah her şeye kadirdir. 8/41

Ganimetlerde, ganimetlerin beşte biri, Allah’a, Resûlüne,


hısımlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara âittir. Halbuki,
“Enfâl" de, Enfâl’in tamamı, Allah’a ve Resûlüne aittir. İsim
olarak ta, enfâl ve ganimet ayrı tanımlanmışlardır, ikisi aynı
şey değildir.

Kullanım hakkı ve istifade ile ilgili olarak, Kur’an’dan


mealen:

- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra


göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi
bilir. 2/29

- (Allah), yeri mahlûkat (yaratıklar) için koymuştur. 55/10

- Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin


omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin.
Dönüş ancak O’nadır. 67/15

- Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: “Yeryüzünü iyi


kullarım vâris olacaktır" diye yazmıştık. 21/105

- İşte bunda, (bize) kulluk eden bir kavim için bir mesâj
vardır. 21/106
434
İşte, yeryüzünün enfâl ile ilgili kısmının mirası tek tek
şahıslara mal edilmek üzere bölüştürülmeyip, toplum mirası
olarak tüm toplumda kullanmaları gerekli olanlara ücretsiz
kullanılmak üzere, mülkiyeti Allah’a ve Peygambere aittir.
Böylece mülkiyetin toplumdaki şahıslara geçmesi önlenmiş
olmaktadır. Peygamber, Allah’ın razı olacağı şekilde, yani,
Kur’an’a dayalı olarak, adaletle mülkü idare eder. Peygamber
olmadığı çağlarda, İslam devlet başkanları bu görevi
yüklenir. Fakat devlet başkanları kendi başlarına, müminlere
danışmadan iş yapmazlar. Zira devlet işleri yürütülürken,
İslam idare sisteminde, Peygamber zamanında olsun veya
diğer zamanlarda olsun İslam devlet başkanının Şûrâ ile
müşaverede yani danışmada bulunması esastır. Herhangi bir
şeyde ihtilafa düşülmesi halinde hüküm vermek Allah’a
mahsustur, dolayısıyla Allah’ın kitabı Kur’an esastır,
Kur’an’a aykırı hiçbir işlem, İslami bir işlem olarak kabul
edilemez. Peygamberler din tebliği hususunda masumdurlar
yani Allah tarafından yanlış tebliğ yapmaktan
korunmuşlardır. Tebliğ ettikleri vahyin kendisidir. onların
dışında olan bizler ise bu vahye göre dinimizi öğrenir ve
öğretiriz, bizler hatadan korunmuş olmadığımızdan
öğrettiklerimizin Kur’an’a uygun olup olmadığı veya hata
yapıp yapmadığımız Kur’an ölçüsüne göre dikkate
alınmalıdır. Hem kendi söylediklerimizde, hem de
başkalarının din olarak bize söylediklerinde Kur’an ölçüsü
esastır. Kur’an ölçüsü, eksiklik ihtiva etmediği gibi, gizli
öğreti yani batini manalara dayalı olmayıp, tam, açık ve kesin
manalara dayalıdır, ayrıca bu öğreti hiçbir şahsın veya
zümrenin tekelinde de değildir. Ve unutulmamalıdır ki dini
ancak ve ancak Allah koyar ve din olarak Allah ne indirmişse
Kur’an içerisinde noksansız mevcuttur.

Kur’an’dan mealen:

- Elif lâm râ. Bunlar apaçık Kitâb’ın âyetleridir. 12/1

435
- Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki anlayasınız.
12/2

- Andolsun biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misâli türlü


biçimlerde anlattık. Ama insan, tartışmaya her şeyden daha
çok düşkündür. 18/54

- Şüphesiz ki Kur’an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda


bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat
olduğunu müjdeler. 19/9

- Biz bu Kitâbı sana hak ile indirdik, öyleyse sen de dini


yalnız kendisine hâlis kılarak Allah’a kulluk et. 39/2

- De ki: “Bana, dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibadet


etmem emredildi." 39/11

- “Ve bana müslümanların ilki olmam emredildi." 39/12

- “De ki: “Ben Rabb’ime isyan edersem büyük bir günün


azâbından korkarım." 39/13

- De ki: “Ben dinimi yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibadet


ediyorum." 39/14

- Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve


yerde olanların hepsi, ister istemez, O’na teslim olmuştur ve
O’na döndürülüp götürüleceklerdir. 3/83

Şura konusunda Kur’an’dan mealen:

- Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki: sen onlara yumuşak


davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın,çevrenden dağılır,
giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların) dan geç, onlar için
mağfiret dile. (Umuma ait) işler hakkında onlara danış, bir
kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan; çünkü Allah
kendisine dayanıp güvenenleri sever. 3/159

436
- (Cennetlikler) Rab’lerinin çağrısına gelirler, namazı kılarlar.
İşleri aralarında danışma, (şûrâ) iledir. Kendilerine
verdiğimiz rızıktan (hayır için) harcarlar. 42/38

İhtilaf olması halinde ihtilafların hallinde, Allah’ın Kitabı


esastır. Kur’an’dan mealen:

- Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek,


Allah’a âittir. İşte Rabb’im Allah budur. O’na dayandım,
O’na yöneldim. 42/10

İnsanın hak talebi konusunda ise, Kur’an’dan mealen:

İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39

Ayetini göstere biliriz, yukarıda meali yazılı bu ayet, hem


dünyada hem de ahirette insanın hak talebi konusunda esastır.
İnsan çalışmak suretiyle ne üretmişse esas itibarıyla
kendisinin olanda odur.

Bundan dolayı enfâl kullanım hakkı dışında sahiplenemez,


dolayısıyla İslam dininde başkalarının çalışması üzerine
kurulu olarak, ne toprak ağalığı, ne yarıcılık, ne arsa
parsellemeciliğiyle satış yapıp menfaat sağlamak, ne bağış ve
vakfetme, nede tabii servetleri malvarlığına katarak kökten
sahiplenme vardır, ayrıca enfâl ne bağışlanabilir nede
vakfedilebilir, bütün bu gibi işlemler İslam dinine göre
geçersizdir. Zira enfâl devlet denetiminde, devlet başkanının
tasarrufu altında bütün vatandaşların ortak kullanımı ve
istifadesi içindir.

Ayrıca, müslüman kimseler, kendilerine ait olan mal


varlıklarından hayır işlerine sarf edebilirler bunda ihtilaf
yoktur, ancak satılamaz kaydıyla şartlı bağışta bulunamazlar,
bağışladıkları andan itibaren, bağışlanan şey bağışı alanın
mal varlığına geçer, bağışlayanın hiçbir ilgisi kalmaz, aksi
takdirde bağışlanan değerlerin ekonomik kullanımına set
çekilmiş olur. Bağışlayanın ne ticareti engellemeye hakkı

437
vardır, nede koyduğu şartlarla, bağışladığı şeyde azami
ekonomik fayda sağlanmasını engellemeye hakkı vardır. Bu
itibarla şartlı bağış olarak telakki ettikleri vakıf olayı İslam
dininde yoktur.

Ekonomik değerlerin zayi edilmesi ve onlardan gelecek


faydanın engellenmesi, İslam dininde kabul edilemez.
Örneğin terk edilmiş şahıs malları zayi edilmeyerek
başkalarının istifade etmesine serbest bırakılmıştır.
Kur’an’dan mealen:

- Oturulmayan, fakat onlarda sizin için fayda olan evlere


girmenizde size bir günah yoktur. Allah sizin açıkladığınızı
da gizlediğinizi de çok iyi bilir. 24/29

Kendisinden ihtiyaç olunan bir fayda sağlanabilecekken terk


edilmesine rağmen istifade edilmesi engellenen bir imkan
israf edilmiş demektir. Bundan dolayı da işlenebilecekken
toprakta boş bırakılamayacağı gibi, sahiplerince terk edilmiş
ekonomik değerlerden Müslümanlar serbestçe istifade
edebilirler. Zira İslam dininde israfa yer yoktur. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Akraba hakkını, yoksul hakkını, yolcu hakkını ver. Sakın


saçıp savurarak bozgunculuk etme. 17/26

- Çünkü israf edenler şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise,


Rabbi ne karşı nankördür. 1/27

Rivayetlerden örnekler vermeye devam edecek olursam:

627- Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın muhacir


ashabından bir adamın anlattığına göre, Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurdular:

“Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş." (K.S.


5182 C.14 S.516 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Büyû’ 62,
(3477))

438
Bu rivayete göre, müslümanlar suları, meraları ve ateşi ortak
olarak kullanırlar, diğer bir ifadeyle bunlar müslümanların
ortak mallarıdırlar. Kişiler bunları şahsi mülkiyetlerine
alamazlar.

628- Esmer İbnu Mudarris radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

“Bir müslümanın henüz ulaşamadığı (ot, odun, su (toprak)


gibi bir şeye önce ulaşan kimse ona sahip olur."bunun üzerine
halk çıkıp (mubah şeyleri sahiplenmek maksadıyla)
birbirleriyle hızlıca (sınır) işaretleme yarışına girdiler." (K.S.
5183 C.14 S.517 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, İmâret 36,
(3071))

Burada, su, mera, toprak, arazi v.s. üzerinde ferdi mülkiyeti


kabul etmeleri evvelki rivayetleriyle çelişkilidir.

Daha öncede belirttiğim gibi, İslam toplumunu zayıf


düşürmek için fakirliği övücü birçok hadis uydurmuşlardır.
Bununla da yetinmeyerek İslam toplumunu iktisaden
çökertmek için o günkü ekonominin temellerinden olan,
ticareti, deve yetiştiriciliğini, ziraatı, inşaat işlerini ve hatta
fertlerin hür olmalarını kötüleyici veya düşük gösterici
rivayetler uydurmuşlardır. Şöyle ki:

629- Resûlullah’a atfen: “Samimi olan memlûk köle için iki


ecir vardır."buyurdular. Ebû Hureyre’nin nefsi yed-i
kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda
cihâd, hac ve anneme iyi muamele (emri) olmasa memlûk
(köle) olduğum halde ölmek isterdim.

Said b. El-Müseyyeb: “duyduğumuza göre Ebû Hureyre,


annesinin sohbetinde bulunduğu için ölünceye kadar hacc
etmemiştir."demiştir. (Müslim’in Rivayetleri, Sönmez
Neşriyat Cilt 8 44/267 )

439
Bu rivayette dediklerine göre köle olmak sevinilecek ve arzu
edilecek bir şeydir. Ayrıca anneyle sohbet gibi, bir
gerekçeyle Hacca karşı çıkmaları İslam dininde Kur’an’ı
reddetme ve Allah’a şirk koşma demektir. Ebû Hureyre diye
uydurdukları hayali kimse, Allah’ın hacc konusunda koyduğu
farzı hiçe sayarak, annesini İlâh mı edinmişti. Dediklerinden,
kelimenin tam manasıyla anlaşılan budur.

630- Ebu Hüreyre’den naklen:Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm) buyurdular: “Allah’ın en çok sevdiği yerler
mescitlerdir. Allah’ın en ziyade nefret ettiği yerler de çarşı ve
Pazarlardır." (K.S. 211 C.3 S.21 Akçağ, alıntısı: Müslim,
Mesâcid 288, (671))

Bu rivayette Müslümanları çarşı Pazardan soğutup


uzaklaştırmak amaçlanmıştır. Çarşı Pazarı güçlü olmayan bir
toplum mahvolmaya aday bir toplumdur. Zira sanayi ile ve
diğer üretim araçlarının gelişmesi için, üretilen malların iyi
bir şekilde Pazarlanması şarttır, bütün üretim aşamaları
Pazarlamadan gelen gelirle beslenirler, bu gelir kesildiği anda
üreticilerin toplum için verimli üretim yapmaları imkansız
hale gelir ve yok olurlar, üretim yapmayan ve bu üretimini
Pazarlayamayan bir toplum ayakta kalamaz.

631- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Nafaka için
harcananın hepsi Allah yolunda harcanmış gibidir, bina için
harcanan müstesna, bunda hayır yoktur”. (K.S.404 C.3 S.176
Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Kıyamet 41, (2484))

632- Kays İbnu Ebi Hâzm (radıyallahu anh) anlatıyor.............


Habbâb’ı kendisine ait bir duvarı inşâ ederken görmüştük de
şöyle buyurmuştu: “Müslüman harcadığı her şey için sevâba
erer, ancak şu inşaat işi hâriç”. (K.S. 403 C.3 S.175 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Mardâ 19, Da’avât 30, Rikâk 7, Temenni 6;
Müslim, Zikr 12,(2681); Nesâi, Cenâiz 2, (4,3-4))

440
Bu rivayetlerde müslümanlar bina yapmaktan soğutulmak
istenmiştir. İnsan başarısının en önemli temellerinde bir
tanesi rahat yaşam ortamı ve yaşama kalitesidir. İyi bir
barınak, iyi bir giyim ve kaliteli bir yiyecek insan çalışmasını
destekleyen en önemli şeylerdendir. Buna sağlam bir akıl ve
sağlam bir bünye ve doğru bir düzen eklendiğinde insan
başarısı büyük bir desteğe sahip olmuş olur. Tıpkı iyi bir
bitkinin kendisine uygun bir toprak ve iklimde gürleştiği gibi
insan başarısı da gürleşir. Rivayet uydurmacıları insana fayda
veren bütün bu olanakları İslam toplumundan yok etmek için
çaba harcamışlardır. Arap coğrafyasında o tarihte ekonominin
ve hayvansal gıdanın temelinde olan Deveye şeytan demek
suretiyle kötülemeye giriştikleri gibi, ziraatı de kötülemekten
çekinmemişlerdir, şöyle ki:

633- Ebu Ümame radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’ın saban ve diğer bir ziraat aleti
görünce: “bunun girdiği bir eve, Allah mutlaka zillet (hor
görülme, alçalma) de sokar!"dediğini işittim." (K.S. 5953
C.16 S.423 Akçağ, alıntısı: Buhari, Hars 2.)

Ziraatın yapılmadığı memleketlerde, toplum olarak


beslenmek nasıl mümkün olur. Ziraat zillet değil, zenginlik
ve refah sebebidir.

Bina yapmaya, hayvan beslemeye ve ziraata karşı çıktılar, bir


toplum bunları yapmasa daha ne kalır ki? Aslında bunların bu
gibi sözleri rivayet uydurmacılığının da ötesinde birer
hezeyandır.

634- Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Koyun ağıllarında
namaz kılın. Zira koyunlar mübarek (hayvanlar)dır. Deve
damlarında namaz kılmayın, zira onlar şeytanlardır." (K.S.
2696 C.8 S.536 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Salât 25,(493))

Bu rivayetlerinde Deveye şeytan deyip, koyunu övmeleri


koyun üreticiliğini teşvik için değildir, çöl ortamında
441
yetiştirilmesi kolay olan deveden vaz geçirip, o ortamda zor
yetiştirile bilen koyun yetiştiriciliğine teşvik içindir. Bu
kutupta yaşayan bir eskimoya ren geyiği şeytandır, deve
mübarek hayvandır onu yetiştir demeye benzer.

634/A-. ... Abdullah b. Amr (r.a.) Rasûlullah (s.a.) şöyle


buyurdu, demiştir:

“-Hacca gidecek veya umre yapacak olan kimse ile Allah


yolunda savaşacak olan kimsenin dışında hiçbir kimse deniz
nakliyat araçlarına binemez. Çünkü denizin altında ateş,
ateşin altıda da deniz vardır. (Ebû Dâvûd, K.el-Cihâd (15),
Bâb 9 C.9 S.458-459 H.2489 Şamil.)

Burada da, denizden gemicilik yoluyla sağlanabilecek bütün


ekonomik faydalar engellenmek istenmiştir. Gerekçe de,
denizin altında ateş varmışta, ateşin altın da deniz varmış
gibi, ipe sapa gelmez sözlerle. Halbuki, Allah Kur’an’da
denizden istifade etmemizin, O’na şükretmemiz gereken iyi
bir şey olduğunu bildirmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- O, denizi de (hizmetinize) râm etti ki ondan taptaze et


yiyesiniz ve ondan giyeceğiniz süsler çıkarasınız. Görüyorsun
ki gemiler, denizi yara yara akıp gitmektedir. (Bütün bunlar)
Allah’ın lûtfunu aramanız ve O’na şükretmeniz içindir. 16/14

- Allah’tır denizi size boyun eğdirdi, tâ ki gemiler onun


içinde emri ile akıp gitsin ki, siz O’nun kereminden
(nasibinizi) arayasınız da şükredesiniz. 45/12

635-... İbn Abbas (r.anhüma)’dan şöyle rivayet edilmiştir: Bir


adam on dinar alacaklı olduğu borçlusunun peşine takılıp:

- Vallahi borcunu ödeyinceye veya bir kefil getirinceye kadar


senden ayrılmam dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) o
paraya kefil oldu.

Borçlu, Rasûlullah’ın va’d ettiği zamanda geldi.

442
Rasûlullah (s.a) adama:

“- Bu altını nereden buldun?"diye sordu. Adam:

- Madenden dedi.

Rasûlullah (s.a.):

“-Bizim ona ihtiyacımız yok, bunda hayır da yok."buyurup,


borçlunu yerine borcunu ödedi. (Ebû Dâvud, H. 3328 C.12
S.319-320 K.el-büyû’(22) Bab 2 Şamil, ayrıca İbn Mâce,
sadaka 9.)

Burada da, müslümanların maden işlemeleri engellenmek


istenmiştir. Öyle ki, adam madenden çıkardığı altınla borcunu
dahi ödeyemez diye rivayette bulunmuşlardır. Peygamberin
ödediğini iddia ettikleri altınlar da madenden çıkarılmış
altından değil de, ağaçta yetişmiş altın mıdır ki, peygamberin
ödediği oluyor da, adamın ödediği maden gerekçesiyle
olmuyor?

Görüldüğü gibi, o dönemde hatta bu dönemde akla


gelebilecek en temel ekonomik uğraşlar kötülenerek
müslümanların bunlardan uzaklaştırılmaları amaçlanmıştır.

FAİZ VE ALIM-SATIM KONUSUNDA UYDURMUŞ


OLDUKLARI RIVAYETLERDEN ÖRNEKLER
VERECEK OLURSAM, ŞÖYLE KI:

Faiz, insanlık tarihinde gerek fertleri ve gerekse toplumları


sömürmenin en büyük araçlarından biri olmuştur. Bu öyle
büyük bir felakettir ki, fertleri ekonomik olarak mahvettiği
gibi, Ülke maliyeleri dahi faiz tuzağına yakalandıklarında
büyük darbeler almakta ve çoğunlukla çökmektedirler.
Çökmedikleri süre içerisinde de, ekonomik hürriyetlerini ve
dolayısıyla refahlarını kaybettiklerinden görüntü itibariyle
hür fakat aslında köleleşmiş olarak yaşamlarını sürdürürler.
Bir kimse sahip olduğu kölesinden maddi fayda
sağlayabilmek için bir çok masraf yapmak zorunda olduğu
443
gibi, hastalıkta ve yaşlılıkta da kölesi için katlanması gereken
giderleri vardır. Ekonomik köleler için ise böyle bir yük
yoktur, onlar sıfır masrafla kendi elleriyle kendilerini
sömürtürler, faiz nedeniyle maddi güçlerini tükettiklerinden,
ekonomik efendilerine karşı koyacak direnme güçleri de
tükenmektedir. Ekonomik efendileri onlardan haksız yere
hedeflediği alacağını alabilmek için, en ufak itirazlarında
dahi onları nankörlükle suçlar, bunalıma sokup güçlerini
tüketmek için de yaptıkları en doğru davranışlarını kötüler.

Bu korkunç olay Kur’an’da şiddetle yasaklanmıştır. Bu


hususta Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler, Allah’tan korkun, eğer inanıyorsanız


faizden (henüz almayıp) geri kalan kısmı bırakın (almayın).
2/278

- Eğer yapmassanız, Allah ve Resûlü ile savaşa girdiğinizi


bilin. Eğer tevbe edip dönüş yaparsanız ana malınız sizindir.
Böylece ne zulmedersiniz ne de zulmedilirsiniz. 2/279

- Allah, faizi mahveder, sadakaları artırır. Allah, hiçbir


günahkar kafiri sevmez. 2/276

Görüldüğü gibi, faiz yiyenler, Allah ve Peygambere savaş


ilan eden ve Mümin olmayan kafirler olarak
tanımlanmışlardır. Eğer müminseniz faiz almayın denmesinin
manası, faiz alıyorsanız Mümin değilsiniz manasındadır. Bu
konuda imanlı olmanın şartı, tevbe edip faiz almamaktır. Bu
şekilde tevbe edenler ana malları (faize verdikleri ana
sermayeleri,) kendilerine aittir.

Faiz bir zulüm canavarı gibidir, onun ana gıdası fakirlerin,


zavallıların, zayıfların sefalet ve gözyaşlarıdır. Hiçbir surette
faizle mal almayan kimseler dahi, faizin fiyatlara yansıtılması
suretiyle ödeyici duruma düşmektedirler. O öyle bir felakettir
ki, fakirin almış olduğu kuru ekmeğin fiyatı içine dahi
sinebilmektedir. Hal böyle olunca, peki faiz nedir? Hangi

444
işlemler faiz olarak tanımlanır. İnsanlar genelde faizi
başkalarına verilen bir paranın bir süre sonra daha fazla
olarak geri alınması şeklinde tanımlamışlardır. halbuki durum
hiçte öyle değildir, Kur’an’da tek başına para değil, Mallar
konu edilmiştir. Bu da, parayla birlikte sahip olunan her çeşit
iktisadi kıymeti, yani ana sermayeyi kapsamaktadır. Bu na
göre birisine 100 lira verip belli bir süre sonra 150 lira
almayla, bir çuval buğday verip aynı kalitede bir buçuk çuval
alma arasında fark yoktur. Parasal değer olarak ifade edecek
olursak, yüz lira değerinde buğday verip bir müddet sonra
aynı kalite veya değişik kalitede yüz elli liralık buğday alma
arsında fark yok manasındadır. Bunun malların
kiralanmasından farkı, kiralanan mallar, örneğin: bir vasıtada
yer kiraladığımızda hem vasıtada yolculuk hizmeti elde
edilmekte hem de vasıta yıpranmaktadır. Bir ev
kiraladığımızda hem evi yıpratmakta hem de ikamet hizmeti
elde etmekteyiz bu gibi olaylarda kira kiralanan malı
yıpratmanın ve hizmet elde etmenin karşılığıdır. halbuki
faizle verilen paralar ve diğer maddi değerlerde yıpranma ve
hizmet üretimi söz konusu değildir. Zira bu olay bir otobüste
yolculuk için bilet alma olayından çok farklıdır. Faiz olayında
ise, faize verilen şey üzerinden alınan faiz, sadece veriliş
süresi dikkate alınarak hesaplanıp alınmaktadır. Böylece faiz
faize verilen şey vasıtasıyla bir zaman satışı olayı olmuş
olmaktadır. İslam dininde ise zaman alınıp satılan bir değer
değildir. Ayrıca faiz ticari kâr’a da benzememektedir. Alış-
Verişte insanların yararını bir hizmet söz konusu olduğu gibi,
zarar edebilme riski de mevcuttur. zaman satışı da söz konusu
değildir. Bundan dolayı bu olaylar faiz olayından çok
farklıdır. Faiz: Bir iktisadi kıymetin el değiştirmesi nedeniyle
aynı kıymette ve artık bir değerle birlikte geri alınması
şartıyla bir zaman satışı olayıdır. Alış-Verişlerde satış fiyatı=
maliyet art Kâr veya Zarar şeklinde teşekkül etmesine
rağmen. Faiz işlemi olayında fiyat, Mâl artı zaman satışı
şeklinde teşekkül etmektedir. Zira zaman süresi arttıkça
faizde artmaktadır ve ana malın hiçbir surette evsaf değeri
eksilmemektedir.
445
Rivayetleri ele alarak konuyu işlediğimde aynı manada olmak
üzere faiz kelimesini kullanmayıp “Ribâ" kelimesini
kullanacağım.

636-.............. Ebû Said el-Hudri (R) şöyle demiştir: (Bir


kerresinde) Bilâl Peygamber’e berni denilen en iyi cins
hurma getirdi. Peygamber, Bilâl’e:

- Bu hurma neredendir?"dedi.

Bilâl:

- Yanımızda ergin nevi’den hurma vardı. Ondan iki sâ’


ölçeğini bunun bir sâ’ ölçeği ile değiştirdim. Bunu
Peygamber’e yedirmek için yaptım dedi, dedi.

Bunun üzerine Peygamber (S):

- “Eyvah, eyvah! Bu ribânın kendisidir; sakın böyle yapma!..


Fakat iyi hurma satın almak istediğinde âdi hurmayı ayrıca
sat, sonra parası ile bu iyi hurmayı satın al" buyurdu. (Buhâri
Kitâbu’l-Vekâle C.5 S.2143-2144 H.12 Ötüken.)

Bu rivayette trampa ribâ olarak tanımlanmıştır. halbuki peşin


trampalarda zaman satışı unsuru olmadığından bu işlem
kesinlikle ribâ olarak tanımlanamaz. Bu itibarla bu rivayetin
aslı olmadığı gibi, bu rivayetle ters düşen şu rivayeti de tahdis
etmişlerdir.

637-............ Amr ibnu Dinâr bu hadisi ez-Zuhri’den; o da


Mâlik ibn Evs’ten tahdis ediyordu. Bu Mâlik ibn Evs bir
sahâbi meclisine gelip:

- Yanında (dinârları dirhemle) bozabilecek kimse var mı?


Diye sordu.

Cennetle müjdelenenlerden olan Talha (R):

446
- Ben varım. Bizim hazinecimiz Gâbe ormanından gelince
paranı bozayım, dedi.

Râvi Sufyân ibn Uyeyne: Bu hadis bizim ez-Zuhri’den


ezberlediğimiz hadistir ki, içinde hiçbir kelime ziyâde yoktur,
demiş (ve böylece hadisin kuvvet ve katiliğini temin
etmiş)tir. Ez-Zuhri şöyle dedi: Bana Mâlik ibn Evs haber
verdi ki, kendisi Umer ibnu’l-Hattâb’dan işitmiştir. Umer
ibnu’l-Hattâb (R), Rasûlullah (S)’ın şöyle buyurduğunu haber
veriyordu:

“Altını altın ile satma ve değiştirme ribâdır, Ancak iki tarafın


bir birine ‘Ha al, ha ver’ diyerek, elden ele peşin verip almış
olmaları hâli müstesnâdır. Buğdayı buğdayla tebdil
(değiştirme)de ribâdır. Ancak iki tarafın birbirine ‘Ha al, ha
ver’ diye peşin alıp vermeleri müstesnâdır. Hurmayı hurma
ile satmak da ribâdır. Ancak ‘Ha al, ha ver’ denilmesi hâli
müstesnâdır. Arpayı arpa ile satmak da ribâdır; ancak ‘Ha al,
ha ver’ denilmesi müstesnâdır”. (Buhâri, Kitâb’l-Buyû C.4
S.1969 H.84 Ötüken.

Böylece iki rivayetin çelişkili oldukları açıktır.

638-..................... İbn Abbâs (R) şöyle demiştir: Peygamber


(S) Medine’ye geldiğinde, Medineliler selem sûretiyle iki
sene ve üç sene vadeli hurma alışverişi yapıyorlardı.
Peygamber: “Kim herhangi bir şeyde selef sûretiyle alışveriş
yaparsa bilinen ölçekte, bilinen tartıda olarak bilinen bir
müddete değin akdetsin" buyurdu.

Bize Ali ibnu Abdillah tahdis edip şöyle dedi: Bize supyan
ibn Uyeyne tahdis edip şöyle dedi: Bana İbnu Ebi Necih:
“Bilinen bir ölçekte, bilinen bir müddete kadar olarak yapsın"
buyurdu, diye tahdis etti. (Buhâri, Kitâbu’s-Selem C.5 S.2073
H.2 Bab 2 Ötüken )

Bu tür rivayetlerde selem yani para peşin, mal sonra teslim


edilmek üzere yapılan alışverişin, miktar ve süre’nin belli

447
olması halinde meşru olduğunu tahdis etmişlerdir. Bir kimse
peşin para vererek ileride teslim almak üzere mal siparişi
verebilir. Fakat bu alışverişin meşru olması için verilen peşin
paranın verildiği günde talep edilen malın o günkü peşin
piyasa fiyatı ayarında olması gerekir. Örneğin:Bir araba
siparişi verildiğinde, sipariş verildiği gün araba fiyatı 100
liraysa ve geç teslime rağmen yine peşin olarak 100 lira
verilmişse alım satım meşrudur. Fakat 100 lira yerine mal geç
teslim alınacak diye daha düşük bir bedel, örneğin 75 lira
verildiğinde, paranın peşin verilmesi dolayısıyla 25 lira
karşılığı geç teslimi temsil eden zaman dilimi satılmış
demektir. Zaman satışı söz konusu olduğundan yapılan işlem
ribâ olayıdır.

639-... Ebû Hüreyre (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.)’ın (şöyle)


buyurduğu rivayet edilmiştir:

“-Bir satış içinde iki satış yapan kişiye ya daha ucuz olanı
veya ribâ vardır." (Ebû Dâvud, K.el-İcâra (22) C.12 S.549
H.3461 Şamil)

Bu rivayet vadeli mal satışıyla ilgilidir. Yani bu olayda malın


teslimi peşin, bedeli sonra tahsil edilen satıştır. Bir kimse
malını sattığında, peşin fiyatı 100 lira, vadeli fiyatını ise,
örneğin 3 ay sonra parayı alacaksa 150 lira derse, bu kimse 3
aylık zaman süresini 50 lira mukabilinde satmış demektir.
daha önce belirttiğim gibi, bir satışa ilişkin olarak zaman
satışı yapılırsa yani zaman üzerinden farklı fiyat alınırsa bu
işlem ribâ olayıdır. riba olayının meydana gelmemesi için
satıcı şahsın vadeli satışta da peşin olan 100 lirayı kabul
etmesi gerekir. İslam dininde vadeli satış yasak değildir, fakat
vade süresine fiyat koyup zamanı satmak yasaktır.

Enflâsyonist düzenlerde paranın kıymeti sürekli düşüş


göstermesi dolayısıyla satıcının da zarar görmemesi için bu
ortamda işlem yapan satıcılar, vadeli sattıkları malın peşin
fiyatını altın veya gümüş rayicine göre tespit edebilirler. Yani
bir malın peşin fiyatı 100 liraysa ve bu beş gram altına denk
448
geliyorsa o malın peşin fiyatı beş gram altın olmuş olur. Beş
gram altını aşmamak şartıyla istediği kadar vade yapabilir,
fakat vadeli satıyorum diye beş gram yerine altı gram altına
denk gelecek tutarda para alırsa, bir gramlık altın farkı
ribâdır. Zira bu fark malla ilişkili olarak zaman satışını temsil
etmektedir. Malı peşin satsaydı bir kuyumcuya gidip beş
gram altın alarak servetine ekliye bilirdi, vadeli satışta da
yine ancak servetine beş gram altın alacak kadar tahsilatta
buluna bilir.

Belirli bir vade ile verilen nakit karşılığında alınan farkın ribâ
olduğu ise fazla izah yapmaya ihtiyaç göstermeyecek
derecede açıktır.

640- İbnu’l-Müseyyeb’ten naklen: Ömer (radıyallahu anh).


Pazara uğramıştı. Orada Hâtıb İbnu Ebi Belte’ya uğradı.
Hatibin (ucuz fiyatla) kuru üzüm sattığını görünce: “Ya fiyatı
diğerlerinin seviyesine yükseltirsin yahut Pazarımızdan
gidersin" diye ihtar etti." (K.S. 375, Muvatta, Büyû 57,(2,65),
Beyan Yayınları, Muvatta C.3 S.224 H.57)

Bu rivayetlerde fiyatlara narh konulabileceğini, hatta bu öyle


bir narhtır ki fiyat indirimine dahi manidir. Buna rağmen
fiyatlara narh konamayacağı hususunda şu rivayeti tahdis
ettiler.

641- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam


gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü, bizler için eşyalara fiyat tespit
ediver" diye müracaatta bulundu. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): “Hayır fiyat koymayayım (rızka
bolluk vermesi için) Allah’a dua edeyim" cevabını verdi.
Arkadan bir başkası gelerek: (Ortalık pahalandı eşyaların)
fiyatını bize siz tespit ediverin" diye talepte bulununca bu
sefer: “Hayır rızkı bollaştırıp, darlaştıran Allah’tır. Ben hiçbir
kimseye zulmetmemiş olarak Allah’a kavuşmak istiyorum"
cevabını verdi”. (K.S. 376 C.3 S.153 Akçağ, alıntısı: Ebû
Dâvud, Büyû 51,(3450))

449
İki rivayetin çelişkili olduğu aşikardır. Hiçbir hileye
sapmamak kaydıyla, İslam da mal alım satımı serbesttir.
Haksızlık yapmadan serbest piyasa koşullarında alışveriş
yapılır. Örneğin, kara borsacılık yapmak, fahiş karla satmak,
fiyat tekelleri kurmak serbest piyasa şartlarını bozan
hilelerdendir.

642- .............. Ebu Hüreyre (R) şöyle dedi: Rasûlullah (S),


şehirliyi, (göçebenin malını) göçebe adına satmaktan
nehyetti. Ve: “Müşteri kandırıp kızıştırmayınız!"buyurdu.
Yine Rasûlullah: Hiçbir kimse (beşer) kardeşinin alışverişi
aleyhine alışveriş etmez. Kardeşinin evlenme Pazarlığı
aleyhine evlenme Pazarlığına girişmez. (İffetli) hiçbir kadın
da (beşer) kardeşi bulunan bir kadının çanağındaki nimeti
kendi kabına doldurmak için, onun talâkını istemez" buyurdu.
(Buhâri, Kitâb’l-Buyû C.4 S.1974 H.90 Ötüken.)

Mal satış komisyonculuğunu mahzurlu bir işlem olarak


göstermeleri uygun değildir ve piyasa şartlarını bilmeyen
çiftçilerin veya göçebelerin mallarını değerinde satabilmeleri
için faydalı bir uygulamadır. Nitekim köylü veya göçebelerin
mallarını sattıklarında genel olarak tercihleri yaygın bir
şekilde bu yöndedir. Hale indirdikleri mallarını komisyoncu
vasıtasıyla satmayı tercih ederler.

Müşteriyi kandırmak için kızıştırmak, içinde hile olan bütün


yanlış işlerde olduğu gibi tabi ki iyi bir olay değildir. Fakat
bu rivayette açık arttırma yani müzayede müşteriyi kandırma
sayılıp yasak bir işlem olarak tanımlanmıştır. Buna rağmen şu
rivayeti tahdis ettiler:

643-............... Câbir ibn Abdillah (R)’ten (şöyle demiştir):


(Azra oğulları’ndan Ebû Mezkûr adında sahâbi) bir kimse,
kendisine âit olan bir köleyi müdebbir olarak (yâni
ölümünden sonra sen hürsün diyerek) âzâd etmişti. Sonra
Mezkûr (fakir düşüp, kölenin bedeline) muhtâç oldu.
Peygamber (S) de köleyi aldı da:

450
- “Bunu benden kim satın almak ister?"dedi (yâni
müzayedeye arz etti).

(Müzâyede neticesinde) Nuaym ibnu Abdillah o köleyi şöyle


şöyle dirhemle satın aldı. Rasûlullah da kölenin bu bedelini
Ebû Mezkûr’a verdi. (Buhâri, Kitâbu’l-Buyû C.4 S.1975 H.
91 Ötüken.)

Bu rivayette ise müzayedeli yani açık arttırmalı satışın meşru


görülmesi evvelki rivayetle çelişki teşkil eder. Ayrıca, köleye
azatlık tanınması bir sadaka olayıdır ve mahiyeti ne olursa
olsun verilen bir sadaka mal varlığından çıkmış demektir
tekrar geri alınamaz. Bu açıdan da rivayetin aslı yoktur.

ZEKÂT KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER

644- Câbir İbnu Atik (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Size bir grup sevimsiz
atlılar gelecek. Geldikleri zaman, onları iyi karşılayın.
Onlarla talep ettikleri şeylerin arasından çekilin. Adalet
ederlerse bu kendi lehlerinedir. Zulmederlerse bu da onların
aleyhlerinedir. Siz onları râzı edin. Zekâtınızın kemâli onların
rızâsına bağlıdır. (Öyle ise onları râzı edin ki) sizlere dua
etsinler." (K.S.2053 C.7 S.398 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud,
zekât 5,(1588))

Zekât memurlarını sevimsiz kimseler olarak tanımlamaları


aslı olmayan uydurma bir rivayettir.

645- Hz. Mu’âz (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) beni Yemen’e gönderdi ve bana:
“Her otuz sığırdan bir erkek veya dişi buzağı (tebi’a), her
kırktan bir müsinne, her bir buluğa eren şahıstan bir dinar
veya o değerde muâfiri (adındaki bir giyecek) almamı"
emretti."(K.S. 2018 C.7 S.359 Akçağ, alıntıları: Tirmizi,
Zekât 5,(623); Ebû Dâvud, Zekât 4,(1576,1578); Nesâi, Zekât
8,(5,25,26). Metnin lafzı Tirmizi’ye aittir.)

451
Her bulûğa ermiş kişiden bir dinar alınması şeklinde yapılmış
olan rivayet zengin fakir ayırımı yapılmadığından
uydurmadır. Zekâtın alınmasında yaş değil maddi zenginlik
esastır. Bunlarsa İslam dininde kafa vergisi olduğunu iddia
etmişlerdir. Bu iddiada bulunanlar Kur’an’ı hiç anlamamış
olan kimselerdirler. Önerdikleri şey zülümdür ve Allah zülüm
emretmez.

646- Amr İbnu Şu’ayb an ebihi an ceddihi radıyallahu


anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm,
(yerden çıkan mahsullerden) şu beş şeyden zekat verilmesini
teşri buyurdu: “Buğday, arpa, hurma, üzüm ve darı."
(K.S.6558 C.17 S.184 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 1815)

647-.. .... Ali (r.a.)den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle


buyurdu:

“- At ve köle zekâtından (sizi) affettim. Binaenaleyh


gümüşün zekâtını veriniz. Her kırk dirhemden bir dirhem,
yüz doksan dirhemde (zekât olarak) bir şey yoktur. İki yüze
ulaşınca onda beş dirhem (zekât) vardır. (Ebû Dâvûd,
K.ez_Zekât (9), Bâb 5 C.6 H.1574 Şamil, diğer rivayet
edenler: Tirmizi, zekat 3; Nesâi, zekât 18; İbn Mâce, zekât
4,15.)

648- Hz. Mu’az (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) Yemen’e gönderirken kendisine
demiştir ki: (Zekât olarak) hububattan hububât al, davardan
koyun al, deveden erkek veya dişi bir deve (ba’ir) al, sığırdan
da bir sığır al." (K.S.2040 C.7 S.387 Akçağ, alıntıları: Ebû
Dâvud, Zekât 11,(1599); İbnu Mâce, Zekât 15,(1814))

649- Sâlim, babası Abdullah İbnu Ömer’den naklen


anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (mallardan
alınması gereken) zekâtların miktarını belirten bir kitap
yazmıştı. Âmillerine göndermeden vefat etti. Resûlullah onu
kılıncına yakın olarak asmıştı. Hz. Ebu Bekr (radıyallahu
anh), ölünceye kadar onunla amel etti. Sonra Hz. Ömer
452
(radıyallahu anh)de ölünceye kadar onunla amel etti. Bu
kitapta şunlar yazılı idi:

DEVELER

5 devenin zekâtı 1 koyundur.

10 devenin zekâtı 2 koyundur.

15 devenin zekâtı 3 koyundur.

20 devenin zekâtı 4 koyundur.

25’e ulaştı mı 35’e kadar, zekât bir bintu mehâz’dır.

36’ya ulaştı mı 45’e kadar, zekât bir ibnu lebûn’dur.

46’ya ulaştı mı 60’a kadar, zekât bir hıkka’dır.

61’e ulaştı mı 75’e kadar, zekât bir ceza’a’dır.

76’ya ulaştı mı 90’a kadar, zekât 2 ibnetu lebûn’dur.

91’e ulaştı mı 120’e kadar, zekât 2 hıkka’dır.

Deve 120’den fazla ise zekât her elliye bir hıkka; her kırka
bir ibnetu lebûn gerekir.

KOYUNA GELİNCE

12. 40’a ulaşınca 120 koyuna kadar zekâtı 1 koyundur.

13. 121’e ulaşınca 200 koyuna kadar zekâtı 2 koyundur.

14. 201’e ulaşınca 300 koyuna kadar zekâtı 3 koyundur.

15. 300’ü aştı mı her 100 koyuna bir koyun zekât düşer,
yüzden aşağıda kalan küsûrata zekat düşmez.

16. Zekât korkusuyla müctemi (birleşik) olanlar ayrılmaz,


müteferrik (ayrı) olanlar da birleştirilmez.

453
17. İki ortağın malından alınan zekâtta, her ikisi de adalet
üzere birbirlerine müracaat ederler.

18. Zekât olarak, çok yaşlı ve ayıplı olan hayvan alınmaz.

19. Zühri der ki: “Zekâtı almak üzere memur geldiği vakit,
koyunlar üç sınıfa ayrılır: Üçte biri kötü, üçte biri iyi, üçte
biri de vasat. Zekât memuru zekât payını vesat kısmından
alır. "Zühri, sığırdan bahsetmez." (K.S.2016 C.17 S.357-358
Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Zekât 4,(621); Ebû Dâvud, Zekât 4,
(1568,1569,1570); İbnu Mâce, Zekât 9, (1798))

650- İbnu Mes’ûd (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Her otuz sığır için
erkek veya dişi bir tebi’ zekât verilir. Her kırk sığır için de bir
müsinne zekat verilir."(K.S. 2017 C.7 S.358 Akçağ, alıntısı:
Tirmizi, Zekat 5,(622))

651- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm’ın: “Üzerinden bir yıl geçmedikçe, bir
malda zekât yoktur" dediğini işittim."(K.S.6552 C.17 S.180
Akçağ, alıntısı: İbnu Mace (1792))

652- İbnu Ömer ve Hz. Aişe radıyallahu anhumâ’nın


anlattığına göre: “Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm, her
yirmi dinar ve daha fazlası için yarım dinar (zekât)
alırdı,"(K.s. 6551 C.17 S.180 Akçağ, alıntısı: İbnu Mace
1791)

653- Amr İbnu Şu’ayb, an ebihi an ceddihi tarikinden


anlatıyor:“Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a bir kadın,
beraberinde bir kızı olduğu halde geldi. Kızın elinde, altından
kalın iki bilezik vardı.

“Bunların zekâtını verdin mi?"diye:(Rasûlullah aleyhissalâtu


vesselâm) kadına sordu. Kadın:

“Hayır!"diye cevap verdi. Resûlullah:

454
“Kıyamet günü Allah’ın, onları sana ateşten iki bilezik
yapması seni memnûn eder mi?"dedi. Bunun üzerine kadın,
bilezikleri derhal çıkarıp Resûlullah’ın önüne bıraktı ve:

“Bunlar Allah ve Resûlüne aittir! Dedi."(K.S. 2022 C.7 S.363


Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvut, zekât 3,(1563); Nesâi, Zekât 19,
(5,38); Tirmizi, Zekât 12,(637))

654- Nâfi, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)’den anlatıyor:


“İbnu Ömer, kızlarını ve câriyelerini altınla tezyin eder, fakat
bu ziynetler için zekât vermezdi."(K.S. 2025 C.7 S.365
Akçağ, alıntısı: Muvatta, Zekât 11,(1,250))

Zekâtla ilgili olmak üzere yazdım on bir rivayet örneği,


zekâtla ilgili olarak tahdis etmiş oldukları rivayetlerin ana
esaslarını ihtiva etmektedirler. Bu rivayetlerde zekâta esas
olmak üzere fertlerin mali varlıklarını esas almayıp bazı mal
çeşitlerini esas almışlardır. Öyle ki bir kimse çok büyük bir
mali varlığa sahip olsa dahi, zekâta esas olarak konu ettikleri
mallara sahip değil de, servetini bunların dışındaki mallara
yatırsa hiç zekât vermeye bilir. Şöyle ki, bir kimsenin altın ve
gümüş dışında çuvallarla elması, zümrütleri, incileri ve diğer
kıymetli taşları olması halinde bunlardan hiç zekât vermeye
bilir. Diğer taraftan, gemiler, apartman daireleri, fabrikalar,
otobüs, kamyon ve diğer nakil vasıtaları, buğday, arpa, üzüm,
hurma ve darı (mısır) dışında ki tüm zirai ürünler, örneğin,
elma, portakal, Antep fıstığı ve tüm sebzeler ve akla
gelebilecek binlerce ürün zekâta tabi değildir. Bir kimsenin at
sürüleri, yüzlerce katırı v.s. olsa bunlarda zekâta tabi değil,
hele pamuk, keten, gibi sınai ürünlerden bahsetmemeleri çok
ilginçtir. Kadınların ziynet olarak taktıkları altınlarında
zekâta tabi olup olmadıkları konusunda ihtilaflıdırlar.

Sığır, deve, koyun ve altın gümüş cinsinden paralar ve külçe


oranları için bir zekât oranı belirlemiş olmalarına rağmen.
Hurma, arpa, buğday üzüm ve darı ile, alım satıma konu
mallardan ne oranda zekât verileceği konusu meçhuldür.
Fakir zengin ayırımı yapmaksızın zekâtı her buluğa eren
455
şahıstan bir dinar alınır şeklinde tanımlayıp kelle vergisi
haline sokmaları İslam dininde kabul edilebilecek bir şey
değildir. Zekâta tabi olmak üzere üç-beş mal çeşidini sayarak
diğer tüm servet ve malları zekât dışı bırakmaları, zekât
kavramına karşı yapmış oldukları bir saldırıdır. Zira böylece
çok yüklü servet ve mal varlığına sahip olan kimseler bu
yoldan zekât vermeyip, zekâttan kaçmış olacaklardır.
Kullandıkları diğer bir metotta zekâtla sadakaları aynı şeymiş
gibi özdeşleştirerek, sadakaları zekâtın yerine koymak
suretiyle zekat verilmesini engelleme çabasına girmeleridir.
Hal bu ki, zekât ve sadakalar, ikisi de farz olmalarına rağmen
aynı şey değildirler. Zira veriliş yerleri değişiklik ihtiva ettiği
gibi veriliş amaçları da aynı değildir. Kur’an’dan örnek
verecek olursam, mealen:

- Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere,


düşkünlere, onlar üzerinde çalışan memurlara, kalpleri
(İslam’a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara,
borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah
bilendir, hikmet sahibidir. 9/60

Görüldüğü gibi, sadakalar farz olup ne için ve nerelere


verileceği belirtilmiştir. Peki, zekât bundan ayrı farklılık
göstermekte midir? Kur’an’dan mealen:

- Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir.


Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah’a, âhiret gününe,
meleklere, kitâba ve peygamberlere inandı; mala olan
sevgisine rağmen, yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda
kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle
ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi. Andlaşma
yaptıkları zaman andlaşmaları yerine getirenler; sıkıntı,
hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar
onlardır, (Allah’ın azabından) korunanlarda onlardır. 2/177

Dikkat edilirse, burada da yakınlara, yetimlere, düşkünlere


v.s. Mal verileceği belirtilmiş, buna rağmen zekât ayrı olarak
şart koşulmuştur. Zekât ve belirtilen kimselere mal verilmesi
456
aynı şey olmadığından, Zekât ayrı bir kavram olarak
belirtilmiştir, bundan da sadaka ve zekâtın farklı şeyler
olduğu kolayca anlaşılır. Şöyle ki, sadakalar belirtilmiş olan
ihtiyaç sahiplerine ve Allah yolunda, örneğin mescit yapımı
ve imarı gibi veya İslam dininin tebliği gibi konularda
yapılan harcamalardır. Zekât ise, İslam devletinin toplamış
olduğu vergilerdir. İslam devletinin ihtiyaç duyduğu birçok
harcamalar zekât vergisiyle karşılanır.

Sadakalar bizzat çıkaran şahıslar tarafından gizli ve açık


verilebileceği gibi, memurlar tarafından toplanıp ihtiyaç
sahiplerine ve gereken yerlere dağıtıla bilir. Kur’an’dan
mealen:

- Sadakaları açıktan verseniz ne güzel! Eğer onları gizleyerek


fakirlere verirseniz bu, sizin için daha iyidir ve sizin
günahlarınızdan bir kısmını kapatır. Allah yaptıklarınızı
duyar. 2/271

Ayrıca sadakalar bazen mal verme şeklinde değil de,


herhangi bir suçu bağışlama şeklinde de maddi durum dışında
yapılabilir, halbuki zekât malla yerine getirilen bir durumdur.

Kur’an’dan mealen:

- Onda (Tevrat’ta) onlara: cana can, göze göz, buruna burun,


kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas (ödeşme)
yazdık. Kim bunu (kısası) tasadduk (sadaka ederek-
bağışlarsa) kendisi için o kefâret olur. Kim Allah’ın indirdiği
ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir. 5/45

Maddi sadakalarda, infak miktarının ölçüsü, Kur’an’dan


mealen:

- Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar, (onlara)de ki: İkisinde de


insanlar için hem büyük günâh, hem de faydalar vardır; fakat
günahları faydalarından daha büyüktür. Yine sana (sadaka
olarak)ne vereceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan fazlasını

457
(veya cimrilik yapmadan ve kendinizi unutmadan kolayınıza
geleni). İşte Allah, dünya ve ahiret işlerini iyice düşünesiniz
diye ayetleri böyle açıklar. 2/219

Sadakalar da, zekâtta para olarak verilebileceği gibi, ürün


veya mal olarak ta verilebilir. Ve iddia ettikleri gibi, yalnız
buğday, arpa, hurma, üzüm ve darıdan verilmez, tüm zirai
ürünlerden ve mallardan verilir. Her ikisinde de ana hareket
noktası, servet türünden maddi güçtür, servetin kendisidir,
çeşidi değildir. Veriliş miktarı, cimrilik yapmadan ve
kendimizi unutmadan kolayımıza gelen miktardır.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Çardaklı ve çardaksız bahçeleri, tadı birbirinden farklı


hurma ve ekinleri, birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin
ve narı yaratan O’dur. Her biri meyve verdiği zaman,
meyvesinden yiyin. Hasad günü (zekât ve sadaka) hakkını
verin; israf da etmeyin; zira Allah, müsrifleri sevmez. 6/141

- Ey müminler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden


bitirdiğimiz şeylerin iyilerinden infak (hayra
harcayınız)ediniz. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız
bayağı şeyleri infak için seçmeyiniz. Biliniz ki Allah
zengindir, övülmüştür. 2/267

Görüldüğü gibi, sadakalar bir farz olarak, tüm mallardan,


kimler tarafından kimlere ve nasıl ve ne miktarda verileceği
Kur’an’da açıktır. Zekâtta yine farz olarak müminler
tarafında, İslam devleti için ödenen vergidir. İslam devleti bu
vergiyle memurlarına maaş öder ve gerekli harcamaları
yapar. Zekâtın sadakalardan ayrı bir farz olduğuna dair.
Kur’an’dan iki örnek daha verecek olursam, mealen:

- Ey iman edenler, siz Peygamber ile gizli konuşacağınız


zaman bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu
sizin için daha temizdir. Allah bağışlayan, esirgeyendir.
58/12

458
- Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden korktunuz
mu? Çünkü yapmadınız. Allah da sizi (bundan) affetti
(sadaka vermeden konuşabilirsiniz). Artık namazı kılın,
zekâtı verin, Allah’a Resûlüne itaat edin. Allah yaptıklarınızı
haber alandır. 58/13

Belirli bir konuda sadakaya Allah tarafından muafiyet


verilmesine rağmen, zekât ayrı bir kavram olarak
belirtilmiştir. Bu da konum olarak ikisinin ayrı olduğunu
gösterir.

Müminlerin tüm mal varlıkları zekat ve sadakaya konu teşkil


eder. Fakat bu mallardan özellikle zekât için yüzde kaç
verilmesi gerektiği rivayetçiler tarafından konu edilmiştir.
Sadaka için, cimrilik yapmadan, kendimizi de ihmal etmeden
kolayımıza geldiği şekilde sadaka verilmesi gerektiğini
Kur’an’a dayalı olarak belirtmiştim. Fakat, zekât için farz
olmasına rağmen ne kadar, başka bir ifadeyle hangi oranda
verilmesi gerektiğini, örneğin: şu maldan yüzde şu kadar
verilir diye Kur’an’da oran belirtilmemiştir. Bu hususu öne
süren rivayetçiler, deve, sığır, koyun ve nakit para için yüzde
şu kadar verilir diyerek, Kur’an’a noksanlık atfetmek
suretiyle, bu rivayetlerimiz olmasa zekât konusu meçhul
kalacaktı demektedirler. Ve binlerce çeşit malı zekattan muaf
tuttukları gibi, saydıkları birkaç çeşit tarım ürününden ne
kadar zekât verilmesi konusunda da çeşit sayarak
değinememektedirler. Kur‘an’da zekât için sabit bir yüzdelik
oranın belirtilmemiş olması, olması gereken normal bir
durumdur. Zira ihtiyaçlar değişken olduğu gibi, servetleri
teşkil eden unsurlarda değişkendir. Değişken ihtiyaçlara ve
değişken servet çeşitlerine sabit oranlı zekât uygun olmaz.
Bolluk zamanında alınan zekâtla, savaş zamanında, kıtlıkta
ve tabii afet zamanlarında alınacak zekât aynı olmaz. Çağlar
içerisinde de zekât ihtiyacı farklılık gösterir, bundan asırlarca
önce ordu teşkili için bir at, bir kılıç v.s. gibi şeyler yeterli
vasıta teşkil ederdi, bu gün için bunların yerini doldurmak
için, tank ve uçak gibi daha pahalı şeyler gereklidir. Bundan

459
dolayıdır ki günün şartlarına göre ne kadar ve ne sürede zekât
verilmesi gerektiği günün şartları dikkate alınarak, müminlere
mümkün mertebe yumuşak şartlar da ne az ne de çok
olmamak üzere İslam Devlet başkanı ve İslam şurası tayin
eder. Bu da gösteriyor ki, Kur’an’da zekât için sabit bir oran
verilmemiş olması bir noksanlık değil. İslam devletinin
ihtiyaçlarının karşılanması ve sürdürülmesi için bir
gerekliliktir.

Görüldüğü gibi zekât olayı, rivayetçilerin zannettiği gibi, bir


buğday, darı, koyun, keçi olayı ötesinde, bir devlet olayıdır.
Zekât İslam devletinin idamesi için gerekli olan masrafların
kaynağıdır.

ABDEST VE GUSÜL KONUSUNDA UYDURMUŞ


OLDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

655- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah’ın


ashabı uyurlar, sonra ab dest almadan namaz kılarlardı:

(Enes’ten bunu rivayet eden) Kat’ade’ye:

“Bu sözü Enes’ten bizzat işittin mi? diye sormuştu:

“Vallahi evet!"diye te’yid etti." (K.S.3675 C.10 S.466 Akçağ,


alıntıları: Müslim, Hayz 125,(376); Ebû Dâvud, Tahâret 80,
(200); Tirmizi, Tahâret 58,(78))

656-. ... Hz. Ali (r.a.) den, Rasûlullah’ın (s.a.) şöyle


buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Dübürün bağı gözlerdir. Kim
uyursa ab dest alsın." (Ebû Dâvûd, K.Tahâre (1), Bab 80 C.1
S.366 H.203 Şamil, ayrıca İbni Mace tahâre 62.)

Bu iki rivayetin çelişkili oldukları aşikardır. Başka


rivayetlerde oturarak uyuyanın ab destinin bozulmadığı
tahdis edilmişse de bu dahi çelişkiyi ortadan kaldırmaz, zira
uyku şekli esas teşkil ediyorsa, o zaman uyuyan kimsenin
genç mi, ihtiyar mı, gastriti var mı yok mu hatta yediği
yemek söz Konusu olur. Tahdis ettikleri rivayet şudur:
460
657- Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün) horlayıncaya
kadar uyudu. Sonra kalkıp namaz kıldı." (K.S.6142 C.16
S.595 Akçağ, alıntısı: İbni Mace, Taharet bölümü 475.)

658- İbnu Abbâs Mes’ud radıyallahu anhümâ anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın o uykusu, kendisi yani
Hz. Peygamber oturur iken olmuştur. (K.S.6143 C.16 S.595
Akçağ, alıntısı: İbni Mace, Taharet bölümü 476.)

659 Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ses ve koku
olmadıkça ab dest alınmaz.”

Bir rivâyette şöyle gelmiştir: “Biriniz mescitte iken, kabaları


arasında bir yel hissetse ses işitmedikçe veya koku
duymadıkça dışarı çıkmasın." (K.S. 3652 C.10 S.447 Akçağ,
rivayet edenler: Buhari, vudû 4,34; buyû, 5; Müslim, hayz
98,99; Ebû Dâvud tahâre 67; salat 192; Tirmizi, tahâre 56;
Nesâi, tah3are 114; İbn Mâce, tahâre 74.)

660- ............ Bize Ma’mer, Hemmâm ibn Münebbihten haber


verdi ki, Ebû Hureyre (R)’den şöyle derken işitmiştir:
Resûlullah (S): “Kendisinde hades meydana gelen kimsenin
namâzı, o kimse ab dest almadıkça kabûl olunmaz" buyurdu.
Hadramevt ahâlisinden bir kimse: “Ya Ebâ Hureyre, hades
nedir?" diye sordu. Ebû Hureyre: “Sessiz veyâ sesli yel"
cevabını verdi. (Buhari, Kitâbu’l-Vudû Bab 2 C.1 S.288 H.1
Ötüken.)

Evvelki rivayette ses ve koku olmadıkça abdestin


bozulmayacağı rivayet edilmesine rağmen, bu rivayette ses
olmasa da abdestin bozulacağının rivayet edilmesi bir
çelişkidir.

661- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) kadınlarından birini öptü, sonra
dönüp namaza gitti, abdest tazelemedi.”

461
Urve rahimehullah der ki: “Kendisine: “Bu sizden başka
hanımı olmamalı!"dedim, Hz. Aişe gülmekle cevap verdi."
(K.S.3668 C.10 S.461 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Tahâret
121,(1,104); İbnu Mâce, Tahâret 69,(502))

662- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)’in şöyle dediği rivayet


edilmiştir: “Erkeğin hanımını öpmesi ve ona eliyle
dokunması hep mülamese (değme) sayılır. Öyleyse kim
hanımını öperse veya eliyle dokunursa ab dest alması
gerekir."Bu rivayetin bir benzeri İbnu Me’sud’dan gelmiştir.
(K.S.3669 C.10 S.461 Akçağ, alıntıları: Muvatta, Tahâret 64,
(1,43))

Görüldüğü gibi bu iki rivayet çelişkilidir. Birinde kişi


hanımını öperse abdest bozulmaz denmişken, diğerinde
öpmek veya elle dokunmanın abdesti bozduğu rivayet
edilmiştir. Ayrıca Aişe’nin, Urve’ye peygamberin kendisini
öptüğünü ve abdest almadığını tahdis etmeleri, Peygamberin
hane halkına saygısızlık içermektedir. Bu gibi hususları
peygamber neden erkek sahabelere şahsiyet ortaya
koymadan, örneğin: kişi eşini öperse abdest alması gerekmez
şeklinde söylemesinde. Bu gibi rivayetleri, daha önce
örneklerini verdiğim gibi çoğunlukla peygamberin eşlerinden
erkeklere söylendiği şeklinde rivayet etmişlerdir. Bununda
kasıtlı olduğu aşikardır.

663- Talk İbnu Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’ın yanına geldik. (Biz huzurlarında
iken) bir adam geldi. Sanki o bir bedevi idi.

“Ey Allah’ın Resûlü! dedi, kişi abdest aldıktan sonra zekerine


değerse ne gerekir (abdesti bozulur mu, bozulmaz
mı?)"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:

“O, kendisinden bir parça değilmidir?"(K.S. 3671 C.10 S.463


Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Tahâret 71,(182,183); Tirmizi,
Tahâret 120,(1,101). Bu metin tirmizinindir.

462
664- Büsre Bintu Saffan (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Zekerine
değen abdest almadıkça namaz kılmasın." (K.S.3672 C.10
S.464 Akçağ, alıntıları: Tirmizi Tah3aret 61,(82,83,84);
Muvatta, Tahâret 58,(1,42); Ebû Dâvud, Tahâret 70,(181);
Nesâi, Taharet 118,(1,100))

Önceki rivayette, erkek zekerine dokunursa abdest alması


gerekmez derken, bu rivayette gerekir demeleri bir çelişkidir.

665- Hz. Bilal (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) mestleri ve örtüsü üzerine meshetti."
(K.S. 3696)

666- Ebû Dâvut’un rivayetinde şöyle gelmiştir: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) ihtiyacı için (araziye) çıkardı. Ben
de O’na su taşırdım. (Kazayı hâcet yapınca) abdest alırdı. Bu
sırada sarığı ve “bot”ları üzerine meshederdi." (K.S.3697
C.10 S.487-488 Akçağ, alıntıları: Müslim, Tahâret 84,(275);
Ebû Dâvud, Tahâret 59,(153); Tirmizi, Tahâret 75,(101);
Nesâi, Tahâret 86,96 (1,75,81))

Bu rivayetlerde abdest alırken sarık, örtü ve botlar üzerine


mesh (eli ıslatıp silme) yapılabileceğini tahdis ettiler.

667- Ebu Ubeyde İbnu Muhammed İbni Ammâr İbni Yâsir


anlatıyor: “Câbir İbnu Abdillah (radıyallahu anh)’a mest
üzerine meshetme hususunda sordum.

“Ey kardeşimin oğlu, bu sünnettir" buyurdu. Bunun üzerine


sarık üzerine meshetme hakkında sordum:

“Saça meshet!"diye cevap verdi." (K.S.3698 C.10 S.488


Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Tahâret 75,(102))

668- Hz. Câbir radıyallahu anh’ten anlatıldığına göre,


kendisine sarık üzerine meshetmekten sorulmuştu. Şu cevabı
verdi:

463
“Hayır, olmaz, su ile saça değilmelidir!" (K.S.3609 C.10
S.419 Akçağ, alıntısı: Muvatta, Tahâret 38,(1,35))

Bu rivayetlerde ise, sarık üzerine mesh yapılamayacağını


söylemeleri, evvelki rivayetleriyle çelişkilidir.

669- Muğire (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) mestin üst ve aşağı kısımlarını
meshederdi. (K.S.3704 C.10 S.494 Akçağ, alıntısı: Tirmizi )

670- Ebû Dâvud’un rivayetinde şöyle gelmiştir: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) mestlerin sırtlarına meshederdi.”

Tirmizi’nin bir başka rivayetinde de böyle denmiştir.


(K.S.3705 C.10 S.494 Akçağ, alıntıları: Tirmizi 72,73,
(97,98); Ebû Dâvud, Tahâret 63,(161,165); Nesâi, Tahâret 63,
(1,62))

Yukarıda ki rivayetlerde, mestin alt kısmının silinip


silinmeyeceği hususu çelişkilidir.

671- Şüreyh İbnu Hâni anlatıyor: “Hz. Aişe (radıyallahu


anhâ)’ye mest üzerine meshetmekten sormaya geldim. Bana:

“Sana Ebu Talib’in oğlu (Hz. Ali) (radıyallahu anh)’yi


tavsiye ederim, git ona sor. Zira o, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile birlikte seyahatlerde bulunmuştur!"dedi. Bunun
üzerine gidip ona sordum. Şu cevabı verdi:

“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), (mesh müddetini) yolcu


için üç gün üç gece tuttu, mukim için de bir gün bir gece
tuttu."(K.S.3709 C.10 S.496 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Tahâret 85,(276); Nesâi, Tahâret 99,(1,84); İbnu Mâce,
Tahâret 86,(552))

Bu rivayette, mesh müddetinin yolcu için üç gün üç gece,


mukim için de bir gün bir gece olarak rivayet ettiler. Buna
rağmen bu rivayetle çelişkili olarak, mesh müddetinin süresiz
olduğunu aşağıdaki rivayetlerde tahdis ettiler.
464
672- Ubey İbnu İmâre (Radıyallahu anh)-ki bu Sahâbi,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte her iki kıbleye
namaz kılan ilklerdendir- anlatıyor: “Bir gün Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek sordum:

“Ey Allah’ın Resulü! Mestlerin üzerine meshedeyim mi?”

“Evet!"buyurdular. Ben tekrar:

“Bir gün mü? Dedim.

“Bir gün!"buyurdular. Ben tekrar:

“İki gün (olsa)?"dedim.”İki gün!"buyurdular. Ben tekrar:

“Üç gün (olsa)?"dedim.

“Evet! Dilediğin kadar!"buyurdular."(K.S. 3711 C.10 S.497


Akçağ, alıntısı, Ebû Dâvud Bab 61 K.Tahâre (158))

673- Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’den nakledildiğine göre,


Ebu Hüreyre mescit de abdest alırken yanına Abdullah İbnu
Kârız gelir. Ona, Ebu Hüreyre şu açıklamayı yapar: “Bir keş
(kurumuş çökelek) parçası yedim, bu sebeple abdest
alıyorum. Çünkü ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın
“Ateşte pişen şeyler yiyince abdest alın" dediğini
işittim."(K.S.3681 C.10 S.472 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Hayz 90, (532); Nesâi, Tahâret 122,(1,105,106); Tirmizi,
Tahâret 58,(79); Ebû Dâvud, Tahâret 76,(194). Bu,
Müslim’in lafzıdır. Müslim’de Hz. Aişe’den buna benzer
rivâyet mevcuttur.)

Bu rivayette ateşte pişen şeyler yiyince abdest alınması


gerektiğini rivayet ettiler. Buna çelişkili olarak şu tür
rivayetlerde bulundular:

674- İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) koyun budu yedi ve namaz kıldı,
abdest almadı."

465
Buhari’nin bir başka rivayetinde: Tencereden eliyle etli
kemik aldı" denmiştir.

Müslim’in bir rivayetinde: “Budu kemirdi, sonra namaz kıldı,


abdest tazelemedi" denmiştir. (K.S. 3686 C.10 S.474 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Vudû 50, Et’ime 18, Müslim, Hayz 91,
(354); Muvatta, Tahâret 91, (1,25); Ebû Dâvud, Tahâret 75,
(187); Nesâi, Tahâret 123,(1,108))

675- Ebu Sa’id (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) Ensâr’dan birine adam göndererek,
yanına çağırttı..

Aleyhissalâtu vesselâm:

“Herhalde sana acele ettirdik?"buyurdu. Ensâri:

“Evet ey Allah’ın resulü! deyince:

“Acele ettirilir veya inzal olmasan gusletmen gerekmez.


Sadece abdest gerekir" buyurdular."(K.S. 3735 C.10 S.525
Akçağ, alıntıları: Buhari, Müslim ve Ebû Dâvud.)

676- Müslim’in bir diğer rivayetinde: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm): “Suyu (yıkanmayı), su (meninin
gelmesi) gerekir" buyurdu" denmiştir. (K.S. 3736 C.10
S.525 )

677- Nesai’nin Ebu Eyyub (radıyallahu anh)’den kaydettiği


bir de Resulullah: Resûlullah: “Su, sudan dolayıdır"
buyurmuştur. (K.S.3737 C.10 S.525 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Vudû 34; Müslim, Hayz 81-83, (343-345); Ebû Dâvud,
Tahâret 84, (217); Nesâi, Tahâret 132,(1,115))

Bu tür rivayetlerle meni gelmeden gusül gerekmez diye


tahdiste bulundular, buna rağmen kargaşa çıkarmak için
çelişkili olarak şu rivayetlerde bulundular. Bu rivayetleri
yazmadan önce şunu belirteyim ki, tahdis etmiş oldukları bu
rivayet hem peygambere karşı hem sahabeye karşı, hemde
466
sahabelere karşı bir saygısızlıktır. Peygamberin bu şekilde
müstehcen senaryolarla dini anlatmayacağı gibi, hiç bir
sahabenin şahsına karşı seni acele mi ettirdik gibisinden
ifadelerde bulunmaz, zira peygamber büyük bir ahlaka
sahipti. Bu rivayet sahabelere karşıda saygısızlıktır, sahabeler
müşahhas örnekler olmadan sözle anlatılan öğretileri
anlamayacak kimseler değildirler. Aksi takdirde söz anlatımı
olan Kur’an’ı nasıl anladılar?

678- Ebu Hüreyre (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Erkek kadının dört
uzvu arasana çöker ve kadına mübâşeret ederse gusül vacib
olur.”

Bir rivâyette de şu ziyade var:... İnzal olmasa bile.”

Ebu Dâvud’un rivayetinde dört uzvu kelimesinden sonra"...


hitana (sünnet mahalli) hitanı kavuşursa, gusül vacip olur"
denmiştir. (K.S.3733 C.10 S.523 Akçağ, alıntıları Buhari,
Müslim, İbni Mace, Ebû

Dâvud, (Kaynak tafsilatları K.S.3734 ci rivayetten: Buhari,


Gusl 28; Müslim Hayz 87,(348); Muvatta, Tahâret 71, (1,
45,46); Ebû Dâvud Tahâret 84, (216); Nesâi, Tahâret 129,
(1,110,111); İbnu Mâce, Tahâret 111,(610))

Görüldüğü gibi, bu rivayetle evvelki rivayet çelişkilidir.

Bu çelişki konusunda çok sıkıştırılmış olacaklardır ki, şu


şekilde bir ara rivayet uydurmuşlardır:

679- Übey İbnu Ka’b (radıyallahu anh) anlatıyor: “Su, sudan


gerekir" hükmü İslam’ın bidayetinde bir ruhsattı. Sonra
bundan nehyedildi. "Übey ilave tender ki: “Su, sudan
gerekir" hükmü ihtilam hakkında muteberdir." (K.S.3738
C.10 S.526 Akçağ, alıntıları: Ebû Davud, Tahâret 84,
(214,215); Tirmizi, Tahâret 81,(110,111))

467
Güya bu rivayetle durumu idare etmeye çalışmışlardır.
Kadının dört uzvundan bahsetmeleri nerde, işi rüyayla izah
etmeleri nerde?

680- Hz. Ali (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm), cünüp olmadıkça her halimizde bize
Kur’an okutup talim ederdi."(K.S.3771 C.10 S.548 Akçağ,
alıntıları: aşağıdaki rivayette.)

681- Nesâi’nin bir başka rivayetinde şöyle gelmiştir:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) helâdan çıkınca Kur’an
okur, bizimle et yerdi. Cenabet halinden başka hiçbir şey
O’nunla Kur’an arasına perde olmazdı." (K.S.3772 C.10
S.548 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvut, Tahâret 91, (229);
Tirmizi, Tahâret 111,(146); Nesâi, Tahâret 171,(1,144.)

Bu rivayetlerine göre kişi cenabetli olmamak şartıyla abdest


siz Kur’an okuyabilir ve okutabilir.

682- İbnu Abbâs (radıyallahu anhumâ)’dan rivayet edildiğine


göre, O cünüp kimsenin Kur’an okumasında bir beis
görmezdi." (K.S. 3773 C.10 S.550 Akçağ, alıntısı: Buhâri,
Hayz 7 )

Bu rivayette, evvelki rivayetin aksine olarak, cenabetli


kimsenin Kur’an okuyabileceğini söylemeleri bir çelişkidir.

683-. ... Âişe (r.anhâ)’nın şöyle dediği rivayet edilmiştir;


Ashâbı Kirâmın evlerinin kapıları Mescide açılmış bir halde
ikin, Resûlullah (s.a.) (Mescide) gelip;

“Şu evlerin yönlerini (kapılarını) mescidden çeviriniz"


buyurdu ve (hucre-i saadetine) girdi.

Ashab, kendileri hakkında bir ruhsat inmesini umarak bir şey


yapmadılar (evlerinin kapılarını çevirmediler.) Bir müddet
sonra Resûlullah aleyhisselâm onlar(ın yanına) tekrar çıktı
ve;

468
“Şu evlerin (kapılarını) çeviriniz. Çünkü ben, mescidi hayız
ve cünüp (olan)lara helâl görmüyorum" buyurdu. (Ebû
Dâvûd, K.Tahâre (1).Bâb 92 C.1 S.411-412 H.232 Şamil,
ayrıca: İbni Mâce, Tahâre 126.)

Bu rivayette hayız ve cünüp olanların mescide


giremeyeceğini, hatta evlerinin kapılı yönlerinin mescit
yönünde açılamayacağını tahdis ettiler. Bu ise evvelki
rivayetlerde bu konuda tahdis edilen ruhsatlarla çelişkilidir.
Ayrıca rivayet mantıksızlıklarla doludur, bir insanın cünüp
olmasıyla evinin kapı yönünün hiçbir ilgisi olamaz,
pencereleri mescit yönündeyse ve pencereden cünüp halde
bakıyorsa, veya sokaktan geçiyorsa durum ne olacak, bu tür
şeyler saçma olduğundan uzatmak istemiyorum.

684-.. ... (r. anhâ)!dan demiştir ki:

“Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) bana, “Mescitten


seccâdeyi alıver."dedi.

“Ben hayızlıyım" dedim. Bunun üzerine:

- “Senin hayızın elinde değildir" buyurdu. (Ebû Dâvud,


K.Tahâre (1), Bâb 103 C.1 S.465 H.261 Şamil, ayrıca:
Müslim, hayz 11-13; Tirmizi, tahâre 101; Nesâi, tahâre 176;
hayz 18 )

Bu rivayette ise evvelki rivayetle hayz konusunda çelişkiye


düştüklerini görmüş oluruz. Zira hayızlının mescide
girebileceğini tahdis etmişlerdir.

685- Câbir İbnu Semure (radıyallahu anh) anlatıyor: Bir


adam “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek:

“Koyun eti sebebiyle abdest alayım mı?"diye sordu.

“Dilersen abdest al, dilemezsen alma!"diye cevap verdi.


Adam bunun üzerine:

469
“Deve eti sebebiyle abdest alayım mı?"diye sordu.
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sefer:

“Evet, deve eti sebebiyle abdest al!"cevabını verdi. Adam


tekrar:

“Koyun ağıllarında namaz kılayım mı?"diye bir başka sual


sordu:

“Evet!"cevabını aldı. Tekrar sordu:

“Pekala, deve ağıllarında namaz kılayım mı?”

“Hayır!"buyurdu Aleyhissalâtu vesselâm."(K.S.3688 C.10


S.477 Akçağ, alıntısı: Müslim, Hayz 97,(360))

686- Üsayd İbnu Hudayr (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Koyun sütünü içince abdest almayın, deve sütünü içince


abdest alın." (K.S. 650 C.16 S.599 Akçağ, alıntısı: İbni Mace
496.)

Abdest almanın hiçbir yemek yeme veya içmeyle ilgisi


yoktur. Aksine tuvaletten gelmiş olmayla ilgisi vardır. Bu
itibarla uydurma olup aslı yoktur. Deve hakkında bu şekilde
rivayette bulunmalarının nedeni, hatırlanacağı üzere daha
önce vermiş olduğum rivayet örneğinde, deve için şeytan
demişlerdi, bunlar şeytanı pişirip yediklerini mi zannediyorlar
ne kolay iş ve ne saçma iddialar.

687-. ... Ebû İshâk’ın rivayetine göre: Ebû Hayye, Ben Ali’yi
(r.a) abdest alırken gördüm, demiş ve her abdest organını
üçer kere yıkadığını nakletmiş ve demiştir ki: “Sonra başına
mesh etti, sonra ayaklarını topuklarına kadar yıkadı" daha
sonra da Hz. Ali (r.a):

470
“Resûlü Ekrem (s.a.)’in abdest alışını size göstermek istedim
de... (Ebû Dâvud, K.Tahâre (1). Bab 51 H.116 Şamil, ayrıca:
Nesâi, tahâre 93,94,95; Tirmizi, tahâre 44,48.)

Bu rivayette de ayakların mesh (ıslak elle silme) edilmeyip


yıkanması gerektiği şeklinde tahdiste bulunmuşlardır. Bu ise
Kur’an’a aykırıdır, zira Kur’an’a göre abdest alırken ayaklar
yıkanmaz mesh edilir.

688- İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Namaza kalktığın
vakit abdesti mükemmel yap. (Bu cümleden olarak) suyu
ayak ve el parmaklarının arasına iyice ulaştır." (K.S. 6131
C.16 S.589 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 447.)

689- Mikdâm İbnu Ma’dikerp radıyallahu anh anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), abdest aldı ve
ayaklarını üçer sefer yıkadı." (K.S. 6135 C.16 S.591 Akçağ,
alıntısı: İbni Mace 457.)

Bu iki rivayette de, abdest alırken ayakların muhakkak


yıkanması gerektiğini tahdis ettiler.

690-............ Bize Ebû Avâne, Ebû Bişr’den; o da Yûsuf ibn


Mâhek’den; o da Abdullah ibn Amr(R)’den tahdis etti. O
şöyle demiştir: Gittiğimiz yolculukların birinde Peygamber
(S) geride kalmıştı da sonra bize yetişmiş idi. O sırada namâz
vakti gelmişti. Biz de abdest alıyorduk. Ayaklarımızı mesh
eder gibi, az su ile yıkamağa başladık. Peygamber bu hâli
görünce en yüksek sesiyle iki yâhud üç kere: “Cehennem’de
yanacak ökçelere yazık!"diye nidâ etti. (Buhâri, Kitâbu’l-İlm
Bab 3 C.1 S.215 H.2 Ötüken )

Bu rivayetlerde ise, abdest alırken ayakların mesh edilmesi


bir tarafa, ayaklarını tam değil de az suyla mesh eder gibi
yıkayanların ökçeleri cehennemde yanmak suretiyle azab
göreceklerini tahdis ettiler. Bu ise, Kur’an’a aykırıdır, zira
Kur’an’da abdest alırken ayakların mesh edilmesi gerektiği

471
bildirilmiştir. Ayaklarını mesh etmeyip, Allah’ın Kur’an’daki
emrine aykırı olarak yıkayanların kesinlikle abdesti yoktur.
Allah’ın emrine karşı çıkılarak farzlar ifa edilemez.

Abdest ve Gusülle ilgili olarak uydurmuş oldukları


rivayetlerden bazı örnekler verdim. Görüldüğü gibi rivayetler
kendi aralarında çelişkili olduğu gibi, Kur’an’la bağdaşmayan
bir çok hususlar ihtiva etmektedirler. Ve vermiş olduğum bu
örneklerden başka, bu konuda epeyce tutarsız ve çelişkili
rivayetleri vardır. Örnek olsun diye sadece otuz civarında
rivayeti konu ettim. Ve iddia ediyorlar ki bu rivayetleri
olmasa ne abdest ne de gusül konusu Kur'an'dan
anlaşılamazmış. Hal bu ki, Kur'an o kadar net ve açık bir
kitaptır ki, dinle ilgili bütün konular andan kolayca
anlaşılabilir. Abdest ve Gusül konusunda Kur'an'dan örnek
verecek olursam, durumun hiçte iddia ettikleri gibi olmadığı
kolayca anlaşılabilir. Şöyle ki, mealen:

- Ey iman edenler! Namaza dur(mak iste)diğiniz zaman


yüzlerinizi yıkayın ve ellerinizi dirseklere kadar, ve
başlarınızı meshedin (ıslak elle silin), ve ayaklarınızı da
topuklara kadar. Eğer cünüp iseniz temizlenin (yıkanın). Ve
eğer hasta iseniz veya yolcu iseniz veya biriniz tuvaletten
gelmişse, yada kadınlara dokunmuş ve su bulamamışsanız,
temiz toprağa teyemmüm edin; Yüzlerinizi ve ellerinizi
onunla meshedin, Allah size güçlük çıkarmak istemiyor, fakat
sizi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak istiyor ki,
şükredesiniz. 5/6

- Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi


bilinceye- cünüp iken de -yolcu olan müstesna- gusül
edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veyâ bir
yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak
yolundan gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu
durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla
teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz
Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır. 4/43

472
Kur'an'a göre, Abdest ve Gusül ile ilgili durum bu şekildedir.
Bundan da kolayca anlaşıldığı gibi, abdestle ilgili
organlarımız dört tanedir, bunlarda iki gruba ayrılmaktadır.
Birinci grup yüz ve dirseklere kadar eller, ikinci grup baş ve
topuklara kadar ayaklar. Birinci grupta olan yüz ve ellerin
yıkanması gerekir. Zira, Kur'an'da yüzlerinizi yıkayın,
ellerinizi de dirseklere kadar denmesi bunu ifade eder.
Örneğin: Ahmet'e selam söyle, Ali'ye de dediğimizde nasıl ki
Ali'ye de selam ettiğimiz hemen anlaşılabiliyorsa. Yüzlerinizi
yıkayın, ellerinizi de dirseklere kadar ifadesi, ellerinde
dirseklere kadar yıkanacağı manasındadır. İkinci grupta olan
baş ve ayaklarda mesh edilecektir. Zira aynı şekilde başınızı
mesh edin, ayaklarınızı da topuklara kadar denmesi,
ayaklarında aynen baş gibi meshedileceği manasındadır.

Abdestin geçerli olması için Kur'an'a uygunluk şarttır. Sakın


bu daha iyidir deyip, mesh edeceğin yerde ayaklarını
yıkamaya kalkışma, bu durumda sözünü Allah'ın sözü önüne
geçirmiş olursun. Her şeyin en iyisini ve en doğrusunu Allah
bilir. Ve unutma ki dini ancak ve ancak Allah koyar ve
Allah'ın koyduğu din Kur'an'da mevcuttur. Eğer ki ayaklarını
yıkamaya bir ihtiyacın varsa veya yıkayıp serinlemek
istiyorsan abdest almadan önce veya sonra istersen sabunla
yıka ve bunu abdest alıyorum diye yapma, abdestin geçerli
olması için muhakkak ayaklarını Kur'an'da emredildiği gibi
mesh etmelisin ve mesh ettiğin de başın ve ayakların olmalı,
sarık veya ayakkabı üzerine mesh etmek ayakları veya başı
meshetmek manasında değildir. Meğer ki kişinin suyun
Mesih ile ıslaklığını değdirmeye zorunlu bir manisi olmuş
olsun, örneğin: başın da veya ayaklarına da bir yaradan
dolayı sargı bezi olabilir, bu durumda sargı bezinin üstünden
silebilir, zira Allah hiçbir nefse yüklenemeyeceği yükü
yüklemez. Nasıl ki suyu hastalıktan dolayı kullanamadığımız
da teyemmüm etmemize müsaade edilmişse, mecburiyet
karşısında ona göre kıyas yapılabilir. Bazı mesleklerde cildin
üzeri mesleki bir maddeyle örtülebilir. Örneğin yağlı
boyacılar gibi, bu durumda imkan ölçüsünde cilt yıkanır
473
dolayısıyla boya deyen yerin üstü çıkarılamayan boya ile
birlikte yıkanır veya meshedilen organsa meshedilir.

Cenabetli olma durumunda yıkanılmak suretiyle temizlenme


emredilmiştir. Bu durumda istenen yıkanma ise kolayca
bilinebilen, vücudun yıkanması olayıdır. Eğer bu konuda
tereddüdü olan varsa, küçük bir çocuğa sorarak öğrenebilir.
Zira biz onlara yıkanın dediğimizde ne dediğimizi gayet iyi
anlıyorlar. Bunun için iftira yollu, hareket ederek rivayetlerde
iddia ettikleri gibi yıkanmayı tatbiki olarak erkekler
tarafından Aişe’ye yaptırma rivayetleri tahdis etmek
gerekmiyor.

Teyemmüm ise, hem yıkanma ve hem de abdest yerine


geçerli olup. Kur’an’da belirtildiği gibi, bazı zorluklarla
karşılaştığımızda kolaylık olmak üzere Allah tarafından
verilmiş bir ruhsat (müsaade)dir.

Bahsedilen zorluklar ve Gusül veya abdest gerektiren Şartlar


şunlardır.

Teyemmüm şartları:

Hastalık durumu (su kullanmaya mani bir hastalık).

Yolculuk durumu (su kullanmaya mani bir yolculuk).

Abdest gerektiren şartlar:

Tuvaletten gelinmişse (ihtiyaç için gidilmesi halinde.)

Kadınlara dokunulmuşsa.

Gusül gerektiren şart.

Cünüp olunmuşsa.

Bu hususların meydana gelmesi halinde eğer su bulamamışsa


ki, bu su bulunmama durumu kullanamamayı da içeren bir
ruhsattır, yoksa su kullanmaya mani bir durum yoksa, durum
474
gereği olarak yıkanma veya abdest alma gereklidir. Şartlar
arasında hastalığın bulunması zorluk olması durumu ile
ilgilidir, diğer hususlar da bundan dolayı imkansızlık durumu
olarak anlaşılmalıdır. Örneğin hastalık nedeniyle su
kullanamıyorsak veya bizi hasta edebilecek soğuk su veya
haşlayabilecek kaynar su, su bulunduğu manasında değildir.
Veya yıkanmaya mani teşkil etmeyen bir hastalık durumunda
örneğin: Bazı hastalıklarda kaplıcalarda yıkanmak, tedavinin
esasını teşkil eder. Veya yolcu olmasına rağmen yıkanma
imkanı sağlayabileceği bir otelde ikamet eden kimse su
bulamama durumunda olan kimse değildir.

Peki, su bulunmuşsa yani suyu hem elde etmiş, hem de


kulana biliyorsak durum ne olacaktır? Bu durumda
teyemmümle birleşmiş olan iki husus birbirinden
ayrılmaktadır, yani cenabetli olan kimse yıkanacak, cenabetli
olmayan kimse, gerekli olduğunda abdest alacaktır. Ancak,
önceden teyemmüm almış olan kimsenin teyemmümü,
şartların normale dönmesi halinde geçerliliğini yitirmez,
yeniden yıkanmak veya abdest için yeniden yıkanmayı veya
abdest almayı gerektirecek durumların olması lazımdır. Zira,
Kur'an'da suyun bulunması veya hastalıkla yolculuğun
bitmesi halinde teyemmümün iptal ve iadesi bize
emredilmemiştir. Cenabetlik durumu inzal olsun veya
olmasın cinsel birleşmeyle veya cinsel birleşme olmamasına
rağmen ihtilam ile meydana gelen bir olaydır. Tuvaletten
gelinmesi halinde abdest alınması hususu, tuvalet ihtiyacının
giderilmesiyle ilgili bir olaydır. Sesli veya sessiz yellenmek
abdesti bozmaz, zira bu hususlar tuvalet ihtiyacı kapsamında
değildir, zira bunlar için tuvalete gitmek bir ihtiyaç değildir,
Kadınlara dokunma olayına gelince, bu husus ehli sünnetin
kendi aralarında da değişik anlaşılmaktadır, kendi aralarında
ki bir çok ihtilaf konusundan biride budur. Bir kısmı bunu
cinsel birleşme olarak kabul ederken, bir kısmı nikah düşen
erkek veya kadın cildinin bir birine dokunması olarak
anlamaktadır. Bundan dolayıdır ki, kadınlara dokunmayı
cinsel birleşme olarak kabul edenler, el teması veya öpme
475
durumunda abdestin bozulmadığını iddia ederler. Diğerleri
ise, yani "dokunmayı" tokalaşma veya öpme şeklinde
anlayanlar bu durumların olması halinde abdestin
bozulacağını iddia ederler. Örneğin: Şafii mezhebine bağlı
olan kimseler, elleri bir kadın eline değdiğinde abdest almayı
gerekli görürler, fakat Hanefi mezhebi bağlıları ise bu gibi
durumlar da abdest almaya gerek görmezler. Bu şekilde
ihtilafa düşmelerinin nedeni ise, kadınlara dokunmayı sadece
bir hususu anlatan bir ifade olarak anlamalarından dolayıdır.
halbuki bu kelime her iki hususu da kapsamaktadır. El ele
dokunmak veya öpmek dokunma olduğu gibi, cinsel temasta
dokunmadır. Hal böyle olunca durum kolayca anlaşıla bilir.
Dokunma olayı cinsel birleşmeyi ihtiva ediyorsa bu duruma
göre yıkanmak gereklidir. Cinsel birleşmeyi ihtiva etmiyorsa,
sadece el ele değme veya öpme veya elbise üzerinden olsa
dahi oynaşma ve vücudun hissedilmesi durumunda meni veya
orgazm olayı meydana gelmemişse bu lemse yani dokunma
olayı sadece abdest almayı gerektiren bir olaydır.

Dokunma "Lems" kelimesinin kapsadığı manalarla ilgili


olarak Kur'an'dan örnek verecek olursam, şöyle ki, Mealen:

- (Ey Muhammed!) Sana, kağıda yazılı bir kitap indirmiş


olsaydık ve onlar da o kitaba elleriyle dokunsalardı, yine de
küfredenler, bunun apaçık sihir olduğunu söylerlerdi. 6/7

Mealini vermiş olduğum ayette dokunma "Lems" kelimesiyle


ifade edilmiş olup, bur da kitaba elle dokunma durumunu
ifade etmektedir. Dolayısıyla, masaya, kaleme, veya herhangi
bir şeye elimiz değdiğinde bu "Lems" yani dokunma olduğu
gibi, kadın ve erkeğin el ele bir birbirlerine dokunma veya
elbise üzerinden dahi olsa birbirlerinin vücudunu hissederek
cinsel ilgi gösterip dokunmaları durumu da "Lems" olayıdır.
Ve kadınla erkek arasındaki dokunma olayı bu safhada
kaldığında, yani meni veya orgazm olayı da olmamışsa
sadece abdest gerekir.

476
- Ey iman edenler! mü'min kadınları nikâhlayıp da, henüz
onlara dokunmadan boşarsanız, onların üzerinde sayacağınız
bir iddet hakkınız yoktur. Hemen müt'alarını verin (Mehir
kesilmişse, zengin kendi gücüne göre, eli dar olanda kendi
gücüne göre vermeli) ve onları güzellikle serbest bırakın.
33/49

Mealini yazmış olduğum ayette, "Lems" kelimesi ile ifade


edilen dokunma olayı cinsel birleşmeyi ifade etmektedir. Zira
böyle olmasaydı, iddet bekleme durumundan
bahsedilmeyecekti. Böylece iddet beklemek, erkekle kadının
cinsel birleşme yapmaları halinde, kadının hamile kalmış
olup, olmadığını anlamak içindir. Böyle bir olayın ise, bir
erkeğin elini kadın eline değdirmesinden daha değişik bir
durum olduğu açıktır.

Böylece anlaşılmış olur ki, "Lems" kelimesiyle ifade edilen


"dokunma" hem cinsel birleşmeyi hem cilt dokunmasını ifade
eder. Olayın meydana geliş kapsamına göre abdest alınır,
yada yıkanılır. Demek ki abdest ve gusül Kur'an'da açıkça
belirtilmiştir. Kişi cinsel birleşme yapmışsa, inzal olmasa
dahi cünüp olmuştur. Veya rüyasını nedeniyle inzal olmuşsa
veya cinsel birleşme yapmadan inzal olmuşsa bu hususlar
cünüplük kapsamı içinde olup, Mü'min kişi yıkanmalıdır.
Abdest için iki husus vardır, Mü'min kişi eğer tuvaletten
gelmişse veya cinsel birleşme yapmadan kadınlara
dokunmuşsa ve inzal olmamışsa sadece abdest alması
gerekir. Abdestin nasıl alınması gerektiğinden ise daha önce
bahsetmiştim. Diğer taraftan, abdest alırken çizme veya
ayakkabı üzerine mesh edilebileceği, veya ayakların meshe
dilmeyip yıkanması gerektiği, uyku ve (sesli veya sessiz)
yellenme gibi durumların abdest bozduğu, veya ateşte pişmiş
olan şeylerin yenmesi durumunda abdest almak gerektiği
veya kişi zekerine dokunmuş olsa abdest alması gerektiği
veya deve eti ve deve sütü konusunda yapmış oldukları iddia
ve rivayetler, aslı olmayan ve Kur'an'a uymayan boş
iddialardır. Zaten kendileri de bu gibi rivayetlerin tersini de

477
rivayet ederek kendi iddiaların da çelişkiye düşmüşlerdir. Hiç
kimse bunların bu öğretilerine uyarak ne abdest alabilir nede
ne zaman cünüplükten yıkanması gerektiğini bilebilir. Zira
zıtları iddia etmişlerdir. Ve bu zıtlar ancak insanları
şaşkınlığa ve ne yapacaklarını bilmezliğe sürüklemeye sebep
olmaktan başka bir işe yaramaz. Zaten istedikleri de budur.
Bunların bu çelişkili iddiaları nerede. Kur'an'ın abdest ve
gusül öğretisi nerede.

NAMAZ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

İddialarının en başta geleni, eğer ki rivayetler olmamış


olsaydı, Müslümanların yalnızca Kur'an'ı esas alarak nasıl
namaz kılacaklarını bilemeyecekleri iddiasıdır. Zira onlar,
Kur'an'dan namaz kılmanın anlaşılamayacağını iddia ile,
dolayısıyla da rivayetlerin bilinmesinin şart olduğunu
söylemektedirler. Bu iddialarıyla, kendilerince, Kur’an’nın
yetersiz olduğunu açıkça ifade etmiş olurlar. Zira rivayetler
olmazsa biz şu hususu bu hususu Kur’an’dan bilemezdik
demeleri Kur’an yetersizdir manasına gelmektedir. Bu iddia
ise Kur’an ayetlerini red ile, Kur’an’ı inkar etmek demektir,
başka bir ifadeyle küfrün ta kendisidir. Hal bu ki, tahdis etmiş
oldukları rivayetleri incelediğimizde çelişkilerle dolu
olduklarını, hatta bugün fiili olarak tatbik edilmekte olan
namaz olayıyla uyuşmadığını görmüş oluruz. Onların bu
rivayetlerini ciddiye alıp namaz kılmaya kalkışan bir kimse
büyük bir şaşkınlık içinde ne yapacağını bilemez hale gelir.
Zira bir rivayeti uygulayayım derken, o rivayete aykırı başka
rivayetlerle engellenmiş duruma döşer.

RAKAT SAYILARIYLA İLGİLİ RİVAYETLERİNDEN


ÖRNEKLER:

691- İbnu Abbâs (radıyallahu anhüm) anlatıyor: “Allah,


namazı peygamberin diliyle hazarda dört, seferde iki, korku
halinde bir rekat olarak farz kılmıştır."(K.S.2332 C.8 S.229

478
Akçağ, alıntıları: Müslim, Salât 5,(687); Ebû Dâvud, Salât
287,(1247); Nesâi, Taksir 1,(3,118,119)) .

692- Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Allah namazı (ilk


defa) farz ettiği zaman iki rekat olarak farz etmişti. Sonra onu
hazar için (dörde) tamamladı. Yolcu namazı ilk farz edildiği
şekilde sabit tutuldu."(K.S.2333 C.8 S.230 Akçağ, alıntıları:
Buhari, Sâlat 1, Taksiru’s-salât 5, Menâkıbu’l-Ensâr 47;
Müslim, Salâtu’l-Müsafirin 2, (685); Muvatta, Kasru’s-Salât
8, (1,146); Ebû Dâvud, Salât 270,(1198); Nesâi, Salât 3,
(1,225))

Görüldüğü gibi, hazerde yani yolculukta olmayıp ikamet


yerinde bulunan kimse için namazın dört rekat farz olduğunu
tahdis ettiler. Eğer ki iddia ettikleri gibi ise, o zaman akşam
namazının farzını üç rekat ve sabah namazının farzını iki
rekat olarak kılmalarını nasıl izah ediyorlar. Rivayetleri ve
fiili uygulamaları bir birleriyle çelişmektedir.

693- Bize Müslim ibn İbrahim tahdis edip, şöyle dedi. Bize
Şu’be Amr’dan; o da Câbir ibn Abdillah’tan tahdis etti (O,
şöyle demiştir): Muâz ibn Cebel Peygamber’le berâber
namâzı kılar, ondan sonra döner, kendi kavmine imâmlık
ederdi.

Buhâri şöyle dedi: Ve bana Muhammed ibn Beşşâr tahdis


edip şöyle dedi: Bize Gunder tahdis edip şöyle dedi: Bize
Şu’be, Amr’dan tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben Câbir ibn
Abdillah’tan işittim, şöyle dedi: Muâz ibn Cebel
Peygamber’in maiyetinde namâz kılar, ondan sonra döner de
kendi kavmine imamlık ederdi. Bir defasında yatsıyı kıldırdı
da el-Bakara Sûresi’nden başlayarak okumağa kalktı.
Cemâatten biri ayrıldı. Muâz onun hakkında fenâ söyler gibi
oldu. Bu i ş Peygamber’e ulaşınca üç defa: “Fettânsın,
fettânsın, fettânsın" yâhud “Fâtin oldun, fâtin oldun"
buyurdu, ve Mufassal bölümün ortasından iki sûre ile
(kıldırmasını) emretti. Amr ibn Dinâr: Ben o iki sûrenin

479
hangi sûreler olduğunu hâtırımda tutamadım, demiştir.
(Buhâri, Kitâbu’l-Ezân C.2 S.727 H.92 Ötüken.)

Görüldüğü gibi, farz namazın aynı günde birden fazla, imam


olmak suretiyle kılınabileceğini tahdis ettiler. Böylece bir
farz namaz dört rekatsa, sekiz rekat kılına bilir demekle her
vaktin farzının dört rekat olduğu yolunda yapmış oldukları
evvelki rivayetlerle çelişkiye düşmüş oldular. Durumu idare
etmek için, bir tanesinin nafile sayılacağını iddia ettilerse de
bu sefer kendi aralarında ihtilaf ve büyük görüş ayrılıkları
meydana geldi. Şöyle ki: Bu meselede Hanefiler ve Malikiler
ile diğerleri arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Onlar,
farz kılan kimsenin nâfile kılana iktidası sahih (geçerli)
değildir derler. Şâfiiler ile Hambeliler ise buna tecviz yani
sahih (geçerli) görürüler. Delillerinden biri bu konuda Muâz
ibni Cebel hakkında tahdis ettikleri rivayettir.

Yukarda ki rivayette imam olan namazı mükerrer kılabilir


diye rivayet ettiler. Başka bir rivayetlerinde, bu rivayetlerine
çelişkili olarak, aynı günde cemaat fertlerinin de bir vaktin
namazını mükerrer kılabileceğine dair rivayetleri vardı. Şöyle
ki:

694-. ... Ubâde b. Es-Sâmit (r.a.)den, demiştir ki;

- Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

“Benden sonra size, meşgûliyetleri kendilerini (Efdal) vakti


geçinceye kadar namazlarını vakitlerin(de edâ)dan alıkoyan
emirler âmir olacak. İşte o zaman siz, namazları vaktinde
kılınız!"

Bir adam:

- Ya Resûlullah, onlarla da kılayım mı? dedi.

Nebi (s.a.);

“İstersen evet" buyurdu.


480
Süfyân (rivayetinde) dedi ki (adam);

- Namaza onlarla birlikte yetişirsem, onlarla beraber kılayım


mı? Dedi. Resûlullah da;

"İstersen, evet" buyurdu. (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 10


C.2 S.179 H.433 Şamil.)

695-. ... Yezid b. El-Esved'den; rivayet edilmiştir ki; o


gençken Resûlullah (s.a.)'le beraber namaz kıldı. Resûlullah
(s.a) namazını bitirince bir de ne görsün, iki kişi mescidin bir
köşesinde namaz kılmayıp oturuyorlar. Bunun üzerine onları
çağırt(t)dı, onlar titreyerek. Resûlullah’a getirildiler. Hz.
Peygamber (s.a.): “Sizi bizimle namaz kalmaktan men eden
şey nedir?"buyurdu. Adamlar, “Biz evimizde kıldık dediler.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) “Böyle yapmayınız. Sizden
biri evinde namazı kılıp sonra da imamı namaz kılmamış bir
halde bulursa onunla birlikte namaz kılsın. Çünkü o (imamla
beraber kılacağı namaz) kendisi için kefaret olur" buyurdu.
(Ebû Dâvûd, K. Sâlat (2), Bâb 56 C.2 S.411 H.575 Şamil,
ayrıca: Tirmizi, sâlat 49; Nesâi, imâme 54.)

696- Bişr İbnu Mahcen babasınadan anlattığına göre, babası


(Mahcen) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın meclisinde
idi. O sırada namaz için ezan okundu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kalktı, namaz kıldı ve döndü.
Mahcen hâla yerindeydi.

“Herkesle beraber namaz kılmana mâni olan şey nedir, sen


Müslüman değil misin? Diye sordu. Mahcen:

“Elbette müslümanım, ancak ben âilemle namazımı


kılmıştım!"dedi. Efendimiz:

“Mescide geldiğin zaman namaza kalkılırsa kılmış bile olsan


cemaatle birlikte sen de kıl!" (K.S. 2840 C.9 S.168 Akçağ,
alıntıları: Muvatta, Salâtu’l-Cemâ’a 8,(1,132); Nesâi,
İmâmet 53, (2,112))

481
Böylece, ısrarla bir vaktin farz namazının mükerrer
kılınabileceğini rivayet ettiler. Buna rağmen bu rivayetleriyle
çelişkili olarak şu rivayetleri tahdis ettiler:

697-. ... Meymûne’nin mevlâsı Süleyman b. Yesâr’dan;


demiştir ki;

- Belât’a İbn Ömer’in yanına geldim. Onlar (Belatlılar)


namaz kılıyorlardı. İbn Ömer’e:

- Onlarla birlikte namaz kılmıyor musun?"dedim.

- Ben namazımı kıldım. Resûlullah (s.a.)’ı;

"Bir namazı bir günde iki defa kılmayınız" buyururken


işittim, dedi. (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 57 C.2 S.145
H.579 Şamil.)

698- Süleyman Mevlâ Meymûne’nin İbnu Ömer (radıyallahu


anhümâ)’den naklettiğine göre, İbnu Ömer şunu anlatmıştır:

“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir


günde aynı namazı iki sefer kılmayın." (K.S. 2842 C.9 S.169-
170 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Salât 58,(579); Nesâi,
İmâmet 56, (2,114))

İbnu Ömer adına naklettikleri bu iki rivayetle bu konuda


evvelce örneğini yazmış olduğum rivayetlerini inkar ettiler.
Böyle yapmaları metotları icabıdır. Zira böyle yapmakla
gerçeğin ne olduğunu insanların öğrenmesine mani olmayı,
onları şaşkın hale getirmeyi amaçlamaktadırlar. Yoksa
yazdıklarının tamamıyla farkında olmadıklarından değil.
Bakınız İbnu Ömer adına, yukarıda yazmış olduğum iki
rivayeti tahdis ettiler, fakat yine de bu iki rivayetin tam tersi
olan bir rivayeti aynı şahıs adına, yani İbnu Ömer adına
tahdis etmekten çekinmediler, şöyle ki:

699- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)’nın anlattığına göre,


bir adam kendisine sordu:
482
“Ben evde namazımı kılıp sonra da imamla namaza
yetişiyorum; onunla da namaz kılayım mı?”

“Evet!"deyince adam tekrar sordu:

“Peki, bunlardan hangisini (farz olan) namazım yapayım?”

"Bu senin elinde mi? dedi, bu Allah’a kalmıştır, dilediğini


(asıl farz olan) namazın yerine sayar! (K.S. 2841 C.9 S.169
Akçağ, alıntısı: Muvatta, Salâtu’l_Cemâ’a 9,(1,133))

Görüldüğü gibi, İbnu Ömer’den aynı konuda bir birlerine ters


rivayetler uydurmak onlar için gayet sıradan bir şeydir. Daha
önce belirttiğim gibi, onları asıl ilgilendiren, hedefledikleri
konularda insanları şaşkınlığa sürükleyip ne yapacaklarını
bilmez hale getirip, İslam dini konularında kargaşa meydana
getirmektir. Ve İslam dini adı altında meydana gelmiş bütün
rivayetçi gruplara bakıldığında, bunların ayrılığa düşmelerine
asıl sebebin bu çelişkili uydurma rivayetler olduğu görülür.
Şimdi namazla ilgili olarak uydurmuş oldukları rivayetlerden
örnekler vermeğe devem edecek olursam:

700- Habbâb (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’a (secde edilen) yerin sıcaklığından
şikayet ettik, ancak şikayetimizi dinlemedi:

Züheyr, Ebu İshâk’a: “şikayetiniz öğle vaktinde miydi?"diye


sordu. Öbürü:

“Evet!"dedi. Ben:

“Vakit girer girmez, (yani ortalık çok sıcakken)


kılınmasından mı?" diye sordum. O yine:

“Evet!"dedi." (K.S.2380 S.271-272 Akçağ, alıntıları: Müslim


Mesâcid 189,(619); Nesâi, Mevâkit 2, (1,247))

483
701- Hz. Enes (radıyallahu anh): “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (yolculuk sırasında) bir yere inecek olsa, öğleyi
kılmadan orayı terk etmezdi" demişti. Bir adam sordu:

“Yani gün ortasında olsa da mı?”

“Evet, dedi Enes, gün ortasında olsa da!" (K.S. 2381 C.8
S.272 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Sâlat 273, (1205); Nesâi,
Mevâkit 3, (1,248))

Bu iki rivayette, öğle sıcağının, seferi dahi olsa namaz


kılmaya mani olmadığını, muhakkak serinliği beklemeden
namazı kılmak gerektiğini rivayet ettiler. Buna rağmen bu
rivayetlerine çelişkili olarak şu rivayeti tahdis ettiler:

702- Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Hararet
şiddetlenince namazı (vakit) biraz serinleyince kılın. Çünkü,
şiddetli hararet cehennemden bir kabarmadır." (K.S. 2393
C.8 S.282 Akçağ, alıntıları: Buhari, Mevâkit 9, Bed’ü’l-Halk
10; Müslim, Mesâcid 180, (615); Muvatta, Vükût 28, (1,16);
Ebû Dâvud, Salât 4, (402); Tirmizi, Salât 7, (157); İbnu
Mace, Salât 4, (677); Nesâi, Mevâkit 5, (1,248-249))

Bu rivayet evvelki rivayetlerle çelişkilidir.

703- Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Akşam yemeği
hazırlanmış ise, yemeğe namazdan önce başlayın.
Yemeğinizi aceleye de getirmeyin." (K.S. 2399 C.8 S.287
Akçağ, alıntıları: Buhari, Et’ime 58, Ezân 42; Müslim,
Mesâcid 64, (557); Tirmizi, Sâlat 262, (353); Nesâi, İmâmet
57, (2,111))

Yukarıdaki rivayette yemek için namaz tehir (geciktirile) bilir


diye rivayet ettiler. Hemde yemeği aceleye getirmemek
gerektiğini söylediler.

484
704- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Yemek veya bir
başka şey için namazınızı tehir etmeyin." (K.S. 2403 C.8
S.289 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Et’ime, 10, (3758))

Burada ise öbür rivayetlerinin aksine, çelişkili olarak, yemek


için namazın tehir edilemeyeceğini tahdis ettiler.

705- Nesâi’nin rivayetinde şöyle gelmiştir: anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza girdiği zaman
ellerini kaldırırdı ve iki rekat arasında kalktığı zaman aynı
şekilde ellerini iki omuzunun hizasına kaldırırdı." (K.S. 2489
C.8 S.372 Akçağ, alıntıları: Buhari, Ezân 83,84,85,86;
Müslim, Salât 22, (390); Muvatta, Salât 16, (1,75,76,77); Ebû
Dâvud, Sal3at 117,(721,722,741,743); Tirmizi, Salât 190,
(255); Nesâi, İftitah 1,2,3,(2,121,122); İbnu Mâce, İkâmet 15,
(858-868))

Rivayet ettiler ki, namaza başlarken ve iki rekat arasında


elleri iki omuz hizasına kaldırmak gereklidir.

706- Allame (rahimehullah) anlatıyor: “Size Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’ın namazıyla namaz kıldırayım
mı?"dedi ve namaz kıldırdı. Bu namazda ellerini bir kere
iftitah tekbiri sırasında kaldırdı, başka kaldırmadı." (K.S.
2490 C.8 S.375 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Salât 119,
(748); Tirmizi, Salât 191, (257), 188,(253); Nesâi, İftitah 110,
(2,195), 124, (1,204), Sehv 70, (3,62))

707- Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’ı iftitah tekbiri alırken gördüm.
Ellerini kulaklarına yakın kaldırmıştı. Sonra (namazdan
çıkıncaya kadar) başka kaldırmadı. (K.S. 2492 C.8 S.376
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Sâlat 119, (752))

Bu iki rivayette ise evvelki rivayetin aksine iftitah tekbiri


hariç, ellerin kaldırılmayacağını tahdis etmeleri bir çelişkidir.

485
İftitah tekbirinde, Allah’u ekber deyip ellerimizi
kaldırmamızın manası, işaret diliyle, Allah’ın, bizden ve
kainattaki her şeyden daha büyük Olduğunu ifade etmek
içindir. Yani el kaldırmakla Kainatı işaret etmiş oluyoruz.
Onun için kimilerinin elleri omuzlara kadar kaldırmak lazım
yok omuzlara kadar kaldırmak lazım veya bir sefer kaldırmak
lazım veya birden fazla kaldırmak lazım demelerinin konuyla
pek bir ilgisi yoktur.

708- İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) kıraat ını bismillehirrahmanirrahim
ile başlatıyordu. (K.S. 2527 C.8 S.400 Akçağ, alıntısı:
Tirmizi, Salât 181, (247)).

709- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben, Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm), Hz.Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz.
Osman (radıyallahu anhüm) ile birlikte namaz kıldım.
Onlardan hiçbirinin bismillahirrahmanirrahim’i okuduklarını
işitmedim." (K.S. 2528 C.8 S.400 Akçağ, alıntıları: Buhâri,
Ezân 89; Müslim, Salât 50, (399); Muvatta, Salât 30, (1,81);
Ebû Dâvud, Salât 124, (781); Tirmizi, Salât 182, (246);
Nesâi, İftitah 21,22, (2,133-135); İbnu Mâce, İkâmet 4,
(813,815))

710- İbnu Abdillah İbni Muzaffer (rahimehullah) anlatıyor:


“Ben (namazda) bismillahirrahmanirrahim’i okumuştum.
Babam işitti. Bana:

“Oğulcuğum, (bu yaptığın) bir bid’attir. Bid’atten


sakın!"dedi. Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın
ashabından her kimle karşılaştı isem, hepsinin de bid’atten
nefret ettiği kadar bir başka şeyden nefret etmediğini gördüm.
Babam sözlerine şöyle devam etmişti:

“Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la, Hz. Ebû


Bekir’le, Hz. Ömer’le, Hz. Osman’la (radıyallahu anhüm)
namaz kıldım. Onlardan hiç birinin bunu (besmelenin
okunacağını) okuduklarını işitmedim. Onu sen de okuma.
486
Sadece “Elhamdülillahi rabbi’l-âlemin"de." (K.S.2529 C.8
S.401 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Salât 180, (244); Nesâi,
İftitâh 22, (2,135))

< 708.> örnekte görüldüğü gibi, Peygamberin namazda


Kur’an okumaya bismillahirrahmanirrahim ile başladığını
rivayet ettiler. Buna rağmen bu rivayetin aksine olarak,
<709.> ve < 710.> örneklerde görüldüğü gibi namazda
bismillahirrahmanirrahim okunamayacağını tahdis
etmelerinin çelişki olması hususu bir yana. Namaz’da
besmelenin okunamayacağını, okunmasının bid’ad olduğunu
iddia etmeleri çok ibret vericidir. Allah’ın adını anmanın da
bit’adı mı olurmuş? Nasıl olur da bir Mümin namaz kılarken
Allah’a sığınmak İçin bismillahirrahmanirrahim okumasın
veya okuduğunda namazı geçersiz olsun veya bid’ad işlediği,
dolayısıyla günah kazandığı iddia edilebilsin. Böyle bir
iddiayı ancak Allah’ın adını duymaya tahammül edemeyen
kimseler iddia ederler.

Bu iddiaları Kur’an’a uymamaktadır, şöyle ki Kur’an


okumaya başladığımızda, Kur’an okumaya başlamanın iki
şartı vardır. Bunlardan bir tanesi, şeytanın şerrinden Allah’a
sığınmak, diğeri de Allah’ın adıyla okumaya başlamaktır.
Kur’an okumaya başlamanın namazda veya namaz’ın dışında
olması bu durumu değiştirmez, ayrıca bir sûrenin başından
değil de ortalarından veya sonlarından başlamakta aynı
şekilde durumu değiştirmez. Zira, Kur’an okumaya nereden
başlanırsa başlanılsın durum aynıdır, ayrıca, Allah bize
Kur’an’dan kolayımıza geleni okuyabileceğimizi bildirmiştir.
Bu duruma göre, örneğin: Namazda Bakara Sûresinin son iki
ayetini okuyarak başlamamız halinde veya Haşr Sûresi 21.
Ayetten başlayarak okuduğumuzda şeytanın şerrinden
Allah’a sığınıp, Allah’ın adıyla başlamamız şarttır.
Besmelede, Allah’ın adını anmaktan başka bir şey değildir.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

487
- Rabb’in, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında
ve üçte birinde kalk(ıp namaz kıl)dığını biliyor. Seninle
berâber bulunanlardan bir topluluk da (böyle yapıyor).
Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir. O sizin (gece ve
gündüz saatlerinizi) hesâbedemiyeceğinizi (gece satlerinde
kalkamayacağınızı) bildiği için sizi affetti. O halde
Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Allah, içinizden
hastalar, yeryüzünde gezip Allah’ın lutrunu arayan başka
kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka kimseler
bulunacağını bilmektedir. Onun için Kur’an’dan kolayınıza
geleni okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a güzel bir
borç verin. Kendiniz için verdiğiniz hayırları, Allah katında
verdiğinizden daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük
bulacaksınız. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok
bağışlayan, çok esirgeyendir. 73/23

- Kur’an oku(mak iste)diğin zaman kovulmuş şeytandan


Allah’a sığın (Eûzu Billâhi Mineşşeytâni’r-racim, de). 16/98

- Yaratan Rabb’in adıyla oku. 96/1

711- Rifâ’a İbnu Râfi (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz


mescid de iken bedevi kılıklı bir adam çıkageldi. Namaza
durup, hafif bir şekilde (yani rükünleri, tesbihleri kısa
tutarak) namaz kıldı. Sonra namazı tamamlayıp Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’a selem verdi: Efendimiz:

“Üzerine olsun. Ancak git namaz kıl, sen namaz


kılmadın!"buyurdu. Adam döndü (tekrar) namaz kılıp geldi,
Resûlullah’a selam verdi. Aleyhissâlatu vesselâm selamına
mukabele etti ve:

“Dön namaz kıl, zira sen namaz kılmadın!"dedi adam bu


şekilde iki veya üç sefer aynı şeyi taptı, her seferinde
aleyhissalâtu vesselâm:

488
“Dön namaz kıl, zira sen namaz kılmadın!"dedi. Halk korktu
ve namazı hafif kılan kimsenin namaz kılmamış sayılması
herkese pek ağır geldi.

Adam sonuncu sefer:

“Ben bir insanım isabet de ederim, hata da yaparım. Bana


(hatamı) göster, doğruyu öğret!"dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm:

“Tamam. Namaza kalkınca önce Allah’ın sana emrettiği


şekilde ab dest al. Sonra (ezan okuyarak) şahâdet getir,
ikâmet getir (namaza dur). Ezberinde Kur’an varsa oku,
yoksa Allah’a hamlet, tekbir getir, tehlil getir, sonra rükûya
git. Rükû halinde itminâna er (azaların rükûda mûtedil halde
bir müddet dursun). Sonra kalk ve kıyam halinde itidâle er,
sonra secdeye git ve secde hâlinde itidâle er, sonra otur ve bir
müddet oturuş vaziyetinde dur, sonra kalk.

İşte bu (söylen)enleri yaparsan namazını mükemmel (kılmış


olursun. Bundan bir şey) eksik bırakırsan namazını eksilttin
demektir.”

Râvi der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bu


sonuncu sözü Ashab’a önceki: (Dön, namaz kıl, zira sen
namaz kılmadın!) sözünden daha kolay (ve rahatlatıcı) oldu.
Zira (bu söze göre), sayılanlardan bir eksiklik yapan kimsenin
namazında eksiklik oluyor ve fakat tamamı heba olmuyordu."
(K.S.2658 C.8 S.504-505 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Salât
226, (302); Ebû Dâvud, Salât 148, (857-861); Nesâi, İftitah
105,(2,193),167,(2,225))

Bu rivayette bariz (açık, belirgin) olarak dikkati çeken husus,


Namazda Kur’an okunmaya bileceğini iddia etmeleri. Nasıl
ki daha önceki örneklerde görüldüğü gibi, namazda, besmele
okunmasına karşı çıkmış idilerse, burada da müslümanları
namazda Kur’an okumaktan uzaklaştırmayı
amaçlamaktadırlar. Ezberinde Kur’an varsa oku, yoksa bir

489
şey olmaz demeye getirmeleri bundandır. Yoksa kişiye Ezan
ve Kamet okuması gerektiği bildirilir de, buna rağmen
ezberinde Kur’an varsa oku denir mi? Ezan ve kameti
ezberleye bilen, Kur’an’dan bir kısa süre ezberleyebilir. Bu
da dikkat çekici ayrı bir çelişkidir.

Şimdi bu rivayetlerinden birkaç örnek daha verirsem:

712-. ... Abdullah b. Übeydillah dedi ki: Beni Haşim


gençlerinden oluşan bir toplulukla beraber İbn Abbâs’ın
yanına vardım. İçimizden bir genç dedi ki:

Sor (bakalım) İbn Abbâs’a Peygamber (s.a.) öğle ve ikindi


namazlarında (Kur’an) okuyor muydu? (O genç bu soruyu
sorunca İbn Abbâs; “hayır, asla!"diye cevap verdi. Bunun
üzerine İbn Abbâs’a; “Belki de içinden okuyordu" denildi. O
da “Tuh sana bu birincisi (olan hiç okumamak)dan daha fena!
(Çünkü) O (s.a.) kendisine gönderileni tebliğle memur idi. Üç
özelliğin dışında bizi diğer insanlardan ayırmadı:

1. Bize abdesti güzelce almamızı; 2. Sadaka yemememizi; 3.


Eşeği ata çekmememizi emretti" dedi. (Ebû Dâvûd, K.salât
(2), Bâb 126,127 C.3 S.258 H.808 Şamil, ayrıca: Tirmizi,
cihâd 23; Nesâi, tahâre 105, hayl 10.)

Bu rivayette, peygamberin öğle ve ikindi namazlarında asla


Kur’an okumadığını tahdis ettiler. Bunun manası hiç
kimsenin öğle ve ikindi namazlarında Kur’an okumaması
gerektiği demektir. Böylece imam olsun cemaat olsun bu farz
namazlarında Kur’an okumak iddialarına göre yasak olmuş
olur. Böylece beş vakit farz namazın iki vaktinde Kur’an ile
Namazın arasını ayırmış oldular. Hele söz arasında konuyla
hiç ilgisi olmayan “Eşeği ata çekmemek gerekir sözü"
gerçeği ifade etmediği gibi, abestir de.

713- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm: “Kim imama uymuş ise, imamın

490
kıraatı onun da kıraatidir" buyurdular." (K.S. 6244 C.17 S.21
Akçağ, alıntısı: İbni Mace 850.)

Bu rivayette de, İmam hariç cemaatten hiç kimsenin namazda


Kur’an okumamsı gerektiğini iddia ettiler. Böylece farz
namazın kılındığı beş vakitte de, cemaat açısından namazla
Kur’an’ın arasını ayırdılar.

714-. ... Câbir b. Abdillah’dan demiştir ki: Biz (Peygamber


(s.a.)’in sağlığında) ayakta ve otururken dua ederek rükû ve
secdede iken de, tesbih ederek nâfile namaz kılardık. (Ebû
Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 134,135 C.3 S.302 H.833 Şamil.)

Böylece bu iki rivayette de, namazda Kur’an okunmasına


mani olmak için, imama uyarak namaz kılan kimsenin hiç
Kur’an okumaması gerektiğini zira imamın, onun yerine
Kur’an okuduğunu, ayrıca nafile namazlarda namazı yalnız
kılan kimsenin de hiç Kur’an okumadan tesbih ederek namaz
kılması gerektiği tahdis ve iddia ettiler. Bu konudaki
iddialarını özetlersek, yalnız başına nafile namaz kılan
kimsenin Kur’an okumadan namaz kılması gerektiği. İmama
uyarak namaz kılan kimse hiç Kur’an okumaz. Öğle ve ikindi
namazlarında İmam ve Cemaat ve gerekse kişi tek başına
namaz kıldığında hiç Kur’an okumaması gerektiğini rivayet
ettiklerini görürüz. Fakat zannedilmesin ki bu rivayetlerinde
sabittirler, böyle bir şey onların yöntemlerine aykırıdır,
bundan dolayı kargaşa çıkarmak amaçlı aykırı rivayetleri de
vardır, şöyle ki:

715- Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh’ın anlattığına göre: “Bir


adam kendisine: “Namazda imam okurken ona uyan kimse de
Kur’an’dan okur mu?"diye sormuş, o da şu cevabı vermiştir:
“Bir adam, Aleyhissalâtu vesselâm’a her namazda kıraat var
mı?"diye sormuştu da Aleyhissalâtu vesselâmdan
“Evet!"cevabını almıştı. Bunun üzerine cemaatten biri de:
“Bu vacip oldu" demişti."(K.S. 6243 C.17 S.21 Akçağ,
alıntısı: İbni Mace 842.)

491
716-. ... Atâ b. Ebi Rebâh’dan rivâte göre Ebû Hüreyre (r.a.)
şöyle demiştir: Her namazda Kur’an okunur. Peygamber
(s.a.)’in bize duyurduğunu biz de sizlere duyuruyoruz.
Bizden gizlediğini biz de sizden gizliyoruz. (Ebû Dâvud,
K.Salât (2), Bâb 124,125 C.3 S.797 Şamil, ayrıca: Buhâri,
ezân 104; Müslim salât 44-46; Nesâi, iftitâh 31,54; İbn Mâce,
İkâme 11.)

Böylece her namazda Kur’an okunur demekle evvelki


rivayetleriyle çelişkiye düşmüş olmaktadırlar. Namazda
Fatiha Sûresinin okunup, okunmaması konusunda da
uydurmuş oldukları rivayetler, maksatları konusunda çok
ibret vericidir, şöyle ki:

717- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) uyurdular ki: “Kim
Fâtiha-i şerife sûresini okumadan namaz kılarsa bilsin ki bu
namaz nâkıstır- bu sözü üç kere tekrarladı- eksiktir."

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)’ye:

“Biz imamın arkasında bulunuyorsak (ne yapalım)? Diye


sorulmuştu. Şu cevabı verdi:

“Yine de içinden oku.............. (K.S. 2531 C.8 S.404 Akçağ,


ayrıca: Müslim, Salât 4/38; Muvatta Namaz 39; Ebû Dâvud,
K. Salât (2), Bâb 131,132 H.821.)

718-. ... Ebû Said (el-Hudri) (r.a.)’den; demiştir ki: Biz


(namazda) Fatiha ile (beraber Kur’an’dan) kolay(kımıza)
geleni okumakla emr olunduk. (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb
131,132, C.3 S.271 H.818 Şamil.)

719- Hz. Câbir (radıyallahu anh) demiştir ki: “Kim Fâtiha’yı


okumadan bir rekat namaz kılarsa, imamın arkasında
bulunmadığı takdirde namaz kılmış sayılmaz." (K.S. 2535
C.8 S.407 Akçağ, alıntıları: Muvatta, Salât 38,(1,84); Tirmizi,
Salât 233,(313))

492
Bu rivayetlere göre, Fatiha sûresi okunmayan namaz noksan
veya geçersizdir. Hal bu ki, diğer bazı rivayetlerinde,
Peygamberin namazda Fatiha sûresini okumayıp, başka
sûreler okuduğunu tahdis ettiler, şöyle ki:

720- İbnu Abbas (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) cum’a günü, sabah namazında Elif-
lâm-mim Tenzil, es-Secde, ve Hel etâ alâ’l-insâni hinun
mine’d-dehr surelerini okurdu. Yine Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) cum’a namazında Cum’a ve Münâfikûn surelerini
okurdu." (K.S. 2544 C.8 S.416 Akçağ, alıntıları: Müslim,
Cum’a 64,(879); Ebû Dâvud, Salât 218,(1074); Tirmizi, Salât
375,(520); Nesâi, Cum’a 38,(3,111), İftitah 47, (2,159))

721- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm), A’raf suresiyle akşamı kılardı.
Sureyi ikiye bölerek her iki rek’atte bir parçasını okurdu."
(K.S. 2557 C.8 S.424 Akçağ, alıntısı: Nesâi, İftitâh 67,
(2,170))

Böylece namazda kıraat konusunda iç içe çelişkili rivayetler


zinciri meydana getirmişlerdir. Bu rivayetlerini dikkate alan
bir şahıs Kıraat konusunda namaz da ne yapacağını bilemez.
Bir taraftan, namazda Kur’an okunmayabilir, öğle ve ikindi
namazlarında hiç okunmaz, nafile namazlarda hiç okunmaz,
İmam okur cemaat okumaz. Diğer taraftan, İmam okur
cemaatte okur, her namazda Kur’an okumak mecburidir,
Fatiha sûresinin her namazda okunması mecburidir derken
başka rivayetlerde Fatiha suresinin okunması mecburi
değildir diye bilmektedirler. Şimdi bütün bu çelişkili
rivayetler karşısında kişi namazda Kur’an kıraatıyla ilgili
nasıl karar verebilir?

Şimdi namaz konusunda ki rivayetlerini örneklendirmeye


devam edecek olursam.

722- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm), içerisinde secde âyeti olan sûreyi
493
okur. (ayetler geldikçe) secde ederdi, biz de secde ederdik.
Öyle ki (izdiham sebebiyle) namaz dışı vakitlerde alnımızı
koyacak secde yeri bulamadığımız olurdu." (K.S. 2763 C.9
S.66 Akçağ, alıntıları, Buhari, Sücûdu’l-Kur’ân 9,8,12;
Müslim, Mesacid 103,(575); Ebû Dâvud, Salât 333,
(1411,1412,1413))

Bu rivayette secde ayeti okunduğunda secde yapılması


gerektiği rivayet ettiler.

723- Ebu Temimeti’l-Hüceymi anlatıyor: “Ben sabah


namazından sonra vaaz’u nasihat ediyordum, bu esnada secde
(ayeti okuyor ve secde) ediyordum. İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) beni yasakladı. Ama ben O’nu dinlemedim. O üç
sefer yasaklamayı tekrarladı. Sonra dönüp:

“Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın arkasında namaz


kıldım. Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman (radıyallahu
anhüm) ile de namaz kıldım. Onların hiçbiri güneş doğuncaya
kadar secde yapmazlardı" dedi." (K.S. 2766 C.9 S.68 Akçağ,
alıntısı: Ebu Dâvud, Salât 335, (1415))

Bu rivayette ise sabah namazından sabah güneş doğuncaya


kadar secde ayeti okunduğunda secde yapılamayacağını
rivayet ettiler. Böylece bir evvel ki rivayette yapmış oldukları
genellemeden istisna yaparak bazı vakitlerde secde ayeti
okunduğunda secde yapılmaz dediler.

724- Zeyd b. Sabit’ten naklen: “Hiçbir namazda imam ile


kırâat yoktur" demiş. Ve kendisinin Resûlullah (Sallallahu
aleyhi vesellem)’e Necm sûresini okuduğunu fakat
(peygamberin) secde etmediğini söylemiş.. (Müslim,
106/1688 C.3 Sönmez Neşriyat.)

725- Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’a Vennecmi sûresini okudum, bunda
secde etmedi. (K.S.2770 C.9 S.89 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Sücudu’l-Kur’ân 6; Müslim, Mesâcid 106,(577); Ebû Dâvud,

494
Salât 329, (1404); Tirmizi, Salât 404, (576); Nesâi, İftitâh 50,
(2,160))

Bu rivayetlerde ise, vakit söz konusu olmadan genelleme


yaparak, içinde secde ayeti bulunan Necm Sûresi
okunduğunda Peygamberin secde etmediğini rivayet etmekle,
secde ayeti okunduğunda secde etmenin gerekli olmadığını
iddia ettiler. Bu ise çelişki ve tutarsızlıktır.

726- İbnu Amr İbnu’l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Üç kişi
vardır, Allah onların namazını kabul etmez:

Kendisini sevmeyen kimselere imam olan;

Namaza arkadan gelen, yani vakti çıktıktan sonra gelen;

Köleyi azad ettikten sonra tekrar köle kılan." (K.S.2800 C.9


S.129-130 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Sâlat 63,(593))

727-. ... Abdullah b. Ömer (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre


Resûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur: “Üç kişi vardır ki,
Allah(ü Teâla) onların namazlarını kabul etmez: Kendisini
istemeyen bir topluluğa imamlık eden kimse, namazı sonra
(yani vakti geçtikten sonra) kılan kimse, hürriyetine
kavuşturduğu köleyi (tekrar) köle edinen kimse." (Ebû
Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 62 C.2 S.438-439 H.593 Şamil,
ayrıca: Tirmizi, mevâkit 149; İbn Mâce, İkâme 431.)

Yukarıda ki rivayetlerine göre, vakti çıktıktan sonra kılınan


namazın makbul olmadığını, diğer bir ifadeyle kaza namazı
diye bir şey olmadığını ve namazların birleştirilemeyeceğini
tahdis ettiler. Zira her iki hususta namazın vaktinden
çıkmasıyla yani kılınması gereken vakti dışında kılınmasıyla
ilgilidir. Bu ise gerek kaza namazıyla ve gerekse namazların
birleştirilmesiyle ilgili olarak bu günkü uygulamalarına aykırı
olduğu gibi, namazların birleştirilebileceği konusunda ki
rivayetleriyle de çelişkilidir. Şöyle ki:

495
728- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yolcu halinde iken öğle ve ikindiyi
birleştirirdi, akşam ile yatsıyı da birleştirirdi." (K.S. 2912 C.9
S.238 Akçağ, alıntısı: Buhari, Taksiru’s-Salât 13.)

Bu rivayette namazların seferi halde iken birleştirileceğini


rivayet etmeleri, önceki rivayetle çelişkilidir. Bu çelişkiden
bahsedildiğinde seferi olma durumu bir istisnadır deyip
bahane uydura bilirler. Fakat bu bile mevcut çelişkiyi ortadan
kaldırmaz. Zira başka rivayetlerde, sefer, korku veya başka
bir zorluk olmadan namazların cem edilebileceğini yani
birleştirilebileceğini tahdis ettiler. Şöyle ki:

729-. ... Ya’lâ b. Ümeyye’den; demiştir ki:

- Ömer b. Hattâb’a. “Aziz ve celil olan Allah sadece “Eğer


kâfirlerin size fenalık yapacağından korkarsanız" dediği ve
(bugün) bu (korku) da kalmadığı halde insanların
(yolculukta) namazı kısaltmalarını nasıl
buluyorsunuz?"dedim. Ömer (r.a.) dedi ki:

- Senin hayret ettiğin şeye ben de hayret ettim de bunu


Resûlullah (s.a.)’den sordum.

“-Bu, aziz ve celil olan Allah’ın size verdiği bir sadakadır.


O’nın sadakasını alınız" buyurdu. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’s-
Sefer (4), Bâb 1 C.4 S.374 H.1199 Şamil, ayrıca: Müslim,
müsâfirun 4; Tirmizi, tefsiru sûre (4); Nesâi, Taksiru’s-Salât
1;İbn Mâce,ikâme 73.)

730-. ... Abdullah b. Abbâs’tan; demiştir ki:

-Resûlullah (s.a.) korku ve sefer olmaksızın öğle ile ikindiyi


ve akşamla yatsıyı bir arada kıldı.

Mâlik dedi ki: “Ben bunun yağmur hakkında olduğunu


zannediyorum.”

496
Ebû Dâvud dedi ki: Bu hadisin benzerini Ebû’z-Zübeyr b.
Seleme ile Kürretü’bnü Halid de rivâyet etmiştir. (Ebû’z-
Zübeyr) dedi ki:

- (Bu hâdise) Tebûk seferine çıktığımızda oldu. (Ebû Dâvûd,


K.Salâtu’s-Sefer (4), Bâb 5 C.4 S.393 H.1210 Şamil, ayrıca:
Müslim, müsafirin 54, Tirmizi mevakit 24; Nesâi, mevakit
47.)

Her ne kadar bu rivayette, yağmur tahmini ve veya sefere


çıkma gibi sözlerle istisnalar getirmeye çalışmışlarsa da, bu
şekilde evvel ki rivayetle çelişkiye düştükleri gibi, hiçbir
şarta bağlı olmayan aşağıda ki rivayetle de çelişkiye
düşmüşlerdir. Şöyle ki:

731-. ... İbn Abbas (r.a.)’den; demiştir ki:

- Resûlullah (s.a.) korku ve yağmur olmaksızın Medine’de


öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı cem etti (ikisini bir arada
kıldı).

İbn Abbâs’a Resûlullah (s.a.’ın bununla neyi kastettiği


sorulunca:

- Ümmetine kolaylık getirmeyi murad etti, diye cevap verdi.


(Ebû Dâvûd, K.Salâtu’s-Sefer (4), Bâb 5 C 4 S.397 H.1211
Şamil, ayrıca: Müslim, müsâfirin 54; Tirmizi, mevâkit 24;
Nesâi,mevâkit 47.)

Görüldüğü gibi, bir taraftan namazı geciktirenin namazını


Allah kabul etmez derken. Namazı geciktirmekten başka bir
şey olmayan, namazların birleştirilmesi suretiyle
geciktirilmesinin uygun olduğunu tahdis ve iddia
etmektedirler. Bu açık bir çelişki ve tutarsızlıktır.

732- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) Medine’den Mekke’ye gitmek üzere
yola çıktı. Rabbülâlemin’den başka hiçbir şeyden
korkmuyordu. Yolda namazı ikişer ikişer (yani kasrederek)
497
kıldı." (K.S.2899 C.9 S.228 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Salât
391,(547); Nesâi, Taksiru’s-Salât 1,(3,117))

733- Enes (radıyallahu anh)’in anlattığına göre kendisinden


kasru’s-salât yani namazın kısaltılması hakkında sorulmuştu.
Şöyle cevap verdi:

“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) üç millik mesafeyi veya


-Şu’be’nin şekkine (zannına) göre - üç fersah mesafeyi dışarı
çıktı mı iki rekat kılar." (K.S. 2897 C.9 S.227 Akçağ,
alıntıları: Müslim, Salâtu’l-Müsâfirin 12,(691); Ebû Dâvud,
Salât 271,(1201))

734- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte Mekke’ye gitmek üzere
Medine’den çıktık. Efendimiz yolda namazları ikişer ikişer
kılıyordu. Medine’ye dönünceye kadar hep böyle yaptı.”

Enes’e:

“Mekke’de ne kadar kaldınız?"diye sorulmuştu:

“Orada on gün kaldık" dedi."(K.S.2900 C.9 S.229 Akçağ


alıntıları: Buhari, Taksir 1, Meğâzi 52; Müslim, Salatu’l-
Müsâfirin 15,(693); Ebû Dâvud, Salât 279,(1233); Tirmizi,
Salât 392,(548); Nesâi, Taksiru’s-Salât 4,(3,121))

Bu üç rivayette, tehlike olmaması halinde bile, seferi


durumda ve ikamet edilen memleket haricinde uzun bir süre
kalınsa dahi namazın kısaltıla bileceğini rivayet ettiler.bu ise
Kur’an’a aykırıdır. Zira namaz ancak bir tehlike mevcutken
kısaltıla bilir. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman inkâr edenlerin size bir


kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda
size bir günah yoktur. Muhakkak ki kâfirler, sizin açık
düşmanınızdır. 4/101

498
Görüldüğü gibi, namazın kısaltıla bilmesi için kâfirlerden
gelebilecek bir tehlikenin mevcut olması şarttır. Bu itibarla
uydurmuş oldukları rivayetler Kur’an’a uymamaktadır.

Namaz konusuyla ilgili olarak <691.> örnekte bahsettiğim


gibi seferi durumda mamazı kısaltmanın ruhsat değil farz
olduğunu iddia etmişlerdi, iddiaları şu idi: “Allah namazı
peygamberimizin diliyle hazerde dört, seferde, korku halinde
de bir rekat olarak farz kılmıştır."Bunun ifade ettiği mana her
ne şekilde olursa olsun seferi (yolculuk) durumdayken
namazı kısaltmak mecburi olur demektir. Bununla ilgili
olarak bir örnek daha verip, bu rivayetleriyle çelişkili olan bir
diğer rivayetleriyle karşılaştırırsak:

735- Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Kurban


bayramında kılınan namaz iki rek’attir, Fıtır (Ramazan)
bayramında kılınan namaz iki rek’attir, sefer namazı iki
rek’attir, cum’a namazı da iki rek’attir. Bunlar Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’ın lisanı üzere tamamdır, kısaltma
yoktur." (K.S. 2334 C.8 S.231 Akçağ, alıntısı: Nesâi, Cum’a
37,(3,111), Taksir 1,(3,118), İdeyn 11,(3,183))

736- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte umre yapmak üzere
Medine’den Mekke’ye doğru yola çıktık. Medine’ye gelince:

“Ey Allah’ın Resûlü, annem babam sana feda olsun. Sen kısa
kıldın, ben tam kıldım, sen yedin ben oruç tuttum, (ne
dersiniz?)" dedim. Şu cevabı verdi:

“Ey Aişe güzel yaptın!"buyurdu ve işimde beni kınamadı"


dedi." (K.S.29922 C.9 S.246 Akçağ, alıntısı:Nesâi,Taksiru’s-
Salât4,(3,122))

Böylece seferi (yolcu) namazlarının iki rekat olarak


kılınmasının farz olduğunu inkar ettiler.

499
737-........... Âmir İbnu Raba (R) haber verip şöyle demiştir:
Ben Resûlullah (S)’ı binek deve üzerinde, bineği hangi cihete
yönelirse o cihete doğru, nâfile namâzı kılar gördüm. Ve
Rasûlullah bunu farz olan namâzda yapmaz idi.

Ve leys şöyle dedi: Bana Yûnus (ibn Yezid), İbnu Şihâb’dan


tahdis etti. O şöyle demiştir: Sâlim: Abdullah ibn Umer yolcu
iken geceleyin binek hayvanı üzerinde nâfile namâzı kılardı;
bunda yüzü hangi cihete olursa olsun, aldırmazdı, dedi.

Abdullah ibnu Umer şöyle demiştir: Resûlullah (S) de binit


devesi üzerinde, yüzü hangi cihete yönelik olursa olsun,
nâfile namâzı kılardı. Ve yine deve üzerinde vitir namâzını da
edâ ederdi. Şu kadar var ki Rasûlullah, binek üzerinde farz
namâzı kılmazdı. (Buhâri, Eb-vâbu Taksiri’s-Salât Bab 9 C.3
S.1063-1064 H.17 Ötüken.)

738-............. Hafs ibnu âsım tahdis edip şöyle demiştir: İbnu


Umer (R) sefere çıktı da, şöyle dedi: Ben Peygamber (S) ile
birlikte yolculuk ettim; O’nun seferde nâfile kılar olduğunu
görmedim, Zikri yüce olan Allah da: (mealen) (= Muhakkak
Allah Elçisi’nde size güzel bir örnek vardır)"(el-Ahzâb: 21)
buyurdu. (Buhari, Ebvâbu Taksiri’s-Salât Bab 11 C.3 S.1066
H.20 Ötüken.)

Bu iki rivayetin bir birleriyle çelişkili olduğu açıktır,


birincisinde yolculukta nafile namaz kılınır denmesine
rağmen, ikincisinde kılınmaz demeleri bir çelişkidir.

739- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) demiştir ki: “(Kur’an)


her bir namazda okunur. (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bize hangilerini işittirmişse biz de size işittiriyoruz.
Hangilerini de gizlemişse biz de size gizliyoruz." (K.S.2570
C.8 S.433 Akçağ, alıntıları: Ebû Dâvud, Salât 129,(737);
Nesâi, İftitâh 58,(2,163); Buhari, Ezân 104; Müslim, Salât 43,
(396))

500
Bu rivayetlerinde namaz kılınırken gizli okuma olduğunu
iddia ettiler. Bu ise Kur’an’a aykırıdır, zira namazda ses
yükseltilmez gizlenmezde, ikisi arasında bir yol tutulur. Bu
hususta Kur’an’dan mealen:

- De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın.


Hangisiyle çağırırsanız, nihâyet en güzel isimler O’nundur.
Namazında pek bağırma, pek de (sesini) gizleme, bu ikisinin
arasında bir yol tut. 17/110

Tahdis etmiş oldukları rivayetin Kur’an’a aykırı olduğu


açıktır.

740- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kişinin
cemaatle kıldığı namazın sevabı evinde ve çarşıda (iş
yerinde) kıldığı namazından yirmi beş kat fazladır. Şöyle ki,
âb dest alınca güzel bir ab dest alır, sonra mescide gider,
evinden çıkarken sadece mescid gayesiyle çıkmıştır. Bu
sırada attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir, bir
günahı affedilir. Namazı kıldı mı, namaz gahında olduğu
müddetçe melekler ona rahmet okumaya devem ederler ve
şöyle derler:

“Ey Rabbimiz buna rahmet et, merhamet buyur.”

Sizden herkes, namaz beklediği müddetçe namaz kılıyor


gibidir." (K.S.2778 C.9 S.101 Akçağ, alıntıları: Buhari, Ezan
30, Cum’a 2; Müslim, Salât 272 (649); Ebû Dâvud, Salât 49,
(559); Tirmizi, Salât 245,(330); İbnu Mâce, Mesacid 16,
(788))

741- Sahiheyn’in İbnu Ömer (radıyallahu anh)’den kaydettiği


bir diğer rivayette şöyle denmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: “Cemâatle kılınan namaz, ayrı
kılınan namazdan yirmi yedi derece üstündür." (K.S.2779 C.9
S.101 Akçağ, alıntıları: Buhari, Ezân 30, Müslim, Salât 272.)

501
Aynı husus hakkında birinci rivayette yirmi beş kat sevap
tahdis etmelerine rağmen, ikinci rivayette yirmi yedi kat
olarak bildirmeleri bil çelişkidir.

742- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Erkeklerin teşkil
ettiği safların en hayırlısı birinci saftır. En kötüsü en son
saftır. Kadınların teşkil ettikleri safların en hayırlısı en son
saftır, en kötüsü en öndekidir." (K.S. C.9 S.145 Akçağ,
alıntıları: Müslim, Salât 132,(440); Ebû Dâvud, Salât 98,
(678); Tirmizi, Salât 166,(224); Nesâi, İmâmet 32, (2,93))

Önceki iki rivayette çelişkili de olsa cemaatle kılınan


namazın faziletlerinden bahsederlerken, bu rivayette namazın
cemaatle kılınması için teşkil edilen saflar hakkında,
erkeklerin teşkil ettiği son saf ile, kadınların teşkil ettiği ilk
saf konusunda “şerli" ifadesini kullanmaları çok ağır bir ifade
ve ithamdır, asıl metinde kullanılan sözcük “şerli"
sözcüğüdür ve bu ağır bir ifadedir, zira namaz için teşkil
edilmiş bir saf hakkında, sevap kazanma bir tarafa şerli
demekle günahkarlar safı tanımını getirmişlerdir. Ayrıca
ithamdır, zira bu iki safta ki erkek ve bayanların saf olarak
aynı hizada arka arkaya bulunmaları hususunda “şerli"
ifadesiyle uygunsuz hareketler yapıldığını iddia etmek
istemektedirler. Bu ise İslam cemaatine itham ve aynı
zamanda iftiradır.

Daha öncede belirttiğim gibi, tahdis etmiş oldukları bir


rivayette, bu saf konusuyla ilgili olarak, güya secde eden
Müslüman erkeklerin secdede iken avretleri görünüyormuş
da, namaz kılan kadınlar secdeden daha evvel başlarını
kaldırdıklarında onların avretlerini görüyorlarmış. Nasihat
maskesi altında tahdis etmiş oldukları hakaret içerikli rivayet
şudur:

743- Esmâ Bintu Ebi Bekr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı işittim, kadınlara
diyordu ki:
502
“Sizden kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa, erkekler
başlarını kaldırıncaya kadar başını yerinden kaldırmasın,
böylece erkeklerin avretlerini görmekten korunmuş olur.
(K.S.2835 C.9 S.164 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Salât 146,
(851))

Yaptıkları saldırı gayet açıktır. Şimdi diğer çelişkili


rivayetlerine bakalım:

744- Aişe’den naklen: “Resûlullah (Sallallahu aleyhi


vesellem) duhâ namazını dört rekat kılar. Allah’ın dilediği
kadar da ziyade ederdi." (Müslim, C.4 H.78-79/2052 Sönmez
Neşriyat.)

745- Aişe’den naklen: “Ben Resûlullah (Sallallahu aleyhi


vesellem) in duhâ nafilelerini kıldığını hiç görmedim. Onu
ben kılıyorum............ (Müslim C.4 H.77/2052 Sönmez
Neşriyat.)

746- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) kuşluk (duhâ) namazını her kılışında
mutlaka ben de kıldım." (K.S. 3016 C.9 S.326 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Teheccüd 5,32; Müslim, Müsafirun 75,77,
(717,718); Muvatta, Kasru’s-Salât 29,(152-153); Ebu Dâvud,
Salât 301,(1292,1293); Nesâi, Savm 35,(4,152))

Bu üç rivayetin üçü de Aişe’den tahdis edilmiş ve çelişkili


oldukları açıktır.

747- Müsevver İbnu Yezid el-Mâliki (radıyallahu anh)


anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazda
(cehri olarak) kıraatte bulunuyordu. bir kısım okumayı terk
etti. (Namazdan sonra, cemaatten) bir adam.

“Ey Allah’ın Resûlü, şu şu âyetleri okumayı terk ettiniz!"


dedi. Resûlullah:

“Niye bana hatırlatmadın? Buyurdular.”

503
Bir rivayette şu ziyade gelmiştir: “(Adam)... Ben onların nesh
edildiğini zannetmiştim."(Ebû Dâvud, Salât 163,(907).
K.S.2838 C.9 S.167 Akçağ.)

748- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ey Ali namazda
(takılırsa) imamı açmâ! (hatırlatma). (K.S. 2839 C.9 S.167
Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Salât 164,(903))

İki çelişkili rivayet, ikisi de Ebû Dâvud’tan, birincisinde


imama namazda Kur’an okurken yanılırsa veya takılır ise
okuyamazsa cemaat ona hatırlatmalıdır derken. İkinci
rivayette aynı durumun olması halinde hatırlatmamak gerekir
demeleri, çelişkili olmasının yanında ilginçtir.

Diğer bir hususta, Peygamberin Kur’an’ı unutarak hatalı


okuduğunu iddia etmeleridir. Bu ise Kur’an’a uymayan bir
iddiadır. Allah’ın desteklemesi ile Peygamberin Kur’an’ı
unutarak yanış okuması mümkün değildir.

Kur’an’dan mealen:

- (Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak içn dilini


kımıldatma. 75/16

- Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu


okutmak bize aittir. 75/17

- O halde, biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşunu


takip et. 75/18

- Sonra şüphen olasın ki, onu açıklamak da bize aittir. 75/19

Görüldüğü gibi tahdis etmiş oldukları rivayet Kur’an’a


uymamaktadır.

749- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “İki namaz var ki,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunları ne gizli ne de
aleni olarak seferde ve hazerde hiç terk etmedi: Sabahtan

504
önce iki rekat. İkindiden sonra iki rekat." (K.S.2932 C.9
S.260 Akçağ, alıntıları: Buhari, Mevâkitu’s-Salât 33,73;
Müslim, Salâtu’l-Müsâfirin 300,(835); Ebû Dâvud, Salât 290,
(1253); Nesâi, Mevâkitu’s-Salât 36,(1,281), Kıyâmu’l-Leyl
56,(3,251,252))

Bu rivayette ikindiden sonra iki rekat nafile kılınacağını


tahdis ettiler.

750- Muhtar İbnu Fulful anlatıyor: “Hz. Enes’ten ikindiden


sonra kılınacak nafile namaz hakkında sordum" dedi ki:

“Hz. Ömer, ikindiden sonra nafile kılanların ellerine


(sopayla) vururdu. Biz iki rek’ati, Resûlullah devrinde güneş
battıktan sonra akşam namazından önce kılardık. Bizi bunu
kılarken efendimiz görürdü de ne emrederdi ne de nehye
derdi." (K.S.2966 C.9 S.280 Akçağ, alıntısı: Müslim,
Müsafirin 302,(836))

Bu rivayette ise ikindiden sonra nafile namaz


kılınamayacağını söylemeleri bir çelişkidir.

751- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden
biri Cumayı kıldı mı, ondan sora dört rek’at kılsın."
(K.S.2976 C.9 S.286 Akçağ, alıntıları: Müslim, Cum’a 67,
(881); Ebu Dâvud, Salât 244,(1131; Tirmizi, Salât 376.)

Bu rivayette Cuma namazından sonra dört rekat kılınması


gerektiğini rivayet ettiler.

752- Nâfi merhum anlatıyor: “İbnu Ömer (Radıyallahu


anhümâ), Cuma günü bir adamın Cumayı kılarken durduğu
yerden hiç kımıldamaksızın iki rek’at daha kılmaya devam
ettiğini görmüştü, adamı bundan men etti ve:

“Cum’a’yı dört mü kılıyorsun?"dedi. İbnu Ömer, cum’a günü


evinde iki rekat kılar ve etrafındakilere:

505
“Resûlullah böyle kılardı!"derdi." (K.S.2978 C.9 S.287
Akçağ, alıntıları: Buhari, Cuma 39, Teheccüd 25,29; Müslim,
Cum’a 70,(882); Ebu Dâvud, Salât 244,(1127,1128); Tirmizi,
Salât 376,(521,522); Cum’a 42,44,(3,113))

Bu rivayette ise Cuma’dan sonra evde kılınacak iki rekat


hariç, başka namaz kılınmaması gerektiğini tahdis etmeleri
bir çelişkidir.

753- Atâ anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)


Mekke’de Cumayı kıldı mı ilerler iki rek’at daha kılardı;
sonra biraz daha ilerler dört rek’at daha kılardı. Medine’de
olunca da Cumâ’yı kılar sonra evine döner, iki rek’at daha
kılardı, bunu mescide kılmazdı. Bu durumun sebebi nedir?
Diye kendisinden sorulmuştu:

“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle yapardı" dedi."


(K.S.2979 S.287 Akçağ, alıntıları: Ebu Dâvud, Salât 244,
(1130,1131); Tirmizi, Salât 376,(523))

Bu rivayette, seferi durumdayken Cuma namazından sonra


altı rekat namaz kılınacağını tahdis etmeleri ise, seferdeyken
namazın kısaltılması gerektiği yolunda ki rivayetleriyle
çelişkilidir. Ayrıca Cuma namazından sonra dört rekattan
fazla namaz kılınamayacağı yolunda ki rivayetleriyle de
çelişkilidir.

754- Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Vitr namazı haktır.
Kim bunu kılmazsa bizden değildir."Bunu Efendimiz üç kere
tekrar etti." (K.S.2980 C.9 S.289 Akçağ, alıntısı: Ebu Dâvud,
Salât 337,(1419))

755- Hârice İbnu Huzafe (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah
size (öyle) bir namazla imdât etti ki, O sizin için kızıl deve
sürülerinden daha hayırlıdır. İşte bu namaz vitirdir. Allah onu
sizin için yatsı namazı ile şafağın sökmesi arasına koydu."

506
(K.S.2990 C.9 S.295 Akçağ, alıntıları: Ebu Dâvud, Salât 336,
(1418); Tirmizi, Salât 332,(452))

Yatsı namazı ile şafağın sökmesi arasında Vitir namazının


farz olduğunu rivayet ettiler. Bu hem de öyle bir
mecburiyettir ki, bunu kılmayan Peygamberden değildir,
diğer bir ifadeyle Müslüman değildir iddiasında bulundular.
Bu iddia namazın beş vakit olarak farz olduğu yolunda tahdis
etmiş oldukları bütün rivayetlere çelişkili olduğu gibi, bu gün
beş vakit olarak yapılan uygulamaya da uymamaktadır. Zira
vitir namazıyla birlikte farz namaz vakitleri altıya
çıkmaktadır. Namazın beş vakit olarak farz olduğuna dair
tahdis etmiş oldukları bir rivayet örneği verecek olursam:

756- Ebu Katâde İbnu Rıb’i anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah-u Zülcelal
hazretleri buyurdu ki: “Senin ümmetine beş vakit namazı farz
kıldım ve kim bunu vaktinde kılmaya devam ederse onu
cennete koyacağım diye katımda ahidde bulundum. Kim de
bunu vaktinde kılmaya etmezse katımda onun için hiçbir ahid
yoktur." (K.S.6407 C.17 S.101 Akçağ, alıntısı: İbni Mace
1403.)

Bu itibarla namazın kaç vakit farz olduğu konusunda çelişkili


oldukları açıktır.

757- Abdülaziz İbnu Cüreye anlatıyor: “Hz. Aişe (radıyallahu


anhâ) Resûlullah ne ile vitir namazı kılardı? diye sorduk.
Dedi ki: “Birinci rek’atte Sebbih isme Rabbeke’l-a’layı ikinci
rek’atte Kulyâeyyühâ’l-kâfirun suresini, üçüncü rek’atte de
Kulhüvallahü ahad ve Muavvizateyn’i okurdu." (K.S.2989
C.9 S.295 Akçağ, alıntıları: Ebu Dâvud, Salât 339,(1424);
Tirmizi, Salât 340,(463), Nesâi, Kıyamu’l-Leyl 47,48,
(3,244,245))

Bu rivayette vitir namazının üç rekat olduğunu tahdis ettiler.

507
758- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) on üç rekat kılarak vitir yapardı.
İhtiyarlayıp zayıflayınca yedi rekat vitir yaptı." (K.S. 2986
C.9 S.293 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Salât 336,(458); Nesâi,
Kıyamu’l-Leyl 30,40,45, (3,237,243))

Bu rivayette vitir namazının üç rekatten fazla olduğunu


söylemeleri evvelki rivayetle çelişkilidir. Ayrıca her iki
rivayette vitir namazının tek rekatlı kılınması lazım geldiğini
iddia etmeleri, gece ve gündüz kılınacak bütün namazların
ikişer ikişer kılınması yolunda tahdis etmiş oldukları
rivayetlerle de çelişkilidir. Şöyle ki:

759- Fadl İbnu’l-Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Namaz
ikişer ikişer kılınır. Her iki rek’atte bir teşehhüd vardır.
Namazda huşu duyulur (tazarruda bulunulur), temeskün
(tezelzül) izhar edilir. Ellerini kaldırırsın." şöyle de dedi:
“Ellerini, içleri kendi yüzüne dönük olarak Rabbine kaldırır.
İstediklerini (ısrarla tekrarla söyleyerek) istersin:

“Ya Rabbi! Ya Rabbi! Ya Rabbi!............." Kim bunu


yapmazsa namazı eksiktir." (K.S. 2663 C.8 S.509 Akçağ,
alıntısı: Tirmizi, Salât 283, (385))

760- Hz Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) vitrin ilk iki rek’atinde selam
vermezdi." (K.S.2998 C.9 S.300 Akçağ, alıntısı: Nesâi,
Kıyamu’l-leyl 36,(3,235))

761- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) vitrin iki rek’atinde selam verirdi.
Öyle ki (o sırada) bazı ihtiyaçları için emirde bulunurdu."
(K.S. H.2999 C.9 S.300 Akçağ, alıntıları: Buhari, Vitr 1,
Muvatta, Salâtu’l-Leyl 20,(1,125))

İki rekat arasında selam konusunda iki rivayet çelişkilidir.

508
762- . ... İbn Abbâs (r.a.)dan; demiştir ki:

- Allah Teâlâ Peygamberimizin diliyle namazı size hazerde


dört, seferde iki ve korku halinde de bir rekat olarak farz
kıldı. (Ebu Dâvud, K.Salâtu’s-Sefer (4), Bâb 18 C.4 S.477
H.1247 Şamil, ayrıca: Müslim, müsâfirin 5.)

Bu rivayette korku namazının bir rekat olduğunu tahdis


ettiler.

763-. ... Ebu Bekr (r.a.)’den; demiştir ki:

- Peygamber (s.a.) korkulu bir anda öğle namazı kıldırdı.


(Cemaatin) bir kısmı arkasında, bir kısmı da düşman
karşısında saf tutturdu. (Önce arkasındakilere) iki rekat
kıldırdıktan sonra selâm verdi. Kendisiyle birlikte namaz
kılanlar gidip (düşman karşısında duran) arkadaşlarının
yerine durdular. Sonra onlar gelip (Resûlullah’ın) arkasında
namaza durdular, onlara da iki rekat namaz kıldırdı. Sonra
selam verdi. Böylece Resûlullah (s.a) dört, ashabı ise iki rekat
(namaz kılmış) oldu.

el-Hasen (el-Basri) de böyle fetvâ verdi.

Ebû Dâvud dedi ki: Akşam namazı da yine böyledir. İmam


için altı, cemaat için üçer rekat (kılınır).)

Ebû Davud dedi ki: Bu hadisi aynı şekilde Yahyâ b. Ebi


Kesir de Ebû Seleme ve Câbir vasıtasıyla Peygamber
(s.a.)’den rivâyet etti. Süleyman el-Yeşkuri de aynı şekilde;
“Câbir’den o da Peygamber (s.a.)’den" diye rivâyet etti. (Ebu
Dâvud, K.Salâtu’s-Sefer (4), Bâb 19 C.4 H.1248 S.478-479
Şamil, ayrıca; Nesâi, havf 23-27.)

Bu rivayette korku namazının akşam namazı için üç ve diğer


vakitler için iki rekat olduğunu söylemeleri evvelki rivayetle
çelişkilidir. Zira korku namazını bir rekat olduğunu
söylemişlerdi.

509
764- ... Ebû Hüreyre’den (rivayet olunduğuna göre);

Resûlullah (s.a.) Necaşi(nin ölümü)nü o gün halka haber


verdi. Sonra cemaati musallaya çıkarıp onları saf düzenine
soktu. Dört tekbir al(arak cenaze namazını kıldır)dı. (Ebu
Dâvud, K.el-Cengiz (20) Bab 56-58 H.3204 Şamil, ayrıca:
Buhari, cenâiz 4,5,61,65; menakıb’ül-ensar 38; Müslim,
cenâiz 27,72,76,103; İbn Mace, cenâiz 33.

Bu rivayette gıyaben Necaşi için cenaze namazı kılındığını


tahdis ettiler. Dolayısıyla ölen Müslümanlar için gıyaben
cenaze namazı kılınabileceğini iddia ettiler.

765- Sahiheyn ve Nesâi’de gelen bir diğer rivayette şöyle


denir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Necâşi’nin ölüm
haberini öldüğü günde haber verdi ve:

“Kardeşiniz için (Allah’tan) mağfiret talep edin!"dedi ve


başka bir şey söylemedi." (K.S. 3059 C.9 S.369 Akçağ,
alıntıları: Cenâiz 4,55,61,65; Menakibu’l-Ensar 38; Müslim,
Cenâiz 62,63,(951); Ebu Dâvud, Cenâiz 62(3204); Tirmizi,
Cenâiz 37,(1022); Nesâi, Cenâiz 76,(4,72))

Bu rivayette Necaşi’nin cenaze namazını gıyabında


kılınmadığını, dolayısıyla Müslümanların gıyaben cenaze
namazının kılınmayacağını tahdis etmeleri evvelki rivayetle
çelişkilidir.

766- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)’ın anlattığına göre, bir


cenaze üzerine namaz kılmış ve namazda Fâtiha’yı
okumuştur. Bu hususta kendisine (niye onu okuduğu)
sorulunca: “Bu, sünnettendir!"diye cevap vermiştir."(K.S.
3062 C.9 S.372 Akçağ, alıntıları: Buhari, Cenâiz 66; Ebu
Dâvud, Cenâiz 59,(3198); Tirmizi, Cenâiz 39,(1026); Nesâi,
cenâiz 77,(4,74,75))

Bu rivayette cenaze namazı kılındığında, Kur’an


okunabileceğini tahdis ettiler.

510
767- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ölü
üzerine namaz kıldınız mı ona ihlasla dua edin." (K.S.3064
C.9 S.373 Akçağ, alıntıları: Ebu Dâvud, Cenâiz 60,(3199);
İbnu Mâce, Cenâiz 23,(1497))

768- Nâfi rahimehullah anlatıyor: “İbnu Ömer, cenâze için


kılınan namazda kıraate yer vermezdi." (K.S. 3063 C.9 S.373
Akçağ, alıntısı: Muvatta, Cenâiz 19,(1,225))

Bu iki rivayette, cenaze üzerine kılınan namazda kıraat


(Kur’an okuma) olmadığını sadece ölü için Allah’a dua
edileceğini tahdis etmeleri evvelki rivayetle çelişkilidir.

769- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim cenaze
namazını mescidin içinde kılarsa kendisine (bir sevap)
yoktur." -bir nüshada- “aleyhinde bir şey yoktur." (K.S.3077
C.9 S.382 Akçağ, alıntısı: Ebu Dâvud, Cenâiz 54,(3191))

Bu rivayette kendi içinde çelişkilidir. Aleyhine bir şey yoktur


deme ile, kendisine sevap yoktur denmesi çelişkilidir.
Aleyhine bir şey yoktur sevap kazanmayı, kendisine bir şey
yoktur sevap kazanmamayı ifade etmektedir, bu iki ifade bir
birlerine terstir.

770-............... Câbir ibn Abdillah (R) şöyle demiştir:


Peygamber (S) Uhud şehidlerinden ikişe kişiyi bir örtü (yâni
bir kabir) içinde birleştiriyordu. Sonra: “Hangisi Kur’ân’ı
daha çok öğrenmiştir?"diye soruyordu. Bu çift şehitlerden
biri kendisine işâret edilince, onu kabirdeki lahdin içine önce
koyuyordu. Ve sonra: “Ben bu mucâhidler üzerine (yâni
hayâtlarını Allah yolunda fedâ ettiklerine) kıyâmet günü bir
şâhidim" buyurdu ve şehitlerin kendi kanları içinde,
yıkanmadıkları ve üzerlerine namâz da kılınmadığı hâlde
gömülmelerini emretti. (Buhari, Kitâbu’l-Cenâiz C.3 S.1266
H.99 Ötüken.)

511
Bu rivayette Uhud şehitleri örnek gösterilerek, şehitler
üzerine cenaze namazı kılınamayacağını tahdis ettiler.

771-............ Ukbe ibn Âmir(R)’den (o şöyle demiştir):


Peygamber (S) bir gün çıkıp Uhud şehitlerine cenâze üzerine
kıldığı namâzı gibi namâz kıldı.............. (Buhâri, Kitâbu’l-
Cenâiz C.3 S.1266 H.100 Ötüken.)

772- Ukbe İbnu âmir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) Uhud şehitleri için sekiz yıl sonra,
sanki dirilerle(de) ölülerle(de) vedalaşıyormuşçasına cenaze
namazı kıldı." (K.S. 3081 C.9 S.385 Akçağ, alıntıları: Ebu
Dâvud, Cenâiz 75, (3223,3224); Nesâi, Cenâiz 61,(3,61,62))

Bu rivayetlerde ise, Uhud şehitleri için daha sonra hatta


aradan sekiz sene geçtikten sonra cenaze namazı kılındığını
tahdis etmeleri bir çelişkidir. Cenaze namazı Müslüman
ölüye ve katledilenlere rahmet etmesi için Allah’a yapılan bir
duadır, bunu sekiz sene geciktirmenin bir mantığı yoktur.

773- Ebu Berze el-Eslemi (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yatsıdan önce uyumayı,
sonra da konuşmayı mekruh addederdi." (K.S.3102 C.9 S.413
Akçağ, alıntıları: Buhari, Mevâkit 23; Müslim, Mesâcid 237,
(647); Ebu Dâvud, Salât 3,(398); Tirmizi, Salât 125.)

774- Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) ve
yanlarında ben de bulunduğum halde müslümanların
meselelerini (konuşmak için) gece geç vakte kadar uyanık
kalırdı." (K.S. 3103 C.9 S.414 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Salât
126.)

İki rivayet çelişkilidir, birincisinde yatsı namazından sonra


konuşmak mekruhtur demelerine rağmen, ikincisinde
Peygamberin gece geç vakitlere kadar konuştuğunu tahdis
etmişlerdir.

512
775- Osman İbnu Ebi’l-As (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ey
Allah’ın Resûlü dedim, şeytan benimle namazımın ve
kıraatimin arasına girip kıraatimi iltibas etmeme sebep
oluyor, (ne yapayım?)

Aleyhissalâtu vesselâm bana şu cevabı verdi: “Bu Hınzıp


denen bir şeytandır. Bunun geldiğini hissettin mi ondan
Allah’a sığın. Sol tarafına üç kere tükür!”

(Osman İbnu Ebi’l-As) der ki: “Ben bunu yaptım, Allah


Teâla Hazretleri onu benden giderdi." (K.S. 3106 C.9 S.415
Akçağ, alıntısı: Müslim, Selâm 68,(2203))

Şeytanın vesvesesinden korunmak için, Allah’a sığınmak


hem doğru hem de iyi bir şeydir. Fakat bu iyi vasiyetle
beraber, sol tarafa üç kere tükürülmesinin fayda getireceğini
iddia etmeleri, namaz kılanların arasına fitne ve fesad sokmak
içindir. Cami’de, cemaat saf bağlayarak namaz kılmaktadır.
Cemaatten birinin sol tarafına dönüp, o tarafta kendisine
bitişik şahsa doğru tükürmesi hiçte hoş bir hareket olmadığı
gibi, kavga etmelerine ve tartışmalarına neden olur.

776- Hz. Câbir anlatıyor “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: “Benim mescidimde kılınacak bir namaz, onun
dışındaki mescitlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Ancak
Mescid-i Haram hariç. Zira Mescid-i Haram’da kılınan bir
namaz, diğer mescitlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir."
(K.S. 6408 C.17 S.101 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 1397.)

Bu rivayete göre, Peygamberin mescidinde kılınan bir


namazın, Mescidi Haram hariç, diğer bütün mescitlerde
kılınacak bin namazdan daha hayırlı olduğunu, dolayısıyla
Mescidi Aksa’da kılınacak bir namazdan da bin defa hayırlı
olduğunu tahdis ettiler. Buna rağmen şu rivayeti de çelişkili
olarak tahdis ettiler:

777- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın azadlısı


Meymune radıyallahu anhâ anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü

513
Bize Beytü’l-Makdis hakkında fetva ver!"demiştim. Şöyle
buyurdular: “Orası mahşer (yani kıyamet günü insanların
toplanacağı) ve menşer (herkesin defterlerinin neşredileceği)
yeridir. Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü orada
kılınacak tek namaz kendi dışındaki yerlerde kılınacak bin
namaz gibidir. (K.S. 6409 C.17 S.102 Akçağ, alıntısı: İbnu
Mace 1407.)

Böylece Mescidi Aksa’da kılınacak bir namazın, Peygamber


mescidinde ve hatta Kabe’de kılınacak bin namaz gibi
olduğunu iddia ettiler. Bu ise açık bir çelişkidir.

778-................ Seyf şöyle demiştir: Ben Mücâhid’den işittim,


o şöyle dedi. İbn Umer’in yanına gelindi de, ona: İşte şu
Rasûlullah, o Ka’be’ye girdi, denildi. Bunun üzerine İbn
Umer şöyle dedi: Peygamber (S) dışarıya çıkmış olduğu
hâlde, ben hemen oraya girdim ve Bilâl’i Ka’be kapısının iki
sövesi arasında ayakta buldum. Ve hemen Bilâl’e sorup:
Peygamber Ka’be içinde namâz kıldı mı? Dedim, Bilâl: Evet,
kapıdan giren kimsenin sol tarafına düşen iki direk arasında
iki rek’at namâz kıldı, sonra dışarıya ve Ka’be’nin yüzü
-kapısı- karşısında (yâni İbrâhim makaamında) iki rek’at
kıldı, dedi. (Buhari, Kitâbu’s-Salât C.1 S.485 H.47 Ötüken.)

Bu rivayette Ka’be’nin içinde Peygamberin namaz kıldığını,


dolayısıyla Ka’be’nin içinde namaz kılınabileceğini tahdis
ettiler.

779-............... Bize İbnu Curayc, Atâ’dan haber verdi: O


şöyle demiştir: Ben İbn Abbâs’tan işittim, o şöyle dedi:
Peygamber (S) Ka’be’ye girdiği zamân, onun bütün
nâhiyelerinde (yâni cihetlerinde) duâ etti ve oradan çıkıncaya
kadar namâz kılmadı. Dışarıya çıkınca Ka’be’nin önünde iki
rek’at kıldı. Ve: “Kıble işte budur" dedi.(Buhâri, Kitâbu’s-
Salât C.1 S.486 H.48 Ötüken.)

Bu rivayette ise, evvelki rivayetin aksine, Peygamberin


Kabe’nin içinde namaz kılmadığını, kıblenin Kabe’nın
514
dışında olduğu belirttiğini, dolayısıyla Kab’nin içinde namaz
kılınamayacağını tahdis etmeleri bir çelişkidir.

780-.............. İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Atâ ibnu Yezid


el-Cunde’i haber verdi. O Ebû Said el-Hudri (R)’den şöyle
derken işitmiştir: Ben Resûlullah (S)’tan işittim: “Sabâh
namâzından sonra güneş yükselinceye kadar hiçbir namâz
olmaz; ikindi namâzından sonra da güneş kayboluncaya
kadar namâz olmaz" buyuruyordu. (Buhâri, Kitâbu
Mevâkiti’s-Salât C.2 S.641 H.62 Ötüken.)

Bu rivayette ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar


namaz kılınamayacağını tahdis ettiler.

781-............. Bize Ubeyde ibnu Humeyd tahdis edip şöyle


dedi: Bana Abdulaziz ibnu’ Rufey’ tahdis edip, şöyle dedi:
Ben Abdullah ibnu’z-Zubeyr (R)’i gördüm. O fecr
namâzından sonra tavâf eder, sonra da iki rek’at namâz
kılardı. Râvi Abdulaziz dedi ki: Ben Abdullah ibn’z-Zubeyr’i
gördüm, ikindiden sonra iki rek’at namâz kılardı ve Âişe’nin
kendisine Peygamber’in bu iki rek’atı kılmadan evine
girmediğini tahdis ettiğini haber verdi. (Buhari, Kitâbu’l-
Hacc C.4 S.1559 H.110 Ötüken.)

Bu rivayette ise ikindi namazından sonra namaz


kılınabileceğini rivayet etmeleri bir çelişkidir.

782-. ... Ebû Seleme b. Abdirrahman’ın Ebû Hureyre


(r.a)’den rivayet ettiğine göre; Peygamber (s.a.) öğle
namazını kıldırıp iki rekatte selâm vermiş. Kendisine:

- Namaz kısaltıldı mı? denilince, iki rekat daha namaz kılmış,


sonra da iki defa secde etmiştir. (Ebu Dâvud, K.Salât (2), Bâb
188,189 C.4 S.74 H.1014 Şamil, ayrıca: Buhari, sehv 3;
Nesâi, sehv 23.)

Bu rivayette Peygamberin namaz kılarken raketlerde


yanıldığını ve bundan dolayı sehv secdesi yaptığını iddia

515
etmişlerdir. Anlatmak istedikleri şey, bir kimse namaz
kılarken yanılırsa muhakkak sehv secdesi etmesinin gerekli
olduğudur. Buna rağmen bu rivayetin zıttı olan şu rivayeti
tahdis ettiler.

783-. ... Sa’id el-Makburi’nin Ebû Hureyre (r.a)’den rivâyet


ettiğine göre:

Peygamber (s.a.) (dört rekatlı) bir farz namazın ikinci


rekatından (sonra namazdan) ayrıldı. Bir adam kendisine:

- Ya Resûlullah, namaz kısaldı mı, yoksa unuttun mu? dedi.


Efendimiz:

“-Bunların hiç biri olmadı" buyurdu. Bunun üzerine cemaat:

- Bunu yaptın (namazı eksik kıldın) ya Resûlullah! dediler.

Bu sefer Peygamber diğer iki rekâti de kılıp (namazdan)


ayrıldı ve sehv secdelerini yapmadı................ (Ebû Dâvud,
K.Salât (2), Bâb 188, 189 C.4 S.75 H.1015 Şamil.)

Görüldüğü gibi bu rivayet evvelki rivayetle çelişkilidir.

784-. ... Ebû Said el-Hudri (r.a.)den; demiştir ki:

- Bir bayram günü Mervân minberi (musallaya) çıkarıp


(üzerinde) namazdan önce hutbe okumaya başladı. Bir adam
kalktı ve;

- Ey Mervan, sünnete muhâlefet ettin. Bayram günü minberi


çıkardın, halbuki o çıkarmazdı. Hutbeye de namazdan önce
başladın, dedi.

Ebû Said el-Hudri;

- Bu kim? diye sordu.

- Falan oğlu falan, dediler.

516
- Bu adam üzerine düşeni yaptı. Ben Resûlullah (s.a.)’in, “Bir
kötülük gören kimse, eğer onu eli ile değiştirebilirse eli ile
değiştirsin. Buna gücü yetmezse, dili ile değiştirsin. Onu da
yapamazsa, kalbi ile (buğz etsin). Ancak bu, imanın en
zayıfıdır" buyurduğunu işittim dedi. (Ebû Dâvud, K.Salât (2),
Bâb 239,242 H.1140 Şamil, ayrıca: İbn Mâce, ikâme 155,
fiten 20.)

Bu rivayette bayram namazı için okunacak hutbenin


namazdan sonra olduğunu, ayrıca bayram namazı hutbesinin
minber üzerinde okunamayacağını, böyle yapılması halinde
bunun bir kötülük olduğunu tahdis ettiler. Bilindiği gibi,
minber hutbelerde cemaatin hutbeyi iyi işitmesi için üzerine
çıkılan yüksekçe yerdir. Amaç cemaate iyice duyurmak olup,
bundan ayrı olarak mimberin tahdis edildiği gibi özel bir
durumu yoktur. Hal böyle olunca minbere çıkılması
Müslümanların faydasına olduktan sonra güzel bir hareket
olup, hiçbir surette kötülük olarak tanımlanamaz.

İfadelerine dikkat edildiğinde esas amaçlarının hutbe okuyan


kimsenin minbere çıkması veya çıkmaması değildir. Asıl
amaçları konu olmaması lazım gelen şeyleri konu edip, esas
konu olması gereken şeylerden insanların dikkatlerini
uzaklaştırmaktır, çelişkili hadis uydurmaları yanında
kullandıkları bir metotta budur, kitabın başında da belirttiğim
gibi bu amaçlarını gerçekleştirmek için rast gele sözler
üreterek değil bir ekip çalışması yapmışlardır. Böylece
insanları uğraşmamaları gereken boş konularla veya
tartışmamaları gereken konularda tartışır vaziyete getirip
zamanlarını boşa harcamayı ve asıl ilgilenmeleri gereken
konulardan uzaklaştırmayı hedefledikleri gibi, İslam diniyle
ilgili ana konularda kavramlarla ilgili bir çok çelişkili rivayet
uydurmak suretiyle şaşkın hale getirmek istemişlerdir. Bütün
bunları yaparken de Kitabın başında örneklerini verdiğim
gibi, bol bol hakaret içerikli rivayetlerde uydurmuşlardır.

517
Zamanı boşa harcatma rivayetleri açısından bakıldığında,
hadis külliyatında birçok hadis bulmak mümkündür. Bu
açıdan değerlendirerek konu başlığı açmak istemedim, zira
böyle bir durumda çalışma konusu çok uzayacaktı. Bu tür
rivayetlerden tanıtma amaçlı birkaç örnek verirsem; şöyle ki:

“Biriniz uykudan uyandığı zaman üç kere sümkürsün, zira


şeytan, burnun içinde geceler." (K.S.3628)

“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm zamanında mescidte


ekmek ve et yerdik." (K.S.6968)

“Kim keleri (kertenkele) ilk darbede öldürürse yüz sevap


kazanır. İkinci vuruşta öldürürse daha az kazanır. Üçüncü
vuruşta ise bundan az sevep kazanır." (K.S. 4948)

“Biriniz ayakkabı giyince sağdan başlasın, çıkarırken de


soldan başlasın (ya ikisini birlikte giysin, ya ikisini birlikte
çıkarsın." (K.S.5252)

“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm kişinin ayakta


giyinmesini yasakladı." (5255)

“Kişinin oturduğu zaman, ayakkabılarını çıkarıp (sol) yanına


koyması sünnettir." (K.S.5256)

(hacamat konusunda) “Salı günü kan günüdür, o günde bir


saat vardır kan durmaz." (K.S.4017)

“İhramlı reyhan koklayabilir, aynaya bakabilir. Yediği


zeytinyağı ve tereyağı ile tedâvi olabilir." (K.S. 1222)

“Hz Aişe (radıyallahu anhâ)’yi ihramlı iken bedenini kaşıyan


kimse hakkında soru sorulunca dinlemiştir. Hz. Aişe şu
cevabı verir: “Evet, kaşınsın ve şiddetle kaşınsın..."
(K.S.1257)

Kur’an’ı anlayanlar bilirler ki, Kur’an bu konulardan çok


daha başka konularla ilgilidir.

518
Kaldığım yerden devam edecek olursam, minber hadisiyle
ilgili olarak şu şekilde çelişkili rivayet uydurmuşlardır:

785-. ... Câbir b. Abdillah (r.a)’den; demiştir ki:

- Peygamber (s.a.) ramazan bayramı günü kalkıp önce namaz


kıldırdı, sonra da cemaate hitâbede bulundu. Hutbeyi bitirince
inip kadınların yanına geldi............... (Ebû Dâvud, K. Salât
(2), B3ab 239, 241 C.4 S.270 H.1141 Şamil.)

Bu rivayette, Peygamberin hutbe için minbere çıktığı açıktır.


Zira inmek için bir yere çıkmış olmak lazımdır, bu rivayette
de hutbeden sonra indi ifadesini kullandıklarına göre,
minbere çıkmış olduğunu tahdis etmiş olmaktadırlar, bu ise
evvelki rivayetleriyle çelişkilidir.

786-. ... Âişe (r.anhâ)dan rivayet edildiğine göre:

Resûlullah (s.a.) Ramazan ve Kurban bayramlarında birinci


rekâtte yedi, ikinci rekâtte de beş defa tekbir alırdı. (Ebû
Dâvud, K.Salât (2), Bâb 242, 245 C.4 S.281 H.1149 Şamil,
ayrıca: İbn Mâce, ikame 156.)

Bu rivayette, bayram namazlarında, birinci rekatte yedi,


ikinci rekatte de beş defa tekbir alınması gerektiğini tahdis
ettiler.

787-. ... Ubû Hüreyre’nin meclis arkadaşı Ebû Aişe’nin


dediğine göre; Said b. El-âs, Ebû Mûsa el-Eş’ari ve Huzeyfe
b. El- Yemân’a, Resûlullah (s.a.)’in kurban ve ramazan
bayramlarında nasıl tekbir aldığını sordu. Ebû Mûsa şu
cevabı verdi:

- Cenâze namazındaki tekbir gibi dört defa tekbir alırdı.

Bunun üzerine Huzeyfe:

- (Ebû Mûsâ) doğru söyledi, dedi.

519
Bunun üzerine Ebû Mûsâ şöyle dedi: “Ben Basra’da (vali)
iken aynen bu şekilde tekbir alırdım.”

Ebû Âişe, “Bu (bu konuşma olurken) ben de Said b. El-âs’ın


yanında idim" der. (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 242, 245
C.4 S.285 H.1153 Şamil.)

Bu rivayette ise, bayram namazlarında dört defa tekbir


alınması gerektiği yolundaki iddiaları, evvelki rivayetleriyle
çelişkilidir.

788-. ... İbn Ömer (r.a)’den rivâyet edildiğine göre;


Resûlullah (s.a.) bayram günü (namaza) bir yoldan gider,
başka bir yoldan dönerdi. (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 246,
249 C.4 S.293 H.1156 Şamil, ayrıca:Tirmizi, Cuma 37; İbn
Mâce, ikâme 162.)

789-. ... Bekr b. Mübaşir el-Ensâri’den şöyle dediği rivâyet


edilmiştir:

- Ramazan ve kurban bayramı günleri Resûlullah’ın ashabı


ile birlikte Bethân vadisi yoluyla musallâya gider. Peygamber
(s.a.) ile birlikte namaz kılar yine Bethân vadisinden
evlerimize dönerdik. (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 247, 250
C.4 S.295 H.1158 Şamil.)

Görüldüğü gibi, namaza gidiş geliş yolunun nasıl olması


gerektiği konusunda dahi ihtilaf meydana getirmeye
çalışmışlardır. Birinci rivayette, gidiş geliş yolunun ayrı ayrı
olması gerektiği tahdis edilmişken, ikinci rivayette aynı
olması gerektiği yolunda tahdiste bulunmuşlardır. İki rivayet
bir birleriyle çelişkili olduğu gibi, bu tür boş ve İslamın ilgili
olmayan konularla insanları oyalamaya çalıştıklarına dikkat
edilmesi gerekir.

790-. ... Âişe (r.anhâ)’dan; demiştir ki:

- Peygamber (s.a.) sabah namazından önceki iki rekatı (o


kadar) kısa bir zamanda kılardı (ki) ben (kendi kendime)
520
“acaba bu iki rekatte Ummül’-Kur’an’ı (Fâtiha Sûresi kasd
edilmektedir) okudun mu ki?"derdim. (Ebû Dâvûd,
K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 3 C.4 S.502 Şamil, ayrıca:
Buhari, teheccüd 28; Müslim, müsâfirin 92; Nesai, iftitâh, 40;
Muvatta’, salâtu’l-leyl 30.)

Bu rivayette peygamberin, sabah namazının sünnetini çok


çabuk kıldığı rivayet edilmiştir, öyle ki, Aişe peygamberin bu
namazda Fatiha sûresini okuyup okumadığı konusunda
tereddüde düşmüştür.

791-. ... Bilâl (r.a.)’den rivayet edildiğine göre; Bilâl (r.a.) bir
gün Resûlullah (s.a.)’e sabah namazı (vaktinin girdiği)ni
haber vermek için gelince Hz. Âişe Bilâl’e bir şeyler sorarak
aydınlık iyice belirinceye kadar oyalamış, artık iyiden iyiye
sabaha girmiş, bunun üzerine Bilâl kalkıp Peygamber (s.a.)’e
sabah(ın girdiğini) haber vermiş ve hemen arkasından
haberini yine tekrarlamışsa da Resûlullah (s.a.) dışarı
çıkmamış, (bir süre sonra) dışarı çıkıp da halka namazı
kıldırınca Bilâl, Âişe’nin bir şeyler sorarak kendisini
tamamen sabah girinceye kadar oyaladığını ve (Resûl-i
Ekrem’in de) dışarı çıkmakta yavaş davrandığını kendisine
haber vermiş. Bunun üzerine (Resûlullah Sallallahu aleyhi ve
Sellem de):

“-Ben sabah namazının iki rekat sünnetini kılmıştım (da o


yüzden geciktim)"cevabını vermiş. Bunun üzerine Bilâl (r.a.):

- (Ama) Ey Allah’ın Resûlü, sen iyice sabaha girmiştin?


deyince,

"-Eğer ben sabaha bundan daha da çok girmiş olsaydım, yine


de bu iki rekatı en güzel ve en kısa şekilde kılardım" diye
cevap verdi. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 3 C.4
S.505 H.1257 Şamil.)

Bu rivayette ise, farz namaz için vaktin daralmasına rağmen


Peygamberin sabah namazının sünnetini acele etmeden uzun

521
uzadıya kıldığını tahdis ettiler, öyle ki sabah namazının
sünnetinin en kısa şekli neredeyse sabahı bulduracak kadar
uzun kılınmalıymış, bu ise evvelki rivayetle çelişkilidir.

792-... Aişe (r.a.)den (demiştir) ki:

“Peygamber (s.a.)’in oğlu İbrahim on sekiz aylıkken öldü de


Resûlullah (s.a.) onun cenaze namazını kılmadı." (Ebû
Dâvud, K.el-Cenaiz (20) Bab 48-49 C.12 S.58 H.3187 Şamil)

Bu rivayette, Peygamberin on sekiz aylıkken ölen oğlu


İbrahim’in cenaze namazını kılmadığını, dolayısıyla
çocukların cenaze namazının kılınmayacağını tahdis ettiler.

793-.... El-Behiyy (Abdullah b. Beşşar) dedi ki:

Peygamber (s.a.)’in oğlu İbrahim vefat edince, Resûlullah


(s.a.) oturmak için ayrılan bir yerde onun cenaze namazını
kıldı.

(Ebû Dâvud der ki: Ben (bu hadisi) Ya’kub b. el-Ka’ka’a


okudum. O sırada kendisine): “İbnü’l Mübarek size Ata’dan
(naklen) Peygamber (s.a.)’in yetmiş günlük iken (ölen) oğlu
İbrahim’in cenaze namazını kıldığını haber verdi mi?"diye
soruldu (da-evet- cevabını verdi). (Ebû Dâvûd, K.el-Cenaiz
(20) Bab 49-50 C.12 S.59-60 H.3188 Şamil,)

Bu rivayette ise, evvelki rivayetle çelişkili olarak, İbrahim’in


vefat ettiği yaşı on sekiz aylıktan, yetmiş güne indirilip.
Peygamberin cenaze namazını kıldığını, dolayısıyla bebek ve
çocukların cenaze namazının kılınmasının gerekli olduğunu
tahdis etmişlerdir. Hatta tahdis etmiş oldukları bir rivayette,
düşük üzerine dahi cenaze namazı kılınması gerektiğini
söylemişlerdir. Şöyle ki:

794-... Ziyad (ın) Peygamber (s.a.)’e kadar ulaştırdı(ğı merfu


bir hadiste Hz. Peygamber Efendimiz şöyle) buyurur:

522
“Binitli, cenazenin arkasında yürür, yaya ise (cenazenin)
önünden ve arkasından ona yakın olarak sağından ve (ya)
solundan yürüyebilir. Düşük üzerine namaz kılınır anne ve
babası için de (Allah’dan) mağfiret ve rahmet istenir. (Ebû
Dâvud, K.el-Cenaiz (207) Bab 44-45 C.12 S.47 H.3180
Şamil, ayrıca: Tirmizi, cenâiz 42; Nesai, cenâiz 55, 56, 59;
İbn Mace, cenâiz 15.)

Ayrıca bu rivayette, yaya olan kimsenin cenazenin önünde


yürüyebileceğini tahdis ettiler, gerçi şu anda işlemekte
olduğum namaz konusuyla ilgili değildir, fakat çelişkili
olarak tahdis etmiş oldukları rivayeti yazmakta ibret olması
bakımından fayda vardır.

795-... İbn Mes’ud demiştir ki:

Peygamber (s.a.)’e cenazeyle yürümeyi sorduk, şöyle


buyurdu:

“-Koşmanın altında (mutedil bir surette yürür. Böyle


yürümekle) eğer (ölen kimse) hayırlı (birisiyse) onu hayra
(eriştirmekte) acele etmiş olunur. Eğer böyle değilse (varsın)
cehennem halkı (bizden biran önce) uzak(laşıp, gitsin).
Cenaze arkasından gidilendir, (kendisi) arkadan giden
değildir. (Cenazenin) önünden giden onunla beraber
bulunmuş olmaz." (Ebû Dâvûd, K.el-Cenaiz (20) Bab 46-47
C.12 S.52 H.3184 Şamil, ayrıca: Tirmizi, cenâiz 27.)

Görüldüğü gibi, evvelki rivayetin aksine, cenazenin önünde


yürünemeyeceğini tahdis etmişlerdir.

796-. ... Ebû Seleme b. Abdirrhmân’dan rivayet edildiğine


göre kendisine, Peygamber (s.a.)’in eşi Âişe (r.anhâ)’ya;

- Ramazanda Resûlullah (s.a.)’in namazı nasıldı? diye


sormuş. O da şu cevabı vermiş:

- Resûlullah (s.a.) ne Ramazanda ne de Ramazanın dışında


(geceleri) on bir rekatten fazla (nâfile) kılmazdı. (Önce) dört
523
rekat namaz kılardı. Artık onların güzelliğinden
uzunluğundan hiç sorma, sonra dört rekat (daha) kılardı.
Onların da güzelliğinden ve uzunluğundan hiç sorma, sunra
üç rekat (daha) kılardı. Ben:

- Ey Allah’ın Resûlü, vitri kılmadan önce uyuyor musun?


dedim, (o da):

“-Ey Âişe benim gözlerim uyur, fakat kalbim


uyumaz."buyurdu. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb
26 H.1341 Şamil, ayrıca: Buhari, terâvih 1; Müslim,
müsâfirin 125; Tirmizi, salât 208; Nesâi, kıyâmü’l-leyl 38;
Muvatta, salatu’l-leyl 3.)

Bu rivayet bu günkü uygulamaya uymamaktadır, örneğin:


Hanefi mezhebi bağlıları teravih namazını yirmi rekat olarak
kılmaktadırlar. Bu uygulamalarını da, Yezid b. Rûman’dan
naklettikleri: “Ömer zamanında müslümanlar vitirle beraber
yirmi üç rekât namaz kılarlardı (Ramazanda)."(Malik-
Beyhaki) rivayetine bağlamaktadırlar.

797-. ... Ebû Hüreyre (r.a.)’den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)


şöyle buyurdu:

“-Biriniz sabah (namazın)dan önce iki rekat (sünnet)i kılınca


sağ tarafına yatıp uzansın.”...................... (Ebû Dâvûd, K.
Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 4 C.5 S.7 H.1261 Şamil, ayrıca:
Tirmizi, mevâkit 194.)

798-... Âişe (r.anhâ.)den; (demiştir) ki:

-Resûlullah (s.a.) gece namazını kıldıktan sonra, eğer ben


uyanık olursam benimle konuşurdu; uyur olursam, beni
uyandırır, iki rekat namaz kıldıktan sonra müezzin gelip
sabah namazı vaktinin girdiğini kendisine haber verinceye
kadar yatardı. Buna müteâkib iki rekatlık kısa bir namaz
kıldıktan sonra namaza çıkardı. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’t-

524
Tatavvu’ (5), Bâb 4 C.5 S.12 H.1262 Şamil, ayrıca: Buhari,
teheccüd 26; Müslim, müsâfirin 133.)

Birinci rivayette, sabah namazından önce iki rekat sünnet


kıldıktan sonra sağ tarafa yatıp uzanmanın gerekli olduğunu
söylemişlerdir. halbuki ikinci rivayette tahdis ettiklerine göre,
Peygamber iki rekatlık sünnet kıldıktan sonra sağ tarafına
yatıp uzanmadan hemen namaza çıkmıştır. Bu itibarla iki
rivayet bir birleriyle çelişkilidir. Diğer bir hususta, sabah
namazına kalkan bir kimsenin uzanıp yatması halinde büyük
olasılıkla uyuyup namazı kaçıracağı olayıdır, bundan da niçin
böyle bir rivayet uydurdukları kolayca anlaşılır.

799-. ... Semure b. Cünüp (r.a.)’den; demiştir ki:

- Ben ve Ensârdan bir çocuk hedeflerimize ok atarken güneş


bakanın gözünde iki veya üç mızrak kadar olunca, Tennûme
bitkisi gibi oluncaya kadar karardı. Birimiz arkadaşına;
“Haydi mescide gidelim. Vallahi güneşin şu hali, Resûlullah
(s.a.) da ümmeti hakkında yeni bir şey meydana getirecek"
dedi ve koşarak gittik. Bir de gördük ki Resûlullah (s.a.)
mescide çıkmış. Efendimiz öne geçip namaz kıldırdı. Bizi
daha önceki namazlarındaki en uzun kıyâmı gibi kıyâmda
tuttu. Sesini işitmiyorduk. Sonra bize önceki namazlarındaki
en uzun secdesi gibi secde ettirdi. (Burada da) sesini
işitmedik. Diğer rekatte de aynen bunun gibi yaptı. Güneşin
açılması ikinci rekatteki oturuşuna denk geldi. Sonra selam
verdi. Daha sonra kalkıp Allah’a hamd ve senâ etti. Allah’tan
başka ilâh olmadığına ve kendisinin O’nun kulu ve Resûlü
olduğuna şahâdet etti. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’l-İstiskâ (3),
Bâb 4 C.4 S.343-344 H.1184 Şamil.)

Bu rivayette, Resûlullah zamanında güneş tutulması


olduğunu ve Resûlullah’ın güneş tutulması namazını gizli
okuyuşla kıldırdığını tahdis ettiler.

800-. ...Âişe (r.anhâ)’den rivâyet edildiğine göre; Resûlullah


(s.a.) (Küsûf namazında) kıraati uzun tutmuş ve açıktan
525
(sesli) okumuştur. (Ebû Dâvud, K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 5
C.4 S.351 H.1188 Şamil, ayrıca: Buhâri, kusuf 4,5,19;
Müslim, kusuf 3.)

Bu rivayette evvelki rivayetin aksine, küsûf namazı sesli


okunarak kılınmıştır demeleri bir çelişkidir.

801-. ... Âişe (r.anhâ.)den; (demiştir) ki:

-Resûlullah (s.a.) zamanında güneş tutuldu. Bunun üzerine


Peygamber (mescide) çıkıp cemaate namaz kıldırdı. (Bu
namazda) kıyâma durdu. (Kıyamdaki) kıraatini tahmin ettim.
Bakara sûresi (kadarı)nı okuduğunu zannettim.

Râvi hadisi sevk edip şöyle devem etti:

- Sonra iki defa secde yaptı, sonra kalkıp kıraati yine uzattı.
Onun buradaki okuyuşunu da tahmin ettim. Âl-i İmran Sûresi
(kadarı)nı okuduğunu zannettim. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’l-
İstiskâ (3), Bâb 5 C.4 S.350 H.1187 Şamil.)

Bu rivayette iddia ettiklerine göre, Rasûlullah, güneş


tutulması namazını yaklaşık dört saat süreyle kılmıştır. Zira
Bakara ve Âl-i İmran sureleri yaklaşık dört cüzdür ve ikisinin
okunuşu dört saat kadar bir süreyi kapsar. Rivayeti Aişe’den
nakletmektedirler ve Aişe namazın çok uzun sürmesinden bu
iki sûreyi Peygamberin okuduğunu tahmin ettim demiş,
demektedirler, bundan anlaşılan güya kıraat gizli yapılmıştır.
Hal bu ki, bir evvelki rivayette güneş tutulması namazında
kıraatin sesli olduğunu yine Aişe’den nakletmişlerdi. Böylece
aynı kişiden iki çelişik rivayet tahdis etmiş oldular. Gerçi
bunu sık sık yapmışlardır. Kaldı ki, Aişe Peygamberden
hangi sûreleri okuduğunu kolayca sorabilecekken niçin
tahminde bulunsun.

Güneş tutulması olayında, Dünyayla Güneş arasına Ay


girdiğinden, Ay’ın gölgesi Dünya üzerine düşerek, gölge olan
yerde Güneş görünmeyeceğinden o mıntıkada Güneş

526
tutulması meydana gelmiş olur. Bu tehlikesiz bir olay olduğu
gibi dört saatlik Güneş tutulması olayı iddiası ilgisi olmayan
abartılı bir iddiadır. Peygamberin zararsız bir olayı, müthiş
bir felaketmiş gibi halkın gözünde büyüttüğü iddiası da
Peygambere yapılmış bir iftiradır.

802-. ... Abdullah b. Abbâs (r.anhumâ), Resûlullah (s.a.) in


güneş tutulduğunda namaz kıldığını haber verirdi. (Abdullah)
Urve’nin, Hz. Âişe’den onun da Peygamber (s.a.)’den rivâyet
ettiği hadis gibi Resûlullah (s.a.)’in her rekatta iki rükû’
olmak üzere, iki rekat namaz kıldığını bildirdi. (Ebû Dâvud,
K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 4 C.4 S.340 H.1181 Şamil.)

Bu rivayette, güneş tutulması namazında, her rekatte iki rükû


yapılır dediler.

803-. ... İbn Abbâs (r.anhumâ);

- Resûlullah (s.a.) güneş tutulduğunda namazı kıldı. Bu


namazda(Kur’an’dan) okudu. Sonra rükû’ yaptı sonra yine
okudu ve yine rükû’ yaptı, sonra tekrar okuyup rükû’ yaptı,
sonra yine okudu ve rükû’a vardı. Daha sonra da secdeye
kapandı. İkinci rekati de aynen böyle kıldı, demiştir. (Ebû
Dâvud, K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 4 C.4 S.341 H.1183 Şamil,
ayrıca: Müslim, istiskâ 19.)

Bu rivayette ise her rekatte dört rükû yapılır dediler.

804-. ... Ubeyy b. Ka’b (r.a.)’den demiştir ki:

- Resûlullah (s.a.) zamanında güneş tutuldu. Efendimiz


cemaate namaz kıldırarak uzun sûrelerden birini okudu ve
beş defa rükû yaptı. İki kere secde etti ve ikinci kalkıp yine
uzunlardan bir sûre okudu ve yine beş defa rükû yaptı, iki
kere secde etti, sonra güneşin tutulması açılıncaya kadar duâ
ederek olduğu halde kıbleye karşı oturdu. (Ebû Dâvud,
K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 4 C.4 S.342 H.1182 Şamil.)

527
Bu rivayette ise her rekatte beş defa rükû etti demeleri ile üç
rivayet birbirleriyle çelişkili olmuş olur.

805-. ... Ubeydullah b. Nadr, babası (Nadr)’ın şöyle dediğini


rivâyet etmiştir:

- Enes b. Mâlik zamanında (şiddetli) bir karanlık oldu. Bunun


üzerine Enes’e gelip:

- Ya Ebâ Hamze Resûlullah (s.a.) zamanında böyle bir şey


başınıza gelir miydi?, dedim.

- Allah korusun. (Bazan) rüzgar şiddetlenirdi de kıyâmetin


(kopacağı) korkusuyla mescide koşardık, karşılığını verdi.
(Ebû Dâvûd, K.Salâtu’l-İstiskâ (3), Bâb 11 C.4 S.360 H.1196
Şamil.)

Bu rivayette uzun uzadıya tahdis ettikleri Güneş tutulması ve


Güneş tutulması namazı rivayetlerini söyleyen kendileri
değilmiş gibi. Peygamber zamanında ne Güneş tutulması
nede benzeri bir tabiat hadisesi olmamıştır demeleri ibret
verici bir durum olduğu gibi, ne derece ciddiyetten uzak
olduklarının da bir göstergesidir.

806-. ... Âişe (r.anhâ.)den; (demiştir) ki:

-Resûlullah (s.a.) geceleyin on üç rekat namaz kılardı.


Bunlardan beş rekat ile vitr yapardı. En son rekatta oturup
selâm verinceye kadar bu beş (rekat)’in hiçbirinde oturmazdı.
(Ebû Dâvûd, K. Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 26 C.5 S.167
H.1338 Şamil, ayrıca: Müslim, müsafirin 123, 126; Tirmizi,
vitr 2.)

807-. ... İbn Ömer (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre


Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:

“Gece ve gündüz namazı ikişer ikişerdir." (Ebû Dâvûd, K.


Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 13 C.5 S.81 H.1295 Şamil.

528
Ayrıca: Tirmizi, salât 166, 206; Nesai, kıyâmü’l-leyl 26, 35;
İbn Mâce, ikâme, 116, Muvattâ, salatu’l-leyl 7.)

Birinci rivayette hiç oturmadan ve ara vermeden.


Resûlullahın peş peşe beş rekat vitir namazı kıldığını tahdis
ettiler. İkinci rivayette gece ve gündüz namazlarının ikişer
ikişer rekatle kılınması gerektiğini rivayet etmeleri bir
çelişkidir.

808- İbni Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Allah,


namazı peygamberimizin diliyle hazerde dört, seferde iki,
korku halinde de bir rek’at olarak farz kılmıştır." (K.S. 2332
C.8 S.299 Şamil, alıntıları: Müslim, Salât 5, (687); Ebû
Dâvûd, Salât 287, (1247); Nesâi, Taksir 1, (3,118,119)) .

809- Cabir’den naklen: Resûlullah (Sallallahu aleyhi


vesellem) ile birlikte korku namazı kılmış (şöyle ki)
Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) iki taifeden (birine)
iki rekat namaz kıldırmış. Sonra öteki taifeye de iki rekat
kıldırmış. Bu suretle, Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem)
dört rekât namaz kılmış, fakat her iki taifeye ikişer rekât
kıldırmış. (Müslim, C.4 Hadis 312 (2339) Sönmez Neşriyat.)

Birinci rivayette korku namazı bir rekattir demelerine


rağmen, ikinci rivayette iki rekattir demeleri bir çelişkidir.

810-. ... Ebû Ma’mer’den; demiştir ki: Biz Habbab’a;

- Hz. Peygamber (s.a.) öğle ve ikindi namazlarında Kur’an


okur muydu, diye sorduk. O da:

- Evet, dedi. Biz;

- Bunu nasıl anlıyordunuz? dedik;

- Peygamber (s.a.)’in sakalının hareket etmesinden, diye


cevab verdi. (Ebû Dâvud, K.Salât (2), Bâb 124, 125 C.3
S.247 H.811 Şamil, ayrıca: Buhâri, ezân 91,96,97,108; İbn
Mâce, ikâme 7.)
529
Bu rivayete göre, güya, Peygamberin öğle ve ikindi
namazlarında Kur’an okuduğunun delili bu namazları
kılarken sakalının hareket etmesiymiş. Sakal yalnız Kur’an
okurken hareket etmez, bir kimse dua etse sakalı olması
halinde sakalı hareket eder, bundan dolayı söyledikleri bu
iddia Peygamberin öğle ve ikindi namazlarında Kur’an
okumuş olduğunun delili olamaz. Diğer bir hususta,
Peygamberden sorup öğrenmek varken neden böyle bir
yönteme baş vurulmuş olsun. Kaldı ki namaz her Müslüman
üzerine farzdır, hal böyleyken cemaat bilmeden nasıl namaz
kılıyordu da bir şahıstan sormak ihtiyacını duydular. Bu
rivayeti okuyan kişi zanneder ki, Peygamber Ay’da namaz
kılıyordu da dünyadan ona teleskop ile bakıyorlardı, böylece
ancak Peygamberin Kur’an okuduğunu, doğru bir tahmin
olmasa da, zira dua ediyor da olabilir, sakalının hareket
etmesinden anladılar. Bu rivayetten asıl amaçları hem
kendilerini ciddiye alan kimselerle alay etmek, hem de
Peygamberin dinle ilgili olsa dahi kendisine soru
sorulamayacak geçimsiz bir kimse olduğunu iddia etmektir.
Peygamber onların bu iddialarından münezzeh olduğu gibi,
dini tebliği hakkıyla yerine getirmiştir. Bu itibarla
Peygambere ve Müminlere saldırı amacıyla uydurulmuş bu
rivayetin aslı yoktur.

811-. ... Ebû Hüreyre (r.a.)’den; demiştir ki; Resûlullah


(Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular ki:

“Sâlih olsun, fâcir olsun hatta büyük günah işlemiş de olsa


her müslümanın arkasında farz namazı (cemaatle kılmak)
vâciptir." (Ebû Dâvûd, K.Salât (2), Bâb 63,64 C.2 S.440
H.594 Şamil.)

Bu rivayeti uydurmaktan amaçları, Krallık yapan diktatörleri


ve yöneticilerini müslümanlara önder yapmaktır. Zira bu gibi
kimseler tarih içerisinde büyük günahlar işleyen Fâcir
kimseler olmalarına, zulümler yapmalarına, Müslüman inancı
taşımamalarına rağmen kendilerini Müslüman tanıtarak,

530
özellikle Cuma günleri, Cuma namazında imamlık yapmayı,
halkı aldatmak ve tahtlarını sağlamlaştırmak için gerekli
görüp istemekteydiler. Halbu ki Kur’an’da bu gibi kimselerin
cehennemlik oldukları bildirilmiştir. Şöyle ki:

- Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde


bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa (Allah’ın
azâbından) korunanları fâcirler (yolda olmayanlar) gibi mi
tutacağız. 38/28

- İyiler mutlaka nimet içindedirler. 82/13

- Fâcirler de yakıcı ateş içindedirler. 82/14

- Cezâ günü oraya girerler. 82/15

Uydurmuş oldukları rivayetlerinin, fâcir günahkar


yöneticilerin imamlığını sağlamak için olduğunu, halktan
kimseler için olmadığını çelişkili olarak tahdis ettikleri şu
rivayetten anlamak mümkündür:

812- Câbir’ den rivayet etmiş oldukları hadiste: “Sakın bir


kadın bir erkeğe ve bir a’rabi (bedevi) bir muhâcire (şehire
yerleşen kimseye) bir fâcir bir Mü’mine imam olmasın."
(Ebû Dâvud şerhinde C.2 S. 441 Şamil, ayrıca İbn Mâce,
ikâme 78.)

İslam dininde derece üstünlüğü yönünden, Allah nezrinde


erkeğin kadına, kadının erkeğe bir üstünlüğü yoktur, üstünlük
konusunda ölçü takvadır, bir kadın bir erkekten çok daha
takvalı olabilir ve böylece Allah nezrinde derecesi daha üstün
olur. Hayat mücadelesi yönünden erkekler kadınlardan
fiziksel olarak daha güçlü oldukları için ailenin geçim yükü
erkeğe yüklenmiştir ve aile reisliği ona verilmiştir. İmam aynı
zamanda, dini çalışmalarda önder olduğundan, imamlık yükü
İslam dininde erkeğe verilmiştir. İslam dininde herkesin
kendi gücüne göre yük yüklenmesi önemlidir.

531
İmamlık yönünden, şehirlinin köylüye, köylünün şehirliye,
Arabın, arab olmayana, Arab olmayanın araba bir üstünlüğü
yoktur. Bu açıdan rivayetleri uydurmadır. “Fâcir bir Mümine
imam olmasın" sözleriyle de, öbür rivayetleriyle çelişkiye
düşmüşlerdir.

Takva ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve


birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.
Allah yanında en üstün olanınız (Allah’ın buyrukları dışına
çıkmaktan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir haber
alandır. 49/13

813- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte iki rek’at öğleden evvel,
iki rek’at sonra, keza iki rek’at cum’adan sonra, iki rek’at
akşamdan sonra, iki rek’at yatsıdan sonra namaz kıldım.
Akşam ve yatsı(dan sonrakiler evinde idi." (K.S. 2930 C.9
S.259 Akçağ, alıntıları: Buhari, Teheccüd 29,25, 34; Cum’a
39; Müslim, Müsafirin 291 (729), Cum’a 71,(882); Muvatta,
69,(1,166); Ebû Dâvud, Salât 290,(1552); Nesâi, İkâmet 64,
(2,119), Cum’a 43,(3,113); Tirmizi, Salât 220,(433,434))

814- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sünnette gelen on
iki Rek’ate kim devam ederse Allah ona cennette bir ev bina
eder. Bu on iki rek’atin:

Dördü öğleden önce,

İkisi öğleden sonra,

İkisi akşamdan sonra,

İkisi yatsıdan sonra,

532
İkisi de sabahtan önce." (K.S. 2931 C.9 S.260 Akçağ,
alıntıları: Tirmizi, S3alât 206,(414); Nesâi, Kıyamu’l-Leyl
66,(3,260); İbnu Mâce, İkâmet 100, (1142).)

815- Hz Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “İki namaz var ki,


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunları ne gizli ne de
aleni olarak seferde ve hazerde hiç terk etmedi: Sabahtan
önce iki rek’at, ikindiden sonra iki rek’at." (K.S. 2939 C.9
S.260 Akçağ, alıntıları: Buhari, Mevâkitu’s-Salât 33, 73;
Müslim, Salâtu’l-Müsâfirin 300,(835); Ebû Dâvud, Salât 290,
(1253); Nesâi, Mevâkitu’s-Salât 36,(1,281), Kıyâmu’l-Leyl
56,(3,251,252))

816- Hz. Ali (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) sabah ve ikindi hariç her namazın
arkasından iki rek’at (nafile) namaz kılardı." (K.s. 2933 C.9
S.262 Akçağ, alıntısı: Ebû Dâvud, Salât 299,(1275))

817- Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Kim öğleden önce
dört, öğleden sonra da dört (rek’at nafile) kılarsa, Allah onu
ateşe haram eder. (K.S. 2955, 2956 C.9 S.274-275 Akçağ,
alıntıları: Ebû Dâvud, Salât 296(1269); Tirrmizi, Salât 317,
(427,428); Nesâi, Kıyâmu’l-Leyl 67,(3,265))

818-. ... Abdullah b. Ömer (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre;


Resûlullah (s.a.) öğle namazından önce iki rekat, öğle
namazından sonra dört rekat, akşamdan sonra evinde iki rekat
ve yatsıdan sonra iki rekat kılardı. Cumadan sonra (evine)
dönünceye kadar namaz kılmazdı (evine dönünce) iki rekat
kılardı. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 1 C.4
S.498 H.1252 Şamil, ayrıca: Buhari, teheccüd 29; Müslim,
müsâfirin 104; Nesâi, ikâme 64.)

819-. ... Âişe (r.anhâ’dan; demiştir ki:

- Peygamber (s.a.) öğle namazından önceki dört (rekat)’la


sabah namazında önceki iki rekati terk etmezdi. (Ebû Dâvud,

533
K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 2 C.4 S.500 Şamil, ayrıca:
Buhari, teheccüd 34; Nesâi, kıyâmu’l-leyl 56.)

820-. ... İbn Ömer (r.a.)’den; demiştir ki: Resûlullah


(Sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:

“-İkindinin farzından önce dört rekat (namaz) kılan kimseye


Allah rahmet etsin. (Ebû Dâvûd, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb
8 C.5 S.29 Şamil, ayrıca: Tirmizi, mevâkit’us-salât, 201; İbn
Mâce, ikame 109.)

821-. ... Ali (r.a)’den rivayet edildiğine göre; Peygamber


(s.a.) ikindi namazından önce iki rekat(lık bir namaz) kılardı.
(Ebû Dâvûd, K.Salâtu’t-Tatavvu’ (5), Bâb 9 C.5 S.30 Şamil.)

822- İbnu Abbâs radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm hazer namazını ve sefer namazını farz
kılmıştır. Biz hazarda farzdan önce ve sonra sünnet kılardık.
Seferde de farzdan önce ve sonra sünnet kılardık. (K.S. 6306
C.17 S.48 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 1072.)

823-. ... Ebû Hüreyre (r.a.)’den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)


şöyle buyurdu:

İbnu’s-Sabbâh’ın rivayetine göre, “Cumadan sonra namaz


kılacak olan kimse dört rekat kılsın.”

İbn Yûnus’un rivayetine göre ise Efendimizin beyânı şu


şekildedir:

“- Cumayı kıldığınızda arkasından dört rekat de (nâfile)


kılınız.”

Süheyl şöyle dedi: Babam bana; “yavrum, eğer câmide iki


rekat kılar sonra da eve gidersen, iki rekat (de orada) kıl"
dedi. (Ebû Dâvud, K.Salât (2), Bâb 236,238 C.4 S.253
H.1131 Şamil, ayrıca: Müslim, Cuma 69; Tirmizi Cuma 24;
İbni Mâce, ikâme 95.)

534
Farz namazların sünnetleriyle ilgili olmak üzere on bir
rivayet yazdım, bunlar incelendiğinde aralarında bir çok
çelişki görmek mümkündür, şöyle ki:

Öğle namazı için, 813. Rivayette önce iki, sonra iki rakat,
814. Rivayette önce dört sonra iki rekat, 816. Rivayette sonra
iki rekat, 817. Rivayette önce dört, sonra dört rekat, 818.
Rivayette önce iki, sonra dört rekat, 819. Rivayette önce dört
rekat olarak tahdis etmişlerdir. Böylece iç içe çelişkiler
meydana gelmiştir. Diğer vakitler arasıdaki çelişkiler de bu
şekilde sıralanarak görülebilir.

Böylece hangi farz namazın kaç rekat sünneti olduğunu ve ne


zaman kılınacağını kesin olarak bilmek imkansız hale gelmiş
olur. 822 nci örnekte, Peygamberin namazı farz kıldığını
söylemeleri ise İslam dinine ters düşen bir durumdur. Zira
namazı Allah farz kılar, Peygamber ise farzı koyan değil,
farzı yerine getirmekle mükellef kimsedir. İslam dininde
Allah’tan başka hiç kimse din koyamaz, dini ancak ve ancak
Allah koyar.

Rivayetlerden yüz otuz üç örnek seçerek namaz konusunda


neler tahdis ettiklerini aralarındaki çelişkileri, Kur’an’a ve
bugün kılınmakta olan namaza aykırı yönlerini yeri geldikçe
göstermeye çalıştım. Tenkide konu olabilecek rivayetleri
yalnız bunlardan ibaret değildir, konuyu uzatmamak için yüz
otuz üç örnekle yetindim. Bu örnekler bile rivayetleri dikkate
alacak bir kimsenin çelişki ve tutarsızlıklarından dolayı
namaz kılmayı öğrenemeyeceği açıktır. Örneğin: Farz
namazlar için hazerde (ikamet edilen yerde) dört rekattir diye
tahdis ediyorlar, hal böyle olunca akşam farzını üç ve sabah
namazı farzını iki rekat olarak kılmayı neyle izah ediyorlar?
Zira uygulama ile rivayetler çelişmektedir. Diğer taraftan
namaz kılarken Kur’an okunup okunmayacağı, tekbir getirip
getirilmeyeceği, ses tonunun nasıl olması gerektiği, hatta
Bismillehirrahmanirrahim dahi denip denemeyeceği çelişkili
rivayetlerden dolayı meçhuldür, ve bunun gibi birçok çelişkili

535
rivayetleri mevcuttur. Görüldüğü gibi verdiğim rivayet
örnekleri, çelişkili durumu göstermek açısından, anlamak
isteyen bir kimse için ibret vericidirler.

Hal böyle olmasına rağmen iddia ediyorlar ki, rivayetler


olmamış olsaydı biz namazın nasıl kılınacağını bilemezdik.
Zira onlara göre, namaz kılma şekli Kur’an’da belirsizmiş,
namaz ancak rivayetlerle öğrenilirmiş. Aslında namazı
Kur’an’dan anlamamalarına neden olan husus Kur’an’ı
anlayamamalarıdır. Yoksa, namaz Kur’an’da bütün
hususiyetleriyle açıktır. Şöyle ki:

KUR’AN’A GÖRE NAMAZ

Kur’an’ı esas alarak namazın ne olduğunu anlatırsak konu


kolayca anlaşılır, bunun için öncelikle "Salat" kelimesinin ne
anlama geldiğinin bilinmesine ihtiyaç vardır. Bu husus ta
Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Cuma günü salat (namaz) için


çağrıldığı(nız) zaman Allah’ı anmağa (zikretmeğe) koşun,
alışverişi (işi gücü) bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha
hayırlıdır. 62/9

Bu ifadelerden anlaşılacağı gibi, Cuma günü salat (namaz)


için ezan okunduğunda ezanı duyan Mümin kimselerin salat
davetinden anlayacağı şey, Allah’ı zikretmeğe yani anmaya
davet edildiğidir. Peki bir Mümin Allah’ı nasıl anar; bir
Mümin, Allah’ı anarken neler söyler diye düşündüğümüzde,
bunun Kur’an’da ki Allah’ı övgü ifadelerini esas alan bir
övgü anışı olduğunu görürüz. Böylece salat kelimesinin
kapsadığı mana, bu yönüyle, kabul edilin yani sevap
kazandıran bir salat olması için, İsteyerek ve severek Allah’ı
övmek gereklidir. Ayrıca bu övgü, Allah için söz konusu
olunca keyfi olmayıp Kur’an öğretisini esas alarak yapılan bir
övgü olmalıdır. Bu da, tesbih, tahmid, tekbir gibi güzel
sözlerdir.

536
Allah için salat ederken, Allah adının anılmasının gerekli
olduğuyla ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Doğrusu mutluluğa ermiştir arınan; 87/14

- Rabb’inin adını zikredip salat kılan. 87/15

Kur’an öğretisi esas alınmadan yapılacak zikirler, salatlar,


Allah yanında kabul görmeyen sapmalardır. Bu konuda
Kur’an’dan mealen:

- Onların Beyt(ullah) yanındaki salatları da, ıslık çalmadan ve


el çırpmadan başka bir şey değildi. “O halde küfrünüzden
dolayı azabı tadın. 8/35

Kafirler, kendi icat ettikleri bir usülle, Kabe’nin yanında el


çırparak ve ıslık çalarak Allah’ı övdüklerini, O’na salat
ettiklerini zannediyorlardı, nasıl ki bugün bile bazı kimseler,
dümbelek, tef, kudüm v.s. Çalıp raks ederek Allah’ı
zikrettiklerini, övdüklerini zan ediyorlarsa, bunlarda ıslık
çalıp el çırpmayı Allah’a salat etme zannediyorlardı. Bütün
bu hareketler Allah tarafından kabul görmeyen reddedilmiş
ve yapanlarını azaba götüren hareketlerdir. Zira, Allah
öğretmezse Peygamberler dahi, Allah’a nasıl ibadet
edeceklerini ve O’nu nasıl övüp salat edeceklerini bilemezler.
Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- İbrâhim, İsmâil’le berâber Ev’in (Kabe’nin) temellerini


yükseltiyor: “Rabb’imiz, bizden kâbul buyur, şüphesiz sen
işitensin, bilensin." 2/127

- “Rabb’imiz, bizi sana teslim olanlar yap, neslimizden de


teslim olan bir ümmet çıkar; bize ibadet yollarımızı göster,
tövbemizi kabûl et; zirâ, tövbeleri kabûl eden, çok
merhametli olan ancak sensin, sen!" 2/128

Görüldüğü gibi, ibadet yollarını, usullerini göstermek Allah’a


aittir. Ve Kur’an öğretisine göre “Salat" kelimesi “Övgü"
manasına gelmiş olur. Allah bir kimseye salat ederse o
537
kimseyi övmüş, dolayısıyla sevmiş ve ona merhamet etmiş
demektir. Kul, Allah’a hakkıyla salat edince, Allah’ı sevmiş,
övmüş ve yüceltmiş olur. Allah’ı sevmiş olması ve sevep
kazanması için salatında gaflet içinde olmaması gerekir. Kul,
kul için Allah’ın razı olduğu şekilde salat edince onu övmüş,
sevmiş ve Allah’tan affını istemiş olur. Salat kelimesi öyle
bir kavramdır ki, Allah’tan kullara, kullardan Allah’a ve
kullardan, kullar üzerine olabilir. Bu hususta Kur’an’dan
mealen:

- (Şüphesiz) Allah ve Melekleri Peygambere salât ederler; ey


iman edenler siz de Ona salât edin ve tam bir teslimiyetle
selam edin. 33/56

- O (Allah)dır ki, Zatı ve Melekleri size salât ederler; (Allah)


böylece sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak istemektedir.
O müminlere karşı çok merhametlidir. 33/43

- Onların mallarından bir miktar sadaka al ki onunla onları


arındırıp temizleyesin ve onlar üzerine salât (duâ) et; çünkü
senin salavatların (duâların) onlar için bir sükûnettir. Allah
işitendir bilendir. 9/103

- Bedevi Araplardan kimi de vardır ki Allah’a ve âhiret


gününe inanır, verdiğini Allah’a yakın dereceler kazanmağa
ve Resûlün salavatını (duâlarını) almaya vesile sayar.
Gerçekten o (verdikleri), kendileri için yakın dereceler(e
vesile)dir. Allah onları rahmetinin içine sokacaktır.
Muhakkak ki Allah bağışlayan, esirgeyendir. 9/99

- Doğrusu mutluluğa ermiştir arınan. 87/14

- Rabb’inin adını anıp salât kılan. 87/15

- Gerçek şudur ki ben Allah’ım. Benden başka İlâh yoktur.


Bana ibadet et ve beni anmak için salât (namaz) kıl. 20/14

- Kitab’dan sana vahye dileni oku ve salât (namaz) kıl, çünkü


salât (zikir ve namaz), kötü ve iğrenç şeylerden vaz geçirir.
538
Allah’ı anmak, elbette daha büyüktür, Allah, ne yaptığınızı
bilir. 29/45

Demek oluyor ki, salât kavramı bir anma; bir dua; övgü
kavramıdır. Yoksa salt olarak beş vakit kılınan “Namaz"
şeklinde anlaşılıp özdeşleştirilirse ters neticelere varılır. Zira,
ayet meallerinde görüldüğü gibi, Allah, Peygambere ve
Müminlere salât etmektedir. Haşa bu Allah’ın onlara ibadet
ettiği manasında değildir. Ancak onlara övgü ve rahmet ettiği
manasındadır. Bu itibarla, salât Allah’ın layık olduğu şekilde
Allah’a ve Kulların layık olduğu şekilde kullara yapılır.
Örneğin: Kullar övülürken hiçbir zaman kainat üstü
manasında olmak üzere “Ekber" yani en büyük kelimesi; tüm
noksanlıklardan münezzehi yet (kusursuzluk) manasına gelen
“Sûbhan" kelimesi veya her şeyden müstağni, her şeyin O’na
muhtaç olduğu manasına gelen “Samed" gibi kelimeler
kullara salât edilirken kullanılmaz. Bu gibi ifadeler Allah’a
salat edilirken söylenir, kullar için, çok iyi, takvalı, abit,
Allah’ın rızasına layık, Allah ondan razı olsun, cennete
koysun, azaplandırmasın veya hastaysa Allah şifa versin,
Allah ona iyilik versin gibi dualı sözler söylenir. Kişi bunlara
layıksa meşrudur. Bu itibarla da anlaşılmış olur ki, liyakatı
dikkate alıp, haddi aşmamak şartıyla “salât" kullardan
kullara, kullardan Allah’a olabildiği gibi, Allah’tan kullara ki;
bunlar “Mümin" olan kullardır. Edile bilir. Ve bunda tevhide
aykırı bir husus yoktur. Bu konuda Kur’an’dan bir örnek
verecek olursam, mealen:

- O halde, beni zikredin (anın)ki, ben de sizi zikredeyim;


bana şükredin; (fakat) nankörlük etmeyin. 2/152

Demek oluyor ki, kullar Allah’ı, Allah’ta kulları zikreder,


kullardan Allah’a yapılan zikir, Allah’a layık olacak şekilde,
Allah’tan kullara yapılan zikirde, kullara layık olacak
şekildedir. Örneğin, cenaze üzerine salât edilirken hiçbir
zaman Kur’an okunmaz, zira bir kimsenin söylemiş olduğu
güzel sözler onun adına anılıp tekrarlandığında, nasıl ki o

539
şahıs anılıp övülüyorsa, Kur’an’da, Allah’ın sözü
olduğundan, Kur’an okumak, Allah’ı övme, zikretme ve
Allah’a salat etme manasındadır. Ölüye salât ediyoruz diye
hiçbir zaman ne cenazenin başında, nede mezarının başında
ve nede gıyabında Kur’an okunmaz, ancak ölü için övücü
sözler söylenir ve onun için Allah’tan rahmet istenir. Ve
tabiidir ki ölünün bu sözlere layık olması diğer bir husustur.
Ve ölü üzerine yapılan salât’a hiçbir zaman “Cenaze namazı"
denmez, zira “Namaz" kelimesinin Türkçedeki karşılığı
“ibadet”tir. Bu kullar için kullanılamaz.

Böylece anlaşılmış olur ki, salât kelimesi kullanıldığı her


hususta ibadet veya Namaz manasında değildir. Ancak Allah
için yapılan salatlar ibadet kavramına girmektedir, zira
Allah’a yapılan salatlar, Allah’a has olan zikirlerdir.

Diğer önemli bir hususta secde olayıdır. Kimileri secdeyi


ibadetle özdeş (aynı) sayıp o şekilde anlamaktadırlar, bu
şekildeki bir anlayış, secdeyi doğru anlamış olmak manasında
değildir. Zira, nasıl ki cins belirlemek suretiyle, örneğin: “En
büyük kelimesini" kullandığımızda, ağaçların en büyüğü
falan ağaç, dağların en büyüğü falan dağ diyebiliyorsak ve bu
şirk olmuyorsa. Ancak, salt olarak, Allah’tan başkası için en
büyük sözcüğünü kullandığımızda bu şirk oluyorsa. Secde de
kullar arasındaki üstünlüğü belirtmek bakımından, kullardan
kullara yapıldığında şirk olmaz. Fakat, Allah’tan başkasını
İlâh kabul ederek, o kabul edilen şeye secde yapılırsa şirk
olayı işlenmiş olur, isterse, Allah’tan başka, bu ilâh kabul
edilmiş olan şey, canlı veya ölü bir insan, bir taş v.s. olsun
fark etmez.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere:


“Adem’e secde edin!"dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis
etmedi, o secde edenlerden olmadı. 7/11

540
- (Allah) buyurdu: “Sana emrettiğim zaman seni secde
etmekten alıkoyan nedir?" (İblis): “Ben, dedi, ondan
hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın."
7/12

- (Allah) buyurdu: “Öyle ise oradan in, orada büyüklük


taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen
aşağılıklardansın!" 7/13

Görüldüğü gibi, Kur’an öğretisine göre, kullar arasında


secde, karşısındakini İlâh görmemek şartıyla ibadet
manasında olmayıp, bir birlerinden üstünlük manasındadır.
Yine bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Hani bir zaman Yûsuf babasına: “Babacığım demişti, ben


(rüyâda) on bir gezegen, güneşi ve ayı gördüm, bunların bana
secde ettiklerini gördüm." (demişti). 12/4

- (Babası Yakub): “Yavrum, dedi, rüyanı kardeşlerine


anlatma sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insana
apaçık bir düşmandır! 12/5

- Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi onun için


secdeye kapandılar (Yusuf): “Babacığım, dedi, işte bu,
önceden (gördüğüm) rüyânın yorumudur, Rabb’im onu
gerçek yaptı, bana iyilik etti; zirâ şeytan, benimle
kardeşlerimin arasına fitne soktuktan sonra O, beni zindandan
çıkardı, sizi de çölden getirdi. Gerçekten Rabb’im, dilediği
şeyi çok ince düzenler. O, (her tedbiri) bilen, her şeyi yerli
yerince yapandır." 12/100

Görüldüğü gibi, secde olayı Allahtan başka herhangi bir şeyi


İlâh kabul etmemek şartıyla kullardan, kullara yapıldığında
şirk olmayıp, bir üstünlük kabulü olayıdır. Kulların bir
birlerine secde etmeleri hiçbir zaman Allah’ın en üstün
olduğu gerçeğini değiştirmez, zira kullar arasında, secde
edende, kendisine secde edilende ister istemez Allah’a secde
ettiğinden Allah’ın en üstün olduğu gerçeği değiştirilemez.

541
Ancak, Allah’tan başka herhangi bir şeye İlâh’lık atfedip ona
secde eden, bu düşüncesinden veya kabulünden dolayı şirke
girmiş olur. Yoksa yapmış olduğu hareketin kendisinden
değil, zira kendisi de, kendisine secde ettiği şeyde,
gölgelerine kadar ister istemez Allah’a secde etmektedir.

Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez Allah’a


secde ederler. Gölgeleri de sabah akşam (uzayıp) kısalarak
O’na secde etmektedirler. 13/15

Bu günkü toplumlarda, kullar arasında yaygın olarak yapılan


secde olayına örnek verecek olursak, el öpme olayında,
öptüğü ele alnını değdiren kimseleri göstere biliriz. Öyle ki,
karşısındakini kendisinden üstün tanıyarak elini öpen
kimseler bu el öpme işiyle kalmayıp çoğunlukla alınlarını
öptükleri elin üstüne değdirirler, bu hareketleri bir çeşit
secdeden başka bir şey değildir.

Salât, zikir ve secde olayını böylece izah ettikten sonra,


“Namaz" konusuna gelecek olursak, şöylece izah edebiliriz:
Allah, kendisinin zikredilmesini yani anılmasını durum
olarak, beli kurallı ve kuralsız olmak üzere iki şekilde
emretmektedir. Kuralsız olanına örnek verecek olursak;
Kur’an’dan mealen:

- Onlar ayakta ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar,


göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: “Rabb’imiz
(derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş
azabından koru!" 3/191

Görüldüğü gibi, ayakta ve oturarak ve yan üzerine yatılmış


iken serbest olarak Allah’ı zikreder edebiliriz. Zikirde ses
tonu ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Rabb’ini içinden yalvararak ve korkarak yüksek olmayan


bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma! 7/205

542
Demek oluyor ki, İslam’da, Allah adı ile zikir yapıldığında,
işi yaygaraya verip, bağıra, çağıra zikir yapmak yoktur. Ses
tonu orta olmalıdır, Allah’ı kuvvetli anmanın manası
bağırmak çağırmak değildir, içtenlikle ve çok anıştır. Ve
zikrin, Allah’ın herhangi bir adıyla yapılması arasında da fark
yoktur, zira bazıları iddia ediyorlar ki, Allah’ın ismi azam
diye, diğer isimlerinden daha büyük bir ismi vardır; bir kimse
Allah’a bu isimle dua ettiğinde güya, Allah dua eden o
kimseye her istediğini verecekmiş, halbuki böyle bir durum
olmayıp, Allah’ın bütün isimleri büyüktür ve kişi layıksa
Allah o kişinin duasını kabul eder. Bu konuda Kur’an’dan
mealen:

- De ki: “İster Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın.


Hangisiyle çağırırsanız, nihayet en güzel isimler O’nundur,
Sâlatında pek bağırma, pek de (sesini) gizleme, bu ikisi
arasında bir yol tut. 17/110

Zaman ve Miktar olarak da zikir, Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin. 33/41

- Sabah ve Akşam O’nu tesbih edin. 33/42

- Sabah akşam Rabb’inin adını an. 76/25

- Gecenin bir kısmında ve yıldızların dönüp gittiği sırada


(yâni sabah vaktinde) de O’nu tesbih et. 52/49

(Ey Muhammed) onların dediklerine sabret ve Rabbini övgü


ile an: güneş doğmadan, batmadan önce. 50/39

- Gecenin bir kısmında ve secdelerin arkasından O’nu tesbih


et. 50/40

Görüldüğü gibi, Allah’ı zikretmek İslam dininde çok önemli


bir yer tutar. Allah kendisini çok zikretmemizi emretmiş
olup, zikretmede sayısal bir sınır koymamıştır. Zira her ortam
ve her şahsın durumu aynı değildir, fakat bu zikir olayı
543
kafadan savma; öylesine bir şekilde de yapılmamalıdır.
Mümin kişi, Allah’ı çok zikretmeye gayret göstermelidir.
Zikrin önemi konusunda, Kur’an’dan mealen:

- Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler


ve mümin kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devâm
eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar; sabreden
erkekler ve sabreden kadınlar, (gönülden Allah’a) saygılı
erkekler ve (gönülden Allah’a) saygılı kadınlar, sadaka veren
erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç
tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını)
koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden
kadınlar; (İşte) Allah bunlar için mağfiret ve büyük bir
mükâfat hazırlamıştır. 33/35

- Onlar ki, iman etmişlerdir ve kalpleri, Allah’ı anmakla


yatışır. 13/28

Bu şekilde, serbest ve saygılı bir şekilde yapılan zikir, salât


kavramı içinde olup; kişi bu zikri yaparken, ab destsiz
olabildiği gibi, ayakta, yan üstü uzanmış, oturarak v.s.
Pozisyonlarda olabilir, ayrca kıbleye yönelmiş olması da
gerekmez.

Kurallı olup, Türkçede “Namaz" olarak tarif edilen salât


şeklinde ise kişi bir takım hususları yerine getirmek
zorundadır ve bunlar Kur’an’da belirtilmişlerdir; Ayetlerin
meallerini yazmak suretiyle bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Kıyafet ile ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Ey Âdem oğulları, her mesci(de gidişiniz)de süs(lü, güzel


elbiseler)inizi (üzerinize) alın; yiyin için, fakat isrâf etmeyin;
çünkü O, isrâf edenleri sevmez. 7/31

- Elbiseni temizle, 74/4

- Pislikten kaçın. 74/5

544
Buna göre, imkan ölçüsünde güzel ve temiz elbiseler
giyilecek, pislikten kaçınılacak.

2- Abdest ve Gusül ile ilgili olarak: Bu “Abdest" bölümünde


anlattım.

3- Kıble ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- (Ey Muhammed), biz senin yüzünü göğe doğru çevirip


durduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. (Merak
etme) elbette seni, razı olacağın bir kıbleye döndüreceğiz.
(Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir.
Nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin. Kitâb verilenler,
bunun Rabb’leri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler.
Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. 2/144

Namazda, Kabe’ye yönelmek Allah’a yönelmiş olmanın bir


sembolü olarak, Allah tarafından farz kılınmıştır. Yoksa,
Allah Kabe’nin içinde olmaktan münezzehtir. İslam dini bir
bütündür, Peygamberimiz gelmeden önce Mescidi Aksa kıble
olduğundan Peygamberimiz zamanında ilk sıralarda
Peygamberimiz ve Sahabeler haliyle kıble olarak Mescidi
Aksa’ya yöneliyorlardı, Peygamberimiz kıblenin
değiştirilmesini arzu ediyordu, Allah Peygamberimizin
beklentisini gerçekleştirerek, Kabe’nin, kıble olmasını farz
kıldı. Müminlerin tek bir kıbleye yönelmesini isteyen Allah,
istediği yerleri kıble olarak tain ederek Müminlere bildirir,
yoksa, Allah’ın zatı için, bir yönün herhangi başka bir yönden
farkı yoktur. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın


yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah’(ın rahmeti ve nimeti)
geniştir. O (her şeyi) bilendir. 2/115

- İnsanlardan bazı beyinsizler: “Onları üzerinde bulundukları


kıbleden çeviren nedir?"diyecekler. De ki: “Doğu da batı da
Allah’ındır. O, dilediğini doğru yola iletir." 2/142

545
- De ki: “Rabbim bana adâleti emretti. Her mescid de
yüzlerinizi O’na doğrultun ve dini yalnız kendisine has
kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O’na)
döneceksiniz." 7/29

4- Namazda nasıl durulacağı konusunda, Kur’an’dan mealen:

- Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve


saygı ile Allah’ın huzûruna ayakta (divan) durun. 2/238

- Sabredenleri, doğru olanları, huzûrunda gönülden boyun


büküp divan duranları, Allah için (mallarını) harcayanları ve
seherlerde istiğfar edenleri (Allah’tan bağışlanmalarını
dileyenleri Allah, görmektedir). 3/17

- “Ey Meryem, Rabb’ine divan dur, secde et ve rükû


edenlerle birlikte rükû et. 3/43

Görüldüğü gibi, Namaz da duruş şekli, Allah’ın huzurunda


olmanın gereği olarak, yüksek bir saygı içeren divan durma
başka bir ifadeyle ihtirâm duruşu olayıdır.

5- Kıyam ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Melekler ona (Zekeriya’ya) nida ettiler ve o ayakta (kaim)


olup mihrapta salât (namaz) kılıyordu, dediler ki: “Allah
sana, Allah’tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi, nefsine
hâkim ve iyilerden bir peygamber olacak Yahyâ’ı müjdeler."
3/39

- Bir zamanlar İbrâhim’e Beyt (Ka’be’n)in yerini açıklamış


(ve ona emretmiş)tik: “Bana hiçbir şeyi ortak koşma ve tavaf
edenler, ayakta (kaimin) duranlar, rükû’ ve secde edenler için
evimi temizle." 22/26

- Onlar ki, gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyâm ederek


(kıyâmen) geçirirler." 25/64

546
- Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve
saygı ile Allah’ın huzûruna ayakta (divan) durun (kûmu)
2/238

Kıyâm kavramı, kelime olarak “ayaklar üzerinde durmak,


dikilmek, doğrulmak" gibi manalara gelir. Bu kavram,
namazla ilgili olunca, Allah’a saygı da ve tazimde bulunmak
amacıyla namazda ayakta durmak; namaz için ayağa kalkmak
demektir.

6- Rükû ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler rükû’ edin secde edin, Rabb’inize ibadet


edin, hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz. 22/77

- “Ey Meryem, Rabb’ine divan dur, secde et ve rükû


edenlerle beraber rükû et ." 3/43

Rükû, başı ve beli eğerek bükülmek demektir. Namazda,


Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında, kulun kendi
küçüklüğünü ve güçsüzlüğünü itiraf için, namazda sırtı yere
paralel oluncaya kadar boynunu öne doğru eğmesidir.

7- Secde ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Hay de Allah’a secde edin ve O’na ibadet edin. 53/62

- Biz Beyt’i (Kâbe’yi) insanlara toplantı ve güven yeri yaptık.


Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada
namaz kılın). İbrâhim ve İsmâil’e: “Tavaf edenler, ibadete
kapananlar, rükû ve secde edenler için Ev’imi
temizleyin!"diye emretmiştik. 2/125

8- Ku’ûd (oturma) ile ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- (Savaş Halindeyken, korku namazından sonra) Namazı


bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerine
(uzanarak) Allah’ı anın; güvene kavuştunuzmu namazı (tam)

547
kılın. Çünkü namaz, müminlere vakti belli olarak farz
kılınmıştır. 4/103

- Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı


anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler:
“Rabb’imiz (derler), bunu boş yere yaratmadın. Sen yücesin,
bizi ateş azabından koru!" 3/191

Görüldüğü gibi, Namazla ilgili olarak Ku’ûd yani oturma,


namaz bittikten sonra yapılan bir harekettir. Namaz kılarken,
namaz kılmanın içeriğinde oturma yoktur, oturulması halinde
namaz bitmiş veya ara verilmiş demektir. Her oturuştan sonra
tekrar namaza başlandığında bu yeniden başlama demektir,
oturmadan önce kılınan namazdan ayrı bir başlamadır.
Oturmayla namazdan çıkılmış demektir, fakat istenirse ayrı
ayrı bölümler halinde tekrar namaz kılınabilir.

Bu hususların yanında ayrıca, namazda sözle ifade olayı


vardır. Yani namaz kılınırken neler söylemeli, ne okumalı ve
ses tonuyla, kişisel nefsi durum nasıl olmalıdır.

Bu hususta, Kur’an’dan mealen:

- “Gerçek şudur ki ben Allah’ım. Benden başka İlâh yoktur.


Bana ibadet et ve bani anmak için namaz kıl." 20/14

- Ey iman edenler! Cuma günü namaz için seslenildiğinde,


alışverişi bırakarak Allah’ın zikrine koşun. Eğer bilirseniz, bu
sizin için daha hayırlıdır. 62/9

- Doğrusu felâh’a ermiştir arınan: 87/14

- Rabb’inin adını zikredip (anıp) namaz (salat) kılan. 87/15

Görüldüğü gibi, namazda Allah’ın adı anılacaktır. Bu anma


olayında Allah’ın hangi adı anılırsa anılsın arada fark yoktur.
Yani bazılarının iddia ettiği ve rivayetlerde ifadesini bulan,
Allah’ın gizli olup, diğer isimlerinden daha yüce olan özel bir

548
ismi azamı yoktur. Allah’ın bütün isimleri ismi azamdır. Bu
hususta, Kur’an’dan mealen:

- De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın.


Hangisiyle çağırısanız, nihayet en güzel isimler O’nundur.
Salatında pek bağırma, pek de (sesini) gizleme, bu ikisi
arasında bir yol tut. 17/110

Mealini yazmış olduğum ayette belirtilmiş olan diğer bir


hususta, salattaki ses tonuyla ilgilidir. Zikr konusuna devam
edecek olursak:

- Rabb’ini tekbir et. 74/3

- O, öyle Allah’tır ki O’ndan başka İlâh yoktur. Melik,


Kuddûs, Selâm, Mümin, Müheymin, Aziz, Cebbâr,
Mütekebbirdir. Allah, onların (müşriklerin) ortak koştukları
şeylerden münezzehtir. 59/23

- De ki: “Hamd, çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan,


âcizlik sebebiyle bir yardımcıya da ihtiyacı bulunmayan
Allah’a mahsustur. O’nu şânına lâyık bir şekilde tekbir
et."(Allah’u ekber de. 17/111

Allah’u Ekber: Allah en büyüktür

- Sen Rabb’ini hamd ile tesbih et (O’nu övecek sözlerle an,


subhânallahi velhamdulillâh de) ve secde edenlerden ol.
15/98

- O halde yüce Rabbının adıyla tesbih et. 56/74

- Rabb’inin yüce adını tesbih et (O’nun eksikliklerden uzak


olduğunu an). 87/1

- Rabb’ini hamd ile tesbih et. Ve O’ndan mağfiret dile.


Muhakkak ki, O, tövbeleri kabul edendir. 110/3

549
- Güneşin (ufukta aşağı) kaymasından gecenin kararmasına
(yatsı vaktine) kadar namaz kıl ve fecrin Kur’an’ın(ı, fecir
namazını) da (unutma). Çünkü fecir Kur’an’ı, şahidli
(müşahedeli) dir. 17/78

Fecir: Tan yerinin ağarması.

Arap dilinde bir şeyin parçasının ismi, tüme verilir. Onun için
Kur’an’da namaza; Namazla ilgili olduğu belli olacak
şekilde, secde, rükû, tesbih, kıraat, dua ve zikir denilmiştir.

Kur’an’dan mealen:

- Rabb’in, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında


ve üçte birinde kalk(ıp namaz kıl)dığını biliyor. Senin le
berâber bulunanlardan bir topluluk da (böyle yapıyor).geceyi
ve gündüzü, Allah takdir etmektedir. O sizin (gece ve gündüz
saatlerinizi) hesap edemeyeceğinizi (gece saatlerinde
kalkamayacağınızı) bildiği için sizi affetti. O halde
Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun (ne miktar kolayınıza
gelirse o kadar gece namazı kılın, kendinizi zorlamayın,
(Namazda Kur’an okunduğundan gece namazı, mecâzen
Kur’an okuma ile ifade edildiği burada da görülmektedir).
Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah’ın lûtfunu
arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan başka
insanlar bulunacağını bilmektedir. Onun için Kur’an’dan
kolayınıza geldiği kadar okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin
ve Allah’a güzel bir borç verin. Kendiniz için verdiğiniz
hayırları, Allah katında verdiğinizden daha hayırlı ve
mükâfatça daha büyük bulacaksınız. Allah’tan mağfiret
dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
73/20

- Kitab’dan sana vahye dileni oku ve namaz kıl, çünkü


namaz, kötü ve iğrenç şeylerden vaz geçirir. Allah’ı anmak,
elbette en büyük (ibadet)tir. Allah, ne yaptığınızı bilir. 29/45

550
Bu ayet meallerinde de namazda Kur’an okunması gerektiği
görülür.

Namazda dua edilmesi gerektiği konusunda, Kur’an’dan


mealen:

- Ey iman edenler! Sabrederek ve Salât ile (Allah’tan) yardım


dileyin; şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir. 2/153

- De ki: “Rabbim bana adaleti emretti; her secde yerinde


yüzünüzü (kıbleye) çevirin ve dini kendisine hâs kılarak
yalnız O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O’na)
döneceksiniz. 7/29

- Sabrederek ve salât ile (Allah’tan) yardım dileyin; Ne var ki


bu, huşû duyanların dışındakilere şüphesiz çok zordur. 2/45

Yazmış olduğum ayet meallerinde de görüldüğü gibi,


Namazda ki sözlü ifadelerin, Allah’ı zikretme (anma), Kur’an
okuma ve dua etme olduğu anlaşılır.

Hatırlanacağı üzere, Allah için yapılacak salâtın kurallı ve


kuralsız olmak üzere iki şekilde olduğunu ve kurallı olanına
Türkçe de “Namaz" dendiğini ifade etmiştim. Bu hususu
dikkate alarak, salâtın hangi vakitlerde ve ne kadar yapılması
gerektiği konusunda Kur’an’dan örnekler verecek olursak,
mealen:

- (Savaş halindeyken) Namazı kıldıktan sonra ayakta iken,


otururken ve yanlarının üzerine yatarken Allah’ı anın;
korkudan kurtulup emniyete kavuşunca Namazı (tam) kılın,
zira salât (namaz), müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır.
4/103

Salat vakitleri belirtilmiş olarak Müminlere farz kılınmıştır.


Bundan anlaşılır ki, Allah için saâlat etmek Müminler için
keyfi bir olay olmayıp, belirli vakitlerde yapılması
zorunludur. Vaktin çıkması halinde kaza etme olayı da
yoktur. Salâttan Kur’an’da bahsedilirken “kada”, “salli”,
551
“kıyam”, “ruku”, sucud" edin, kıbleye yönelin, beraber kılın
ifadeleriyle Kurallı olan salât yani “Namaz" olduğu açıkça
anlaşılır. Bu şekilde ifade edilmeyişte yalnızca zikir
emredilmişse bu da serbest olarak, ayakta, otururken, yanlar
üzerine yatılmışken, yürken yapılan salât anlaşılmış olur.

Serbestçe yapılan salâtla ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından ve


batmasından önce Rabb’ini hamd ile tesbih et; gece
saatlerinden bir kısmında ve gündüzün taraflarında (iki
ucun)da O’nu tesbih et ki memnûn olasın. 20/130

- Akşama girerken ve sabah ererken Allah’ı tesbih (etmeniz


gerekir). 30/17

- Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğiniz


zaman da hamd, O’na mahsustur. 30/18

- Gecenin bir kısmında ve yıldızların dönüp gittiği sırada


(yani batış vaktinde)de O’nu tesbih et. 52/49

- Onların dediklerine sabret ve Rabbini övgü ile an: güneş


doğmadan, batmadan önce. 50/39

- Gecenin bir kısmında ve secdelerin arkasında O’nu tesbih


et. 50/40

- Rabb’ini içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan


bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma! 7/205

- Sabah akşam Rabb’inin adını an. 76/25

- Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve gecenin uzun bir


bölümünde O’nu tesbih et. 76/26

- Namaz (Cuma namazı) kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın


ve Allah’ın lutfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok anın ki
kurtuluşa eresiniz. 62/10

552
76 (İnsan) 26 ve 62 (Cuma) 10 Ayetleri meallerinde dikkat
edilirse kurallı salât yani Namazın bir miktar, diğer bir
ifadeyle orta sürede. Diğer serbest salâtın ise uzunca bir süre
yapılması emredilmiştir.

Bununla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen:

- Salavatları koruyun ve orta salâtı ve huşu içinde Allah’a


kıyama durun. 2/238

Yukarıda mealini yazmış olduğum Bakara Sûresi 238 ci


Ayetinin mealini, halen piyasada mevcut, baktığım meallerde
benim yazdığım şekilde değil de şu şekilde yazmaktadırlar.
Mealen:

- Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve


saygı ile Allah’ın huzûruna durun. 2/238

Ayet mealinin bu şekilde yazılması ise çok hatalıdır. Zira


ayette bahsedilen salâvatların tamamı, kurallı olarak kılınan
ve Türkçede “Namaz" diye ifadesini bulan salâta
hasredilmiştir. halbuki durum hiçte öyle değildir. Bunu
anlatmadan önce, bu yanlış anlamadan dolayı işledikleri bir
ikinci hataya değinmem gerekir, bu da orta namazın hangisi
olduğu konusunda öne sürmüş oldukları iddialardır. Şöyle ki,
kimisi “Sabah" namazıdır derken, diğer bir kısmı da günün
ortasında kılınan “Öğle" namazıdır iddiasında
bulunmuşlardır, fakat büyük çoğunluk “İkindi" namazı
olduğunu iddia etmişlerdir. İddialarına kanıt olarak İbni
Abbas’tan rivayet öne sürmektedirler. Öğle namazı olduğunu
iddia edenlerde karşıt olarak İbni Ömer’den rivayet öne
sürerek, iddialarının doğruluğunu ispatlamaya çalışmışlardır.
Basit gibi görünen bu hataları, ayette kastedilen esas manaya
çok önemli bir şekilde ters düşmektedir. Şöyle ki:

Daha önce, Allah için yapılan salâvatların serbest ve kurallı


olmak üzere ikiye ayrıldığını, kıyam, ruku, sucud, gibi
hususlarla birlikte salât emredildiğinde kurallı olan veya

553
başka bir ifadeyle “Namaz" anlaşılması gerektiğini, salât
bunlardan bağımsız emredildiğinde ise Kur’an’da örneği
olduğu şekilde pozisyon ve konum olarak uygun bir şekilde
serbestçe Allah’ı zikretmenin anlaşılması gerektiğini
Kur’an’a dayalı olarak belirtmiştim. İşte, Bakara sûresi 238
de tek husustan bahsedilmeyip her iki husustan
bahsedilmektedir. “Salâvatları koruyun" diye emredildiğinde
genel olarak salâvatların korunması. Orta salât ve huşulu
kıyamın emredildiği kısım ise yalnız “Namazla" ilgili olan
kısımdır. İş böyle olunca, Orta Namazın Manası tüm farz
namazlar olmaktadır. “Orta" ifadesiyle vurgulanan, Namazın
hangi vakitteki konumuyla yani Akşam mı, İkindimi V.s.
Değil, ne kadar süreyle kılınacağı yani “Namaz kılma
süresiyle ilgilidir." yani farz namaz kılındığında normal
şartlarda az bir vakitte değil de orta bir vakit kapsayacak
kadar namaz kılmanın farz olduğunu, diğer taraftan Namazın
dışında yapılan salâvatların çokça yapılması gerektiğini
Cuma sûresi 10 ve İnsan sûresi 76 da görmüştük, dolayısıyla
“Orta" namazdan kasıt, herhangi bir farz namazın gün
içindeki konumu olmayıp farz namazların gün içerisinde her
birinin vakti içerisinde Orta bir zaman süresi kapsayacak
şekilde kılınması gerektiği hususudur. Nasıl ki, Allah için çok
salavat emredildiğinde çokluğu belirtecek herhangi bir sayı
verilmemişse ve bu husus Müminlerin zihinlerinde ki ortak
kanaatine bırakılmışsa, aynı şekilde vakit olarak orta
derecede namaz kılınması Müminlerin ortak kanaatine
bırakılmıştır. Örneğin Kur’an’da, tehlike anında namazın
kısaltıla bileceğine değinilmiş olup ne kadar süre kısaltma
yapılacağı belirtilmemiştir, böyle olması da normaldir, zira
bütün tehlikeler doz olarak aynı değildir ve kısaltma
tehlikenin dozuyla ilgilidir. Bunun gibi zaman çağları ve
ortamlar içerisinde tehlikesizce kılınabilir zaman dilimi
içerisinde her gün belli vakitlerde olmak üzere “Ortalama
makul bir zaman süresinin Namaz ibadeti için ayrılması
Müminler üzerine farzdır.

554
Böylece Namaz kılma süresinin, Kur’an’da “Vusta"
kelimesinden anlaşılması gereken “Orta zaman süresi" olarak
verilmiş olmasına rağmen, Ehli sünnet mezhepleri ki, bunlar
rivayetlere dayalı tüm mezheplerdir, her ne zaman Kur’an
İslam dini için yeterlidir dendiğinde, en evvel söyledikleri
şeylerin başında, Kur’an’da Sabah namazı iki rekattır, Öğle
Namazı dört rekattır v.s. Şeklinde bir bilgi yoktur, bundan
dolayı Kur’an, rivayetler olmadan İslam dini için yeterli
değildir, rivayetlere uymak zorunludur iddiasında
bulunmaktadırlar. Hal bu ki, rekat sayısı iddiasında
bulunmalarının zaman olarak namaz kılma süresi ile ilgili pek
bir önemi yoktur. Şöyle ki, İkindi namazını dört rekat kılan
iki kişiyi ele alalım. Bir tanesi her rekatta Fatiha sûresi ile
kısa bir sûre okuyup, Allah’ı tesbih edip zikrettiğinde üçer
defa tesbih ederse namazını on dakikada tamamlayabilir.
Öbür şahıs ise her rekatta bir cüz okuyup, Allah’ı tesbih edip
zikrettiğinde ellişer defa zikrederse namazını ancak dört
saatte tamamlaya bilir; hatta aynı şahıs tek bir rekat kılsa
dahi, kıldığı bu bir rekat bir saat süreceğinden öbürünün
kıldığı dört rekatten zaman süresi olarak kat kat fazla kılmış
olur. O zaman, namazlara rekat sayısı belirtmek suretiyle
sınır koymalarının ve rivayetler iddia etmelerinin ne manası
vardır. Kaldı ki, örneklerini verdiğim rivayetlerde görüldüğü
gibi bu konuda da uydurdukları rivayetler bir birleriyle
çelişkili oldukları gibi, bu günkü fiili uygulamalarla da
çelişmektedirler. Kur’an’a dolaylı veya dolaysız olarak
noksanlık atfetmeleri Kur’an’ı inkar etmekten başka bir şet
değildir. Zira Kur’an’da noksanlık olmadığı gibi, bütün
misaller mevcuttur. Bu konu da Kur’an’dan mealen:

- Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’an’da insanlara


her türlü misali verdik. 39/27

- Hiçbir eğri tarafı olmayan (apaçık) Arapça bir Kur’an


indirdik ki sakınsınlar. 39/28

555
- Andolsun biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misâli getirip
anlattık. Onlara bir ayet getirdiğin zaman inkar edenler: “Siz
iptalcilerden (gittiğimiz yolu değiştirenlerden) başka bir şey
değilsiniz."derler. 30/58

- İşte Allah, bilmeyenlerin kalblerini böyle mühürler. 30/59

Evet, onların kaygıları Ayetleri öğrenip Kur’an’a tabi olmak


değil, din olarak kabul ettikleri hurafelerle dolu bozuk
yolarının değiştirilmesidir. Kitabın başlarında belirttiğim gibi,
önde gelen önderlerinin tamamı, rivayetlerin Kur’an
ayetlerini nesh yani iptal edebileceğini iddia ettiklerini
belirtmiştim. Bu konuda o kadar hassastırlar ki, kim
kendilerine, Kur’an dışında söylenen sözlerin İslam Dinine
uygun olması için, Kur’an’a uygun olması gerekir derse, o
şahsı zındıklıkla yani, Ahirete ve kitaba inanmamakla
birlikte, küfrünü gizleyip iman izhar etmekle yani
münafıklıkla suçlarlar. Kurân’a uymak gerekli değildir sözü
inançlarının en önde gelen köklerinden biridir. Ve bu söz
etrafında ittifak etmişlerdir. Zira kendi ağızlarıyla derler ki
eğer Kur’an’a uygunluk aransa, rivayetlerin tamamına yakını
ortadan kalkacaktır. Şöyle ki:

"İbni Kayyım, Ahmet’in (Ahmed İbn-i Hanbel) ve Şafii’nin


görüşlerini destekleyerek şöyle der: Eğer bir kimsenin kitabın
zahirinden anlayışına göre Hz. Peygamber Aleyhisselamın
sünnetleri reddolunacak olursa, o zaman sünnetlerin çoğu
reddolunur ve sünnet batıl olur." (Ahmed İbn-i Hanbel,
Yazan Prof. Muhammed Ebu Zehra, sayfa 247 Hilal
Yayınları 1984 Ankara.)

“Usulcülerden Âmidi, El-İhkam fi Usûli’l-Ahkâm adlı


eserinde, bu konuda şöyle diyor: “Şâfii’den naklolunan iki
kavilden birine göre Sünnetin Kur’an’la neshi câiz değildir.
Eş’arilere, Mü’tezileye ve fukaranın çoğuna göre bu, aklen
câizdir, şer’an vâki olmuştur."(İmam Şafii, Yazan Osman
Keskioğlu, sayfa 238 Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
1987 Ankara.)
556
Kur’an karşısında batıl duruma düşecek uydurma sünnetlerini
Kur’an’ın iptal edemeyeceğini, aksine bu sünnetlerinin
Kur’an’ı iptal edebileceğini söylerler, şöyle ki:

“Ahmet’e (Ahmed İbn-i Hanbel) göre sünnet beyan


bakımından Kur’an’a hâkim sayılır, onun ahkamını takrir
eder, Şatıbi sünnetin Kur’an’a hakim olmasını şöyle açıklar:
Ulemaya göre sünnet, kitaba hakimdir.kitab (Kur’an) hakim
değil..." dir. (Ahmed İbn-i Hanbel, Yazan Prof. Muhammed
Ebu Zehra, sayfa 242 Hilal Yayınları 1984 Ankara.)

“Malik’e (İmam Malik) göre mütevatir, Kur’an’ı nesheden


bir mertebede olduğundan, evveliyetle umumunu tahsis,
mutlakını takyid ve zahirdeki ihtimali tercih mertebesine
yükselir." (İmam Malik, Prof. Muhammed Ebu Zehra, sayfa
284 Hilâl Yayınları 1984 Ankara.)

“Hanefilere göre, Kitabın (Kur’an’ın) neshi (iptal edilmesi)


şu kayıtlara bağlıdır:

a- Mütevatir ve meşhur haberle Kur’an ayetlerinin neshi


(iptali) caizdir (uygundur)." (İmam Ebu Hanifenin Hadis
anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Yazan Dr.
İsmail Hakkı Ünal, sayfa 213, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları Ankara 1994.)

Sünnet diye tahdis ettikleri rivayetlerin Kur’an ayetlerini iptal


edebileceği konusunda tüm rivayet mezhepleri ittifak
halindedirler. Örneğin: Kur’an’da olmamasına rağmen zina
eden evli kadın ve erkeğin recm edileceği, Vehhabilerde,
Şiilerde, Şafiilerde v.s. Kabul edilmekle, Kur’an’ın bu
konudaki hükmünü rivayetlerle nesh yani iptal ederler. abdest
alırken ayaklarını mesh yani silmeyip yıkayanlar, Namaz için
rekat sayısı koyanlarda da durum aynı olduğu gibi. Örneğini
vermiş olduğum ve Kur’an’a aykırı olan rivayetlerinde de
durum yine aynı olduğu gibi, örneğini vermediğim ve
Kur’an’a aykırı pek çok diğer rivayetlerinde de durum
aynıdır. Kur’an’a aykırı bütün rivayetlerinde Kur’an
557
ayetlerini iptal etme gayreti yürüttükleri gibi, dinlerini de bu
bozuk ve Kur’an’a uymayan rivayetlere uydurmuşlardır. Bu
ise Kur’an’da öğretilen İslam Dini açısından kabul edilebilir
bir durum değildir.

Rivayetler Kur’an’a uygun olmalıdır diyenleri şiddetle


reddederek “zındık" olmakla suçlarlar. Böylece onlara göre
Kur’an’a uyanlar “zındık" uymayanlar ise “Mümin ve
Müslümandırlar." Bu değerlendirme gerçekten ilginç olduğu
kadar ibret verici bir durum teşkil etmektedir.

Yapmış oldukları iddiaları şudur:

“Sünnetin teşride müstakil olamayacağını söyleyenlerin


rivayet ettiği hadise gelince, o da şudur: “Benden size bir
hadis ulaşınca onu Allah’ın kitabına arz ediniz. Ona uygun
olanı alınız, aykırı olanı da terkediniz" Hadis eleştiricileri ve
alimleri, bu hadisin mevzu (uydurma) ve Nebiye (s.a.v.) iftira
olduğunu zındıkların amaç ve arzuları gereğince şeriatı
saptırmaktan ibaret olan kötü niyetlerine varmak için
uydurduklarını açığa çıkarmışlardır." (Sünnetin Etrafınfaki
Şüpheler, Yazan, Muhammed Tahir Hekim, sayfa 23 Pınar
Yayınları, Mayıs 1985.)

Görüldüğü gibi, rivayetler ehline göre, Kur’an İslam dininin


rehber ve ölçüsüdür diyenler zındık, Kur’an’a uymak ve O’nu
ölçü kabul etmek olmaz, rivayetler Kur’an ayetlerini iptal
ederler, Kur’an ayetleri rivayetleri iptal edemezler ve
rivayetlere ölçü olamazlar diyenler, iddialarına göre Mümin
olmuş olmaktadır. Kur’an’a karşı bu ve bu gibi iddialarda
bulunanlar, Mümin kimseler değildirler ve Kur’an’ın apaçık
düşmanıdırlar.

Salât konusuna dönecek olursam. Bir iddiaları da, Kur’an’da


Namaz vakitlerinin verilmemiş olduğu iddiasıdır. Bu iddiaları
ise batıl bir iddiadır, zira Kur’an’da Namaz Vakitleri
mevcuttur. bu konuda Kur’an’dan mealen:

558
- Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın
saatlerinde salâta (namaza) kıyam kıl; çünkü iyilikler
kötülükleri giderir. Bu ibret alanlara bir öğüttür. 11/114

Mealini yazmış olduğum 11 Hûd Sûresi 114 te, dört namaz


vaktinin zamanı belirtilmiştir. Bu vakitlerin ikisi gündüzün
iki tarafında ve ikisi de gecenin gündüze yakın saatlerindedir.
Gündüze ait olan vakitler için taraf kelimesi kullanılmıştır.
Taraf ise herhangi bir şeyin ortası dışında ki yanlarıdır. Bura
da ki çok önemli olan husus gün ortasının bu iki namazı
ayıran bir sınır olmasıdır. Böylece gündüzün her iki tarafında
namaz kılınması farz olmuş olur. Bu iki namaz geniş bir
vakitte kılınmakla beraber, gün ortasının bir tarafında ne
kadar çok namaz kılınmış olursa olsun, ortanın diğer
tarafında kılınması gereken namazın yerine geçmez. Örneğin,
bugün için mevsime göre saat dörtte ikindi namazı
kılınmakta, bu vakitte ikindi namazı için ezan okunmasına
birkaç dakika kala kişi öğle namazını kılabilmekte ve birkaç
dakika sonra ikindi için ezan okunduğunda da ikindi
namazını kılabilmektedir, böylece iki namaz kısa bir arayla
gün ortasının bir tarafında birleşe bilmektedir, böyle değil de
araya saatler girse dahi iki namaz günün bir tarafında
kılındığında, iki ayrı namaz değil tek namazdırlar, bu duruma
göre kaç kere ve kaç rekat kılınmış olursa olsun kılınan
yalnız ikindi namazı olmuş olur. Ve böylece gün ortasının
diğer tarafındaki namaz kılınmamış olur. Gün ortası iki
namazı bir birinden ayırmada kesin sınırdır, bu sınır ince bir
hat olarak değil de biraz mesafeli düşünülmelidir, zira 17 İsrâ
78 de İkindi namazı için güneşin batıya yönelmesi gerektiği
bildirilmiştir. Böylece günün iki tarafındaki bu iki namaz için
belirgin bir zaman mesafesi olmuş olur. İkindi namazı
gündüzün bir tarafında, gündüzün diğer tarafında farz olan
namaz Kuşluk namazıdır. Buna göre, bugün gün ortasında
kılmış oldukları ve Öğle namazı olarak isimlendirilen namaz,
kılma zamanı olarak Kur’an’a uymamaktadır. Kısacası, farz
olan Öğle namazı değil, “Duha-Kuşluk namazıdır.

559
Diğer iki namaz ise, gecenin gündüze yakın vakitlerinde
kılınmaları emredilmiştir. Gecenin gündüze biri “Akşam"
diğeri de “Fecir"(tan vakti) zamanı olmak üzere iki yakın
vakti vardır. Böylece bu iki Namazın vakti bugün kılınan
Akşam ve Sabah vakti namazlarının kılınma zamanına denk
düşmektedir.

Böylece 11 Hûd 114 te dört farz namaz vaktinin zamanı kesin


olarak belirtilmiştir. Yatsı namazının vakti ile ilgili olarak
Kur’an’dan mealen:

- Güneşin batıya yönelmesinden, gecenin kararmasına (yatsı


vaktine) kadar salâta (namaza) kıyam et, ve fecrin (sabah
namazı) Kur’an’ını da(kıl). Çünkü fecrin Kur’an’ı (namazı)
şahidlidir. 17/78

Mealini yazmış olduğum, 17 İsrâ 78 ayetinde de dört


namazın vakti verilmiştir. Bunlar Güneşin batıya
kaymasından gecenin kararmasına kadar olan İkindi, Akşam
ve Yatsı namazı ile Fecir (sabah) namazlarıdır.

Ayette Yatsı namazının vakti olarak gecenin ilk karanlığının


çökmesi verilmiştir. Kılınma zamanının devam süresi Fecir
namazına kadar olmayıp, yatma vaktine kadardır, normalde
en geç, nafile olarak kılınan teheccüd namazı vakti girmeden
önceki vakittir. Teheccüd namazı yatıp uyuduktan sonra
kalkıp kılınan bir namaz olduğundan, hem kendisiyle Yatsı
namazı arasında bu uyku ile bir zaman mesafesi var olduğu
gibi, teheccüd namazı vakti teheccüd namazına aittir. Yatsı
namazıyla teheccüd namazı vakti birleşmez. Her namazın
vakti kendisine aittir.

Yatsı namazı vaktinin yatma saatine kadar olduğuyla ilgili


olarak, Kur’an’dan mealen:

- Ey müminler, ellerinizin altında bulunan (köleler, cariye)ler,


ve sizden henüz erginliğe ermemiş (çocuk)lar. Üç vakitte
(odalarınıza girebilmek için) izin istesinler: Sabah

560
namazından önce, öğleden sonra elbiselerinizi çıkar(ıp
yat)acağınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin
üstünüzü açabileceğiniz üç vakittir. Bunların dışında (köle,
cariye ve çocukların, izin almadan içeri girmelerinden dolayı)
ne size, ne de onlara bir günah yoktur. (Onlar sizin) yanınızda
dolaşırlar, birbirinizin yanına girip çıkarsınız. Allah ayetlerini
size böyle açıklar, Allah bilendir, hikmet sahibidir. 24/58

Görüldüğü gibi, yatsı namazından sonra ki vakit, üstün


açılabileceği yatma vaktidir. Bu da makul vakit olmalıdır.
Örneğin: Sabah namazına kalkıp, gün ortasında yatılan kısa
uyku hariç, ondan sonra gündüz uyumayan şahısların,
genelde gece uyku basma vakti olarak kolayca anlaşılır.

Böylece, Kur’an’a göre farz namazlar beş vakit olup, kılınma


zamanları kesin olarak bellidir.

Her namazın vakti yalnız kendisine aittir. Namazlarda söz ile


niyet etme diye bir şey yoktur ve tüm kılınan namazlar iftitah
tekbiri ile başladığından hangi namazın kılındığını belirleyen
ölçü o namazın kılınma vaktinin kapsadığı zaman dilimidir.
Yani bir kimse çıkıp ta ikindi namazının kapsadığı vakitte
başka bir namazı kılmaya niyet edemez. Zira o vakit içinde
kılınacak tüm namazlar, o namaza ait vaktin varlığından
dolayı yalnız o vaktin namazına aittir. Kur’an’da, namaz için
sözlü olarak niyet emredilmediği gibi, kalben niyet ise sadece
bir yönelişten ibarettir ve insanın namaz kıldığında ister
istemez içinden geçen bir düşünce olayıdır. Ehli sünnetinde
hiçbir hadis rivayetinde de namaza kalkıldığında sözlü niyet
edilecek diye bir rivayet mevcut değildir. Bu konuda ehli
sünnet ileri gelenlerinden örnek verecek olursam:

İbn Kayyim El-Cevziyye şöyle demektedir: “(Peygamber)


Namaza kalkıldığında “Allah’u ekber" derdi. Bundan önce
hiçbir şey söylemez, niyeti asla diliyle telaffuz etmezdi.
“Allah rızası için falan vaktin dört rekât farzını kıbleye
yönelik olarak bana uyan cemaate kıldırmaya yahut uydum
hazır olan imama" demediği gibi"“edâ olarak, “kaza olarak"
561
ve “vaktin farzını kılıyorum" sözlerini de söylemezdi. Bu on
bid’atın hiçbir kelimesini, ister sahih, ister zayıf, ister
Müsned, ister mürsel bir senedle olsun Peygamberden (s.a.)
hiç kimse nakletmemiştir. Hatta O’nun ashabından herhangi
birinin bunlardan birini söylediği bile nakledilmemiştir.
(Zâdu’l-Meâd Cilt 1 Sayfa 187 İklim Yayınları 1988, Yazan:
İbn Kayyim El-Cevziyye.)

İmam Rabbani niyet hakkında şöyle demektedir:


“Rasûlullah’tan sahih, zayıf, Müsned veya mürsel olarak
kesinlikle bir kelime bile rivayet edilmeyen bidat tır." (İmam
Rabbani C.1 186. Mektup, Alıntı, Abdullah Yıldız “Namaz
Bir Tevhid Eylemi" sayfa 72 Pınar Yayınları 1991.)

Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür, fakat konu ehli


sünnet tarafından kabul edildiğinden bu kadarla yetiniyorum.
O zaman da, Namazla ilgili olarak yapılan rekat sayısı
iddialarının uydurma olduğu kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır. İftitah tekbirinden önce niyet etmek yok ise, kişi
o zaman falanca namazı kaç rekat kılacağını ne zaman
söyleyecektir? Onun için ifade ettiğim gibi hangi vaktin
içinde namaz kılınıyorsa, vakitten dolayı namaz o vaktin
namazı olmuş olur. Örneğin: İkindi namazı kılındığında kişi
isterse dört rekat farz ve dört rekat sünnet kılıyorum diyerek
namaz kılmış olsun vakit ikindi namazı vakti olduğundan
sünnet diye kıldığı namazda o vaktin farz namazından başka
bir şey değildir. Zira nafile namazların da kendilerine ait
vakitleri olup, bunlar farz namazlara ait vakitlerin dışındaki
vakitlerdir. Akla şöyle bir düşünce de gelmezsin, nasılsa her
vaktin rekat sayısı belli ve sınırlı olduğundan niyet ederken
rekat sayısını söylemeye gerek olmamıştır. Bu düşünce
şundan yanlıştır. Bir vakit rekat sayısıyla sınırlanırsa, vakit
çıkmadan tekrar namaz kılındığında rekat sayısı artacağından
ilk kılınan namaz niyetiyle tekrar kılınan namazın rekat
sayısından dolayı çelişki meydana gelecektir. Anlaşılacağı
üzere farz namazlarda olsun nafile namazlarda olsun rekat
belirtip sınırlama yapma olayı yoktur. Orta bir zaman dilimi

562
içinde farz namazların kılınması mecburiyeti vardır. Aksi
takdirde, Kur’an’nın İslam dini öğretisiyle bağdaşmayan
şöyle bir durum meydana gelir. Rekat sayısı iddiasına göre,
ikindi namazı farzını dört rekat kılanlar sevap kazanmış, fakat
sekiz dokuz rekat kılanlar ise dört rekat sayısını ihlal
ettiklerinden günaha girmiş olmaktadırlar. Böylece
diğerlerine göre çok namaz kılanlar cehennemlik olmuş olur,
zira fazla namaz kıldığından dolayı hiçbir namazı kabul
olmuş olmamaktadır. Fakat dört rekat olayına uyup ondan
daha az namaz kılanlar cennetlik olmuş olurlar. Bu ise çarpık
ve boş bir iddiadır. Allah, iki, üç, dart diye bir rekat sınırı
koymamıştır, bundan dolayı dörtten fazla namaz kılmak
Allah’ın emrini ihlal değildir, bu sınırı koyan rivayetçilerdir,
uygulanmadığında onların dini ihlal olmuş olur. Netice
itibariyle, dini kim koyuyorsa ki, Allah’tır, bu konudaki
değerlendirmeyi de O’ yapacak tır. Allah’tan başka hiç
kimsenin din koyma yetkisi yoktur. Orta bir zaman süresi
içerisinde namaz kılınması farz olan süredir, yoksa ne kadar
çok namaz kılınıp secde edilirse bu Allah’a yaklaşmak için
çok iyi olan bir şeydir. Rivayet tabileri rekat sayısına
sınırlama getirmekle, secde sayısını da sınırlamış
olmaktadırlar. Bu husus üstü kapalı olarak namaza ve
dolayısıyla Allah’a secde etmeye mani olmaktan başka bir
şey değildir. Bunun ise günahı çok büyüktür.

Kur’an’dan mealen:

- Gördün mü şu men edeni: 96/9

- Namaz kılarken bir kulu (namazdan)? 96/10

- Gördün mü, ya o(kul) doğru yolda olur, 96/11

- Yâhut kötülüklerden sakınmayı emrederse? 96/12

- Gördün mü, ya bu(adam, hakkı) yalanlar, yüz çevirirse? (O


zaman bu yaptığı kendisi için iyi mi olur?) 96/13

563
- Allah’ın, (dâima kendisini) gördüğünü bilmiyor mu (o)?
96/14

- Hayır, (olmaz böyle şey), eğer bundan vazgeçmezse (onu)


perçem(in)den yakalar(ateşe sürükler)iz, 96/15

- O yalancı, günahkâr perçem(den)! 96/16

- O zaman (o gitsin) de meclisini (adamlarını) çağırsın. 96/17

- Biz de zebânileri çağırırız. 96/18

- Hayır, ona boyun eğme; (Allah’a) secde et ve yakınlaş!


96/19

Nafile namaz vakitleriyle ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Gecenin bir kısmında, sana mahsus bir nâfile namaz kılmak


üzere uyan; belki böylece Rabb’in seni, övülmüş bir makama
ulaştırır. 17/79

- Onlar ki, gecelerini Rab’lerine secde ederek (O’nun


huzûrunda) ayakta geçirirler. 25/64

- Bizim ayetlerimize o kimseler inanırlar ki onlar, kendilerine


hatırlatıldığı zaman derhal secdeye kapanırlar; Rab’lerini
överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar. 32/15

- Yanları yataklarından uzaklaşır, (Namaza kalkarlar),


korkarak ve umarak Rab’lerine duâ ederler ve kendilerine
verdiğimiz rızıktan (hayır için) harcarlar. 32/16

Günün her saatinde, kendilerine ait zaman dilimi içerisinde


istendiği kadar namaz kılınabilir. Bir kimse yatsı namazını
orta bir zaman süresi içerisinde kıla bileceği gibi, çok daha
uzun bir sürede yüz rekatta kılabilir. Zira ortalama bir vakit
süresi içinde Yatsı namazı veya başka bir farz namazı kılmak,
kılınan farzın edası için yeterlidir. İbadetlerde yeterli süreden
bahsedilebilir fakat şahsın daha fazla ibadet etmesi

564
yasaklanamaz. Farz vakitleri içerisinde Orta süreyi aşıp, vakit
çıkmadıkça istendiği kadar farz namaz, diğer vakitlerde de
vakit çıkmadıkça istendiği kadar nafile namaz kılmak
mümkündür. Zira insanın Allah’a yaptığı secde, onu Allah’a
yaklaştıran bir olaydır, kişi gerçekten Müslüman bir kimse
ise, Allah’a yaptığı secde onu Allah’a yaklaştırır; yani
derecesini yükseltir. Tekrar hatırlatmak için, Kur’an’dan
mealen:

- Hayır, ona (namaza mani olana) boyun eğme; (Allah’a)


secde et ve yaklaş. 96/19

Cuma namazı vakti ile ilgili olarak Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Cuma günü salât (namaz) için


çağrıldığı(nız) zaman, Allah’ı anmağa koşun, alış verişi
bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. 62/9

- Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın


lutrundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa
eresiniz. 62/10

Cuma namazı, Müminlerin cemaat yani topluluk teşkil ederek


kıldıkları bir namazdır. 62 Cuma 10 da Namaz kılındıktan
sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutrundan nasibinizi
arayın dendiğine göre kılınma vakti gündüz olup, kılındıktan
sonra çalışmaya vakit kalacak şekilde bir vakitte kılınması
gerekir. Gündüzün iki tarafında kılınabileceği gibi, gün batıya
meyletmeden yani ikindi namazı vakti girmeden de gün
ortasında kılınabilir. Bu durumda vakti günün iki tarafındaki
namazlardan ayrılmış olur. Günün iki tarafından birinde
kılındığında onunla birlikte o vaktin namazı da eda edilmiş
olur. Gün ortasında kılınması halinde, günün iki tarafında ki
namazların da ayrıca kendi vakitlerinde kılınması gerekir.
Kılınma süresi de ortalama bir zaman suresi içinde olmalıdır,
bu namazın kılınmasıyla ilgili şart olan zaman süresidir, daha
fazla sevap kazanmak için daha uzun bir sürede kılmak
isteyenler cemaat olarak kılabilir.
565
Müminlerden müteşekkil bir cemaat bulunması ve uygun
şartların olması halinde Cuma namazı kılmak Müminler
üzerine farzdır. Eğer serbestçe ezan okunabiliyorsa ve
Müminler serbestçe Cuma cemaati teşkil edebiliyorlarsa,
imam serbestçe namazı kıldırabiliyorsa Cuma namazının
kılınması için şartlar müsait olmuş olur. Mevki olarak ta,
Şehirde, köyde veya arazide olma arasında fark yoktur.
Cemaat en az iki bireyden müteşekkil bir topluluktur. Fakat
bunun manası her iki bireyin bir cemaat teşkil ederek kendi
başlarına namaz kılmaları demek değildir. Zira, Cuma namazı
ilân edilerek kılınan bir namazdır, bundan dolayı normal
insan sesiyle ezan okunduğunda ezanı duyan müminlerin bir
tek cemaat teşkil etmeleri zorunludur. Yerleşim bakımından
büyük şehirlerde her ezan sesi mesafesinde bir Cuma cemaati
teşkil edilebilir. Her teşkil edilen Cuma cemaatinde dini
mevki olarak en ileri gelen imamlık yapar.

Cuma namazının ilk şartı cemaat halinde müminlerin Allah’ı


zikretmeleri olayıdır. Peygamberin bu olay da kıyamından
bahsedilmiş olması ve kılma olarak belirtilmesi namaz olayı
olduğunu belirtir. Hutbe okumak Cuma namazının
şartlarından olmamakla beraber, müminler bir topluluk teşkil
etmişken, imamın hutbe okuması ve müminlerin dini
konularda kendi aralarında görüşmeleri, dini açıdan
faydalıdır.

Bu konularda Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Cuma günü salât (namaz) için


çağrıldığı(nız) zaman, Allah’ı anmağa koşun, alış verişi
bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. 62/9

Görüldüğü gibi çağırma şekli ezan iledir, zira çağırmayı


belirtmek için “nida" kelimesi kullanılmış olup, bunun
manası serbest seslenişle ilânen ve uzak mesafeden çağırma
demektir.

566
- Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın
lutfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa
eresiniz. 62/10

Cuma namazının kılınmasından sonra, gündüz içerisinde


çalışma için bir zaman payı kalmalıdır, zira İslam’da esas
itibariyle gece dinlenme ve gündüz çalışmak içindir.

Ayrıca, ezan ve namaz serbest ve hür olarak eda


edilebiliyorsa, belde de gayri Müslimlerin bulunması Cuma
namazının kılınmasına mani değildir. Fakat ortam savaş
ortamı ise ve Müslümanların Cemaat halinde toplanmaları
açık hedef teşkil ediyorsa, Cuma için cemaat teşkil edilemez,
bilindiği gibi tehlike durumunda Cuma namazı haricinde ki
namazların kısaltılması olayı vardır. Durum bu şekilde değil
de güvenlik tam ise ve durum savaş ortamı dışında ise gayri
Müslimlerin varlığı Cuma namazına mani değildir.

Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler, sizden önce Kitâb verilmiş olanlardan ve


kafirlerden dininizi eğlence ve oyun yerine koyanları dost
tutmayın; inanıyorsanız Allah’tan korkun. 5/57

- Namaza (nida ile) çağrıldığınız zaman onu eğlence ve oyun


yerine koydular. Düşünmez bir topluluk oldukları için böyle
yaptılar. 5/58

Görüldüğü gibi, İslam dışı kimselerin varlığına rağmen, ezan


okunup, namaz için cemaat davet edilmektedir. Sonuç olarak,
Cuma namazı için gereken şey namaz için tam olarak hür
ortamdır. Diyelim ki, Almanya da çalışan Müslüman işçiler
vardır ve namazlarını serbestçe ilan edip kılabiliyorlar bu
durumda Almanya’da Cuma namazı kılabilirler.

Cemaatin en az iki kişiyle olabileceği konusunda ise,


Kur’an’dan mealen:

567
- Güneş ve ay bir araya toplandığı zaman (cem edildiği)
zaman. 75/9

Burada, Güneş ve Ay’ın bir araya gelmesi (kıyamet olayıyla


ilgili olarak) Cem edildikleri kelimesiyle anlatılmıştır, bu da
Cemiyet kelimesiyle aynı türden olduğundan iki kişinin bir
araya gelmesiyle bir Cemiyet oluştuğu anlaşılır. Ayrıca 4
Nisa 23 te, nikahla ilgili olarak iki kız kardeşin bir araya
getirilmek suretiyle, Cem edilip nikahlanmaması
emredilmiştir. Bu kelimeden de iki kız kardeşin bir araya
getirilmesi bir cemiyet olarak anlaşılır. Zira Cemiyet teşkil
etme bir toplanma işidir, fakat daha öncede belirttiğim gibi,
bunun manası her isteyen iki kişinin bir kenara çekilip Cuma
namazı kılabileceği manasında değildir. Ezan mesafesinde
olanların bir araya toplanması gereklidir.

Görüldüğü gibi, namaz kılınması için gereken bütün hususlar


Kur’an’da mevcut olup, rivayetçilerin rivayetler olmasaydı
nasıl namaz kılınacağı bilinemezdi yolunda yapmış oldukları
tüm iddialar yersiz ve boş iddialar olduğu gibi, tahdis etmiş
oldukları rivayetler çelişkilerle dolu olup namazı izah
etmekten uzaktır.

ORUÇ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

824- Ebu Sa’id (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Üç şey vardır orucu
bozmaz: Hacamat olmak (kan aldırmak), kusmak, ihtilam
olmak." (K.S. 3133 C.9 S.448 Akçağ, alıntısı: Tirmizi, Savm
24,(719))

825- Râfi’ İbnu Hadic (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
“Hacamat ettiren de, hacamat eden de orucunu
açmıştır."(K.S. 3138 C.9 S.451 Akçağ, alıntıları: Tirmizi,
Savm 60,(774); Ebû Dâvud, Savm 28,(2367); İbnu Mâce,
Savm 18, (1679,1680,1681))
568
Bu rivayette diğer rivayetin aksine, değil hacamat ettiren,
hacamat edenin dahi orucunun bozulacağını tahdis etmeleri
bir çelişkidir.

826- Hz Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) oruçlu olduğu halde hanımlarından
birini öperdi." (Hz. Aişe bunu söyleyip sonra güldü.)
(K.S.3141 C.9 S.451 Akçağ, alıntıları bir sonraki rivayetle
birlikte.)

827- Bir başka rivayette şöyle der: “Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm) oruçlu iken mübaşerette bulunurdu, O, nefsine
hepinizden çok hakim idi." (K.S. 3142 S.453 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Savm 24,23; Müslim, Sıyâm 62-65,(1106);
Muvatta, Sıyâm 14,(1,292); Ebû Dâvud, Savm 33,(2382-
2386); Tirmizi, Savm 31,(727-729))

Bu iki rivayette eşlerle öpüşme ve öpüşmenin ötesinde de


sevişmenin orucu bozmadığını iddia ettiler.

828- “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın azadlılarınadan


Meymune radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’a oruçlu iken, oruçlu hanımını öpen
adam hakkında sorulmuştu: “İki sininin orucu da bozulur!"
buyurdular." (K.S. 6522 C.17 S.165 Akçağ, alıntısı: İbn-i
Mace 1686.)

Bu rivayette orucun öpmeyle bozulacağını iddia etmeleri açık


bir çelişkidir.

829- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) bir seferdeydi. Etrafına insanların
toplandığı bir adam gördü, ona gölge yapıyorlardı.

“Nesi var?"diye sordu.

“Oruçlu biri!"dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):


569
“Seferde oruç birr (Allah’ı memnun edecek dindarlık)
değildir!"buyurdular.”

Bir rivayette: “Seferde oruç birr’den değildir" demiştir."


(K.S. 3206 C.9 S.511 Akçağ, alıntıları: Buhari, Savm 36,
Müslim, Sıyam 92,(1115); Ebu Dâvud, Savm 43,(2407);
Nesâi, Savm 48,(4,176))

830- Ebu’d-Derdâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz çok


şiddetli sıcak bir mevsimde, Ramazan ayında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte sefere çıktık. Hararetin
şiddetinden herkes elini başına koyuyordu. Aramızda oruçlu
olarak sadece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile İbnu
Ravâha vardı. (K.S. 3209 C.9 S.513 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Savm 35; Müslim, Savm 108,(1122); Ebu Dâvud, Savm 44,
(2409.)

Bu iki rivayetin ilkinde, seferde oruç tutmak Allah’ı memnun


edecek dindarlık değildir derlerken, ikincisinde, Resûlullah’ın
şiddetli sıcağa rağmen seferde oruç tuttuğunu rivayet etmeleri
bir çelişkidir.

831- Amr İbnu Ümeyye ed-Damri (radıyallahu anh)


anlatıyor: “Bir sefer dönüşü Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’a uğradım. Bana: “Ey Ebu Ümeyye, sabah
yemeğini bekle (beraber yiyelim)"buyurdular.
Ben:”Oruçluyum" dedim.

“Öyleyse gel yaklaş, sana yolcudan haber vereyim (de dinle!"


dedi ve devamla:) “Allah Teâla Hazretleri yolcudan orucu ve
namazın yarısını kaldırdı" buyurdu." (K.S. 3210 C.9 S.513
Akçağ, alıntısı: Nesâi, Savm 50,(4,178))

Bu rivayette yolcunun Oruçtan muaf olduğunu tahdis


etmeleri ile Namazın yarısının yolcu için kaldırıldığını iddia
etmeleri, Kur’an’a uygun değildir. Namazın kısaltıla bilmesi
için tehlikenin var olması şarttır. Ayrıca Oruç için muafiyet

570
değil, Allah tarafından kolaylık olmak üzere ruhsat
verilmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi,


size de farz kılındı; ta ki korunasınız. 2/183

- Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı).


İçinizden kim hasta, yahut seyahatte olursa, (tutamadığı
günleri) başka günlerde tutsun. Gücü yetmeyenlere de, bir
yoksulu doyuracak fidye gerekir. Fakat kim gönül rızasıyla
hayır işlerse, bu kendisi için daha iyidir. Ve oruç tutmanız,
eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır. 2/184

Görüldüğü gibi muafiyet değil, ruhsat tanınmış olup, seferde


veya hastalık durumunda gücü yetenin oruç tutması
tutmamasından kendisi için daha hayırlıdır. Uçakta seyahat
edende yolcudur, hafifçe bir tarafı ağrıyanda hastadır.
Sağlığın bozulması tehlikesi yoksa, oruç tutmak,
tutmamaktan daha hayırlıdır.

832- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim üzerinde oruç
borcu olduğu halde ölürse, velisi ona bedel tutar." (K.S. 3220
C.9 S.521 Akçağ, alıntıları: Buhari, Savm 42; Müslim, Sıyâm
153,(1174); Ebu Dâvud, Savm 41,(2400))

Bu rivayette, bir kimsenin veli sıfatıyla başka bir kimse


yerine oruç tutabileceğini tahdis ettiler.

833- İmam Mâlik’e ulaştığına göre İbnu Ömer (radıyallahu


anh), bir kimsenin diğer bir kimse yerine oruç tutmasını veya
bir kimsenin başka bir kimse yerine namaz kılmasını münker
addederdi." (K.S. 3222 C.9 S.523 Akçağ, alıntısı: Muvatta,
Sıyâm 43,(1,303))

Bu rivayette, bir kimsenin başkası yerine oruç tutamayacağını


rivayet etmekle evvelki rivayetle çelişkiye düşmüşlerdir.
Ayrıca evvelki rivayet Kur’an’la da çelişmektedir. Zira İslam

571
Dininde âmeller şahsi olup; kimse kimsenin yerine oruç
tutamaz, namaz kılamaz, hacca gidemez. Eğer bir kimse,
başka bir kimse yerine âmel işleyebilseydi, yani işlediği bu
âmel o kimse için geçerli olmuş olsaydı, insanın hayattayken
yerine getirmesi gereken en öncelikli farz iman etmesidir. O
zaman, Müminler, kafir olarak ölen akrabaları yerine iman
eder ve onların Mümin olmalarını sağlıya bilirlerdi, halbuki
böyle bir olay İslam Dininde mümkün değildir. Zira insana
çalıştığından başka bir şey yoktur. Bu konuda Kur’an’dan
mealen:

- Yoksa kendisine haber mi verilmedi: Mûsâ’nın


sahibelerinde (yazılı) olan, 53/36

- Ve çok vefâlı İbrahim’in (sahibelerinde yazılı olan şu


gerçekler): 53/37

- Ki hiçbir yük sahibi, (âmel yönünden) başkasının yükünü


yüklenemez. 53/38

- İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39

- De ki: “Allah her şeyin Rabb’i iken ben O’ndan başka Rab
mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine âittir.
Kendi yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının yükünü
taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabb’inizedir; (O) ayrılığa
düştüğünüz gerçeği size haber verecektir." 6/164

- Ve öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimseden şefâat


(aracılık, iltimas) da kabûl edilmez, kimseden fidye de
alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz. 2/48

834- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ramazan ayında, hasta veya ruhsat sahibi olmaksızın kim
bir günlük orucunu yerse, bütün zaman boyu oruç tutsa bu
orucu kaza edemez." (K.S. 3226 C.9 S.526 Akçağ, alıntıları:

572
Buhari, Savm 29; Tirmizi, Savm 27,(723); Ebû Dâvud, Savm
38,(2396))

835- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a bir adam geldi ve: “Ey
Allah’ı Resûlü, helak oldum" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:

“Seni helak eden şey nedir? diye sorunca:

“Oruçlu iken hanımıma temas ettim" dedi. Bunun üzerine


Rasûlullah’la aralarında şu konuşma geçti:

“Azad edecek bir köle bulabilir misin?”

“Hayır!”

“Üst üste iki ay oruç tutabilir misin?”

“Altmış fakiri doyurabilir misin?”

“Hayır!”

“Öyleyse otur!"Biz bu minval üzere beklerken, Aleyhissalâtu


vesselâm’a içerisinde hurma bulunan bir büyük sepet
getirildi.

“Soru sahibi nerede?"diyerek adamı aradı. Adam:

“Benim! Buradayım! deyince, Aleyhissalâtu vesselâm:

“Şu sepeti al, tasadduk et!"dedi. Adam:

“Benden fakirine mi? Allah’a yemin ediyorum, Medine’nin


şu iki kayalığı arasında benden fakiri yok! Cevabını verdi.
Bunun üzerine Resûlullah güldüler ve:

“Öyleyse bunu ehline yedir!"buyurdular." (K.S. 3227 C.9


S.527-528 Akçağ, alıntıları: Buhari, Savm 29,31, Hibe 20,
Nafakât 13, Edeb 68,95, Kefaretu’l-Eymân 3,4 Hudud 26;

573
Müslim, Sıyâm 28,(1,296,297); Ebu Dâvud, Savm 37,
(2390,2391,2392,2393); Tirmizi, Savm 28,(724))

Bu rivayette, evvelki rivayetin aksine, mazeretsiz yenilen


orucun iki ay üst üste oruç tutmakla kaza edilebileceğini
rivayet etmeleri bir çelişkidir. Evvelki rivayette bütün zaman
boyunca Oruç tutsa kaza edemez demişlerdi.

836-. ... Peygamber (s.a)’in ashâbından birisi, “Rasûlullah


şöyle buyurdu’ demiştir:

“(Kasıtlı olmadan) kusanın, ihtilâm olanın ve kan aldıranın


orucu bozulmaz." (Ebû Dâvud, K.es-Sıyâm (14), Bâb 30,31,
C.9 S.232 H.2376 Şamil, ayrıca: Tirmizi, savm 24.)

837-. ... Ma’dân b. Talha’dan rivâyet edildiğine göre, Ebû-d-


Derdâ ona Resûlullah (s.a.)’ın (kendi isteği olmadan) istifrâ
edip, orucunu açtığını haber vermiştir.

Ma’dan şöyle der:

Dimeşk mescidinde Peygamber (s.a.’ın âzatlısı Savbân


(r.a)’la karşılaşıp kendisine;

Ebû-d-Derdâ bana, Resûlullah (s.a.)’ın, istifra edip, orucunu


açtığını haber verdi dedim.

- Doğru söylemiş, ona ab dest suyunu da ben döktüm, dedi.


(Ebû Dâvûd, K.es-Sıyâm (14), Bâb 33 C.9 S.240 H.2381
Şamil,)

Bu rivayette kasıtlı olmadan kusanın orucu bozulur


demelerine rağmen, evvelki rivayette bozulmaz demeleri bir
çelişkidir.

838-. ... Rasûlullah (s.a.)’ın hanımlarından birisinin şöyle


dediği rivâyet edilmiştir:

574
“Peygamber (s.a.) Zilhiccenin dokuz günü, aşure günü ve her
ay ayın ilk Pazartesi ve Perşembe günleri (olmak üzere) üç
gün oruç tutardı. (Ebû Dâvûd, K.es-Sıyâm (14), Bâb 61 C.9
S.355 H.2437 Şamil, ayrıca: Nesâi, sıyâm 83.)

839-. ... İbni Abbas (r.a.)’dan, demiştir ki:Rasûlullah (s.a.);

“Kendisinde amel-i sâlih işlenen günlerin Allah katında en


sevimlisi şu günlerdir-yani zilhiccenin (ilk) on günü-”

- Ya Rasûlullah! Allah yolunda cihad da mı (O günler kadar


sevimli değildir.)?! dediler.

Efendimiz (s.a.);

“-Allah yolunda cihad da! Ancak canı ve malı ile cihada


gidip de bunlardan bir şey döndürmeyen müstesna" diye
cevap verdi. (Ebû Dâvûd, K.es-Sıyâm (14), Bâb 61 C.9 S.357
H.2438 Şamil, ayrıca: Buhari, İdeyn 11; Tirmizi, savm 51;
İbn Mâce, sıyam 39.)

Tahdis etmiş oldukları rivayette, Zilhiccenin ilk on gününde


oruç tutmanın, bir kimsenin şehit olup, ayrıca şehitlikle
birlikte tüm malının gitmesi hariç, tüm iyi âmellerden (tüm
sevep işleme hususlarından) daha üstün olduğunu rivayet
ettiler.

840-. ... Aişe (r.anha)’dan; demiştir ki:

“Rasûlullah (s.a.)’ı Zilhiccenin on gününde oruç tutarken hiç


görmedim." (Ebû Dâvûd, K.es-Sıyâm (14), Bâb 62 C.9 S.359
H.2439 Şamil, ayrıca: Müslim, itikaf 9; Tirmizi, savm 50.)

Evvelki rivayetlerde, Peygamberin zilhiccenin ilk dokuz


gününde oruç tutuğunu ve zilhiccenin ilk on günü orucunu,
Şehitlik ve tüm malın birlikte gitmesi istisnası dışında tüm iyi
amellerden, örneğin, Kadir gecesinde yapılan amellerden
üstün tutup, buna rağmen bütün bu iddialarını görmezlikten

575
gelerek, bu rivayette ise Peygamber hiçbir zaman böyle bir
oruç tutmamıştır demeleri bir çelişkidir.

841- Hz. Ebû Hüreyre radıyallahu anh demiştir ki: “Hayır


Kâbe’nin Rabbine yemin olsun! “Cünüp olarak sabahlayan
kimse orucunu bozsun!"sözünü ben söylemedim. Bunu
söyleyen, Muhammed aleyhissalâtu vesselâm’dır." K.S.6527
C.17 S.167 Akçağ, alıntısı: İbni Mace 1702.)

842-...... Bize Ebû’l-Yemân tahdis edip şöyle dedi: Bize


Şuayb ibnu Ebi Hamza, ez-Zuhri’den haber verdi. O şöyle
demiştir: Bana Ebû Bekr ibnu Abdirrahmân ibn Hâris haber
verdi ki, babası Abdurrahmân, Mervân ibnu’l-Hakem’e şunu
haber vermiştir; Âişe ve Ümmü Seleme bu Abdurrahmân’a
Resûlullah (S) ehliyle cinsi münâsebetten dolayı cünüp
olduğu hâlde fecr ona erişirdi.Fecrden sonra Rasûlullah
yıkanır ve orucunu tutardı, diye haber verdiler. ....... (Buhari,
Kitâbu’s-Savm C.4 S.1792 H.34 Ötüken.)

Bu iki rivayet çelişkili olduğu gibi, son rivayet, Peygamberin


ailesine saygısızlık içermektedir. Daha önce de örneklerini
yazdığım gibi, evlilikteki cinsel hayatla ilgili konuları,
Peygamberin eşleri ağzından hep erkeklerin duyup tahdis
ettiklerini rivayet etmişlerdir. Peygambere bu gibi konuları,
herhangi bir aileyi söz konusu etmeden soracak erkek sahabe
veya Peygamberin eşlerinden soracak bayan sahabe yok
muydu? Kasıtlı yazdıkları fazla izaha ihtiyaç göstermeyecek
kadar açıktır. Ayrıca bu rivayetlerinde, Peygamberin fecir
namazını kılmadığını da iddia etmişlerdir. Fecirden sonra
yıkandığını söylemekle bunu iddia etmişlerdir, zira cenabetli
olarak namaz kılınmaz, fecirden sonra da, fecir namazının
vakti çıkmış demektir.

843- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor:”Resûlullah


aleyhissalâtu vesselâm Receb ayı orucunu
yasaklamıştır."(K.S. 6536 C.17 S.171 Akçağ, alıntısı: İbni
Mace 1743.)

576
844- Abdullah İbnu Büsr es-Sülemi, kız kardeşi es-Sammâ
(radıyallahu anhâ)’dan naklediyor: ”Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: “Cumartesi günü oruç tutmayın,
ancak Allah’ın size farz ettiği şeyde o gün oruç tutarsınız.
Biriniz yiyecek nev’inden bir şey bulamaz da sadece üzüm
(asması) kabuğu veya bir ağaç çöpü bulacak olsa onu ağzında
çiğnesin (ve yinede Cumartesi günü oruçlu olmasın)." (K.S.
3179 S.489, alıntıları:Ebu Dâvud, Savm 51,(2421); Tirmizi,
Savm 43,(744); İbnu Mâce, Sıyâm 38,(1726))

845- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Şaban
ayı yarılandı mı artık oruç tutmayın."(K.S. 3174 C.9 S.486
Akçağ, alıntıları: Ebu Dâvud, Savm 12,(2337); Tirmizi, Savm
38,(738))

846- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden
hiç kimse, cuma günü oruç tutmasın. Ancak bir gün önceden
veya sonradan oruç tutuyorsa bu takdirde cuma günü de oruç
tutabilir." (K.S. 3177 C.9 S.488 Akçağ, alıntıları: Buhari,
Savm 63; Müslim, Sıyâm 147,148; Ebu Dâvud, Savm 50,
(2420); Tirmizi, Savm 42,(743))

Orucun tutulamayacağı günler adı altında bir takım rivayetler


uydurdular. Buna rağmen şu rivayetleri çelişkili olarak
rivayet ettiler.

847-. ... Resûlullah (s.a.)’ın hanımlarından birisinin şöyle


dediği rivâyet edilmiştir:

“Peygamber (s.a.) Zilhiccenin dokuz günü, aşure günü ve her


ay ayın ilk Pazartesi ve Perşembe günleri (olmak üzere) üç
gün oruç tutardı. (Ebû Dâvûd, K.es-Sıyâm (14), Bâb 61 C.9
S.355 H.2437 Şamil, ayrıca: Nesâi, sıyâm 83.)

848- Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhüma anlatıyor:


“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın: “Nuh aleyhisselâm

577
Ramazan ve Kurban bayramları hariç, yıl orucu tutmuştur"
dediğini işittim." K.S.6528 C.17 S.167 Akçağ, alıntısı: İbni
Mace 1714.)

Bu rivayetlerle, evvelki rivayetlerin çelişkili oldukları açıktır.


Zira her bir tam yıl içinde Recep ayı ve Cumartesi günleri
mevcut olup, Nuh peygamberin bu günlerde oruç tuttuğunu
tahdis ettiler. Peygamberin Zilhiccenin dokuz günü oruç
tuttuğunu söylemekle farz olmamasına rağmen, cumartesi
günü oruç tuttuğunu rivayet etmeleri diğer bir çelişkidir.

849- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır,
cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur."
(K.S. 3113 C.9 S.426 Akçağ, alıntıları: Buhari, Savm 5,
Bed’ü-Halk 11, Müslim, Sıyâm 2,(1079); Nesâi, Sıyâm 5,
(4,129))

İddia ettiklerine göre Ramazan ayı girdiği zaman Cennetin


kapıları açılıp, cehennemin kapıları kapanıp şeytanlarda
zincire vuruluyormuş. Yalan rivayet uydurdukları, Ramazan
ayında günah ve azgınlık içinde hayat sürdüren bir çok
kimsenin varlığından da bellidir. Zira şeytanlar yalnız
cinlerden değildir, insanlardan da şeytanlar vardır. Eğer
Ramazanda şeytanlar zincirli iseler, Ramazana rağmen bir
birlerini saptırmakla meşgul çok sayıda insanın varlığını
neyle izah ediyorlar?

İnsanlardan da şeytanların olduğuyla ilgili olarak, Kur’an’dan


mealen:

- Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını


düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı
sözler fısıldarlar. Rabb’in dileseydi onu yapamazlardı. Artık
onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak. 6/112

578
Ayrıca, Oruç tutmak yalnız yemek yememek su içmemek
olayı da değildir. Oruçluyken kadınlara cinsel yaklaşımla
dokunmakta yasaktır.

Bu konuda Kur’an’dan mealen:

- Oruç gecesi, kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı.


Onlar sizin elbiselerinizdir, siz de onların elbisesisiniz. Allah,
sizin kendinize yazık etmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi
kabûl edip sizi affetti. Artık şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın
sizin için yaz(ıp takdir etmiş ol)duğunu talep edin, şafağın
beyaz ipliği siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için;
sonra tâ gece oluncaya dek orucu tamamlayın; mescitlerde
ibâdete çekilmiş iken kadınlara yaklaşmayın. Bunlar,
Allah’ın (yasak) sınırlarıdır, bunlara yaklaşmayın. Allah,
insanlara ayetlerini böyle açıklar ki korunup sakınsınlar.
2/187

Demek ki, kadınları öpmek orucu bozar, ayet mealinde


görüldüğü gibi, önceden ramazan ayında geceleyin dahi
kadınlara yaklaşmak yasaktı. Allah rahmetiyle gece yasağını,
mescidte ihtikafta olanlar haricindekiler için kaldırdı. Gündüz
yasağını oruç müddetince geçerli kaldı. Bu itibarla bu
hususlara uymayan bütün rivayetleri asılsızdır.

HACC KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI

RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER

850- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’ muhrimin giyeceği şeylerden
sorulmuştu şu cevabı verdi: “Muhrim ne kamis (gömlek). Ne
sarık, ne bürnus, ne şalvar ne de vers veya zaferân bulaşmış
bir giysi taşımaz. Ayağında da mest (ve benzeri ayakkabı)
yoktur. Ancak nalın bulamazsa, mestlerin topuktan aşağı
kısmını kesmelidir.”

579
Buhari’de şu ziyade var: “İhramlı kadın yüzünü örtmez,
eldiven de giymez”. (K.S. 1199 C.5 S.321 Akçağ, alıntıları:
Buhâri, Hacc 21, Cezâu’s-Sayd 13,15, İlm 53, Salât 9;
Müslim, Hacc 1,(1177); Tirmizi, Hacc 18,(833); Ebû Dâvud,
Menâsik 32,(1824,1825,1826); Nesâi, Hacc 28,(5,129))

İhram kelime olarak yasaklamak manasına geldiği halde,


ihramlının giydiği elbiseye de atfetmişlerdir. halbuki konu
elbiseyle ilgili olmayıp, hacıların daha önce yaptıkları bazı
fiillerin, Hac esnasında kendilerine yasak olması hususudur.
Bu hususta, Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen:

- Ey İnananlar, ihramda iken av öldürmeyin. Sizden kim


kasden onu öldürürse, öldürdüğünün dengi olan bir hayvan
cezası vardır ki(bu öldürülene denk olduğuna) içinizden iki
âdil kişinin karar vereceği, Kabe’ye varacak bir kurban;
yâhud yoksullara yedirme şeklinde kefaret; ya da buna denk
oruçtur. Ta ki böylece (o insan), yaptığı işin vebâlini tadsın.
Allah, geçmişi affetmiştir. Kim bu suçu tekrar ederse, Allah
ondan intikam alacaktır. Şüphesiz Allah izzet, kudret ve
intikam sahibidir. 5/95

- Hem kendinize, hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere


deniz avı ve onu yemek, size helâl kılındı. İhramda
olduğunuz sürece size kara avı yasaklandı. Huzûruna
toplanacağınız Allah’tan korkun! 5/96

- Hacc, bilinen aylardadır. Kim o aylarda (ihrama girerek)


haccı (kendisine) farz ederse bilsin ki, Hacda kadına
yaklaşmak, günâha sapmak, kavga etmek yoktur. Siz ne iyilik
ederseniz Allah onu bilir. (Yol için) kendinize azık alın(da bir
günaha düşmekten korunun), çünkü azığın en iyisi (Allah’ın
azabından) korunmadır. Ey akıl sahipleri benden korkun!
2/197

Ayrıca uydurmuş oldukları rivayette “İhramlı kadın yüzünü


örtmez, eldiven de giymez" demektedirler. Buna rağmen,
Halife Osman’ın ihramlı iken yüzünü örttüğünü iddia ile,
580
erkeklerin ihramlıyken yüzlerini örtmeleri gerektiğini dolaylı
olarak tahdis etmişlerdir. Şöyle ki:

851- Kasım İbnu Muhammed anlatıyor: “Bana, el-Ferâfisa


İbnu Umeyr el-Hanefi haber verdi ki, O, Hz. Osman
(radıyallahu anh)’ı, ihramlı iken yüzünü örter görmüş”. (K.S.
1207 C.5 S.330 Akçağ, alıntısı: Muvatta, Hacc 13,(1,327))

Bununla da yetinmeyerek, İhramlı kadınların yüzlerini ve


ellerini örtmemeleri gerektiği yolundaki rivayetlerini
yalanlayan şu rivayeti uydurdular.

852- Hz. Aişe (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Biz (kadınlar)


ihramlı olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la beraber
iken, binekliler bize uğrardı. Onlar tam hizamıza gelince, her
birimiz cilbabını başından yüzünün üzerine sarkıtıverirdi.
Bizi geçtiler mi tekrar kaldırırdık”. (K.S. 1209 C.5 S.331
Akçağ, alıntısı: Ebu Dâvud Menâsik 34,(1833))

853- Hz. Osman (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İhramlı ne evlenir,
ne evlendirir ne de dünür gönderir”. (K.S. 1237 C.5 S.356
Akçağ, alıntıları: Müslim, Nikâh 41,(1409); Muvatta, Hacc
70,(1,348,349); Ebu Dâvud, Menâsik 37,(1841); Tirmizi,
Hacc 23,(840); Nesâi, Hacc 91,(5,192))

854- İbni Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) Meymune validemizle (radıyallahu
anhâ) ihramlı iken evlendiler. (K.S. 1233 C.5 S.353 Akçağ,
alıntıları: Buhari, Cezâu’s-Sayd 12, Meğazi 43, Nikâh 30;
Müslim, Nikâh 46,(1410); Ebu Dâvud, Menâsik 39,
(1844,1845): Tirmizi, Hacc 24,(842); Nesâi, Hacc 90,
(1,191,192))

Yukarıdaki iki rivayetin çelişkili oldukları açıktır.

855- Hz. Muâviye (radıyallahu anh)’den yapılan rivayete


göre şöyle buyurmuştur. “Ey Resûlullah’ın ashabı! biliyor

581
musunuz, “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şunu yapmayı
yasakladı, kaplan derilerine oturmayı yasakladı?"dinleyenler:
“Evet (biliyoruz!)"dediler. Hz. Muâviye (radıyallahu anh)
tekrar sordu: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın hacc ile
umrenin arasını birleştirmenizi (hacc-ı kıran yapmanızı) da
yasakladığını biliyor musunuz!"Yanındakiler “Hayır, bunu
bilmiyoruz!"dediler. Hz. Muâviye (radıyallahu anh):

“Öyleyse bilin bu da öbürleriyle birlikte (yasaklar arasında).


Ne var ki, sizler unutmuşsunuz!"dedi”. (K.S. 1280 C.5 S.396
Akçağ, alıntısı: Ebu Dâvud, Men3asik 23,(1794))

856- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’den rivâyete göre, Hz.


Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hacc-ı ifrad (umresiz
hac) yapmıştır”. (K.S.1278 C.5 S.394 Akçağ, alıntıları:
Müslim, Hacc 122,(1211); Tirmizi, Hacc 10,(820); Ebû
Dâvud, Menâsik 23,(1777); Nesâi, Hacc 48,(5,145))

Yukarıdaki iki rivayette, Hacc ve Umrenin


birleştirilemeyeceğini tahdis ettiler. Buna rağmen şu rivayeti
tahdis ettiler:

857- Hz Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’ı hacc ve umre her ikisi için de
(ihrama girip) telbiye çekerken işittim."

Bekr İbnu Abdillah el-Müzeni demiş ki: “Ben bunu Abdullah


İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)’e söyledim.
Bana:“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadece hacc için
telbiye getirdi" diye cevap verdi.

Sonra tekrar Enes (radıyallahu anh)’le karşılaştım ve İbnu


Ömer’in sözünü kendisine aktardım. Bana (kızarak):

“Galiba bizi çocuk yerine koyuyorsunuz. Ben “Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm)’ı: “Umre ve hacc için Lebbeyk!"
derken işittim" dedi”. (K.S. 1282 C.5 S.398 Akçağ, alıntıları:
Buhâri, Taksiru’s-Salât 5, Hacc 24,25,27,117,119, Cihâd

582
104,126; Müslim, Hacc 185,(1232); Ebu Dâvud, Hacc 24,
(1795); Tirmizi, Hacc 11,(821); Nesâi, Hacc 49,(5,150); İbnu
Mâce, Hacc 38,(2968,2969))

Bu rivayette, Hacc-ı Kıran yapılabilir demekle, evvelki


rivayetleriyle çelişkiye düşmüşlerdir.

858- Ebu Cübeyr anlatıyor: İbni Abbâs (radıyallahu


anhümâ)’a dedim ki:“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın,
vâcip kıldığı zaman, getirdiği telbiye hususunda Ashab’ın
ihtilafına doğrusu hayret ediyorum!"Bana şu cevabı verdi:

“Bu meseleyi ben herkesten iyi biliyorum. Aslında


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tek bir hacc yaptı. Bütün
ihtilaflar bununla ilgili..................... (K.S. 1263 C.5 S.378
Akçağ, alıntısı: Ebu Dâvud, Menâsik 21,(1770))

Bu rivayette, Resûlullah’ın tek bir sefer hacc ettiğini tahdis


ettiler.

859-. ... Âişe bint Sa’id b. Ebi Vakkâs’dan; Sa’d b. Vakkâs


şöyle) demiştir:

- Peygamber (s.a.) (hacca gitmek için) el-für’ yolunu seçecek


olursa, bineği kendisini kaldırdığı zaman yüksek sesle telbiye
getirerek ihrama girerdi, Eğer Uhud yolunu seçecek olursa,
Beydâ dağı üzerine çıktığı zaman yüksek sesle telbiye
getirerek ihrama girerdi. (Ebu Dâvûd, K.el-Menâsik (11),
Bâb 21 H.1775 C.7 S.23 Şamil.)

Bu rivayette Peygamberin birden fazla hacc ettiğini tahdis


etmişlerdir, zira rivayette Peygamberin hacca gidiş yolları
birden fazladır. Bu ise evvelki rivayetle bir çelişki teşkil eder.

860- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz.


Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) taşları atacağı zaman
yaya gider, yaya dönerdi."(K.S. 1450 C.6 S.19 Akçağ,
alıntıları: Ebu Dâvud, Menâsik 78,(1969); Tirmizi, Hacc 63,
(900))
583
Bu rivayette taşlamanın yaya yapılması gerektiğini rivayet
ettiler.

861- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Yevm-i Nahr’de


(kurban gününde) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı,
taşlamayı binerek yaparken gördüm. Taşlarını devesinin
üzerinde iken atmış ve şöyle demişti:

“Menâsikinizi benden alın. Bilmiyorum, belki de bu haccdan


sonra hacc yapamam" (K.S.1452 C.6 S.19 Akçağ, alıntıları:
Müslim, Hacc 310,(2197); Ebu Dâvud, 78,(1970); Nesâi,
Hacc 220,(5,270))

Bu rivayette ise taşlamanın, binekli olarak yapılacağını tahdis


etmeleri bir çelişkidir.

862-. ... Abdullah b. Ömer’den rivâyet olunduğuna göre,


Peygamber (s.a)’e ihramlının öldürmesi câiz olan kara
hayvanları sorulmuş da Peygamber (s.a.):

“Beş (çeşit) hayvan vardır ki onları harem dışında da


haremde de öldürmekte herhangi bir günah yoktur: Akrep,
fare, çaylak, karga ve saldırgan köpektir" buyurmuş. (Ebu
Dâvûd, K.el-Menâsik (11). Bâb 39 H.1846 C.7 S.169 Şamil,
ayrıca: Buhari, Cezau’s-sayd 7; bedu’l-halk 16; Müslim, hac
66,69,71,79; Tirmizi, hac 21; Nesâi, hac
82,84,86,88,113,114,116,119; İbni Mâce, menâsik 91.)

863-. ... Ebu Said-el-Hudri (r.a)’den rivâyet edildiğine göre,


Peygamber (s.a.)’e ihramlının neleri öldürebileceği sorulmuş
da;

“Yılan, akrep, fare (öldürülebilir), kargaya atış yapılabilir


fakat öldürülemez. Yırtıcı köpek, çaylak ve saldırgan hayvan
da (ihramlı tarafından öldürülebilir.) buyurmuştur. (Ebu
Dâvûd, K.el-Menâsik (11), Bâb 39 H.1848 C.7 S.177 Şamil,
ayrıca: Tirmizi Hac 21; İbn Mâce, menâsik 91.)

584
Bu rivayette, evvelki rivayetin aksine, Yılan öldürülmeli,
Karga öldürülmemeli demeleri bir çelişkidir.

864-. ... El-Muhâcir el-Mekki’den; demiştir ki: Câbir b.


Abdillah’a;

Beyt-i (şerifi) gören adam ellerini kaldırır mı? diye soruldu


da;

- Ben Yahudilerden başka bunu yapan kimse görmedim. Ve


Resûlullah (s.a.)’la birlikte hac ettik bunu o da yapmadı, diye
cevap verdi. (Ebu Dâvud, K.el-Menâsik (11), Bâb 45 H.1870
C.7 S.222 Şamil, ayrıca: Tirmizi, hac 32; Nesâi hac 122.)

865-. ... Ebu Hüreyre (r.a.)’dan; demiştir ki: Resûlullah (s.a.)


(Medine’den Mekke’ye gitmek üzere) yöneldi, Mekke’ye
girince Hacer’i Esved’e varıp onu selâmladı sonra Beyt-i
tavaf etti. Sonra Safa’ya varıp Beyt’i görebilecek şekilde
üzerine çıktı, ellerini kaldırıp Allah’ı zikretmeye ve dilediği
duayı okumaya başladı..... (Ebu Dâvud,K.el-Menâsik (11),
Bâb 45 H.1872 C.7 S.225 Şamil, ayrıca: Müslim, cihad ve
siyer 84.)

Kâbe karşısında ellerin kaldırılıp kaldırılamayacağı


konusunda rivayetlerin çelişkili oldukları açıktır.

866- Abdullah ibn Abbâs (R) şöyle demiştir: el-Fadl İbnu


Abbâs Rasûlullah’ın redifi (yâni hayvan üstünde
Peygamber’in arka tarafına binmiş kimse) idi. Hasam
kabilesinden genç bir kadın Rasûlullah’a geldi. Bu sırada
Fadl kadına, kadına, kadın da Fadl’a bakmaya başladı.
Peygamber de Fadl’ın yüzünü (eliyle kadından) başka tarafa
çevirmeye koyuldu.

Kadın:

- Yâ Rasûlullah! Allah’ın kulları üzerinde hacc husûsundaki


farizası babama çok yaşlı ihtiyarlığında erişti. O deve

585
üzerinde sâbit duramaz hâldedir. Binâenaleyh kendisine
(vekâleten) ben hacc edebilir miyim? diye sordu.

- “Evet, vekâleten hacc edebilirsin!"diye cevâb verdi.

Bu suâl ve cevâb, Vedâ Haccı sırasında vâki’ oldu. (Buhari,


Kitâbu’l-Hacc H.1 C.3 S.1443 Ötüken, ayrıca: (K.S. 1553)
ten, Buhari, Hacc 1,Cezâu’s-Sayd 23,24, İsti’zan 2; Müslim,
Hacc 407,408,(1334,1335); Muvatta, Hacc 97,(1,359);
Tirmizi, Hacc 85,(928); Ebu Dâvud, Menâsik 26,(1809);
Nesâi, Hacc 9,11,12,(5,117,118))

Daha önce, kimsenin, kimse yerine âmel işleyemeyeceğini


Oruç kısmında izah ettiğim gibi, hiç kimse başkası yerine
Hacc edemez ve Haccın bir kimse için farz olabilmesi için o
kimsenin sağlığı dahil imkanlarının müsait olması gerekir. Bu
itibarla yolculuk yapma imkanı olmayan bir Yaşlı ihtiyara
hacc farz olamayacağından, bu yönden rivayetin uydurma
olduğu bellidir. Bu hususta örnek verecek olursam,
Kur’an’dan mealen:

- Doğrusu insanlara (ma’bed olarak) ilk kurulan ev,


Mekke’de olandır. Alemlere, bereket ve hidayet olarak
kurulmuştur. 3/96

- Onda apaçık nişâneler, İbrahim’in makamı vardır. Ve ona


giren, güvene erer. Oraya gücü yetip yol bulabilenlerin Beyti
haccetmeleri, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim
inkâr ederse şüphesiz Allah, bütün alemlerden müstağnidir.
3/97

Görüldüğü gibi, Haccın farz olması için, oraya gidecek


kimsenin, bedenen ve maddeten güç bulabilmesine bağlıdır.
Rivayette ise, sağlığı Hacca gitmeye müsait olmayan bir
kimseye Hacc farizasının eriştiğini iddia etmeleri, Kur’an’a
uymayan boş bir iddiadır.

586
Anlaşılan odur ki, Haccın vekaleten yapılabileceği yolundaki
iddialarından asıl amaçları, Hacca gitmek istemeyen ve aynı
zamanda İslam halifesi olduğunu iddia eden bir takım
kimselerle, bunların devlet kademelerinde ileri gelen
yöneticilerine ve bir takım imkan sahibi zenginlere vekil
göndermeleri suretiyle halkın gözünde onları Hacca
gitmiyorlar durumundan kurtarmak içindir.

Diğer bir hususta, yukarıda mealini yazmış olduğum 3 Âl-i


İmran 97 sûresinde belirtildiği gibi, Hacc ederken Beyti
(Kabe’yi) Haccetmek kesinlikle farz olmasına rağmen,
yazmış oldukları rivayetlerde bunu inkar ederek, haccdan
maksadın, diğer bir ifadeyle Hacı olabilmenin tek şartının
Arafat dağına çıkmak olduğunu, Kabe’yi haccetmenin farz
olmadığını rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:

867- Urve İbnu Muderrıs et-Tâi (radıyallahu anh) anlatıyor:


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a Müzdelife’de namazı
kıldığı zaman geldim.

“Ey Allah’ın Resûlü dedim, ben Tayy dağlarından geliyorum.


Hayvanım da kendim de yorgunum ve bitkin düştük. Allah’a
kasem olsun, ey Allah’ın Resûlü, gelirken geçtiğim her dağın
başında mutlaka durdum. Benim için hacc imkânı var mı?”

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:

“Bizimle birlikte şu namazı burada kılıp, bizimle kalan,


bundan önce de Arafat’da geceleyin ve gündüzleyin kalmış
olan, artık haccını tamamlamış, haramlardan kurtulmuş olur”.
(K.S.1426 C.5 S.541-542 Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Hacc 57,
(891); Ebu Dâvud, Menâsik 69,(1950); Nesâi, Hacc 211,
(5,263); İbnu Mâce, Menâsik 57,(3016))

868- Abdurrahman İbnu Ya’mur ed-Dili (radıyallahu anh)


anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Arafat’da iken,
münâdisine (tellâlına) şöyle nidâ edip duyurmasını emretti:
“Hacc Arafat’tır, kim Cem (Müzdelife) gecesi fecrin

587
doğmasından önce (vakfeye) yetişirse, haccı idrak etmiş
demektir. Eyyâm-ı Minâ üç gündür. Kim ilk günde acele
davranırsa, herhangi bir günah terettüp etmediği gibi, te’hir
edene de bir günah terettüp etmez”. (K.S. 1427 C.5 S.544
Akçağ, alıntıları: Tirmizi, Hacc 57,(889); Ebu Davud,
Menâsik 69,(1949); Nesâi, Hacc 211,(5,264); İbnu Mâce,
Menâsik 37,(3015))

Her iki rivayette Hacc etmenin Kabe’yi haccetmeyle bir ilgisi


olmadığını ısrarla iddia etmişlerdir. Öyle ki 868 ci örnekte
Haccın Arafat’tan ibaret olduğunu tellâla söyletmişlerdir.
Bundan da anlaşılır ki ne Kabe’den, nede Kabe’nin tavaf
edilmesinden hoşlanmadıkları gibi, rahatsız olmaktadırlar.
Hoşlanmadıklarına dair başka örnekler verecek olursam şu
rivayetler çok ibret vericidir:

869- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz buyurdular ki: “Tahâret
maksadıyla taş kullanmak tektir. Şeytana atılan taş tektir.
Safa ile Merve arasında say tektir, (Kabe’yi) tavaf da tektir.
Öyle ise sizden biri (tahâret için) taş kullanacaksa bunu da
tek kılsın."(K.S. 1453 C.6 S.23 Akçağ, alıntısı: Müslim, Hacc
315,(1300))

Ard niyet yok ise, kendilerinin tuvalette temizlenmek için


kullandığı taş sayısı ile, Kabe’yi tavaf veya Safa ile Merve
arasında say etme arasında “Haşa" ne gibi bir ilgi var ki?
Utanmadan bir birlerine emsal gösteriyorlar.

870- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Ka’be’yi, Habeşlilerden bacakları ince bir adam tahrip


edecektir. (K.S. 4593 C.12 S.532 Akçağ, alıntıları:Buhari,
Hacc 49; Müslim, Fiten 57, (2909; Nesai, Hacc 125, (5,216))

871- Buhâri’nin İbnu Abbas’tan kaydettiği diğer bir rivayete


göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:

588
“Kâ’be’yi yıkacak olan o ayrık iri ayaklı, güdük kafalı (koyu
siyah) Habeşli’yi Kâ’be’nin taşlarını birer birer söker halde
görür gibiyim!" (K.S. 4594 C.12 S.532 Akçağ, alıntısı:
Buhari, Hacc 49.)

872- İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Habeşliler sizi terk ettikçe onları terkedin. Zira, Kâ’be’nin
hazinesini sadece zü’s-süvaykateyn (ince bacaklı olan kimse)
çıkaracaktır." (K.S. 4595 C.12 S.533 Akçağ, alıntısı: Ebû
Dâvud, Melâhim 11,(4309))

İnsanları Kabe’ye saldırtmak için, Kabe’nin altında hazine


olduğunu uydurdukları gibi, zayıf bacaklı bir Habeşlinin
Kabe’yi yıkabileceğini uydurmakla da, Kabe’yi herkesin
yıkmaya güç yetirebileceğini rivayet etmişlerdir. Bu da
Kabe’ye karşı göstermiş oldukları düşmanlıklarının bir
göstergesidir. Kabe’nin yıkılması için gösterdikleri
hasretlerine karşılık, onlara fil ashabının başlarına geleni
hatırlatırız. Hayali bir kişiyi konu edip, bütün Habeşlileri
mûzur kimseler olarak göstermeleri, Habeşistan’a hicret eden
sahabelere, Habeşlilerin vermiş oldukları destekten dolayıdır.

873- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) dedi ki: “Hacc ayları


Şevvâl, Zülkade ve Zilhicce’den de on gündür. (K.S. 1182
C.5 S.305 Akçağ alıntısı: Buhari, Hacc 33, bab başlığı
olarak.)

Tahdis etmiş oldukları rivayette, Hac edebilme süresini iki ay


on gün olarak ifade etmelerine rağmen, bu süreyi hükümsüz
bırakacak şekilde, Haccın Arafat vakfesinden ibaret olduğunu
ve bu vakfe zamanının da iki ay on günlük sürenin son gün
ve gecesinden ibaret olduğunu, bu gün ve gecede vakfe
yapmayan kimsenin haccının geçersiz olacağını tahdis ve
iddia etmişlerdir. Böylece iki ay on günlük sürenin ilk
gününde hacca gelmiş olan kimseler dahil olmak üzere her yıl
hacca gelmiş olan bütün hacı adaylarının yurtlarına geri
dönmeyip iki ay on gün bekleseler dahi illâki son gün veya
589
gecede Arafat’ta vakfe yapmaları gerekir demeleri ile, iki ay
on günlük süreyi bir güne indirmiş olmaktadır. Bu duruma
göre, hacca gitmeye niyetli olan kimselerin tamamına yakın
kısmı, iki ay on gün beklememek için, bu sürenin on veya on
beş günlük son kısmında hacca gitmektedirler, böylece hacc
yerinde milyonlarca insanın birikmesi suretiyle izdihamların
meydana gelmesine böylece Mal ve Can kaybına sebep
olmaktadırlar. Ayrıca bu izdiham içerisinde, erkek ve
kadınların beraber hacc etmeleri İslam dininin haya ve
tesettürüne aykırıdır. Hele ihram dedikleri o elbiseleri İslam
ahlakı açısından çok berbat ve uygunsuz durumların meydana
gelmesine sebep olmaktadır. Şöyle ki, yorgun düşüp yere
serpilen haccıların tesettürlerini koruması çok zordur.

Bu hususta tahdis etmiş oldukları rivayetlerine örnek olarak:

874-. ... Abdurrahman b. Ya’mur ed-Deyl(em)i’den; demiştir


ki: Peygamber (s.a.) Arafat’ta iken yanına varmıştım. Necid
halkından da bazı kimseler -Yahut bir grup- geldiler.
(İçlerinden) birine (Hz. Peygamber’e hacla ilgili sorular
sormasını) emrettiler. (O da) Resûlullah (s.a.)’e (Arafat’ta
vakfeye yetişemeyen kimsenin) hacc(ı) nasıldır? diye sordu.
Resûlullah (s.a.) de birisine emretti. (O adam) da aldığı emre
uyarak)

“-Hac, hac Arafe günü (vakfe yapmak) demektir, kim


Müzdelife gecesi sabah olmadan (Arafat’a) gelirse haccı
tamdır. Minâ günleri üçtür, kim acele eder de iki gün de
(Mekke’ye dönerse) ona bir günah yoktur. (Minâ’da) geciken
günahkâr olmaz" diye yüksek sesle bağırdı. Sonra (o bağıran
adamın) arkasından bir başka adam gönderdi. O da aynı
şeyleri yüksek sesle ilân etmeye başladı. (Ebû Dâvûd, K.el-
Menâsik (11), Bâb 68 H.1949 C.7 S.368 Şamil, ayrıca:
Tirmizi, hac 57, tefsir sûre (2),22; İbnu Mâce, menâsik 57;
Nesâi, menâsik 211.)

Minâ günlerinden maksat, kurban bayramının 2,3,4 üncü


günleridir. Bir başka ifadeyle, Zilhiccenin 11,12,13 üncü
590
günleridir. Bu ise tahdis etmiş oldukları iki ay on günlük
sürenin dışında ki bir olaydır.esas dikkat edilmesi gereken
Hac ayları olarak göstermiş oldukları sürede Arafe vakfesini
hac süresinin son gününe bağlamış oldukları rivayet
iddialarıdır.

Arafe vakfesiyle ve hac aylarıyla ilgili olarak tahdis etmiş


oldukları bu rivayetler asılsız olup, Kur’an’la
çelişmektedirler. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Hacc, bilinen aylardadır. Kim o aylarda (ihrama girerek)


haccı (kendisine) farz ederse bilsin ki, Hacda kadına
yaklaşmak, günâha sapmak, kavga etmek yoktur. Siz ne iyilik
ederseniz Allah onu bilir. (Yol için) kendinize azık alın(da bir
günaha düşmekten korunun), çünkü azığın en iyisi (Allah’ın
azabından) korunmadır. Ey akıl sahipleri benden korkun!
2/197

Kur’an’a göre hac edebilme süresi aylardan müteşekkildir ve


bu aylar öyle aylardır ki, meşhur olup kesinlikle bilinmesi
mümkün olan, bilinen aylardır. Şimdi bu ayların kaç tane ve
hangi aylar olduğuna Kur’an’dan bakalım. Bu hususta
Kur’an’dan mealen:

- Allah ve Resûlünden, andlaşma yaptığınız müşriklere


ihtardır. 9/1

- Dört ay daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz Allah’ı âciz


bırakamazsınız ve Allah, kafirleri rezil (perişan) edecektir!
9/2

- Allah ve Resûlünden, hacc-ı ekber günü, insanlara bir


ilândır ki, Allah da Resûlü de müşriklerden uzaktır. Eğer
tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır; yok eğer yüz
çevirirseniz, bilin ki siz, Allah’ı aslâ âciz bırakacak değilsiniz
(Ey Muhammed!) küfredenlere elim azâbı müjdele. 9/3

591
- Ancak andlaşma yaptığınız müşriklerden, (şartlara tam
riâyet eden ve andlaşma şartlarından) hiçbir şeyi eksik
bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanların
andlaşmalarını, kendilerine tanıdığınız süreye kadar
tamamlayın. Çünkü Allah (azabından) korunanları sever. 9/4

- Haram ayları çıkınca (Allah’a) ortak koşanları nerede


bulursanız öldürün; onları yakalayın hapsedin, ve her
gözetleme yerinde otur(up) onları bekleyin. Eğer tevbe
ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse yollarını serbest
bırakın. Çünkü Allah bağışlayan, esirgeyendir. 9/5

Mealini yazmış olduğum bu dört ayette, Haram ayların dört


olduğu ve bu ayların peş peşe geldiği ile başlangıcının “Hacc-
ı Ekber Günü" olduğu açıktır. Haram aylarla, hac aylarının
aynı aylar olup olmadığını ve “Hacc-ı Ekber Gününün"
başlangıç olarak, haram, haram aylarında başlangıcı olup
olmadığını tetkik edecek olursak, aynı olduğunu görürüz.
Zira haram Hac aylarından başkası değildir, bu aylarda
getirilen yasaklar, hacıların kolay hac etmelerine büyük
faydalar sağlamaktadır. Müşriklere dört aylık bir süre ihtar
edilmiş, haram aylarda Kur’an’da sarih olarak dörttür ve
haram ayların bitişi bu ihtar edilen sürenin bitişi olarak
belirtilmiştir. Zira “Haram ayları çıkınca" ifadesi bunu
göstermektedir. Haccın haram aylar içerisinde olduğu
başlangıcının “Hacc-ı Ekber Günü" ifadesinden anlaşılır.
Tüm haram ayların Hac etme süresini kapsayıp kapsamadığı
konusunda, Kur’an’dan mealen:

- Ey iman edenler, ne Allah’ın işaretlerine, ne harâm aya, ne


kurbana, ne gerdanlık(lı kurban)lara ve ne de Rab’lerinin
lütuf ve rızâsını arzu ederek, Beyt-i Harâm’a doğru gelenlere
saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman
avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram’dan çevirdiklerinden
dolayı bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi saldırıya sevk
etmesin, iyilik ve takvâ üzerine yardımlaşın, günah ve

592
düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun.
Çünkü Allah’ın azabı çetindir. 5/2

- Allah, Kâbe’yi, o Beyt-i Haram’ı insanlar için kıyam (hayat


ve güven) durağı yaptı, ve Haram ayı, kurbanı, boynu bağlı
kurbanlıkları da (böyle yaptı) ki Allah’ın göklerde ve yerde
olanları bildiğini ve Allah’ın her şeyi bilici olduğunu
anlayasınız. 5/97

Bu iki örnekte, Kâbe Beyt-i Haram olarak isimlendirilmiş.


Haram ayında ona ilgisinden dolayı haram ay adını aldığı
anlaşılmaktadır. İhramda yine bu şekilde isim almış
olmaktadır. Zira haram kelimesi hacla ilgili olarak, hacca
gelen kimselerin yapmaması gereken bazı fiillerle ilgilidir,
bunlar öyle fiillerdir ki, hacca gelen kimselerin bunları
yapması hac etme süreleriyle ilgili olarak yasaktır. Örneğin:
Kara avı yasağı, saldırı olmaması halinde savaşmama gibi.
Örneklerde Haram aylar dört tane olmasına rağmen bir ay
olarak söylenmesi ve hacla ilişkilendirilmesi ve bu haram
aydan maksat, hangi ay olduğu belirtilmemesi, tek olarak
ifade edilen haram ayın, ayrı ayrı dört haram ayıda temsil
ettiği manasındadır. Böylece, “Hac bilinen aylardadır"
ifadesiyle, hac aylarının haram aylar olduğu anlaşılmış olur.
Bu itibarla, hac ayları rivayet ettikleri ve uygulamaya da
koymadıkları, iki ay on gün değil, “dört haram aydır”.

Haram ayların hangileri olduğu konusunda da, Kur’an’la


çelişen rivayetlerde bulunmuşlardır. Şöyle ki:

875-............ Ebû Bekre Nufey’ ibnu’l-Hâris es-Sakafi(R)’den


tahdis etti ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: “Zaman
(mikyas olan yıl hesâbı) Allah’ın gökleri ve Yer’i yarattığı
gündeki (ilk) hey’etine dönmüştür. (Artık) sene on iki aydır.
Bunlardan dördü harâm aylardır. Üçü arka arkayadır ki, Zu’l-
kaide, Zu’l-hicce ve Muharrem’dir. Dördüncüsü de
Cumâda’l-âhiri ile Şa’bân arasında olarak Mudar kabilesinin
ayı olan Receb’dir”. (Buhâri, Kitâbu Bed’i’l-Halk C.6 S.2988
H.7 Ötüken.)
593
Kameri ayların adları Arapça da sırasıyla şöyledir:

1- Muharrem, 2- Safer, 3- Rebiulevvel, 4- Rebiussani, 5-


Cemâdilûla, 6- Cemadilahire, 7- Receb, 8- Şaban, 9-
Ramazan, 10- Şevvel, 11- Zulkade, 12- Zülhicce.

Rivayette, haram ayların peş peşe gelen 11, 12, 1 nci aylar ile
bunlardan ayrı olarak 7 nci ay olan Receb ayını saymışlardır.
Böylece, Muharrem ile Receb ayı arasında beş ay ve Receb
ile Zulkade arasında üç ay bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bu
ise Kur’an’a uymamaktadır, zira, Haram aylar hiç birisi
istisna olmamak üzere peş peşe gelen aylardır. Buna örnek
olarak Kur’an’dan mealen:

- Allah ve Resûlünden, andlaşma yaptığınız müşriklere


ihtardır. 9/1

- Dört ay daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz Allah’ı âciz


bırakamazsınız ve Allah, kafirleri rezil (perişan) edecektir!
9/2

- Haram ayları çıkınca (Allah’a) ortak koşanları nerede


bulursanız öldürün; onları yakalayın hapsedin, ve her
gözetleme yerinde otur(up) onları bekleyin. Eğer tevbe
ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse yollarını serbest
bırakın. Çünkü Allah bağışlayan, esirgeyendir. 9/5

Bu ayet meallerinde belirtildiği gibi, haram ayların peş peşe


olması kesin olup, bunun aksi mümkün değildir. Zira, bu
aylarla ilgili olarak, müşriklere dört aylık bir ihtar verilmiş ve
bu ayların bitişi ile de Müslümanlardan, onların hakkında
yaptırım uygulamaları istenmiştir. İddia ettikleri gibi haram
aylar bitişik olmamış olsa idi o zaman bu dört aylık sürenin
dört ay olarak bir manası kalmazdı, zira Receb ayının gelmesi
için aradan aylar geçmesi gerekiyor. Böyle bir iddianın ise ne
mantığı vardır, nede Kur’an’a uygunluğu. Böylece anlaşılır
ki, haram aylar, hac aylarının başlangıcı olduğunda ihtilaf
olmayan, Şevval ayından başlamak üzere, ondan sonra gelen

594
Zulkade, Zülhicce ve Muharrem oyları olmak üzere bitişik
dört aydır. Receb ayı haram aylara dahil değildir. Bu dört
ayda Hac edecek kimselerin Hac etmesi mümkündür. Hac
etme süresinin farzı, Hac eden kimselerin her biri için iki
gündür. yani hac eden bir kimse bu dört ay içerisindeki her
hangi bitişik iki günde haccını tamamlayıp ihramdan çıkmak
suretiyle evine veya eski yaşantısına dönebilir, ihramdan
çıkmak ihram dedikleri elbiseyi çıkarmak manasında
olmayıp, hac etme sırasında kendisine yasak olan şeyleri hac
mıntıkasından da çıkmak suretiyle yapa bilmesidir. Hacda
bulunduğu müddetçe ihramdan çıkmış sayılmaz, oradan geri
dönüş yapması şarttır. Arafe günü gibi herhangi bir özel gün
beklemesi gerekmez. Hac için Arafat dağına çıkan herkes
için, Arafata çıktığı gün Arafe günüdür. Böylece geniş bir
zaman diliminde pek çok kimsenin Hac etmesi mümkün
olacağından, çoğu kere tehlikeli bir şekilde meydana gelen
izdiham olayları ile, Bayanlı, Erkekli sıkışık bir vaziyette Hac
etme olayı meydana gelmesinin engellenmesi mümkündür.
İslam dininde, Can güvenliğini ve İslami tesettürü dışlayan
Haccetme olayı yoktur.

Bu konularla ilgili olmak üzere, Kur’an’dan mealen:

- Ey Âdem oğulları, her mesci(de gidişiniz)de süs(lü, güzel


elbiseler)inizi (üzerinize) alın; yiyin için, fakat isrâf etmeyin;
çünkü O, isrâf edenleri sevmez. 7/31

Her mescide gidildiğinde, gidenlerin süslü güzel elbiselerini


giymeleri mecburidir. İhram diye giydikleri bez iki
parçasından süslü ve güzel elbise diye bahsetmek mümkün
değildir. Yoksa o bez parçasına sarınanlar, Mescid-i
Haram’da olduklarının ve Mescid- Haram’ında bir Mescid
olduğunun farkında değiller mi?

İhrâm dedikleri şey: Peştamal gibi, iki beyaz bez olup, biri
belden aşağı sarılır, öteki omuzlara sarılır, iple bağlanmaz,
düğümlenmez. Allah süslü güzel elbiselerinizi giyin diye
emrediyor, bunlarsa elbiselerin çıkarıp en zevksiz
595
denebilecek iki bez parçasına sarınıyorlar, ona da sarınma
dense!

- Hacc, bilinen aylardadır. Kim o aylarda (ihrama girerek)


haccı (kendisine) farz ederse bilsin ki, Hacda kadına
yaklaşmak, günâha sapmak, kavga etmek yoktur. Siz ne iyilik
ederseniz Allah onu bilir. (Yol için) kendinize azık alın(da bir
günaha düşmekten korunun), çünkü azığın en iyisi (Allah’ın
azabından) korunmadır. Ey akıl sahipleri benden korkun!
2/197

Hac ayları, haram aylar olan, Şevval, Zulkade, Zülhicce ve


Muharrem aylarıdır.

- Hac’ta iken Allah’ın fazlından istemeniz günah değildir.


Arafat’tan döndüğünüzde Meş’ar’i haram’da Allah’ı
zikredin. O’nu, sizi hidayet eylediği gibi anın. Çünkü bundan
önce siz, delâlette idiniz. 2/198

Burada da, Hac’ta rızık edinmek için ticaret veya iş


yapılabileceğinin; başka bir ifadeyle Hacc esnasında parasal
kâr amacıyla çalışılabileceği. Ayrıca, “”Arafattan
dündüğünüzde Meş’ar-i haram da, Allah’ı zikredin"
denildiğine göre, aynı zamanda Arafat’a da çıkılacağı
belirtilmiş olmaktadır.

- Sonra herkesin döndüğü yerden siz de dönün ve Allah’tan


af dileyin. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. 2/199

- Hac ibadetlerinizi bitirince atalarınızı andığınız gibi hattâ


daha kuvvetli bir anışla Allah’ı anın. İnsanlardan öyleleri var
ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin
ahiretten hiç nasibi yoktur. 2/200

- Sayılı günlerde Allah’ı anın. Kim acele edip iki gün içinde
(hacdan) dönerse ona günâh yoktur. Kim geri kalırsa
korunduğu takdirde ona da günâh yoktur. Allah’tan korkun
ve O’nun huzûruna toplanacağınızı bilin. 2/203

596
Böylece iki günde Hac edilebileceği anlaşılmış olur,
Korunduğu, yani Hac’ta yapmamsı gerekenleri yapmadığı
takdirde isteyen iki günden fazlada kalabilir. İki günlük Hac
süresi acelesi olan kimseler içindir. Bu duruma göre Hac
ayları olan dört haram ayın iki gününde Hac farizasını
tamamlamak mümkündür, bu iki gün acelesi olan
vurgulamasından dolayı bitişik iki gün olması gerektiği de
açıktır. İki günden daha fazla kalmak isteyenlerin de
bulunabilmesi bütün hacıların birlikte toplanacakları özel bir
Arafe gününün olmadığını da göstermektedir.

- Haccı insanlar arasında ilân et. Yaya olarak ve binekler


üstünde, her uzak yollardan sana gelsinler. 22/27

- (Gelsinler)ki kendileri için birtakım faydalara tanık olsunlar


ve (Allah’ın) kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar
üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın adını
ansınlar. Onlardan yiyin, sıkıntı içinde bulunan fakire de
yedirin. 22/28

- Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve


Beyt-i atik (Kabe’y)’i tavaf etsinler. 22/29

Yukarıda yazılı üç ayet mealinde görüldüğü gibi, hac etme


sıralaması belirtilmiştir. Şöyle ki, hacca gelen kimseler önce
kurban keserler, sonra temizlenirler (Saçları tıraş etmek,
kısaltmak, tırnakları kesmek, yıkanmak ve sair temizlik
gereklerini yapmak sûretiyle) bundan sonra adaklarını yerine
getirirler, bu hususları yaptıktan sonradır ki Kabe’yi tavaf
edebilirler. Rivayetlerde ise durum tam bunun tersinedir.
Yani önce hac edilir, ondan sonra en son olarak kurban kesilir
ve tıraş olunur. Bu arada isteyen kurban kesmeden önce ve
sonra saçını tıraş edebilir veya kısaltabilir iddiasındadırlar.
Şöyle ki:

876- Abdullah İbnu Amr İbni-l-Âs (radıyallahu anhümâ)


anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda

597
Haccı’nda Mina’da, halkın meselelerini sorması için
durmuştu. Bir adam gelip:

“(Ben kurbanın tıraştan önce olacağını) bilemedim ve


kurbandan önce tıraş oldum?"dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):

“(Şimdi de kurbanını)kes, burada bir beis yok" cevabını


verdi. Bir başkası daha gelip:

“(Taşı kurbandan önce atmak gerektiğini) bilemedim ve


taşlamayı yapmadan kurban kestim" dedi. Buna da:

"Şimdi taşını at, bunda bir mahzur yok!"diye cevap verdi. O


gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a “Şunu önce
yaptık”; Bunu sonra yaptık" şeklinde takdim te’hirle ilgili ne
soruldu ise hepsine: “Yap bunda bir mahzur yoktur!"diye
cevap verdi”. (K.S. 1461 C.6 S.31-32 Akçağ, alıntıları:
Buhari, Hacc 131, İlm 23,46, Eymân 15; Müslim, Hacc 327,
(1306); Muvatta, Hacc 242,(1,421); Tirmizi, Hacc 76,(916);
Ebu Dâvud, Menâsik 80, (2014); İbnu Mâce, Menâsik 74,
(3051))

877- Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ) anlatıyor: Resûlullah


(aleyhissalâtu vesselâm) zevcelerine, veda Haccı senesinde
ihramdan çıkmalarını emretti. Ben:

“Siz niye ihramdan çıkmıyorsunuz? diye sordum.

“Ben başımı telbit ettim, kurbanlığımı hazırladım,


kurbanlığımı kesmeden ihramdan çıkmam" diye cevap
verdi”. (K.S. 1468 C.6 S.40 Akçağ, alıntıları: Buhari, Hacc
34,107,126, Meğazi 77, Libâs 89; Müslim, Hacc 186,(1229);
Muvatta, Hacc 180,(1,394); Ebu Dâvud, Menâsik 24,
(1806);Nesâi, Hacc 40,(5,136) 67,(5,172); İbnu Mâce,
Menâsik 72,(3046))

Böylece hiçbir sıralama kabul etmedikleri gibi, en önce


olması gereken kurban kesme ve temizlenme (tıraş v.s.) işini
598
esas kural olarak en sona almaları Kur’an’a uymamaktadır.
Diğer bir hususta en önce kurban kesilmesi lazım
geldiğinden, kurban bayramı diye bir şeyin İslam Dininde
olmadığı da kolayca anlaşılır.

Ömre ve Hacla ilgili olarak da şu iki örneği verebiliriz,


Kur’an’dan mealen:

- Allah için haccı ve ömre yi tamamlayın. Eğer (herhangi bir


sebeple bundan) alıkonulsanız kolayınıza gelen kurbanı
(gönderin); kurban, mahalline varıncaya kadar başlarınızı
tıraş etmeyin. İçinizden hasta olan, ya da başından bir
rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalan)
kimse, oruçtan, sadakadan veyâ kurbandan (biriyle) fidye
(verir). Güvene kavuştuğunuz zaman, hac (zamânın)a kadar
ömre ile faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı
keser. Kurbanı bulamayan kimse üç gün hac da, yedi gün de
döndüğünüz vakit olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu
âilesi Mescid’i Haram (civarın)da oturmayanlar içindir.
Allah’tan korkun ve Allah’ın cezâsının çetin olduğunu bilin.
2/196

Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi, Ömre zamanı hac ayları


başlamadan önceki yani hac ayları dışındaki aylar da söz
konusudur. Zira “Hac (zamanın)a kadar Ömre ile
faydalanmak isteyen" ifadesi bununla ilgilidir, ve dikkat
edilirse, Hac etme sıralaması yine önce kurban, sonra tıraş
(ile temizlik) ve ondan sonra Kabe’yi tavaftır. Dikkat edilirse,
Namazda da abdest namazdan öncedir, yani önce temizlik
sonra ibadet olayı vardır. Hac ederken de, Kabe tavafını
temizlenmiş olarak yapmak lazımdır, yoksa kirli, pasaklı bir
şekilde Kabe’yi tavaf edip, Hac bittikten sonra tıraş olup
temizlenmenin Hac ile bir ilgisi yoktur.

- Andolsun, Allah, Elçisinin rüyâsını doğru çıkardı. (Allah’ın


Elçisi, rüyâda ashâbiyle birlikte Mekke’ye girdiklerini,
bazılarının saçlarını tamâmen tıraş ettiklerini, bazılarının da
kısalttığını görmüştü.) Allah dilerse güven içinde (kiminiz)
599
başlarınızı tıraş ederek ve (kiminiz saçlarınızı) kısaltarak,
korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah sizin
bilmediğinizi bildi, bundan önce, size yakın bir fetih verdi.
48/27

Bu örnekte de, tıraş veya saçları kısaltmanın Mescid-i


Harâm’a girmeden önce olduğu açıktır.

Hacca gidenlerin, Şeytanı taşlıyoruz diye günahsız bazı


taşları; bu taşlarla örülmüş yapıları taşlamaları ve dolayısıyla
onları lanetlemelerinin İslam Diniyle hiçbir ilgisi olmadığı
gibi, aynı zamanda bu vebal olan büyük bir günahtır.

Kur’an’dan mealen:

- Sonra bunun ardından yine kalbleriniz katılaştı: şimdi onlar


taş gibi. Hattâ daha katıdır. Çünkü öylesi taş var ki. İçinden
ırmaklar fışkırır; öylesi var ki, Allah korkusundan yukarıdan
(yere) düşer. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir. 2/74

Şeytanı taşlayıp onu lanetlemenin yolu masum taşları


taşlamak değildir. Şeytanla nasıl mücadele edileceği
Kur’an’da açıktır. Ancak Kur’an esas alınarak şeytanla
mücadele edilebilir.

Bütün bu örneklerde görüldüğü gibi, Hac etmenin


Kur’an’dan anlaşılamayacağı; bunun için rivayetlere ihtiyaç
olduğu yolundaki iddialar aslı olmayan boş iddialardır. Zira,
Hacla ilgili her husus Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. Hacla
ilgili rivayetleri ise, kendi aralarında çelişkili olduğu gibi, bir
çok hususta da Kur’an’a uymamaktadırlar.

Buraya kadar yazmış olduğum birçok hadis örneğiyle, Kütüb-


i Sitte’deki rivayetlere bağlı, Ehli Sünnet inancında olan
mezheplerin fıkıhlarına esas olarak aldıkları rivayetlerin
durumunu gözler önüne sermeyi amaçladım. Bazen
rivayetleri bir birleriyle karşılaştırarak aralarında ki
çelişkilere dikkat çektim. Bazen de Kur’an ayetleriyle

600
(Türkçe meallerini yazmak suretiyle) rivayetleri
karşılaştırarak Kur’an’a uymayan rivayetlerden örnekler
verdim. Bazen de Kur’an’da yeterli bilgi olmadığını, mücmel
olduklarını iddia ettikleri, Hac, Zekat, Namaz konularında,
Kur’an ayetlerinden delil göstermek suretiyle iddialarında
haksız olduklarını kanıtlamaya çalıştım. Şu var ki, tenkit
edilebilecek daha birçok rivayetleri olmasına rağmen
verdiğim misallerin anlamak isteyen kimseler için yeterli
olduğu kanaatindeyim.

Bilindiği gibi, bu çağda dahi dünya üzerinde Müslüman


olduğunu söyleyen yüz milyonlarca insan bulunmaktadır ve
bu insanların inanç farklılıkları göstermelerinin, bir birleriyle
kardeş müminler olmaları gerekirken tam aksine, inanç
mücadeleleri içinde olmalarının yegane sebebi, ellerinde
mevcut olan tahrif edilmemiş Kur’an’ı rehber edinecekleri
yerde. Kur’an’ın yanına bunlar da Kur’an gibidir, hatta
Kur’an’ı nesh edebilecek güçtedir diye iddia ettikleri
rivayetlerdir. Zira, Şii’si, Vehhabi’si dahil olmak üzere her
grup kendi keyfine göre bir din anlayışı sergilemekte ve
kendine gerekçe olarak elindeki rivayetleri delil
göstermektedir. Halbuki rivayetleri bir tarafa bırakıp, yalnız
Kur’an’ı rehber edinselerdi, kolayca bir inanç birliği
meydana getirebilirlerdi. Zira Kur’an’da ne çelişki nede
eğrilik vardır. O öyle bir kitaptır ki, içinde bütün misaller
mevcut olduğu gibi, kolay anlaşılır, batini öğreti ihtiva
etmeyen açık bir kitaptır. Ona yapışan yoluna asla şaşırmaz,
“O Ürvetül Vuskadır“, onun kopması olayı yoktur.

Sonuç olarak şunu belirteyim ki, bir kimsenin Müslüman


olabilmesinin şartlarından olarak. “Kur’an’ı başka hiçbir
kaynağa ihtiyaç göstermeden, İslam Dini için yeterli ve
Normal İnsan duyularıyla anlaşıla bilir, hiçbir Batini mana
içermeyen açık bir kitap olarak kabul etmesi gerekir”. Kur’an
Peygamberden sonra, İnsanların ve Cinlerin İslam Dinini
öğrenmek için tek bilgi kaynağıdır, O’nun bilgisi hiç

601
kimsenin tekelinde olmadığı için, hidayet yolunu seçen
herkese bilgisi açıktır.

Buraya kadar yazdıklarımla birinci kitabı tamamlamış


bulunuyorum. İkinci kitapta, rivayetlerin inanç gruplarına
nasıl etki ettiğini yine örnekli ve Kur’an’dan karşılaştırmalı
olmak üzere göstermeye çalıştım, bu bağlamda olmak üzere,
İslam adı altında teşekkül etmiş diğer inanç gruplarının inanç
esaslarını konu ettim. Özellikle bugün taraftarları bulunan
Vehhabilik Mezhebi ve Kütüb-i Erbaa diye ellerindeki dört
hadis kitaplarına göre mezhep ortaya koyan İmamiyye
mezhebi ile tasavvufçuları, ayrıca İslam dini adına ortaya
çıkarılan, İbni Sina ve İbni rüşt gibisinin görüşlerini konu
ederek, Kur’an’a uymayan taraflarını göstermeye çalıştım.
(Bu kitap dizgi aşamasında olup Allah kısmet ederse en kısa
zamanda yayınlanacaktır).

NOT. AŞAĞIDAKİ FİHRİSTE BASIMA GÖRE SAYFA


NO.LARI EKLENMELİDİR.

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

HADİS FAALİYETİ

A- EHL-İ SÜNNET VE KÜTÜB-İ SİTTESİ

BUHÂRİ

MÜSLİM

NESÂİ

EBU DÂVUD

TİRMİZİ

İBNU MÂCE

602
EBÛ HANİFE

İMAM MÂLİK

İMAM ŞÂFİİ

AHMED İBN HANBEL

ALLAH’A, KUR’AN’A, PEYGAMBERLERE VE


MÜSLÜMANLARA SALDIRI VE İFTİRA İÇEREN
KÜTÜB-İ SİTTE’DEKİ HADİSLERDEN ÖRNEKLER VE
ELEŞTİRİLMELERİ

KUR’AN HAKKINDA UYDURDUKLARI HADİS


ÖRNEKLERİ

I- KUR’AN TAHRİF EDİLMİŞTİR İDDİALARI

II-KUR’AN’IN PEYGAMBERDEN SONRA TOPLANMIŞ


OLDUĞUNU İDDİA ETMELERİ

III- KUR’AN’IN OKUNUŞUNU TAHRİF ETMEK İÇİN


UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ

IV- VAHYİN İNİŞ SIRASIYLA İLGİLİ OLARAK


UYDURDUKLARI ÇELİŞKİLİ HADİSLER

V- RESÛLULLAH’IN NEYİ VASİYET ETTİĞİ


HUSUSUNDA UYDURDUKLARI ÇELİŞKİLİ HADİSLER

VI- KUR’AN’IN ÜCRETLE OKUNUP-


OKUNAMIYACAĞI KONUSUNDA VE RÜKYE İLE
İLGİLİ UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

VII- CİN’LERİN KUR’AN DİNLEMELERİYLE İLGİLİ


OLARAK UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ

VII- KUR’AN’I ANLAMA ANLAYIŞLARI VE


KUR’AN’IN NASIL OKUNMASI GEREKTİĞİ
KUNUSUNDAKİ RİVAYET ÖRNEKLERİ
603
İSLAM’İ DEĞERLERE, PEYGAMBERLERE
ŞAHISLARA, KAVİMLERE V.S. ye HAKARET İÇERİKLİ
SALDIRI ve İFTİRALARINA AİT RİVAYET
ÖRNEKLERİ

ŞEHİT VE ŞEHİTLİK KONUSUNDA UYDURDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

TEDAVİLER KONUSUNDA UYDURDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

GÖZ YANİ NAZAR DEĞMESİ HAKKINDA DA BİR


TAKIM ASILSIZ RİVAYETLER UYDURMALARI

PEYGAMBERLER VE YAKINLARI HAKKINDA


UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

PEYGAMBERİN EHLİ BEYTİ YANE HANE HALKININ


KİMLER OLDUĞU KONUSUNDA UYDURDUKLARI
RİVAYET ÖRNEKLERİ

ŞEHİT VE GAZİLER İLE HİCRET VE SAVAŞ


KONULARINDA UYDURDUKLARI HADİSLERDEN
ÖRNEKLER

CENNETLİKLER VE CEHENNEMLİKLER HAKKINDA


UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

KEVNİ KONULAR HAKKINDA UYDURDUKLARI


HADİS ÖRNEKLERİ

HADLER VE KISAS HAKKINDA UYDURDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

KÖLELERİN DURUMU KONUSU

HAYVANLARLA İLGİLİ OLARAK UYDURDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

604
İMAN VE AMELLER HAKKINDA UYDURDUKLARI
RİVAYET ÖRNEKLERİ

YİYECEKLER VE İÇECEKLER HAKKINDA


UYDURDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

SAÇ, SAKAL ELBİSELER VE SÜSLENME


KONULARINDA UYDURDUKLARI RİVAYET
ÖRNEKLERİ

KABİLE, ŞEHİR, ŞAHIS İLE MEMURLAR VE HİLAFET.


278 KONULARINDA UYDURDUKLARI HADİSLERDEN
ÖRNEKLER RESİMLER VE SURET YAPMA
KONUSUNDA UYDURDUKLARI HADİS ÖRNEKLERİ

ŞİİR KONUSUNDA UYDURDUKLARI HADİSLERDEN


ÖRNEKLER

AİLE VE TESETTÜR HAKKINDA UYDURDUKLARI


RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER

FAL VE GAYB İLE İLGİLİ UYDURDUKLARI RİVAYET


ÖRNEKLERİ

CENAZELER VE KABİRLER KONUSUNDA


UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYETLERDEN
ÖRNEKLER

TEMİZLİK KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER

EKONOMİ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

Arazi ve Arsalar hakkında uydurmuş oldukları rivayetlerden


örnekler................................................................................
Faiz ve Alım-Satım Konusunda uydurmuş oldukları
rivayetlerden örnekler

605
ZEKÂT KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI
RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER

ABDEST VE GUSÜL KONUSUNDA UYDURMUŞ


OLDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

NAMAZ KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


RİVAYET ÖRNEKLERİ

REKAT SAYILARIYLA İLGİLİ RİVAYETLERİNDEN


ÖRNEKLER

KUR’AN’A GÖRE NAMAZ ORUÇ KONUSUNDA


UYDURMUŞ OLDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ

HACC KONUSUNDA UYDURMUŞ OLDUKLARI


RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER

KİTAPTAKİ KISALTMALAR ŞUNLARI GÖSTERİR:_

K.S. : Kütüb-i Sitte Prof. Dr. İbrahim CANAN

Akçağ Yayınları.

ÖTÜKEN : Ötüken Neşriyat A.Ş:

BUHARİ : Sahih-i Buhâri ve Tercemesi, mütercim

Mehmet SOFUOĞLU

Ötüken Neşriyat A.Ş:

EBÛ DÂVÛD : Sünen-i Ebû Dâvûd Terceme ve Şerhi,

Hazırlayanlar; Necati YENİEL, Hüseyin

KAYAPINAR. Şamil Yayınevi.

MÜSLİM : Sahih-i Müslim terceme, Ahmed

DAVUDOĞLU
606
Sönmez Neşriyat A.Ş.

SÖNMEZ

NEŞRİYAT : Sönmez Neşriyat A.Ş.

H. : Hadis

C. : Cilt

R. : Rivayet

S. : Sayfa

607

You might also like